3 Ekim 2019 Perşembe

Mektup...


   Muhsin,
   Son yüz elli yıldır dünya siyasetinin bütün dengesini değiştiren ve bugüne kadar dünyanın bütün devletlerinde etkisi görünen en önemli gelişme, bir döneme kadar Amerika kıtasından dışarıya müdahil olmayacağını söyleyen ABD’nin, kıta dışında sömürge siyasetine başlamış olmasıdır. Amerikalılar, Londra’dan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kendi düzenlerini kurmak istediklerini, İngiltere’nin, İspanya’nın, Fransa’nın dünya üzerindeki sömürgelerine karışmayacaklarını beyan ettiler. Hatta ABD’nin 5. Başkanı James Monroe, bu politikayı bir doktrin haline getirip bütün dünyaya ilan etti. Monroe doktrini, ABD’nin Avrupa’nın işlerine karışmayacağını, Avrupa’nın da Amerika’ya karışmaması gerektiğini beyan eden bir çağrıydı.
   Gerçekte bu çağrı ABD için, içe kapanıp mühimmat biriktirmek gibi bir durumdu. Gerçekten bir süre kıta dışında hiçbir yere müdahil olmadılar. Güney Amerika’daki kolonilere de karışmadılar. Dışarıdan bakıldığında tam bir antiemperyalist devlet görüntüsü çiziyorlardı. Bu politika gizlice yürüttükleri “imparatorluk kurma” projesinin bir parçasıydı. ABD, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda barışın düşmanlarıyla savaşan çok uysal bir kimlik inşa etti. Bu kimlik anti-İngiliz bir kimlikti.
   Peki, ABD bu dönemde gerçekten sömürgecilik yapmadı mı? Sana bir sonraki mektupta Milli Mücadele ile ABD arasındaki bağlantıyı çok detaylı olarak anlatacağım. O zaman daha iyi göreceksin ki ABD perde arkasında tam bir emperyal siyaset takip etti ve İngiltere’yi bölgede zor duruma düşürmek için bazı gruplarla çok ciddi anlaşmalar yaptı.
   Sömürgeciler, kendi genişleme stratejilerini oluştururken bunların felsefi, ahlaki ve dini altyapılarını da kuruyorlardı. ABD’de yönetimi tamamen elinde tutan şirketler ile İngiltere’de Kraliçe’nin hizmetindeki hanedanlar, kurdukları yayın organları, enstitüler ve kiliseler aracılığıyla sömürge siyasetlerini halka dayatıyorlardı.
   Bunun en güzel örneği 1843 yılında tahıl yasalarının feshi ve gümrük vergileri konusunda Londra’da çıkan tartışma ve sonrasındaki gelişmelerdir. Hindistan’ı, Afrika’yı, Asya’yı sömüren hanedanlar, hem kendi ülkelerinden dışarıya mal satabilmek hem de sömürdükleri topraklardan ürünleri ucuz yolla ülkelerinde pazarlamak istiyordu. Geçimini tarımdan sağlayan halk, buna direnmiş ve karşı çıkmıştı. Hanedanlar kendi isteklerini dayatmak ve yasanın istedikleri hale gelmesini sağlamak için 1843 yılında “The Economist” isimli bir dergi çıkarmaya karar verdiler. Sonunda yaptıkları yayınlar ve baskıyla parlamento halkın isteğini değil, onların isteğini oyladı.
   Amerika’nın, kendi kıtasından diğer bölgeler açılmasının felsefi dayanağı, Darwin’in tezlerine atıf yapılarak oluşturuldu. Onlara göre doğadaki türler gibi milletler de hayatta kalmak için savaşıyorlardı ve bu savaşta en güçlü kimse hayatta o kalacaktı. Amerikalı teorisyenlerin zihninde, en güçlünün hayatını sürdürmesi için zayıf olanı ezmesi gerekli olduğuna göre, onu neden öldürdüğünü veya yok ettiğini açıklaması şart değildi. Hem Darwin hem Spencer onlar için üstün Amerikan ırkını işaret eden tezler yazmıştı. İngiliz ve Amerikalıların genişleme stratejileri tam da bu yönde cereyan etti. 1801 yılında dünya üzerinde İngilizce konuşan insan sayısı 20 milyon iken 1890’da 111 milyona çıktı. 1801 ‘de dünyanın % 12’si bu dili bilirken, güçlünün zayıfı ezmesiyle oran % 30’a yükseldi. Savaşın temel hedefi, üretilen malların satılacağı pazarlar bulmak ve diğer kıtalardaki zenginlikleri zorla ele geçirmekti.
   Sana İngiltere’ni devletimize nasıl sızdığını anlatmıştım. Amerika, aynı tarihlerde sadece İstanbul’da değil Afrika ve Arap coğrafyasında kendi ekibini yetiştirmek ve mevcut yönetimleri devşirmek üzere kolejler açmaya başladı. Amerikan kolejlerinin misyonu, bölgeyi yönetecek kadroların zihnen devşirilmesi ve finansal olarak desteklenmesiydi. Bir şeyin farkına vardılar: Devlet- Aliyye’deki savaşın bu kadar erken çıkacağını hesaplayamamışlar, geç kalmışlardı. Çünkü İngiltere, Amerikalıların gizli hazırlıklarını öğrenince beklenen tarihten daha önce hamle yaptı, İstanbul Almanya ve İngiltere arasında tam bir savaş alanına dönmüştü. Bunun üzerine Amerikalılar, Almanlarla ittifak yapmaya karar verdiler. Almanların İstanbul’da devşirdikleri isimlerle yola çıkacaklardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman yanlısı komutanların başlattığı direnişe destek verecekler, İngiltere’nin bütün coğrafyaya hakim olmasını engelleyeceklerdi. Savaş Amerikalılar için başladığı gibi bitmedi.
   Bir sonraki mektupta Amerikalıların kimlerle, nasıl bir ittifak kurduğunu anlatacağım. Şimdi ABD tarafını bir süreliğine unutmanı, Almanya, İngiltere ve bizim aramızda geçen savaşı kavramanı istiyorum:
   Amerikalı ve İngiliz işadamlarının, sömürge siyasetini bizim coğrafyamıza taşımaları üzerine hem İngiltere’nin hem Devlet-i Aliyye’nin istihbarat teşkilatlarında çok önemli bir değişim yaşandı. Amerikan ve İngiliz istihbarat teşkilatları New York ve Londra finans çevrelerinde yetişen bankacıları ve finans uzmanlarını çok hızlı bir eğitime tabi tutup bizim topraklarımıza gönderdiler. Daha önce askeri donanımları ön plana çıkan istihbaratçılar, artık ekonomi temelli yetiştirilmeye başlandı. Ülkelerin yönetiminde de siyaseti iyi bilenler değil, banka yöneticileri, petrol şirketlerinin uzmanları, finans devlerinin sahipleri ve ulusal güvenlik için önemli olan bazı sanayi kuruluşlarının ( silah sanayi gibi ) idarecileri yer aldılar.
   İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nın kurduğu bu istihbarat ağı, yabancı devletlerden gizli bilgi ve veri toplayıp Londra’ya servis eden sıradan ajanlardan farklı çalışıyordu. Amaç sınırların değişmesi, ülkelerin yıkılması ve toprakların İngiltere devletine bağlanması değildi. Amaç İngiliz bankacılığını, uluslar arası ticaretini, gemi taşımacılığı ve nakliyatını, İngiliz sanayisinin ürünlerini dünyanın her noktasına güvenle ulaştırmak ve pazarlamaktı. Ajanlar belli bir grupla daimi olarak çalışma zorunda değillerdi, bu gün anlaştıkları bir grupla deşifre olduklarında hemen ittifakı kesip başka bir grupla yollarına devam ediyorlardı. Bu masrafsız ve risksiz ilişkiler ağı, devletlerin savaşla kazanılmasından daha kolay ama o devletler için çok daha yıkıcıydı. Şunu tam da burada hatırlamanda yarar var: Hanedan’ı İngilizler için doğrudan hedef haline getiren asıl mesele Sultan Abdülaziz’in donanmayı güçlendirmek için yaptığı çalışmalardı. İngiltere Devlet-i Aliyye’nin Alman sanayisiyle iş tutmasını, askeri, teknik ve donanma olarak güçlenmesini istemiyordu. Çünkü güçlü bir Alman veya Osmanlı Donanması demek, İngiltere’nin Hindistan’dan Afrika’ya kadar bütün sömürge hâkimiyetine son verecekti. Biz, İngiltere’nin serbest ticaret ve liberalizm sloganıyla dünyayı sömürgeleştirmesine Almanya ile işbirliği yaparak karşılık verecektik. Berlin’in ve İstanbul’un hedefi, ulusal devletlerin İngiliz Donanmasıyla korunan Londra merkezli finans şirketlerine karşı güçlendirilmesi, yerel üretimin arttırılması, milli silah sanayinin geliştirilmesiydi. Bunun için öncelikle yetişmiş mühendise ve subaya ihtiyaç duyuluyordu. Programa göre Almanlar Teschnische Hochschulen isimli teknoloji kolejlerini kurdular, biz de Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (Deniz Mühendisleri Okulu) ve Mühendishane- i Berr-i Hümayun’u kurduk. ( S.Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan İTÜ mezunları)  
   İngilizlerin bütün dünyayı kasıp kavuran sömürge hâkimiyeti ancak denizlerdeki üstünlüğünün yıkılmasıyla mümkündü. Bu amaçla tarihin en önemli projelerinden birini başlattık. Berlin-Bağdat Demiryolu hattının başarılması, İngilizler için petrol arazilerinin kaybı ve sömürge siyasetinin sonu demekti. Çünkü bu hat petrol demekti. Musul’u ele geçirmek tek başına yeterli değildi, petrolün taşınacağı coğrafyayı koruyan donanmanın güçlü olması daha önemliydi. Donanmanın güçlü olması da yine petrolle sağlanabilirdi. Son yüzyıldır sadece Türkiye’de değil bölgemizdeki herhangi bir ülkede işlenen siyasi ve askeri suikastların tamamı mutlaka ama mutlaka Berlin-Bağdat Demiryolu Hattı zemininde işlenmiştir ve Musul’la ilişkilidir, bunu unutmamalısın. Ülkemizde öldürülen devlet adamları, gazeteciler, askerler… Hepsinin bahanesi farklı olsa da olayların gösterilmeyen tek gerçek sebebi Musul’dur.
   Berlin’le Bağdat’ı birbirine bağlayacak olan bu zincirin kırılması için en önemli nokta Rumeli, Rumeli’de de Sırbistan topraklarıydı. Bu yüzden büyük savaş başlamadan önceki on yıl boyunca Devlet-i Aliyye, Rumeli’de büyük saldırılarla karşı karşıya kaldı. Bu planın arkasında İngiltere vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın fitilinin Saraybosna’da ateşlenmesi ve bunu bir Sırp milliyetçisinin yapması tesadüf değil, bütün coğrafyayı kendi çıkarları doğrultusunda akıllıca okuyan bir kurmay zekânın ürünü.
   İngiliz petrol şirketleri için Sırbistan’dan sonraki en önemli toprak parçası Filistin’di. Çünkü Filistin, İngiliz sömürgelerini kontrol etmek, Arabistan-Hindistan, Avrupa-Afrika hattında yani doğu-batı, kuzey-güney geçiş alanlarında tam bir karakol gibiydi. Yahudileri kutsal bir dava gibi inandırarak Filistin’e yerleştiren petrol firmalarının amacı, kendi şirketlerinin çıkarlarını korumak ve nakil yollarını güvene almaktı. Irak’ta, Suriye’de, Arabistan’da başa geçirdikleri Şerif Hüseyin, Suud gibi isimlere güvenmiyorlar, bizzat kendilerinin olan bir orduyu bu coğrafyaya yerleştirmek istiyorlardı.
   Berlin-Bağdat demiryolu hattının Almanlara verilmesi karşılığında Sultan’ın istediği şeylerden biri, Devlet-i Aliyye aleyhine ve İngilizler adına çalışan gruplara dair istihbarat bilgi paylaşımıydı. Yapılan anlaşmaya göre Berlin, Avrupa’da Jön Türkler hakkında topladığı bilgileri Saray’a ulaştıracaktı. Bu sayede birçok ismin hangi gün, nerede, kiminle konuştuğuna dair bilgiler payitahta geldi. Bunlardan en üzücü olanı ise Sultan’ın yeğeni Prens Sabahattin’in İngilizleri arkasına aldıktan sonra gizlice Papa X. Pius’la görüşmesi ve Sultan’ı devirmek için ondan yardım istemesiydi. Almanya’nın Devlet-i Aliyye’de subaylar ve aydınlar arasında örgütlenmesi devam ederken ilk sembolik ziyaret Kayser Wilhelm tarafından yapıldı. İngiltere’ye karşı denizlerde yayılma politikasını başlatan Wilhelm, tam da Napolyon’un Mısır’ı fethettiği tarihin yüzüncü yıldönümünde Sultan Abdülhamid’in yanına İstanbul’a geldi. Bu ziyaret, bir süre önce Mısır’ı sömürgeleştiren ve orada bir komiserlik kuran Londra için Birinci Dünya Savaşının ilk adımıydı. Wilhelm sadece İstanbul’u değil; Rodos, Malta, Kudüs, Beyrut ve Şam’ı da ziyaret etti. Almanların amacı hem Hindistan’da hem Arap coğrafyasında hem de Afrika’da halifelik makamının desteğiyle İngilizleri çökertmek ve dünyaya hâkim olmaktı.
--------------------------------------------------------------------------------------------
Maalesef Almanya’nın vaktiyle kendi çıkarları için Türklere ve Müslümanlara yakınlaşması, yapılan propaganda sebebiyle çok farklı noktalara vardı. Selahattin Eyyubi’nin kabrini ziyaret eden, hacı lakabı verilip gizlice Müslüman olduğu söylenen Wilhelm için, Kur’an ayetlerinden örnekler veriliyor, onun kâfirlere karşı Müslümanları koruyacağı müjdelenen komutan olacağı söyleniyordu. Hâlbuki Almanlar da İngilizler gibi sömürgeciydi ve Afrika’da daha o tarihte 2 buçuk milyonluk bir nüfus onların hâkimiyeti altındaydı. İngilizler için çalışan istihbaratçı Lawrence gibi Kayser’in “Doğu’ya uzanalım” politikası için Arap coğrafyasında koşturan Max Von Oppenheim da Araplar tarafından Ebu Cihad (cihadın babası) adıyla anılıyor ve bu mücahide tabi olunuyordu.
   Bu propagandanın elli ve yüzyıl sonra tekrar dile getirilmesi beni hep yaralamıştır. Hitler’in gizlice Müslüman olduğuna dair söylenti çıkması bile Müslümanlar arasındaki Alman istihbari propagandasından başka bir şey değildi. Bu propagandanın en acısını bizzat ben 28 Şubat sürecinde yaşamıştım. Yıllarca dini sohbetlerini hiç kaçırmamaya çalıştığım ehl-i tarikat bir hocamızın bir vaazında söylediği şu söz:”on on beş yıl içinde Almanlar toplu halde Müslüman olacaklar. Çünkü Müslümanlara toplu soykırım uygulamayan tek millet onlar. Hatta bugünlerde zulüm devam ederse Türkiye’deki Müslümanlar olarak Almanya’ya hicret edebiliriz. Bu benim yorumum değil Kur’an ayetlerinin müjdelediği bir mesaj.”
   Ne yazık ki vaazın bu ardından hocamızı dinleyen herkesin söylenene inandığını gördüm. Hiçbiri duyduğunu sorgulamıyor hatta büyük bir gururlanma ve böbürlenme yaşıyordu. “Almanların İslam’a girmesi, bizim sayıca artmamız “ büyük bir fetih (!) olacaktı…
   Yüz yıl önce bazı Müslümanların, safiyane bir niyetle Alman Kayser’inin İslam’a girdiğine inandığı günlerde Kayser; Rus Çar’ına şöyle bir mektup yazıyordu: “Peterhof Sarayında yaptığımız anlaşmayı hatırla. İngilizlere karşı bir savaşa girersek seninde benimde kullanabileceğimiz en iyi kart Müslümanlar.”
   Kitap, ilk emrinde “Okuma!”(!) diye başladığı için Müslümanlar olarak emre uyuyor ve elbette okumuyoruz, bilmiyoruz. Bu yüzden Kitap “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri bunu anlar” demediği(!) için sorgulamıyor; inanıyoruz.
---------------------------------------------------------------------------------------------     
   Almanlar için İngilizlere karşı kullanılacak akım İslamcılık ve milliyetçilikti. Hem İstanbul’da hem Şam’da hem Mısır’da Oppenheim ve Curt Prüfer gibi görevli isimler, yerel dini cemaatleri ve milliyetçi grupları İngilizlere karşı örgütlemeye ve desteklemeye çalıştı. Diğer taraftan Siemens, AEG gibi büyük sanayi kuruluşları, Türkler arasından kendileriyle çalışabilecek askerleri belirliyorlardı. Bu askerlerimizden bazısı iyi niyetle Alman yanlısı iken bazısı birer Alam casusuna dönüşmeye başladı. Ordumuzun içindeki çok kritik durumdaki birçok subay, İstanbul’dan çok Berlin’e sadakat besliyordu.
   Bölgedeki birçok aşiret reisi ve kabileyle anlaşmış olan İngilizleri en çok zorlayan araçlardan biride halifelikti. Halifenin başlayacak büyük savaşta bir koz olarak kullanılmasına izin vermek istemeyen Londra, kurumsal olarak onu kaldıramayacağını biliyordu. Bu yüzden önce kendi hâkimiyetindeki sömürgelerde, özellikle Hindistan’daki tarikat liderleri aracılığıyla halifenin İstanbul’dan değil, Mekke’den; Türklerden değil peygamber soyundan olması gerektiği yönünde vaazlar verdirdi. Amaç, Mekke şerifi Hüseyin’i Türklerin karşısına Halife olarak koymak ve sonra Müslümanları cihat çağrısıyla İngilizlerin safına çekmekti. Müslümanların Halifenin emriyle “kâfir Türklere“ karşı ayaklanması bekleniyordu. İmansız bir banker ve soyguncu grubu Yahudilerden sonra Müslümanların da dini inancını kendi çıkarları için kullanıyordu.
   Berlin-Bağdat Demiryolu projesi sebebiyle İstanbul’da sadrazamdan nazıra, gazeteciden istihbaratçıya pek çok şahsa suikast düzenlendi. Çünkü proje, Musul’daki petrol arazilerinin kime, hangi oranla verileceğini de belirleyecekti.
   Sana İngilizlerin İstanbul’da nasıl örgütlendiklerini, kimlerle işbirliği yaptıklarını daha önce anlatmıştım. Şimdi Karar Odası’nın en önemli dönüm noktalarından birine, ABD’nin ülkemize girişine dair bilgiler yazayım.
   Savaş Almanların mağlubiyetine doğru giderken Alman karargâhına bağlı çalışan bazı subaylar, daha önce kendileriyle iletişim kuran Amerikan ajanlarıyla görüşmeye başladılar. Amerika, savaşa girmek için isteksiz gibi görünmüş fakat gerçekte iki büyük gücün ekonomik olarak birbirini iyice yormasını seyretmişti. Niyeti belliydi. Savaşta kaybeden devletin yerine, dünya üzerindeki ikinci güç artık kendisi olacaktı.
   Nihayet savaş İngilizlerin galibiyetiyle sona erdi. Londra, Mezopotamya’daki petrole ve bölgemizdeki bütün toprak parçasına rahatlıkla el koyacağını düşünürken hiç beklemediği bir sorunla karşılaştı. Silahları toplanmış ve ekonomik olarak iflas etmiş olan Türkler gizlice örgütleniyordu. En ciddi hedef ise Musul’du. Bu planın arkasında, Musul ve Bakü’deki petrolleri tek başına bırakmak istemeyen bir güç vardı. J.P.Morgan ve Rockfeller gibi Amerikan işadamları. Onların direktifiyle ABD Başkanı Woodrow Wilson hemen bir çıkış yaptı ve “Wilson Prensipleri” denilen bir ferman yayınladı. Buna göre Türklerin meskûn olduğu yerlerde hâkimiyet Türklerde kalmalıydı. Alman Şansölyesi, bu açıklamanın ardından barışın Wilson Prensipleri temelinde sağlanmasını istedi. İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti adıyla bir teşkilat kuruldu. Subaylar, Milli Müdafaa ismiyle İngiliz karşıtı birlikler hazırlıyordu.
   1918’de savaş bitti zannedilirken, Amerikalılar savaşı daha yeni başlatıyordu.
***
KARAR ODASI- Selman Kayabaşı – s. 51- 64 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder