30 Aralık 2017 Cumartesi

“Bir Kuşak, Bir Yol” Projesi’nin Jeopolitiği, Türk Kuşağı ve Uygurlar, Mehmet Akif Okur

ABD ile rekabetinin tırmanarak çatış- maya evrilebileceğini düşünen Çin, kendisine ekonomik ve askeri açılardan büyük zararlar verebilecek muhtemel deniz ablukası girişimlerine karşı kara güzergâhlarına yönelmektedir. Ancak, güç dengesi mantığının tesirlerini bu rotalarda da göstereceği anlaşılmaktadır. Rusya’nın orta vadede nasıl davranacağı belirsizdir. Benzer bir şekilde, İran üzerinden geçen yollarla ilgili jeopolitik risk de hayli yüksektir. Bu sebeple makalede, Çin’i Avrupa ve Ortadoğu’ya bağlayan farklı rotalar arasında Pekin açısından en güvenlisinin “orta koridor” olduğu ileri sürülmektedir. Ağırlıklı olarak Türk ve Müslüman nüfusla meskun bu “Türk Kuşağı”nda kamuoyunun “Bir Kuşak, Bir Yol”a desteğini etkileyecek faktörler arasında Uygur Türkleri’nin durumu da yer almaktadır. Makalede son olarak, Çin’in Türk kuşağı ve Ortadoğu’da daha iyi bir imaj inşa etmek için işe Uygurlara yaklaşımını güvenliksizleştirip yeniden tahayyül ederek başlaması gerektiği vurgulanmaktadır.

Çin’in ikinci temel motivasyonu, bu dönüşümün kendisi açısından güvenli kı-lacağı güzergah üzerinden dünya sisteminin diğer önemli merkezi olan Avrupa’ya, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya daha kolay ulaşma isteği. Bu arayış, yalnızca ekonomik sebeplerden kaynaklanmıyor. “Bir Yol, Bir Kuşak”la Çin, aynı zamanda ufkunda beliren büyük jeopolitik mücadele sürecine de kendisini hazırlıyor. Dolayısıyla, Çin’in projesi ekonomik olduğu kadar detaylarını aşağıda ele alacağımız jeopolitik bir karaktere de sahip. Bu yönüyle, “Bir Yol, Bir Kuşak”ı en iyi açıklayacak kavram,  jeoekonomidir (Blackwill ve Harris, 2016). Projenin başarısını belirleyecek önemli faktörler arasında ise Türk kuşağı ve Uygur Türkleriyle kurulacak ilişki merkezi bir yer işgal ediyor. Pekin’in çözmesi gereken en önemli problemlerden biri, 21. yüzyılın parametreleriyle yolunu kesebilecek yeni bir “Talas”ı, dışarda kuracağı ittifaklar ve içerde benimseyeceği Uygur politikasıyla önleyebilmek.

Türk Kuşağı’ndan geçen orta koridorun kimlik ve kültür özellikleri, uzun vadeli ve istikrarlı işbirliği zeminlerinin tesisi bakımından dikkate alınması gereken para-metreler arasında yer alıyor. Uygur Türklerinin geleceği meselesi de bu çerçevede önem kazanıyor. Küre ölçeğinde milli ve dini aidiyetlerle ilgili duyarlılıkların yükseldiği bir dönemdeyiz. Türkiye başta olmak üzere, Türk kuşağı ülkelerinde de uzaktaki dindaş ve akraba toplulukların sorunlarıyla ilgilenen güçlü bir kamuoyu mevcut. Kısa vadede hükümetler Çin’le işbirliğini koruma güdüsüyle bu duyarlılıkları kontrol edebilseler de, en otoriter yönetimlerde bile kendine mahsus mekanizmalarla işleyen iktidar-muhalefet ilişkilerinin dinamikleri, Uygurlara yönelik insan hakları ihlalleri vb meseleleri gündeme taşıyacaktır. Ayrıca, Çin’in yolunu Orta Koridor’da kesmek isteyecek güçlerin de Uygur meselesiyle ilgili Türk kuşağındaki hassasiyetlere nüfuz etmeyi denemeleri muhtemeldir. Tüm bu faktörler, Pekin’in ilişkilerin zehirlenmesini önleyecek uzun vadeli bir Uygur politikasına ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.

Çin’in karşısındaki büyük tarihi kavşaktan dönerken Uygur Türklerine yönelik politikalarında yapacağı yanlış tercihler, radikalleşmeyi en-gellemek bir tarafa daha fazla önünü açacak sonuçlar doğurmaya gebedir .Çin’in iç istikrarını korurken Türk Kuşağı üzerinden Avrupa ve Ortadoğu’ya güvenle ulaşmasını kolaylaştıracak bir Uygur politikası için yukarıda ana hatlarına işaret ettiğimiz gerçeklerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu doğrultuda başarılı bir ilk adım için Pekin, Uygurlara her an isyan edebilecek potansiyel ve sürekli bir tehdit nazarıyla bakmamalı, onları Çin’in artan refahının ve dünyaya sunacağı projenin ortakları olarak “yeniden tahayyül” edebilmelidir.


Sonuç
Çin’in görkemli toplantılar ve medya kampanyalarıyla dünyaya takdim edilen “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi, ilan edilen hedeferine erişilirse 21. yüzyılın ilk çeyreğinin en önemli girişimlerinden biri olmaya aday. Yalnızca Çin ve “Bir Kuşak, Bir Yol” üzerinde doğrudan yer alan ülkeler açısından değil, dünya düzeninin ge-neli bakımından da önemli sonuçlar doğurabilecek bu girişimin sebeplerinin ve muhtemel sonuçlarının çok yönlü olarak incelenmesi gerekiyor. Makalemizde, “Bir Kuşak, Bir Yol”un jeopolitik mantığı değerlendirilirken Türk Kuşağı’nın artan önemine de dikkat çekilmeye çalışıldı. Çin’in Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’yla bağlantılarını güçlendirecek bu girişimin farklı güzergahları, Pekin açısından değişen düzeylerde jeopolitik riskler içeriyor. Bunlar, “güç değişimi” ve “güç dengesi” kuramlarının genel teorik çerçeveleri ile aktüel dengeler ve eğilimler dikkate alınarak karşılaştırıldığında, ağırlıklı olarak Türk ve Müslüman nüfusla meskun “orta koridor”un, Çin’e orta ve uzun vade-de önemli güvenlik avantajları sunabileceği görülüyor. Pekin’in “Türk kuşağı” ile uzun vadeli sağlıklı ilişkiler kurabilmesi için dikkate alması gerekenler listesinin üst sıralarında ise Uygur Türkleri’ne bakışın güvenliksizleştirilmesi meselesi yer alıyor

Türk Kuşağı

Türk ulusçuluğu fikrini Batı'da ileri sürenler ....

DAVIDS, ARTHUR LUMLEY:

By: Joseph JacobsGoodman Lipkind

English Orientalist; born in London 1811; died from a sudden attack of cholera July 19, 1832. At an early age he applied himself more particularly to the study of mechanics, music, and experimental philosophy. At the age of fifteen he began the preparation of a "Bible Encyclopedia," at the same time making himself proficient in Turkish and in other foreign languages. Wishing to follow the legal profession, he entered the office of a solicitor, but found himself prevented as a Jew from proceeding to the bar. This prompted his devotion to the cause of the civil emancipation of the Jews, which he advocated in several articles addressed to the London "Times."
Davids' reputation as a scholar rests on his "Grammar of the Turkish Language," dedicated to the Sultan of Turkey, Maḥmud II., which, being the product of so youthful a scholar, evoked high appreciation and commendation.
Bibliography:
  • Asiatic Journal, Dec., 1832;
  • Der Jude, Jan., 1833;
  • The Hebrew Review, i.;
  • Morais, Eminent Israelites, s.v.
arthur lumley davids ile ilgili görsel sonucu



Arminius Vámbéry veya Ármin Vámbéry (MacarcaÁrmin VámbéryAlmancaHermann Vámbéry) d. 12 veya 19 Mart 1832Szerdahely/Avusturya-Macaristan İmparatorluğu(bugünkü Slovakya); öl. 15 Eylül 1913Budapeşte/Macaristan (esas adı: Hermann WambergerBamberger ya da Vamberger), Macar asıllı bir müsteşrik ve türkologseyyah ve yüksek ihtimalle Büyük Britanya Krallığı emrinde bir casustu.

Arminius Vambery ile ilgili görsel sonucu

Eserleri

  • Deutsch-türkisches Taschenwörterbuch (Almanca-Türkçe Cep Sözlüğü), İstanbul 1858
  • Abuschka. (Çağatayca Sözlük, doğu el yazmalarından alıntılardan çeviri), Pest 1861 (Macarca)
  • Reise in Mittelasien (Orta Asya'da Seyahat), Leipzig 1865, 2. baskı 1873 (bu çalışması birçok dile çevrildi)
    (Osmanlıcası: Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vustada Seyahati, Çeviren: A. H. Abdurrahim, Vakit Matbaası, Dersaadet, 1878)
    (Türkçe çevirisi: Bir Sahte Dervişin Orta Asyada Seyahati, Çeviren: Abdurrahman Samipaşazade Abdülhalim, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009)
  • Tschagataische Sprachstudien (Çağatayca Üzerine Çalışmalar), Leipzig 1867
  • Meine Wanderungen und Erlebnisse in Persien (İran'da Gezi ve Hatıratım), Leipzig 1867
  • Skizzen aus Mittelasien (Orta Asya'dan Eskizler), Leipzig 1867
  • Uigurische Sprachmonumente und das Kudatku-Bilik (Uygur Dil Öğeleri ve Kutadgu Bilik), Innsbruck 1870
  • Geschichte Bocharas (Buhara Tarihi), Stuttgart 1872, 2 cilt
  • Der Islam im 19. Jahrhundert (19. Yüzyılında İslam), Leipzig 1875
  • Sittenbilder aus dem Morgenland (Şark Ülkelerinden Kültür Manzaraları), Berlin 1876
  • Etymologisches Wörterbuch der turkotatarischen Sprachen (Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik Sözlüğü), Leipzig 1878
  • Die primitive Kultur des turkotatarischen Volkes auf Grund sprachlicher Forschungen (Türk-Tatar Halkının Dil Araştırmalarına Dayanarak Basit Kültürü), Leipzig 1879
  • Der Ursprung der Magyaren (Macarların Kökeni), Leipzig 1882
  • Das Türkenvolk (Türk Halkı), Leipzig 1885
  • Die Scheibaniade, ein özbegisches Heldengedicht (Şeybaniname, Bir Özbek Destanı, Metin ve Tercüme), Budapeşte 1885

Siyonizmin ünlü lideri Theodor Herzl, kendisiyle görüştükten sonra, günlüğüne şunları yazar: 

Yetmiş yaşını aşkın bir topal Macar Musevisinin şahsında dünyanın en ilginç insanlarını tanıdım. Kendisinin Türk mü, yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu insan, Almanca kitap yazmakta, on iki dili aynı akıcılıkta konuşmaktadır; ayrıca ikisine ruhban olarak bağlandığı beş din değiştirdiğini iddia etmektedir. Bana Şarkın bin bir muammasını ve Padişahla olan ilişkisini anlattı . Bana tümüyle güvenerek kendisinin Türkiyenin ve İngilterenin gizli ajanı olduğunu söyledi. Musevilere düşman olan bir toplumda çektiği sıkıntıları anlatarak Macaristandaki öğretim üyeliğinin göstermelik olduğundan söz etti.

Herzlin deyimiyle bu dünyanın en ilginç insanlarından birinin kişiliğini oluşturan daha başka nitelikleri de var: 33 dereceli masonluk, Siyonizmin sadık hizmetkarlığı, sahte dervişlik, kaşiflik, Türk-Macar soy birliği savunuculuğu, Türk hayranlığı ve dostluğu, Jön Türklerin akıl hocalığı, devletler arası arabuluculuk Bütün bu nitelikleri kendinde toplayan kişi, Vamberyden başkası değildir.  https://www.kitapsihirbazi.com/bir-sahte-dervisin-orta-asya-gezisi-p459298.html1

Léon Cahun


David Léon Cahun (23 Haziran 1841Alsace – 30 Mart 1900Paris) Yahudi asıllı Fransız gezgin, oryantalist ve yazar.

Eserleri

  • Les Aventures du capitaine Magon, ou Une exploration phénicienne mille ans avant l'ère chrétienne (Kaptan Magon'un Sergüzeştleri Veya İsa'dan Bin Sene Evvel Bir Fenike Keşif Seyahati), 1875
  • La banniere bleue (Gök Bayrak), 1877
  • Hassan le janissaire,(Yeniçeri Hasan), 1891
  • Introduction a l'historie de l'Asie (Asya Tarihine Giriş), 1896


28 Aralık 2017 Perşembe

"Ben, burada temel sıkıntının zihniyet meselesi olduğunu düşüyorum."



Törende bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017 Yılı TÜBİTAK Ödüllerini alan isimleri tebrik edip kendilerine millet adına şükranlarını ifade etti ve ödüllerin tespitinde gösterdikleri gayret ve hassasiyetten dolayı TÜBİTAK yetkililerini ve Bilim Kurulunu kutladı.
“BİLGİ KENDİNE KAYITSIZ KALAN KİŞİ VE TOPLUMLARI AFFETMEZ”
Bu yıl 4 bilim ödülü ile 11 teşvik ödülünün verildiğini belirterek ödül alan isimleri açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ödül alan isimlere bundan sonraki çalışmalarında başarılar diledi ve kendilerinden Türkiye’nin önünü açacak, bilim dünyasına yön verecek çok daha büyük başarılar beklediğini sözlerine ekledi.
Bilginin, kendine kayıtsız kalan kişileri ve toplumları affetmediğini ifade ederek, bir milletin geleceğinin bilgi kaynaklarıyla kurduğu ilişkinin niteliğine bağlı olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilimle bağı güçlü olan toplumların uzun yıllar boyunca varlıklarını sürdürdüklerini, bu bağın zayıf olduğu milletlerin ise ayakta kalma şansının zayıf olduğunu kaydetti.
Bu milletin tarihinin bu gerçeği bizzat teyit ettiğine işaret ederek, “Kendi mazimize baktığımızda ecdadın inkişaf, yani yükseliş dönemlerinin, aynı zamanda ilmi açıdan da yeninin öncülüğünü yaptıkları dönemlere tekabül ettiğine şahit oluyoruz” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beytül Hikme’yi anlamadan Abbasileri, Nizamiye Medreselerini bilmeden Selçukluları, İmparatorluğun dört bir yanını süsleyen Osmanlı Medreselerini anlamadan cihan devleti olmanın sırrının çözülemeyeceğini dile getirdi.
“ASIRLAR BOYUNCA DÜNYA BİLİM TARİHİNE YÖN VEREN İLİM ADAMLARI YETİŞTİRDİK”
Bu toprakların asırlar boyu İbni Sina’dan Farabi’ye, Attar’dan Hayyam’a, Ali Kuşçu’dan Harezmî’ye ve Cabir’e kadar dünya bilim tarihine yön veren çok sayıda ilim adamı yetiştirdiğine dikkat çeken Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Peki, yüzyıllarca sayısız yeniliğe imza atmış bir ecdadın torunları olarak acaba neden bunca mevzi kaybettik? Nasıl oldu da bilim ve teknoloji konusunda geriye düştük?” sorularını yöneltti.
Bu soruya verilen cevaplarda sebep olarak; ekonomik durumun, yetişmiş insan azlığının, devletin, akademik hayatın ve bütçe rakamlarının gösterildiğini hatırlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Elbette bu sayılanların tamamının belli oranda etkisinin olduğunu doğrudur. Ancak son iki asırda yaşadığımız geri kalmışlığı yalnızca maddiyatla, bütçeyle veya insan kaynağıyla açıklamak bana göre hatalı bir yaklaşım olacaktır. Ben, burada temel sıkıntının zihniyet meselesi olduğunu düşüyorum. Evet, biz mücadeleyi önce zihinlerimizle ve gönüllerimizde kaybettik. Bu süreçte en büyük hatayı öz güvenimizi, kendimize olan itimadımızı, başarabileceğimize dair inancımızı törpüleyerek yaptık” şeklinde konuştu.
Okullarda çocuklara yıllarca neden yapamayacaklarının öğretildiğini, eğitim sisteminin kendinden utanan, tarihinden, kimliğinden, inancından hicap duyan nesiller yetiştirmeye ayarlandığını vurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bunun neticesi olarak batı karşısında ezik, ilerlemeyi batıya öykünmekte gören, öte yandan kendi değerlerine karşı da nobran kuşaklar yetişti. Farabi dediğinizde, Ali Kuşçu dediğinizde, Piri Reis dediğinizde, hafife alan, bilimin merkezi olarak sadece batıyı gören hastalıklı bir anlayış zihin dünyamıza hâkim oldu” sözlerine yer verdi.
“BAŞARININ ANAHTARI ÖZ GÜVEN SAHİBİ OLMAK VE KABİLİYETLERİNİN FARKINA VARMAKTIR”
İnsanı formatlayan bir eğitim ve öğretim sistemi içerisinde sürekli olarak genç nesillere umutsuzluğun ve karamsarlığın pompalandığını söyleyen ve “Oysa başarının sırrı önce yapabileceğine inanmaktır” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Başarının anahtarı öz güven sahibi olmak, kendi kabiliyetlerinin farkına varmaktır. Her zaman ifade ettiğim gibi; iman varsa Allah’ın izniyle imkân da vardır. İnanç ve sabır, atalarımız güzel söylemiş, tekeden bile süt çıkartır. İnsanı büyük yapan haslet, cüssesinin değil düşüncesinin cesametidir” şeklinde konuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları kaydetti: “Bize lazım olan sadece tarihimizden ve ecdadımızdan miras kalan öz güvendir. Bize lazım olan, taklit, takip etmek değil; geçmişte olduğu gibi bugün de, bu toprakların bereketinin gereğini yapmaktır. En büyük ihtiyacımız para, petrol, elmas ve silah değil, başarabileceğimize inanmaktır, önce bunu öğrencilerimize vermek... Şu anda petrolü olanları görüyoruz, parası olanları da görüyoruz; inanın biz onların çok çok önündeyiz, ilerisindeyiz. Petrol ve para işi halletmiyor. İşte şurada bir Kudüs meselesinde bakın dolarlar işi halledebildi mi? Dolarlar dünyayı satın alabildi mi? Alamadı. O kadar tehdit salladılar, tek tek telefonların başına oturdular, oralardan dünyayı aradılar; ama sonunda 128 ülke dünya devini, ‘sen benim irademi dolarla satın alamazsın’ dedi ve tersledi, iş hakikat yerini buldu.”
“BU ÜLKEDE ÇABALAYAN VE ALIN TERİ DÖKEN HERKES GAYESİNE ULAŞABİLİR”
15 yıldır sürekli karamsarlık aşılayan bu anlayışı değiştirmek için de mücadele verdiklerini; toplumun tüm kesimlerini başarıya inandırmaya çalıştıklarını gençlerin her şeyden önce kendilerine güvenmelerini hedeflediklerini kaydeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu ülkede çabalayan, emek veren, zihin ve alın teri döken herkes gayesine ulaşabilir. Bizim bu öz güvene sahip olmamız, yetişen nesillere de bu öz güveni aşılamamız gerekiyor” dedi.
Bugün, her bakımdan 15 yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak bir durumda olan Türkiye’nin hiç olmadığı kadar yeni fikir ve tecrübelere açık, başarının takdir edilip ödüllendirdiği bir ülke hâline geldiğini kaydeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunda bilime, bilim insanlarına ve ARGE’ye verdikleri değerin büyük payının olduğunu belirtti.
Bu dönemde ARGE merkezi sayısını 16’dan 762’ye, tasarım merkezi sayısını 7’den 138’e yükselttiklerini, 2010’da ARGE ve tasarım merkezlerinde 10 bin kişi çalışırken, bugün bu sayının 45 bin olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2002’de 5 adet teknoloji geliştirme bölgesi varken, bugün 55’i faal, 14’ü yapım aşamasında toplam 69 bölgeye ulaşıldığını aktardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında ayrıca, teknokentlerde 5 bine yakın firmanın faaliyet gösterdiğini, 2002 yılına göre patent başvurusunun 16 kat, marka başvurusunun 3 kat, tasarım başvurusunun 2 kat arttığını; Konya, Kocaeli, Bursa, Kayseri ve Elazığ’da bilim merkezleri kurduklarını kaydetti. İlk millî yer gözlem uydusu GÖKTÜRK 2’nin uzaydaki 5’inci yılını tamamladığını, IMECE yer gözlem uydusu projesine bu yıl başlandığını hatırlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk millî haberleşme uydusu TÜRKSAT 6A’nın 2020’de tamamlanacağını, kurulacak uzay üssüyle Türkiye’nin kendi uydusunu fırlatmanın yolunu arayacağını açıkladı.
“TAKLİT EDEN, HEP BİR ADIM GERİDE OLMAYA MAHKÛMDUR”
“Taklit eden, hep bir adım geride olmaya mahkûmdur” ifadelerini kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bizim artık, takip etmekten, taklit etmekten çıkıp, öne geçmeye, takip ve taklit edilen olmaya ihtiyacımız var. Bizim artık, bize çizilen sınırları, zihnimize vurulan prangaları parçalayıp atmamız gerekiyor” diye konuştu.
Tarihi şanlı zaferlerle dolu, çağ açıp-çağ kapatan atalarının torunu olan bu milletin, 15 Temmuz gecesince İstiklal Marşını sadece söylemekle kalmayıp bizzat yaşadığının altını çizen Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz gecesi göğsünü namlululara siper eden bu millete layık olmak için daha fazla gayret gösterilmesi gerektiğini vurguladı.
Son yaşanan hadiselerin kendilerine, “bugün borç alan yarın emir de alır” gerçeğini sık sık hatırlattığını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kendi teknolojimizi üretmezsek, kendi ürünlerimizi yapmazsak, gerçek manada bağımsız olamayız” dedi ve siyasi bağımsızlığın, ekonomik ve teknolojik açıdan desteklenmediği sürece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olacağını söyledi. “Şayet Türkiye bugün bağımsızlığından zerre kadar taviz vermiyorsa, bu ekonomiden üretime, teknolojiden savunma sanayiine kadar farklı alanlarda elde ettiğimiz mesafe sayesindedir” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan bilim adamlarının projeleriyle bu başarının çıtasını daha da yükselteceklerine inandığını ifade etti.
Bilim adamlarından, Türkiye’nin önünü açacak, bu millete ufuk ve heyecan kazandıracak yeni projeler beklediklerini sözlerine ekleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı olarak kendilerini desteklemeye, ilmi ve akademik çalışmalarında daima yanlarında olmaya devam edeceklerini dile getirdi.

"Semerkant, Buhara, Bağdat, İsfahan, Konya, Kahire, Şam, Timbuktu, Gırnata, Kurtuba, İstanbul ve Medine sadece kendi alimlerini yetiştirmekle kalmamış, dönemlerinin alimlerini de cezbetmiştir. "

Tula'dan Tuna'ya ve Tunus'a

Tula Nehri

Tula Nehri, Moğolistan: İlk Sosyoloğumuz Bilge Tonyukuk Yazıtı'nın olduğu coğrafya

http://www.turkcewiki.org/wiki/Tula_Nehri

Budapeşte'de Tuna

Tuna Nehri, Macaristan


TCCKhaldun.jpg

Tunus,  İbni Haldun, Sosyoloji'de Zirve...

Göktürk’ün Toprak Halkı

https://www.atlasdergisi.com/kesfet/kultur/gokturkun-toprak-halki.html




https://www.atlasdergisi.com/wp-content/gallery/gokturkun-toprak-halki/gokturkatlas.jpg

27 Aralık 2017 Çarşamba

Maturidi Dersleri

07 Aralık 2017 Perşembe
Maturidi dersleri /teneffüs
Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

1- Saat 01:25

1 Aralık Cuma…

Uçak havalanmak üzere piste girmiş durumda.

Uzun zamandan sonra ilk defa bir seyahat öncesinde heyecanlıyım. Çünkü, Maturidi’nin memleketine gidiyorum. İster tesadüf deyin, ister tevafuk, daha önce bir türlü kısmet olmadığı halde, tam da Maturidi derslerine başladığım bir zamanda nasip oldu Semerkand’a Buhara’ya gitmek.

Haydi bismillah.

2- Seyahatiniz her ne kadar karlı ve ısının eksilerde seyrettiği günlere denk gelse de, yol arkadaşlarınız candan dost ve içinizi ısıtan kişilerden oluşuyorsa ve hedefinizde sizi heyecanlandırıyorsa soğuğa aldırmazsınız. Hasan Gürsoy, İsmet Yıldırım, Ahmet Altınkum, Turgut Gürsoy, Mehmet Güner ve Mehmet Bozkurt’tan oluşan grubumuz, Taşkent Havaalanı’nda bizleri karşılama fedakarlığında ve nezaketinde bulunan Ahmet Demir’in de katılmasıyla tamamlandı. Bütün gezi boyunca pozitif enerjileriyle ve samimi dostluklarıyla içimizi ısıtan arkadaşların hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim. İç ısınmasından bahsetmişken; görülen ve karşılaşılan ilk şeyler ve davranışlar da o ülkeye dair duygularınızı belirler kuşkusuz. Bu bağlamda; Özbekistan’da bir sofra kurulduğunda, bu isterse bir işret sofrası olsun, sofradaki en yaşlı kişi elini kaldırıyor diğerleri de ona uyunca kısa bir dua okunuyor. “Rabbimiz, bize tinçlik ve hatırcanlık versin, amin, Allahuekber.” Bu duadaki ‘tinçlik’ huzur, ‘hatırcanlık’ ise güven anlamında kullanılıyor.

Yani her şeyin başı huzur ve güven. Huzur ve güven varsa gerisi zaten vardır, olacaktır.

Aynı ritüel yemekten sonra da tekrarlanıyor.

Herhalde böyle bir ülkeye hemen ısınırsınız değil mi?

3- Semerkand ve Buhara;

İki güzelim kutlu şehir.

Bir zamanlar buralarda nevşü neva bulmuş ilmin, sanatın, saltanatın velhasıl bir medeniyetin izlerini halen muhafaza etmekte.

İslam’ı genel olarak iki ana akım olarak tanımladığımızda; rey (akıl) ehlinden ve hadis (nakil) ehlinden bahsedebiliriz değil mi?

Bu iki akımın iki önemli temsilcisi, hatta kurucu unsurları, ikisi de Semerkandlı.

Ebu Hanife ile başlayan rey ekolünü sistemleştirerek ana bir damara çeviren Maturidi Semerkand da doğmuş ve orada medfun.

Hadis ilminin ana kaynaklarından, hatta birinci sırasında yer alan Sahih-i Buhari yazarı İmam Buhari; Buharalı olmasına ve ilk ders vermeye Buhara’da başlamasına rağmen daha sonra Semerkand’a geçmiş ve ömrünün sonuna kadar orada yaşamış ve mezarı da orada bulunmakta. Ayrıca; Hallac-ı Mansur ile başlayıp, Yusuf Hemadani, Ahmet Yesevi vs. üzerinden akıp gelen tasavvufi hareket nihayet Şah-ı Nakşibendi ile tam bir disipline ve bütünlüğe erişmiş ve Nakşibendi ismi kendisinden sonraki, özellikle bizim coğrafyamızı ilgilendiren bütün tasavvufi hareketlere damgasını vurmuştur.

İşte o Nakşibendi’de Buharalı olup mezarı da oradadır. Geniş bir külliye içindeki türbe bugün ziyarete açık haldedir. Timur’un kabrinden, Uluğ Bey Medreselerine kadar daha birçok eser bize bu iki şehrin ne kadar önemli ve medeniyetimizde ne kadar belirleyici bir yere sahip olduğunu göstermekte.

Kuşkusuz, hem bu iki şehri, hem de etrafını yeterince tanımak için birer günlük süre yeterli değildir.

Ama her şeye rağmen bizim için bir teneffüs oldu, nefeslenmeye vesile oldu, çokta güzel oldu.

4- Bu kısa ziyaretin yazısını magazinle bitirmek istersek;

Özbekistan şehirlerinde dolaşırken en sık rastlayacağımız tabelalardan bir tanesi ‘Sevda Mecmuası’ ismini taşımaktadır.

‘Sevda’ ve ‘mecmua’ kelimelerinin buradaki karşılığıyla düşündüğünüzde aklınıza gelebilecek bütün ihtimaller sizi yanıltacaktır, emin olun.

‘Sevda Mecmuası’ alış-veriş merkezi, ‘sevdalaşmak’ ise pazarlık etmek anlamında kullanılıyor bu topraklarda. Zihnimi ne kadar zorlasam da ‘sevdalaşmak’ ile pazarlık etmek arasında bir paralellik kuramamama rağmen, ‘Sevda’nın alışveriş olarak kullanılmasını biraz daha anlamlı hale getirmeye çalıştım; bizim kullandığımız anlamda da ‘sevda’ bir gönül alışverişi sayılmaz mı diye…

Velhasıl Özbekistan geçmişiyle olduğu kadar bugün yaşayan haliyle de Türki Cumhuriyetler içinde kendinizi en fazla evinizde hissedeceğiniz ülke gibi geldi bana…

Umarım, yeni başkanın uyguladığı daha serbest bir rejim nedeniyle Türkiye ile Özbekistan arasındaki ilişkiler artarak devam eder.

30 Kasım 2017 Perşembe
Maturidi dersleri 2
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

Tüm yazılar için tıklayınız
Not: İlk derse başlarken kimse katılmasa da ders tekrarı etmiş olacağımızı söylemiştik. Bu bağlamda iki değerli dostum telefonla, bir dostum mesaj ile hak etmediğim derecede güzel şeyler söyleyerek dersimize katıldıklarını beyan ettiler. Sağ olsunlar.

1- İlim ve irfan sahiplerinin genel kabulüdür ki; başkalarının kavram ve kelimeleriyle düşünenler başkaları gibi düşünürler ve hatta başkalarına ajanlık yapmış olurlar.

Buna rağmen bazı kelimeler ve kavramlar için yine bu zevat tarafından gerekli titizlik ve dikkatin gösterilmediğine tanık oluruz sık sık...

Mesela; ilmine ve ferasetine güvendiğimiz birisi/birileri bir gün çıkıp; ‘birey ile fert arasında semantik bir fark görmüyorum’ diyebilir.

2 - Başkaca felsefi ve sosyolojik tahliller ve çıkarsamalar bir tarafa...

Maturidi üzerinden meseleye yaklaştığımızda...

Modernitenin bize dayattığı ‘birey’ ancak Maturidi’nin ‘tek ve yaratıcı bir Tanrı’yı tanımakla mükellef olan akıl’ sahibi tekil insana tekabül edebilir.

Biz biliyoruz ki, aydınlanmanın ‘birey’i ben merkezcidir. Yani kendine ait bir dünyası vardır, bu dünyanın merkezinde kendi oturur ve dışarda kalan her şey onu beslemek ve hazlandırmak için vardır.

Maturidi’nin tekil insanı da böyledir. O kadar ki; Tanrı’sı bile kendincedir, kendi tasavvurları ile belirlenmiştir.

3 - Oysa;

Maturidi’nin evren tasavvurunda tekil insan burada duramaz.

Bir önceki derste de söylediğimiz gibi buradan insanoğlunun yaşamını sürdürecek bir nizam çıkmaz.

Bu aşamada her insan teki, diğer insanların, her birinin dünyası diğer dünyaların karşıtı ve düşmanıdır.

Ne zaman ki bir peygamber gelir tanrıları birler ve tevhit nizamını kurar;

Tek tek akıl sahipleri bu nizamı tanır ve ona inanırsa;

O andan itibaren tekil insan bir topluluğun/cemaatin parçası yani fert olur.

4 -Şu kadarını da söylemeliyiz ki; ‘bireycilik’ üzerine bir ahlak inşa edilip, bir adalet düzeni kurulamaz.

Çünkü bireycilikte birey her zaman birinci sırada ve her zaman haklıdır.

Oysa; ahlaktan ve adaletten bahsedebilmemiz için kategorik birincilerden de sonunculardan da vazgeçmemiz gerekir.

Şartlara ve zamana göre şimdi önde olanın biraz sonra geride kalması mümkündür.

Aksi takdirde uhuvvet, merhamet, sevgi, saygı, yardımlaşma, fedakarlık gibi kelimeler anlamını yitirir.

Fedakarlık demişken; fedakarlığın son kertesi ‘fena bulmak’tır, bilirsiniz, yani bir şeyde yok olmak.

Allah’ta fena bulmak, vatanda fena bulmak, sevgilide fena bulmak gibi.

Siz modernitenin ‘birey’inin bir şeyde ‘fena’ bulabileceğini düşünebilir misiniz?

Mesela Batı’nın bireyi aşağıda yer alan Namık Kemal’in şiirini benimseyip okuyabilir mi?

Sıdk ile terk edelim her emeli her hevesi

Kıralım hail ise azmimize ten kafesi

İnledikçe eleminden vatanın her nefesi

Gelin imdada diyor bak budur Allah sesi..

Memleket bitti yine bitmedi hâlâ sen-ben

Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşmen

Dest-i a’dadayız Allah içün ey ehl-i vatan

Yetişir terk edelim gayri heva vü hevesi

03 Aralık 2017 Pazar
Maturidi dersleri/3
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

Tüm yazılar için tıklayınız
1- Kimi düşünürlerin yaptığı gibi, bütün bilimlerin tepesine şemsiye gibi siyaseti yazsak ve hemen altına da iktisadı yerleştirsek…

Tekil veya çoğul insanın hayatta kalabilmesi adına yaptığı her şey iktisadın konusu;

İki insanın bir arada yaşama yoluna erişmesi ise siyasetin mevzuu ise;

Hiçte yanlış bir şey yapmadığımız ortaya çıkar.

Maturidi’yi ve Maturidi ekolünü anlamamız için de böyle bir noktadan hareket etmemiz kaçınılmaz görünüyor.

2- Bildiğiniz üzere Türkler daha birinci asırda, Emevi devrinde İslam’la muhatap olurlar.

Yine bildiğiniz gibi; her devlet vergi alır. Müslümanların kurduğu devletler ise çoğunlukla vergileri gayrimüslimlerden alır.

Emevi devrinde bir kısım Türkler de vergiye tabi tutulur.

Ancak onlar, kendilerinin de Müslüman olduğu gerekçesi ile bu vergiye karşı çıkarlar.

İdare ise; ibadet yapmadıkları için onların bu itirazını kabul etmez.

Sözlü iddialar ve itirazlar bir sonuç vermeyince mesele kılıçlara havale edilir ve bu Türkler vergi vermemek için isyan ederler.

Savaş, kah birinin ötekine, kah ötekinin berikine üstünlüğü şeklinde devam ededursun…

3- Müslüman olduklarını söyledikleri halde ibadet konusunda gerekli ihtimamı göstermedikleri gerekçesiyle bu beyanları kabul edilmeyenler;

Zamanla, vergi vermemek adına başlattıkları kıyıma düşünsel/itikadı bir boyut ve anlam yüklerler.

Ve derler ki; ‘amel imandan bir cüz değildir.’

İşte daha sonra Maturidi akidenin temelini oluşturacak inanç biçimi böyle ortaya çıkar.

Yani; Maturidi’ye göre; amel imandan bir cüz değildir. İmanda artma ya da eksilme olmaz, iman ya vardır ya yoktur. İmanda istisna da yapılmaz…

4 - Sonuç olarak;

Vergi vermemek gibi iktisadi bir nedenle başlayan ve siyasi mücadele olarak devam eden bir hareket, günümüze, biraz da kaynağı ve sebebi unutulmuş olarak itikadı bir mesele olarak gelmiş ve devam etmektedir.


17 Aralık 2017 Pazar
Maturidi dersleri/4
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

1

İmam Maturidi’ye göre, Eşariliğin aksine, bir şey iyi/güzel ise övülmüş, tavsiye edilmiştir. Kötü ise lanetlenmiş, yasaklanmış ve zem edilmiştir.

Buradan güncel bir çıkarsamada bulunursak;

Kur’an’da lanetlenip, aşağılandığına göre Yahudiler bizatihi kötüdürler, diyebiliriz.

Ancak meseleler her zaman bu kadar basit ve yalın olmazlar.

2

Bir kavmin/milletin, kendilerine sınanma imkanı ve fırsatı verilmeden kötüler hanesine yazılması Allah’ın adalet duygusunu zedeler.

İmtihan gerçekleşmeden imtihan sonucunu ilan etmeye benzer bu hal.

Eğer böyle olsaydı Allah onlarca/yüzlerce peygamber göndermez, vahiy indirmezdi.

‘İrade’ kavramının insana taalluk eden bir veçhesi kalmazdı.

3

İmam Maturidi de İslam’daki genel anlayışa/kabule uyarak ‘irade’yi ‘külli’ ve ‘cüzi’ olmak üzere ikiye ayırır.

Ve der ki; cüzi iradesiyle kul bir şeyi ister, külli iradesiyle Allah o kulun istediğini yaratır.

Hal böyle olunca; insanlık tarihi boyunca Yahudilere de çeşitli imkan ve fırsat sunulmuş, kendi iradeleri ile tercihte bulunma şartları hazırlanmıştır.

Yahudiler tercihlerini kötüden yana kullandıkları için Allah’ta onlara çağırdıklarını ve hak ettiklerini vererek onların kötücüllüklerini tescil etmiş ve diğer insanlara da bunu bildirmiştir.

Bu her şeye rağmen toptan bir damgalama ve kapatma değildir kuşkusuz.

O milletin içinde de fert fert kendilerine sunulan alternatifleri iyilik ve güzellik yolunda kullananlar olmuştur, bundan sonrada olması muhtemeldir.

4

Son Kudüs olayları muvacehesinde olup bitenlere bu bilgiler ve kabuller doğrultusunda yaklaşmakta fayda vardır, derken;

Karşımızda bulunan kitlenin ve fertlerin durumundan ziyade bizim yanlışlık ve haksızlık yapmamız için bu ilahi ve varoluşsal meselelere daha dikkatli yaklaşmamız babında bir hatırlatmadır derdimiz, söylediklerimiz…

21 Aralık 2017 Perşembe
Maturidi dersleri/5
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

Tüm yazılar için tıklayınız
1- Ne zaman fertler ve toplumlar halihazırda var olanla yetinmezler;

Mevcut durumun refah ve güvenlik üretmediğine inanırlar;

Yeniden hayatlarını ‘normalleştirmek’ için arayış içine girerler.

Bu arayış bazen mevcut duruma dayalı olarak tarihi hızlandırmak şeklinde olabilir. Bazen tamamen dışarıya yönelik bir tercihe yönelir. Bazen de eski defterleri karıştırmak şeklinde tezahür eder.

Her din ve ideoloji mensubu için bu hep böyle olmuştur.

2- Müslüman dünyada ne zaman ki yeni bir arayış söz konusu olmuş, yani yenilikçi bir ‘İslami hareket’ başlamış, işte o zaman insanlar çoğunlukla Maturidi’yi hatırlamıştır.

Bu anlaşılacak bir durumdur.

Maturidi’nin kuruculuğunu yaptığı rey ekolüne göre;

Akletme ameliyesinin gerçekleşmesi için, akledenin içinde bulunduğu belirli bir zaman ve mekan söz konusudur.

Zaman ve mekan ise bizi kuşatan her şeyi (kültür, coğrafya, teknolojik gelişmeler, yerel ve uluslararası siyaset vs.) ihata eder.

Böylece İslam belirli bir dönemin kalıplaşmış yorumunu taklit etmekten çıkar ve zamanın ruhuna uygun bir mahiyet kazanır.

Bu bir anlamda Mehmet Akif’in “Zamanın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” deyişinde anlatmaya çalıştığı şeydir.

Bu yönüyle Maturidi’yi hatırlamak ve onun üzerinden bugüne dair bir şeyler söylemeye çalışmak saygın ve anlaşılır bir şeydir.

Ancak, Maturidi okumaları ve çalışmaları yapanların tamamı bu düşünce içinde veya meseleye sadece bu şekilde yaklaşanlardan ibaret olmayabilir.

İkinci bir Maturidi okuması, muhtemeldir ki,

Hani İmam; “amel imandan bir cüz değildir” demişti ya…

İbadetsiz dindarlık için yapılıyor olabilir.

Maturidi’den ibadetsiz dindarlık çıkarmanın mümkün olup olmadığını başka bir derse bırakarak üçüncü bir nedenden bahsedebiliriz.

3- Osmanlı’nın son dönemleri ve günümüzde Maturidi çalışmalarına baktığımızda, bu kişiler içinde kendilerini ‘Türk milliyetçisi’ olarak tesmiye edenlerin çoğunlukta olduğunu görürüz.

Bu kişilerin Maturidi ilgilerini salt İmam’ın Türk oluşuna bağlamak hafiflik olur.

Ancak; onlara göre; Maturidi’nin geliştirdiği ‘rey ekolü’ sayesinde Türklerin İslam’dan önce sahip oldukları kimi örf ve adetler bazen şekil ve mahiyet değiştirerek, bazen olduğu gibi İslam’ın içinde de yaşama imkanı bulmuştur.

Bu çalışmaları biraz kazıyarak okur isek eskilerin deyimiyle; tevriyeli bir okuma yaparsak;

Onların; “iyi ki Maturidi gelmiş. Eğer o olmasaydı güzelim Türk örf ve âdetleri Arap İslam’ı karşısında yok olup gidecekti” dediklerini görmek mümkündür.

Gelecek derslerde görüşmek ümidiyle…

24 Aralık 2017 Pazar
Maturidi dersleri/6
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

Tüm yazılar için tıklayınız
1

Önceki derste kaldığımız yerden devam edersek;

Önemli soru şu: Gerçekten de Maturidi’nin söylediklerinden hareketle ‘ibadetsiz bir din’ tesis etmek mümkün müdür?

Başkaca hiçbir mülahazaya yer vermeksizin peşinen söyleyebiliriz ki; böyle bir düşünce öncelikle şahsen Maturidi’ye, devamında ise asırlar boyu kendisini Maturidi’ye nispet eden Müslümanlara haksızlıktır, bühtandır…

2

Evet Maturidi ‘ameli imanda bir cüz’ saymamıştır.

Ancak buradaki ‘iman’ üzerinde durmak gerekir.

Buradaki iman, hani tek başına ‘yaratıcı ve tek bir Tanrı’yı bulmakla’ mükellef olan tekil akıl vardı ya, onun imanına benzer bir şeydir.

Henüz peygamber devrede yoktur.

Bu aşamada ‘inandım!’ diyen birisinin beyanını biz dışarıdan, başka gerekçelerle sorgulamayız, yok sayamayız.

Ancak peygamber devreye girip, Tanrı’ya iman tekil aklın tasavvurundan çıkıp, peygamber vasıtasıyla Tanrı’nın bizzat kendisini anlatmasından sonra;

Akıl ortadan kalkmaz, ama önemli bir mahiyet değişikliğine uğrar.

Başlangıçta ‘tek ve yaratıcı tanrıyı bulmakla’ mükellef olan akıl, bu kez peygamberi ve onun anlattığı Tanrı’yı (Allah’ı) layıkı vech ile tanımakla mükellef hale gelir.

Bu aşamadan sonra hayat (din) Allah’ın bildirdikleri ve peygamberin uygulamasına göre şekil almak durumundadır.

3

“Bedeviler (onlar) ‘iman ettik’ dediler. De ki; ‘iman etmediniz’, ‘ancak boyun eğdik’ deyin (diyebilirsiniz). Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz…” (Hucurat/14)

Müslümanlar arasında çokça zikredilen bu ayete bir de yukarıdan beri anlatılanlar bağlamında yeniden bakarsak;

Burada anahtar kelime ‘kalbe girmek (inmek)’tir.

Yani tekil insan bir ve yaratıcı Tanrı’yı bulmuş, ona tasdik etmiş olabilir. Farkındaysanız bu salt akli bir ameliyedir.

Veya konjonktürel olarak, güce boyun eğmek adına kabul (iman) ettim denmiş olabilir.

Ancak her iki durumda da henüz ‘kalp’ devreye girmemiştir. Yani mesele içselleştirilmemiştir. İç yolculuk ve/veya iç hesaplaşma henüz bitmemiştir.

Ne zaman ki, dışarıdan bir dayatma sonucu değil tamamen kendi içimizde yapacağımız bir yolculuk sonucu, aklın kılavuzluğuyla yetinmeksizin, tabiri caiz ise bütün hücrelerimizle vaaz edilene inandığımızda ve inancımızın gereği gibi hayatımızı tanzim etmeye başladığımızda imanımız kalbimize yerleşmiş olur.

Ayetteki ikinci anahtar unsur ise; ‘Allah’a ve Peygamberine itaat’tir.

Aklın sayesinde Peygambere ve Allah’a ulaştıktan sonra, bir mümin için, kul için olmazsa olmaz şart Allah’a ve Peygambere itaattir.

Artık hayatımızı (dinimizi) Allah’ın ve peygamberlerin bildirdikleriyle yaşıyor hale geldikten sonra ise karşımıza her türüyle amel, bahusus ibadet çıkar.

Bu bağlamıyla ibadetler kulun, müminin Allah’a ve peygambere itaatinin göstergesidir artık.

4

İmam Maturidi Kitab-ı Tevhid’de bilginin son aşaması olarak ‘kabi bilgi’den bahsederken;

Tevilatın’de da daha başlangıçta ‘kalbi imana’ vurgu yapar.

Bakara Suresi’nin 8. ayetini açıklarken daha sonra gelecek; Maide/41, Nisa/65 gibi ayetlere atıfla dildeki ve kalpteki iman ayrımına özel bir önem atfeder.

Kısaca ve bir daha söylemek gerekirse;

Maturidi’ye göre; peygamber devreye girdikten sonra akıl mahiyet değiştirir.

Bu yeni aklın birincil görevi Allah’ın ve Peygamber’in bildirdiklerini layıkıyla anlamak,

Sonrada bu bilgiler sayesinde,

Evrene, hayata ve kendisine dair tevillerde
bulunmaktır.

28 Aralık 2017 Perşembe
Maturidi dersleri/7 (Tevilat)
A AA

Hüseyin Besli
atifhuseyin@gmail.com

Tüm yazılar için tıklayınız
1- Eğer bugün Müslümanlar arasında karşıtlık ve kavga var ise;

Ki fazlasıyla vardır ve bütün acımasızlığı devam etmekte olup, her yerde Müslüman kanı akmaktadır.

Emin olun ki; ayrışmış her bir gruba önderlik yapan, onları din adına harekete geçiren kişilerin tamamı ‘tefsir’ yapmaktadırlar.

İster ayet bazında, ister pasaj veya sure, ister Kur’an’ın tamamı üzerinde bir kişi tefsir yaptığında demiş oluyor ki;

“Bu ayetin murat ettiği, salt budur! Sadece budur.” Keza pasaj ve sureler içinde aynı şey geçerli olup, giderek der ki tefsirci;

“İslam benim söylediğimdir; nokta.”

2- Oysa İmam Maturidi der ki;

Tefsir yapma hakkı ve yetkisi sadece sahabelere hastır.

Sadece onlar, kesinlik içerecek bir şekilde ‘bu ayette murat edilen şudur’ diyebilir.

Çünkü onlar ayetin gelişine şahitlik etmişlerdir, nüzul sebebini de bilmektedir.

O ayete muhatap olduğunda peygamberin hal ve hareketlerini bizzat görmüştür veya birinci kaynaktan öğrenmiştir.

Yine; ayetin gelişinden sonra peygamberin onu ümmetine aktarışına ve ayetin hayata geçirilişine vakıftırlar.

Devam eder Maturidi; sahabelerden sonra gelenlerin Kur’an’ın açıklaması babında yaptıkları/yapacakları ancak ‘tevil’ olabilir.

Tevil: Muhtemel doğrular içinde bir doğruyu tercih etmektir.

3- Tekrar bugüne dönersek;

Her türlü mezhep, meşrep, tarikat, cemaat, grup adına söz söyleyen kim var ise; ‘tefsir’ yapmaktan vazgeçip ‘tevil’e başvurduklarında Müslümanlar arası ayrışmalar ve çatışmalar itikadi/inanç temelini kaybedip, şahsi çıkar ve çatışma düzeyine inecektir.

Böyle olunca da hiçbir grup diğerini tekfir etme hak ve iddiasında bulunamayacaktır.

Bunun ne büyük bir nimet olacağını anlamak içinse derin bir ferasete ihtiyaç yok;

Makul ve normal akıl sahibi olmak yeterli…

Bu kadarına da mı sahip değiliz, dersiniz…




Maturidi dersleri/14


11 Şubat 2018 Pazar

Maturidi dersleri/13


08 Şubat 2018 Perşembe

Maturidi dersleri/12


04 Şubat 2018 Pazar

25 Ocak 2018 Perşembe

11 Ocak 2018 Perşembe

Maturidi dersleri /10 (Ölü, Diri ve Hasta)


Maturidi dersleri/11

14 Ocak 2018 Pazar

Maturidi dersleri/8


Maturidi dersleri/9

04 Ocak 2018 Perşembe
31 Aralık 2017 Pazar

Haritalar. Erol Polat

Türk Üçgeni. SSK. Somali. Sudan. Katar

İslam Düşünce Atlası

25 Aralık 2017 Pazartesi

Osmanlı'nın Afrika'daki Adası


Osmanlı'nın Afrika'daki Adası


Sevakin neresidir, Türkiye’nin orada ne işi var?
28 Ara 2017, Perşembe
Zekeriya Kurşun

Bir kaç yıl önce Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin düzenlediği Uluslararası Arşiv kongresinde tebliğ sunarken, önce birlikte kürsüyü paylaştığımız meslektaşımdan sonra salondaki bazı yabancı meslektaşlarımdan homurdanmalar duyunca bir şeylerin ters gittiğini fark ettim. Katılımcıların çoğunluğu Türk olduğu için konuşmamı Türkçe yapıyordum. Ama İngilizce ve Arapça simultane tercüme de yapılıyordu. Hoşnutsuzluk beyan eden yabancı meslektaşlarım beni kulaklıklarından dinliyorlardı. Tercümede bir sorun olduğunu anlamıştım ve konuşmamı Arapça sürdürmeye karar verdim. Salonda büyük bir hareketlenme oldu. Konuşmamı bitirdiğimde yabancı meslektaşlarım kendi dillerinde itiraz ederken, Türkçe dinleyenler de sürekli kanal değiştirerek tartışmayı merakla takip ediyorlardı.

OSMANLI HABEŞ EYALETİ

Ne oldu biliyor musunuz? Tıpkı Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sudan-Çad ve Tunus gezisi vesilesi ile ülkemizde ilk defa duyulan Sevakin ismi karşısında yaşanan ‘hayret’ gibi bir durum yaşanmıştı. Hikayemi tamamlayıp Sevakin’e geri döneceğim. Tebliğimde Osmanlı eyaletlerinden biri olan Habeş Eyaletini İngilizce mütercim Etiyopya, Arapça mütercim de Habeşistan diye tercüme etmişti. Dolayısıyla bölgeyi bilen meslektaşlarım da haklı olarak itiraz etmişlerdi. Oysa ben Osmanlı devletinin Mısır ve Yemen’i topraklarına kattıktan sonra Cidde merkezli olarak kurduğu Habeş Eyaleti’nden söz etmiştim. İşin garip tarafı Türk akademisyenlerinin en azından bir bölümü de bu eyaleti duymamışlar ve sanırım hala duymayanları da vardır. Oysa merhum Cengiz Orhonlu daha 1975 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti Habeş Eyaleti adıyla çok önemli bir eser kaleme almış ve Türk Tarih Kurumu da bunu basmıştı.

Ancak uzun yıllardan beri içimize o kadar kapanmıştık ki bu kıymetli eseri tarihçiler bile okuma ve tabi ki geliştirme ihtiyacı duymamıştı. Kitap Kanuni döneminde Osmanlı topraklarına katılan ve bugünkü Doğu Sudan, Doğu Afrika’da Cibuti, Eritre, Harar ve Somali’yi içine alan idari yapıyı ele almaktadır. Maalesef, bugüne kadar bölge hakkında ciddi hiçbir çalışma yapmadığımız için kitap gibi bu bölgeler de unutkanlık gayyasına terk edildi. Ta ki Sn. Cumhurbaşkanı Sudan Cumhurbaşkanından yeniden inşa edip hayatiyet kazandırmak ve Osmanlı eserlerini restore etmek için Sevakin’i talep edinceye kadar. Tabi ki içimizdeki garip huy gene depreşti. Bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti’ne adeta altın tepside sunulan Kızıldeniz’de stratejik değeri yüksek mevkinin, ismini duymadıkları, ‘Sevakin’de ne işimiz var?’ diyerek itirazlar yükselten zavallılar.  Diğer taraftan eskimiş ansiklopedi bilgileriyle uzman sıfatı ile ahkam kesenler.

Sevakin, Musavva ve Zeyla yukarıda bahsettiğim Osmanlı Habeş Eyaleti’nin en önemli üç merkezi ve 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin kapalı bir denizi olan Kızıldeniz ticaretinin kontrol edildiği limanlarıydı. Aynı şekilde Hollandalıların, Fransız ve İngilizlerin Kızıldeniz’e ilgi duyması ile uluslararası çekişmelerin de yaşandığı ve adeta Osmanlı devletinin güneyden kırpılmaya başlandığı coğrafyadır burası. Yani bugün adını yeniden duyduğumuz Sevakin sadece ihyayı bekleyen bir liman değil aynı zamanda geçmişte jeopolitik değeri yüksek ve Türkiye’nin tarihi derinliğini temsil eden bir alandır.

Sn. Cumhurbaşkanının 2005 yılında başlattığı Afrika açılımı ile Türkiye hem Afrika’da pek çok kazanımlar elde etmiş ve hem de bu sayede uluslararası bir aktör olduğunu kanıtlamıştır. Ancak bugünkü proje -hayata geçerse- Türkiye’nin uluslararası aktör olarak sürdürülebilir bir gücü olduğunu ortaya koyacağı gibi, burada yapılacak yeni düzenlemeler ve alınacak imtiyazlar ile sadece ticari sonuçlar değil, siyasi ve askeri kazançlar da elde edebilecektir. Türkiye elbette öncelikle TİKA vasıtasıyla Sevakin’deki müşterek tarihi varlığı günyüzüne çıkaracak, bölge ticaret ve turizmine canlılık kazandıracaktır. Ancak Türkiye bunu Sudan ile geliştireceği işbirliği sayesinde Kızıldeniz ve etrafının güvenliğini sağlayabilecek tedbirlerin alınmasına taşıyabilecektir. Bu sayede yakın gelecekte, Somali’de, Yemen’de barışa katkı sağlayabilecek en önemlisi de Kızıldeniz’de İsrail’in önünü kesmiş olacaktır.

Uluslararası aktör olmak her şeyden önce bir cesaret işidir. Bunu gösterebilenler 21. yüzyıla damgasını vuracaklardır. Aslında 19. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere, Osmanlı Hükümeti ve Mısır Hidivliği arasında uzun tartışmalara sebep olan Osmanlı Sevakin kaymakamlığının kaybı da o devirde bu cesareti gösterecek gücün olmamasından kaynaklanmıştı. Sözümüzü Osmanlı Sadaret makamını dokuz kere üstlenmiş olan Said Paşa’nın Sevakin’in kaybı konusundaki bir sözü ile bitirelim:

“Mısır’a asker gönderilmediği gibi Bahr-i Ahmer (Kızıldenız) sevâhiline de asker gönderilmek arzu olunmadığından Musavva, Zeyla, Sevâkin, Tacura, Aseb, Berbere ve Harrâr kıta-i münbite ve vâsiaları ve Somali arazisi velhasıl baştan başa Bahr-ı Ahmer sevâhil-i garbiyyesi ile bu sevâhilin içerilerinde vâki mahallerin memleket-i Osmaniyye’den çıkmasına hep sevk-i askerden imtina etmekliğimiz sebep olmuştur.”



24 Aralık 2017 Pazar

HER GÖRÜŞTEN AYDINA VEFA GÖSTERİLMELİ

HER GÖRÜŞTEN AYDINA VEFA GÖSTERİLMELİ

BİR memleketin kültürünü tarihi gelişimi ve coğrafyası tayin eder. Kültür dediğimiz oluşum yani insan yaratısıyla tabiatı değiştirme, çevreyi şekillendirme ve yaşamı yorumlama sadece medeni ve okuma-yazma düzeyi yüksek topluluklara has değildir. Bütün insan toplulukları kendi kültürel dokusunu yaratır. 
Münevver veya aydın yeni asırların bir icadıdır. Kelimenin kendisi ‘tefrik etme, anlama’dan ileri geliyor. Toplumsal rolü, konumu ve sınıflaması sonsuz tartışmalara konudur. Ama şurası bir gerçektir, aydınlarını koruyan, en azından saygı gösteren toplumlarda aydınların da birbirine saygısı oluyor. Hapishanede yer kavgası yapanlar gibi dağılmıyorlar. 
1940’LARDAN SONRA AYDIN KAVGASI BAŞLADI
Türkiye okumuşlarının Tanzimat’tan sonra her şeye, hatta muhalefet yapmalarına rağmen belirgin ölçüde korundukları, kolay affedildikleri bir gerçektir. Bu toplum, belki Fransa ve İngiltere’nin payesini vermese de okumuşunu sokakta süründürmeme konusunda daha babayani davranmıştır. Atatürk’ün idaresi boyunca Türkiye’de münevverler dikkatimizi çekmez ama bir koruma ve saygı altındadırlar. Şevket Süreyya Aydemir yurda döndüğü vakit hapiste oturmuştur ama bir müddet sonra Maarif Vekâleti’nde hizmet vermiş, ardından da İktisat Genel Müdürü olarak görevlendirilmiştir. Projelerinden ve çalışmalarından istifade edilmiştir. 
Vedat Nedim Tör, Türkiye Komünist Partisi’nin dışında kaldıktan sonra aynı şekilde himaye görmüştür. Üstelik Şevket Süreyya’nın ‘Kadro’ hareketi içinde yer alması da bir ölçüde affedilmiştir.
Bizim hayatımızda çok karşı cephelerde gördüğümüz Orhan Şaik Gökyay ve Pertev Naili Boratav bir zaman iki dosttu. Bu meslektaşların Kemalist dönem boyunca laik dünya görüşüne ortak olarak sahip çıktıları biliniyor. Ancak 1938’den sonradır ki ikisi ayrı kutupta kalmıştır. 1940’lar Türkiye’si ve onun devamı olarak 1950’ler, münevverleri parçalanmaya, ayrı köşelerde izole edilmeye ve birbirleriyle çatışmaya iten dönemler olarak bilinir. 
Bakalım bu istilayı nasıl atlatacaksın
NURETTİN TOPÇU İSABETLİ BİR KARAR
Bu bakımdan Cumhurbaşkanlığı ödülleri içinde yakın zamanlarda ebediyete intikal eden aydınların ‘Vefa Ödülü’yle anılmaları isabetli bir karar. Mesela ‘Anadolucu düşünce’ dediğimiz, muhafazakâr görüşlü, ahlak sosyolojisinin Türkiye’ye nakledicisi Nureddin Topçu bu sefer ‘Vefa Ödülü’ aldı. 
Unutmayalım, bu vefa ödüllerinin her zaman için bir çevrenin içindeki müttefiklere ve sanatçılara değil herkese yayılması gerekir. Türkiye, Muzaffer Şerif’e de, Orhan Şaik Gökyay’a da, Fuat Köprülü’ye de, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya da, Hititoloji’nin önemli bilgini Sedat Alp’e de, Pertev Naili Boratav’a da vefa ödülünü vermeyi ihmal etmemek zorundadır. Bu portreler Türkiye’nin bugünkü dokusunu meydana getiriyorlar.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/bakalim-bu-istilayi-nasil-atlatacaksin-40688138