29 Şubat 2016 Pazartesi

İlk Şarkiyatçılarımız ve Garbiyatçılarımız

ilk şarkiyatçılar: 780-1105
  • harezmi   780-850
  • biruni       973-1048
  • mahmut kaşgari 1008-1105

ilk garbiyatçılar: 852- 1271

  • maturidi  852-944
  • yesevi     1093-1166
  • demir baba 1100'ler
  • sarı saltuk   -1298
  • hacı baktaşı veli 1209-1271
ŞARKİYATÇILARIMIZ

İlk şarkiyatçılarımız, Hint Matematiği hakkında kitap  (Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind) yazan Harezmi ve Hindistan hakkında kitap (Kitâb'üt-Tahkîk Mâ li'l-Hind) yazan Biruni ile, Araplara Türk dilini tanıtmak üzere, sözlüğümüzü Arap alfabesi ile yazan  Mahmut Kaşgari'dir. 


Batı'nın Hindistan'dan haberi olmadığı tarihlerde 800'lü 900'lü yıllarda, Türkler, Harezmi ve Biruni ile Hindoloji'yi başlattılar. 


Osmanlı döneminde ise Katip Çelebi ile Evliya Çelebi hem şarkiyatçı hem de garbiyatçı konumlarındadırlar.


Evliya Çelebi, İmparatorluğun Avrupa topraklarını Seyahatnamesinde edebi bir dille anlatmıştır.


Cumhuriyet döneminde ise özellikle DTCF'nin kuruluşu ile birlikte, dışımızda, Şark'ta ve Garp'te yeralan ülkeler hakkında kitaplar (Çin Tarihi, Hindistan Tarihi, Rusya Tarihi ) yayınlanmıştır.


Atatürk bu konuda dinamik-atlımcı bir yaklaşım göstererek, Alman Üniversitelerinden ünlü Hindolog ( Walter Ruben) ve Sinolog'ları (Wolfarm Eberhard) ülkemize kazandırmıştır.



Mütefekkirler
  • Harezmi (Hindistan)
  • Biruni (Hindistan)
  • Kaşgari, Mahmut
  • Evliya Çelebi
  • Katip Çelebi
  • Halide Edip Adıvar (Hindistan)
  • Cemil Meriç (Hindistan)
  • Şevket Süreyya Aydemir (Rusya)
  • Alev Alatlı (Rusya)
  • Selçuk Esenbel (Japonya, Çin)
  • Bozkurt Güvenç (Çin)
Ülkeler/Bölgeler

ASYA
  • Güney Kore: Erol Göka
  • Hindistan: Harezmi, Biruni, Halide Edip Adıvar, Yusuf Hikmet Bayur, Cemil Meriç
  • Japonya: Bozkurt Güvenç, Selçuk Esenbel, Asyada Beş Türk
  • Rusya: Şevket Süreyya Aydemir, Alev Alatlı, Akdes Nimet Kurat
  • Çin Halk Cumhuriyeti: Wolfarm Eberhard, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Prof. Dr. Muhaddere Nabi Özerdim, Prof. Dr. Pulat Otkan, Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu, Prof. Dr. Ayşe Onat, Prof. Dr.Özkan İzgi, Prof. Dr. Bülent Okay, Selçuk Esenbel
  • İran: İlber Ortaylı, Yaşar Kalafat
AFRİKA: Türkkaya Ataöv, Ahmet Kavas

3H:
  • Hıtay (Çin)
  • Horasan (İran)
  • Hindistan
GARBİYATÇILARIMIZ
  • Atilla (D. 406 Pannony – Ö. 453)
  • Ahmet Yesevi (D. 1093 Horasan – Ö. 1166)
  • Demir Baba (D. Deliorman 1100’ler)
  • Hacı Bektaşi Veli (D. 1209 Nişabur Ö – 1271)
  • Sarı Saltuk (D. Anadolu Ö. 1298)
  • I. Murad (D. 1326 Bursa – Ö. 1389)
  • Fatih Sultan Mehmet (D. 1432 Edirne – Ö. 1481)
  • Gül Baba (D. Amasya – Ö. 1541)
  • Evliya Çelebi
  • Katip Çelebi 
  • Halil Halid Bey (D. 1869 – Ö. 1931)
  • Namık Kemal (D. 1840 Süleymanpaşa – Ö. 1888)
  • Ahmet Rüstem Bey (D. 1862 Ö. 1935)
  • M. Akif Ersoy (D. 1873 İstanbul – Ö. 1936)
  • Sultan Galiyev (D. 1882 Elimbetova – Ö. 1940)
  • Peyami Safa (D. 1899 İstanbul Ö. 1961)
  • Cevat Rıfat Atilhan (D. 1892 İstanbul – Ö. 1967)
  • Prof. Dr. Sabri Ülgener (D. 1911 İstanbul-Ö. 1983)
  • Aydın Sayılı (D. 1913 İstanbul Ö. 1993)
  • Osman Turan (D. 1914 Trabzon – Ö. 1978)
  • Cemil Meriç (D. 1916 Reyhanlı – Ö. 1987)
  • Ahmet Kabaklı (D. 1924, Harput – Ö. 2001)
  • Ömer Lütfi Mete (D. 1950 Rize – Ö. 2009)
  • Durmuş Hocaoğlu (D. 1948 Bayburt – Ö. 2010)
  • Aytunç Altındal (D. 1945 İstanbul – Ö. 2013)
Ülkeler/Bölgeler

Balkanlar: 
  • Genel: Şule Kut, Mustafa İsen, Mehmet Zeki İbrahimgil, Yıldırım Ağanoğlu, Metin Edirneli, Mehmet Hacısalihoğlu, Muammer Ketencoğlu, Can Karpat, Lütfü Karakaş, Mirzet Mujezinovic, Ender Bilar
  • Bulgaristan: Türker Acaroğlu, Ömer E. Lütem, Nahit Doğu
  • Kosova: Esin Muzbeg
  • Makedonya: Fikret Adanır
  • Romanya: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dimitri Kantemir
  • Yunanistan: Herkül Millas, Fuat Aksu, Elçin Macar, Stefanos Yerasimos, İonna Kuçuradi, Yorgo Kırbaki, Ariana Ferentinou, Stelyo Berberakis

Avrupa
  • Vatikan: Aytunç Altındal
  • İtalya: Şerafettin Turan



harezmi ile ilgili görsel sonucu

Milletlerin Karakterleri


http://www.kitapyurdu.com/kitap/avrupa-milletlerinin-karakter-ve-psikolojileri/287810.html

https://www.google.com.tr/search?q=milletlerin+karakterleri&ie=UTF-8&oe=UTF-8&hl=tr-tr&client=safari

ne varsa eskilerde var..."André Siegfried’in “Milletlerin Karakterleri” adlı bir kitabı vardır. Kitabın Türkçesini (Varlık Yayınları, İst., 1961), SBF’de öğrenci iken büyük bir merakla almıştım; bakalım, benim milletimin karakteri hakkında neler yazıyor diyerek. Tabii hayal kırıklığına uğradım, yazar millet olarak sadece Latin, Fransız, İngiliz, Alman, Rus ve Amerikalıları incelemişti. " Bülent Ağaoğlu

Avrupa Milletlerinin Karakter Ve Psikolojileri / Orhan Sakin 
http://sorgundusuncekulubu.com/avrupa-milletlerinin-karakter-ve-psikolojileri/

28 Şubat 2016 Pazar

Kutul Amare Zaferi'nin 100. Yılı 29 Nisan 2016: Kutlama Önerileri







ÖNERİLER


  1. Süleyman Gündüz Bey'in 2015 ASAM Konferans videosu Youtube videolarına eklensin
  2. Süleyman Gündüz Bey'in 2016 ASAM Konferans videosu Youtube videolarına eklensin 
  3. Kutul Ammare Zaferinin Yurtdışındaki Yankıları (1916-2016)
  4. Sosyal Medya etkinlik ve etkileşimleri (tweeter, facebook, youtube, instagram)
  5. Tweeter üzerinde #KutulAmare etiketli tweetler gönderilsin, iletişim etkileşim sağlansın.
  6. Facebook üzerinde Kutul Amare Fotoğraf Arşivi oluşturulsun
  7. Kahramanların listesi
  8. Kahramanların torunlarınla röportajlar, sözlü tarih
  9. KutulAmare Arşivi
  10. ASAM Sitesi Arşiv (videolar)
  11. 1916-1951 döneminde 45 yıl boyunca Kutul Amare Zaferi nasıl kutlandı?
  12. Üniversitelerde doktora tezleri yazdırılsın.
  13. Yarışma  (makale, kitap, şiir)
  14. Belgeseller
  15. Arapça, İngilizce, Almanca belgesel, makale hazırlatılsın.
  16. Bibliyografya
  17. Çocuklar için çizgi film
  18. Animasyon
  19. Küçükçekmece'de Anıt
  20. Halil Paşa heykeli
  21. Ali İhsan Sabis Paşa Heykeli
  22. Uceym Paşa heykeli
  23. Uceym Paşa'nın torunlarınla röportaj
  24. Türk-Arap-Kürt-Hint kardeşliği
  25. 29 Nisan zaferi Türkiye, Irak, Pakistan, Hindistan'da eşzamanlı olarak kutlansın.
  26. Pakistan'ın Sind ve Pencap eyaletleri ile temaslar.
  27. Fotoğraf Sergisi
  28. General Townshend hakkındaki yayınlar taransın
  29. Halil Paşa'nın Konuşması
  30. İslam Zaferi vurgusu (Türk-Arap-Kürt-Hint)
  31. Osmanlı Arşiv kayıtları incelensin
  32. Kutul Amare uzmanı Zekeriya Türkmen ile temas


KAYNAKLAR:


Videolar

Görseller

İNGİLİZ BASININDA OSMANLININ KUT’ÜL-AMARE ZAFERİ Mahir KÜÇÜKVATAN*


Sempozyum

Kutul Amare Zaferi

Birinci Dünya Savaşı Sempozyumu

Ali İhsan Sabis

Kutul Amare'de Esir Alınan İngiliz Ordusu

http://www.haber10.com/soylesi/kut_ul_ammare_nin_cephe_katibinin_notlari_kitap_oluyor-623285

27 Şubat 2016 Cumartesi

Tefekkür Medeniyeti: Filoloji, İlber Ortaylı

Prof İlber Ortaylı, bilhassa FİLOLOJİ konusunda ciddi bir literatür oluşturmuştur.



------------------------------------------------------------------


Tarih, filoloji olmadan, muhtelif dildeki metinlere hâkimiyet kurmadan Osmanlı tarihi yapılamıyor.

----------------------------------------------------------

Sosyal Bilimler Liseleri

MEB ben lise yıllarındayken pek de Türk icadı denemeyecek bir girişimde bulundu; Fen Lisesi... Başlangıçta bu bir taneydi ve Ankara’da kuruldu. Öğretmenler bile uzun bir imtihan sürecinden geçiyordu. Sağ-sol ayrımı yapmadan üniversitelerin gözde profesörleri sınav kurullarındaydı. Alınan öğretmenlerin listesine baktığınız zaman ciddi sınavın ne olduğunu anlıyordunuz. 

Büyük liselerin tanınmış hocaları fen lisesi öğretmeni olmaya hak kazanmıştı, bizim Ankara Atatürk Lisesi’nin öğretmenleri grup halinde en başta gelendenlerdi. Ne var ki hiçbiri de oraya gitmedi. Öğrenciler çok seçkindi ama seçme sınav notuna bakarak yapılmıştı. En disiplinli öğrencinin alındığı söylenemez fakat Fen Lisesi beklenenin üzerinde başarı gösterdi, Türkiye’nin de tıp, mühendislik ve biyojenetik gibi dallarda atılım yapmasının nedeni bu okuldur.

Türkiye şartlarıyla bir model

Yabancı proje modeli Türkleştirilmiş ve başarıya ulaşmıştı. Onun için Türklüğümüzü gösterdik; az zamanda bunları sulandırmaya başladık ama halen seçkin eğitim kurumlarıdırlar. Bunun alternatifi de düşünüldü; edebiyat liseleri. O yıllarda Murat Katoğlu ve Sina Akşin’in imzasıyla birlikte bu liseler için bir müfredat da öngörmüştük. Kuşkusuz modeli çizerken Batı’da özellikle Alman-Avusturya dünyasındaki hümanist gymnasium’lardan da istifade edilmişti ama Türkiye şartlarıyla bir model çizildi. 30 yıl sonra bu model tekrar ele alındı, tasvip etmediğim bir isim kondu; Sosyal Bilimler Lisesi. Filoloji ve tarih eğitimine gereken önemin gösterilmediği anlaşılıyordu. Ne klasik şark dilleri (Arapça, Farsça) ne de klasik garp dillerinden (Latince, Yunanca) seçme yapılmıştı. Galiba sayıları otuzu geçen bu okullarda Osmanlıca eğitimi tek önem verilen yan. Her şeye rağmen öğrenciler memnundu. Birkaçına konferansa gittim, sorular öğrenciler hesabına iç açıcıydı.

Şimdi okulların kapatılması veya entegrasyonu gibi söylentiler dolaşıyor. Yetkililer kesin bir cevap veremiyor. Kapatılmaları veya başka programlara sözde bütünleştirilerek eritilmeleri MEB’in kalabalık başarısız hanelerinden birine yazılacaktır mutlaka.

-----------------------------------------------------------------

Türkolojinin mimarlarından ölümsüz Jean Deny

26-27 Mart’ta Paris’te Şark Dilleri Okulu ve Ecole Normale Superieure gibi Fransa’nın iftihar ettiği iki önemli kurum Fransız Türkolojisinin ölümsüz siması Jean Deny anısına iki günlük bir toplantı tertipledi. Toplantıya Fransa ve Türkiye’den bendenizin de dahil olduğu meslektaşlar katıldılar. 
Jean Deny Polonya asıllıdır. Polonya’nın bütün seçkin aydınları gibi Fransız kültürü ile bütünleşmiş ve Fransa’ya, bu ilmin her hizmetkarının cesaret edemeyeceği bir dalda hayatını vakfetmiştir: Gramer...

Şark Dilleri Okulu 1920 ve 30’larda her şeyden önce Türkoloji dünyasına büyük hizmetler edecek, ilerinin büyük alimi gençleri talebe olarak barındırıyordu. 1930’larda Britanyalı Bernard Lewis oradaydı. Avusturyalı Andreas Tietze orada öğrenciydi. Kafkaslar’ın kabiliyetli genç kızı, Selçuklu dönemi tasavvuf araştırmalarına ve Aleviliğe hayatını adayan Irene Melikoff orada talebeydi. 
Bu dahi ve zor talebe takımına Jean Deny Türk dili gramerini öğretiyordu ve o tarihte birtakım Avrupalılar ve pek bir şeyden anlamayan ama söylenen Türk aydınlarının hilafına ünlü açıklamasını yaptı: “Türkçe ilmin ve düşüncenin her sahasında kendini ifade edebilecek düzeyde bir dildir.” Dilbilgisi ve tarihi filoloji alanında pek kimselerin yetişemeyeceği düzeydeki araştırmaları ona bu sözleri söyletmiştir. 

Bernard Lewis onun dersleri için “sıkıcıydı” demiştir. Doğru; gramer ne şiirin, ne siyasi yapı tahlillerinin ne de tarih üzerindeki spekülasyonların tadını taşır. Ama en lazım ve en pekin daldır. Maalesef Türk dili dünyası bu dalda henüz verimli çalışmalar ve eserler ortaya koyamıyor. Onun için Jean Deny ölümsüzdür, daha uzun zaman öncülüğünü muhafaza eder. 

Bernard Lewis’in ve diğer seçkin talebelerin bayıldığı ve “her şeyi öğretirdi” dediği hoca ise Dr. Adnan Adıvar’dır. Kemalist Türkiye’yi ve Kurtuluş Savaşı’ndaki dava arkadaşlarını terk ederek Paris’de Şark Dilleri Okuluna sığınan Adnan Adıvar için Bernard Lewis, Andreas Tietze ve İrene Melikoff ve Louis Bazin “Muhteşem bir kişilikti, her şeyi bilir ve öğretirdi, hatta Faust bile öğretti. Doğu ve Batı her iki dünyaya da mensuptu ve her ikisinin de efendisiydi” demişlerdir. Galiba Türkiye’de sağcı solcu birtakım adamların bilir bilmez eleştirmekten geri kalmadıkları Dr. Adnan Adıvar için Şark Dilleri okulu, müstesna talebelerinin nezdinde bir nevi adil değerlendirme merkezi olmuştu. Tabii Türkolojinin gerçek mimarlarından birisi sıkıcı (!) gramer hocası Jean Deny’dir.

--------------------------------------------------------

Küreselleşme sadece Amerika ile olmaz

Türkiye’nin yetiştirdiği değerlerden rahmetli büyükelçi Coşkun Kırca ve onun yakın arkadaşı Galatasaraylılar, Fransa ile bir üniversite kurmak konusunda anlaştılar ve kanun metnini Kırca kaleme aldı. Bir ustalık eseridir. Kırca, Fransız üniversitelerinin en büyük zaafını Galatasaray’da önlemek için sınırlı öğrenci kontenjanı getirmiş ve bunu gerek ikili anlaşmada gerekse kanun metninde kesin hükme bağlamıştı. Kurulacak İtalyan üniversitesinin de az sayıda öğrencisi olması gerekir. Yani bu bir butik üniversite olmalıdır. İtalyan profesörlerin mutlaka getirilmesine dikkat edilmelidir. 

Bundan başka; Türkiye üniversitelerinin Atatürk’le başlayan ama maalesef devam edemedikleri yani kırılmaya uğrayan beşeri bilimler, filoloji ve tarih geleneğinin bu sayede yeniden canlandırılması umulur. Zira İtalyan akademik bünyesi; İtalya tarihi, klasik diller, hukuk, arkeoloji, sanat tarihi, güzel sanatlar gibi dallarda başarılı eğitim getirebilecek durumdadır. İtalyan dili ve tarihi bizim için fevkalade önemlidir. Tekrar edelim Selçuklu, Osmanlı tarihinin iyi anlaşılması için İtalyan arşivleri ve kaynakları bizim için birinci derecede önemlidir ve ancak bu dalda yetiştirilecek uzmanlar sayesinde araştırılabilir. 

----------------------------------------------------------------

Mısır seferi sırasında Nil Deltası’ndaki El-Raşid -ya da Garplıların deyimiyle Rosetta- adlı mevkide bir Fransız subay ve birliği ünlü Rosetta taşını buldular. Üç dilde, yani eski Yunanca, onun tercümesi Helenik çağın Yunan harfli Koptçası ve bu dilin en eski klasik hiyeroglifle yazılmış tercümesi; İskenderiye ve Nil Deltası’nın kozmopolit halkına hitap ediyordu. 

Birçok derin bilginin elinden geçen Rosetta taşı çözülemedi. Onu ancak 15 yaşından beri bir filoloji dehası olan Jean-François Champollion çözebildi ve böylece eski Mısır bütün üstünlüğü ve hikmeti ile çağdaş dünyanın öğretmenliğine başladı. Gerçi öğretmenin kaderi öğrencinin kapasitesiyle sınırlıdır.

Bugün bu taş nerededir dersiniz? Ne Mısır müzelerinde ne de Louvre’da; fakat British Museum’da. Yağmacılık ve hırsızlıktan kendini kurtaran yok. 

---------------------------------------------------------------

Avrupa'nın yeryüzüne önemli bir katkısı daha vardır; zamanları ve mekanları kontrol etmesini sağlayan filoloji, yani dilbilim... Cizvit rahiplerinin daha ortaçağın sonunda uzak Çin'e ve Japonya'ya uzanmasını sağlayan dil bilgileriydi. Benedicten manastırlarının bazıları filoloji fakültesi gibidir. 

-----------------------------------------------------------------


Kaynak: Milliyet gazetesi, Pazar Yazıları, İlber Ortaylı

Tefekkür Medeniyeti: Hindoloji A-Z; İlber Ortaylı


Kim ne derse desin, Hindistan’da bile hâlâ Halide Edip Adıvar’dan bahsediliyor ve bu bizde bir gurur uyandırıyorsa sloganlar ve hazır tasvirlerle Halide Edip’i tanımaktan vazgeçelim.

Halide Hanım 14 yılın bir kısmını İngiltere’de, bir kısmını Paris’te, Sorbonne’da geçirdi. Pek değinilmez ama bir müddet de Hindistan’da kaldı. Aligar İslam Koleji’ndeki hocalığı sırasında bugünün ünlü Camia-yı Milliye Üniversitesi’ni kurmak için hayli uğraş verenler arasındaydı. 1935’ten itibaren Hindistan’da Britanya aleyhtarlığı arttı ve bağımsızlık hedefi güçlendi ama yol belli değildi. Nehru ve Gandhi, Mevlana Azad gibi Hint hareketinin liderlerini tanıyan Halide Hanım’ın Müslüman Hindistan fikrini ortaya koyup destekleyenlerden olduğu açıktır. “Inside India” adlı eseri Hindistan’ın o dönemdeki sosyal yapısını, muhtelif dinlerin, dillerin iletişimini ve bu geniş kıtanın problemlerini ustaca tahlil eden tanınmış bir eserdir, elan okunur, Türkçeye çevrildiğini ise sanmıyoruz.
Bundan 100 sene evvel romanlarında ve yazdıklarında hakiki müminlerle din istismarı yapanların arasındaki farkı ve çatışmayı düşünenlerdendi. “Sinekli Bakkal”daki Rabia Tevfik’in Müslümanlığı ve İslamiyeti kabul eden Kont Pellegrini’nin tasvirleri İslam-Hıristiyanlık çelişkisini ortaya koymaya çalışan bütün Şark’taki ilk edebi romanlardan biridir. Kim ne derse desin, uzak Hindistan kıtasında Halide Edip Adıvar’dan bahsediliyor ve bu bizde bir gurur uyandırıyor ise sloganlar ve hazır tasvirlerle Halide Edip’i tanımaktan vazgeçelim derim. http://www.milliyet.com.tr/halide-edip-adivar/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/26.01.2014/1827244/default.htm
-------------------------------------------------------------------------

19.Asırdan Zamanımıza Hindistan Üzerine Türk Seyahatnameleri http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/457/5210.pdf

-----------------------------------------------------------------------


Osmanlı Devleti hiç şüphe yok, eski şark devletlerinin imparatorluk yapısına sahipti. En başta, eski Roma İmparatorluğu ki hukuk ve teşkilat olarak yeryüzündeki imparatorlukların tartışılmaz üstünlüğe sahip olanıdır ve eski İran devlet teşkilatının mirasını alanlar arasındadır. Ahamenişler devrinde yani M.Ö. 4’üncü asra kadar İran, Ege kıyılarından Hindistan alt kıtasına, Kafkas sınırlarından Mezopotamya ve Mısır’a kadar geniş bir dünyaya hükmeden; eski Mısır ve Babil’in kurumlarını kendi özgün İranî kurumlarıyla bağdaştıran bir devletti.

--------------------------

İşin doğrusu Kristof Kolomb’un da kaşif olarak yaptıkları hep tartışılır. Kuşkusuz Kolomb Cenovalı ve İspanya’nın hizmetine girmiş. Hangi gemilerle yola çıktığı, donanımı belli. Seyir defteri elde, kullandığı harita ise münakaşalı. Hatta bizim Piri Reis haritasını neşreden Alman (Paul Kahle) Piri Reis haritasını dünyaya “kaybolmuş bir Kolomb haritası” diye tanıtmıştı. Bir Allah’ın kulu da; “Bu şayet dediğin gibi kopya ise haritanın aslı nerede ve nasıl tersim edilmiş?” diye sormadı. Bu sorgulama henüz başladı.

Seferi niye önemli?

Kolomb ulaştığı noktayı seyahatin başındaki tezine dayanarak Doğu Hindistan diye betimledi. Bugünün Antiller’ini ve Orta Amerika’yı Doğu Hint Adaları diye nitelendirdi. Seferinin önemi dünyanın yuvarlaklığını ortaya koymasıdır. Çıktığı yerlerin ayrı bir kıta olduğunu ise ondan sonra buraya giden büyük denizci Amerigo Vespucci kanıtladı. Onun için kıta onun adıyla Amerika diye anılıyor.

---------------------------------

----------------------------------------

Girit bizim tarihçiliğimizde Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa’nın ilk defa Fransız Medeni Kanunu’ndan söz ettiği yer olarak bilinir. Ondan sonra da Hıristiyan ve Müslüman nüfus arasında şiddetli çatışmalar cereyan etmiştir. Maalesef büyük devletler Berlin Kongresi’nden sonra Hindistan ve Mısır güzergahını emniyet almak için Girit’te Yunanistan’ı tercih edip politikalarını buna göre ayarladılar. Girit 20’nci yüzyıl başında Türk ulusalcılığının en çok uyandığı müstahkem mevkilerden biriydi. Bu sonu hızlandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok kan dökülen ve en sancılı politikalar izlenen bir vilayeti olarak elden çıktı.

--------------------------------------------




--------------------------------------------

Bugünün Azerbaycan’ında bir zamanların ünlü Zerdüşt medeniyet merkezi sayılan Orta Asya’dan ve bizzat İran’ın İsfahan, Yazd ve Bam gibi şehirlerinden aşağı kalmayan Zerdüşt tapınakları ve dergahları var. Petrol ve gaz yataklarından fışkıran alevler, İran ve Hindistan yolunun üzerinde bulunması o zamanın Azerbaycan’ını Hint-İran kutsallığına erkenden bağlamıştı ve bu kalıntılar İslami devirde bile görülür.

-------------------------------------------------------

İngiliz hükümdarı ülkenin kuğularının da sahibi. İngiltere hükümdarları İskoçya tacını da taşırlar. Devletin adı Birleşik Krallık’tır. Britanya İmparatorluğu sözü de geçer. Ama artık hükümdarların Hindistan imparatorluk tacını taşımadıkları açıktır. 

---------------------------------------






-----------------------------------------

Taksim Meydanı’nda, Erdem Gündüz adlı bir sanatçı kıpırdamadan durmaya başladı. Pasif direniş, Batı için çok yeni ama Şark’ın ananesinde var. Bizimkiler, ahimsa düşüncesini, eski şark âdetlerini ve Buhara dervişlerini ne kadar inceleyip bu tarzı yarattılar bilemiyorum. Ama devletlûlara söylenecek bir şey var; artık lütfen demeç vermeyiniz ve uzlaşınız. 

Direnişin sessiz, hem dışa karşı kendi vekarını koruyarak hem de kişinin iç dünyasında kendi hiddetini yenerek yaptıklarının muhasebesi bir nevi tecerrüt ile ve sükunet ile sağlanır. Doğu dünyasında her zaman bu tip
içe dönüşlü direniş biçimleri olmuştur. Bu biçimdeki en önemli mesaj karşısındakini kaale almamaktır. Görmemezliğe gelmek ve hitap etmemektir. 

20’nci yüzyılın önemli politika adamı ve mistik filozofu Gandhi’nin ahimsa yöntemi böyle bir direniş tipidir: “Senin dediklerini yapmıyorum, sana karşı silahla ya da sözle de direnmiyorum ama senin koyduğun sistemin sessizce dışına çıkıyorum.”
Gandhi’nin ahimsası siyasal yönden olduğu kadar iktisadi yönden de egemenler için tehlikeydi. El tezgahlarında dokunan kumaşlar Britanya’nın Hindistan’a gönderdiği kumaş stoklarını tıkamaya başladı. Adeta Troçki’nin Komintern’de öne sürdüğü; “Çinliler eteklerini bir karış kısaltırlarsa Manchester’daki tekstil sanayii top atar” öngörüşü Hindistan açısından gerçekleşmeye başlamıştı. Ardından tuzladaki olaylar ortaya çıktı. Bütün Hindistan ayanı ve siyasi liderler Britanya polisinden sopa yemek pahasına yasağa uymadılar.

En etkilisi Gandhi’nin şiddete başvurmayan ve şiddet uygulayanı da küçümseyen tavrıydı. Churchill’in tarifiyle “eski çarşaflara bürünerek gezinen adamın” kolay lokma olmadığını bütün dünya gibi Londra da anladı.

----------------------------------------






----------------------------------------

Hindistan gözlemekle bitecek gibi değil. Benim için bir gayya kuyusu; acısı ve hoşluğu ile beşeriyetin profili. Süratle kalkınan bu ülkede fakirlik ve eşitsizlik bitecek gibi değil

Bu sefer Haydarabad’da Feleknuma Sarayı’nda kaldım. Haydarabad Nizamı’nın yaptırdığı bu saray 19’uncu yüzyıl Avrupa etkisindeki kişiliğini koruyan ve aynı zamanda da “art nouveau” dediğimiz tarzın şaheserlerinden sayılır.

Bizim edebiyatımızda Hindistan seyahatnamelerinin ayrı bir yeri vardır. Şark tarihinde ebedileşen mutebahir bilgin Hinduların bile kabul ettiği ve Nehru’nun dahi sitayişle zikrettiği eser El-Biruni’nin Hind Seyahatnamesi’dir. Farsça ve Arapçası mükemmel olan El-Biruni Hindistan için Sanskrit dilini bile öğrenmiştir. Verdiği bilgiler bir yana; bu ülkenin kendi sınırları içinde kalan birtakım bilgilerini kullanan ve bilimini de Şark dünyasına aktaran adamdır.

Modern Osmanlı asırlarında Hind seyahatnamelerinin en ilgincini direktör Ali Bey kaleme almıştır. İstanbul’dan Bağdat ve Basra üzerinden Hint alt kıtasına yaptığı seyahat, zeki ve dünyayı tanıyan bir gözlemcinin bilinmesi gerekli ifadeleridir. Hindistan üzerine yazılan seyahatnameler içinde üslubu güzel, muhtevası itibariyle en anlamsız olanı da Falih Rıfkı Bey’inkidir. Anlattığı Hindistan’ın kendi olmaktan çok, onun olmasını istediği Hindistan’dır.
Halide Edip devrin Hint aydınlarıyla dostluk etti
1930’larda Hindistan üzerine bir Türk aydının, Halide Edip’in kaleme aldığı kitap; yani “Inside India” ise zamanında müthiş etki yaratmıştı. Müslüman Hindistan’ın gerektiğini anlatan bu kitap halen tartışılır ve bilinen bir klasiktir. Halide Hanım Hindistan’da uzun kaldı. Aligarh İslam Koleji gibi kurumlarda dersler verdi. Devrin büyük Hint aydınlarının hepsiyle dostluk etti. Yazdığı rapor kitap ülkenin geleceğine işaret eden temel eserlerden sayılıyor.
Bu seferki seyahatimde Haydarabad’da Feleknuma Sarayı’nda kaldım. Haydarabad Nizamı’nın yaptırdığı bu saray 19’uncu yüzyıl Avrupa etkisindeki kişiliğini koruyan ve aynı zamanda da “art nouveau” dediğimiz tarzın şaheserlerinden sayılır. Bugün saray “Taj” oteller zincirinin işletmesinde. Sarayın bahçesindeki bir evi restore ettiren Prenses Esra Bereket burada yaşıyor. Esra Bereket, Türkiye müzeciliğinin ünlü ismi Tophane müşiri Ahmet Fethi Paşa’nın soyundan ve son Haydarabad Nizamı sayılan Mükerrem Bereket Jah’ın da eşi olarak son Haydarabad prensesidir, bu mirası korumaya çalışıyor.
Haydarabad Nizamı’nın arşiv ve kütüphanesi Çeharmahal Sarayı’ndadır... Haydarabad’ın İslami kesimi her şeye rağmen orijinal kalan bir yer. Ne yazık ki bu orijinal mahalledeki çarşılar ve iktisadi hayat etraflarındaki dünya ile mukayese edilmeyecek kadar iktisadi gerileme içinde. Haydarabad iletişim endüstrisinin merkezi. Müslüman kesimde olmayan çirkin yapılar bu dünyaya ayak uyduran bir üretim içinde. Haydarabad’ın Müslüman nüfusu ise sayıları 180 milyona ulaşan bütün Hint Müslümanlığı gibi bir gerileme yaşıyor. Devamlılık gösteren mesleklerin sadece yüzde 6’sı Müslümanların ellerinde. Orduda ve poliste yoklar. Adliyede çok az hakim var. Bütün devlet sektöründeki sayıları da düşük. Bu durum acaba Britanya çekilirken Hindistan alt kıtasının parçalanması yüzünden mi böyle, yoksa böyle olacağı görüldüğü için mi Hindistan alt kıtası Müslümanlar ve Hindular arasında parçalandı? Münakaşa derin ve sürüyor. Haydarabad’da bambaşka bir Hindistan görüyorsunuz. Kumaşçısından kitapçısına kadar farklı bir çarşı ama fakir.
Kendisini Cengiz Han’ın damadı diye gösterdi
Haydarabad’ın etrafında Bidar şehrinin harabelerini gezdik. Babür’ün torunlarından evvel Hint kıtasına giren Müslüman Türk emirlerin eserlerine baktık. Bhongir’de gözetleme kuleleri, bereketli Hint ovasını daha nice imparatorlukları besleyebileceği hakkında bir fikir veriyor. Yolda Linguyat adlı ana tanrıça Şiva’ya inanan ve fakat Brahminleri ve bütün kast sistemini reddeden Hinduların mezarlarını görüyorsunuz. Bu bölgede onlarla Bahmani hanedanı döneminin Şeyh Kirmani ve Seyyid Darga’ya bağlı Müslüman dervişleri bir arada ayin bile yaparlarmış. Nitekim Babür Hanedanı’nın büyük hükümdarı Ekber bu iki dini birleştirmeye kalkmıştı. Birleşme olmadı ama yeni tarikatlar, Şikhler gibi dinler ortaya çıktı. Hindistan gözlemekle bitecek gibi değil. Benim için Hindistan bir gayya kuyusu; acısı ve hoşluğu ile beşeriyetin profili. Süratle kalkınan bu ülkede fakirlik ve eşitsizlik bitecek gibi değil.
Timur’un torunu Babür’ün Hindistan’da kurduğu hakimiyete Mogol devri (Mugal) demekte ısrar edilir, niçin olduğu anlaşılır gibi değil. Timur kendisini Cengiz Han’ın damadı diye göstermiştir. Bu hükümdarlık ve hakimiyetin meşruluğu için bir formüldür. Tabii Babür torun olarak zaten o soydan geldiğini iddia etti. Mogolluğu için bundan başka bir sebep yoktur. En ünlü uzmanlara dahi sorduğunuz zaman “Öyle söylenegelmiş” deniyor. Hindistan kıtasının bu en parlak devrinde, edebiyatta ve devlette Farsça, medresede Arapça ve orduda da Türkçe kullanılıyor. Medresede Arapça ve orduda da Türkçe kullanıldı. Mimarlar İran’dan ve hatta Osmanlı Türkiyesi’nden geliyordu. Minyatürcüler, taş süslemeciler (hakkât ve müzehhib) ise bütün Orta Asya’dan, Çin’den ve Hind’in kendinden çıkardı. Hindistan’ın kuzeyi Babüroğlulları’nındı. Orta kısmına 15’inci yüzyılda Bahmaniler hükmediyordu. Bir ara onların başkenti olan Haydarabad civarındaki Bidar’a gittiğiniz zaman kalesi, Topkapı’nın planını andıran Saray’ı, Harem pavyonları, mükemmel surları, civardaki padişah türbeleri, Mahmut Gavan’ın medresesi gibi eserlerle bir zenginliği görüyorsunuz. 300 yıl boyuta İngilizler gelene kadar kumaşları Osmanlı kumaşçılığına ciddi bir rakipti. İngiliz hakimiyeti Hindistan alt kıtasının kuzeyle ilgisini kesti. Zaten kuzeyin dağları ve kıtanın etrafındaki okyanuslar, şayet Afganistan’ı elinizde tutmuyorsanız, karayolunu ve dağ geçitlerini, denizciliğiniz mükemmel değilse okyanusları aşmayı imkansız kılar. Hindistan yeni dönemine bir sorunlar yumağı halinde girdi ve 19’uncu asırda Batı dünyasını ülkeye açan bir aydın sınıfı doğdu. Bu sınıf bütün Şark’ta çok istisnai ve çok niteliklidir. Modern Hindistan için en büyük talih bu. Bugün Hindistan Türkiye ile yakın ilişkilere giriyor. Diplomatik misyonlarımızın bunda büyük payı var. İlk gittiğimde Türk Hava Yolları’nın seferleri yeni başlamıştı. Bugün ise günde birkaç seferi var. Delhi’deki bilgisi ve sohbeti derin, dinamik büyükelçimiz Burak Akçapar  ve Nehru Üniversitesi’nde ders veren eşi Prof. Şebnem Akçapar’la bu konuları konuşuyoruz. Hind’in gerçekten ilginç bir etnik ve sınıf yapısı var. Bunları tahlil için Hindistan’a çok ciddiyetle eğilmemiz lazım. Oysa bozkırdaki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Hindoloji bölümünü kurduran ve Hitler’den kaçan ünlü Profesör Walther Ruben’i getirten Atatürk’ün daha gerisindeyiz. Hint üniversitelerinin istediği uzmanları göndermek zorundayız ve Hindistan’ı, bu büyüyen renkli gücü, tarihimizin önemli parçasını aynı yoğunlukla ele alıp incelemeliyiz.
* Hindistan’da, 19’uncu yüzyılda Batı dünyasını ülkeye açan istisnai bir aydın sınıfı doğdu

------------------------------------------------------

Dünyada, eski dünyadaki gerçek bir federasyon daha vardır; o da Hindistan’dır. Federalizm konusunda en renkli yapılanma Hindistan’da görülür. Değişik dinlerin ve dillerin bir arada yaşadığı alt kıtada, hatta Batı Bengal gibi eyaletlerde komünist koalisyonlar bile iş başında idi. 

--------------------------------------------------

1955’te Bandung konferansına katılarak Amerika ve Avrupa blokuna karşı Yugoslavya devlet başkanı Josip Tito ve Hindistan Başbakan Javaharlal Nehru ile birlikte Bağlantısızlar Hareketi’ni başlattı. Bu üçlünün içinde Tito Sovyet Rusya’ya karşı tutumuyla güvence veriyor, Nehru da Hintli aristokrat Brahmanlığı ile en büyük demokrasi ülkesinin bilge lideri havasını yaratıyordu. Nasır ise Arap dünyasının liderliği için Bağlantısızlar’ı kullandı.

--------------------------------------------------------

Hindistan-Türk mimarisi üzerine bir eser

Genellikle Hind-Türk mimarisi dendiği zaman Babür’ün 16’ncı asırda Kuzey Hindistan’ı fethi ve Delhi Sultanlığı denilen devleti kurması anlaşılır. Oysa Türkler Hindistan’a daha evvel Gazneliler devrinde girmişlerdir ve Delhi’deki “Kutub Minar” denen yüksek minare ve bazı eserler o devirden kalmadır. Genellikle Kuzey Hindistan’a camii, etrafında bedesteni, hamamı, medresesi ile Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde görülmeyecek ölçüde, tıpkı Orta Asya’daki gibi hatta daha da muhteşem türbeler ve hepsini çeviren kalelerle doğan şehirler, hepsi bu dönemin eseridir. 

Eserlerin üretimi hiç şüphesiz ki büyük ölçüde malzemeyi tanıyan yerli usta ve işçilerin işidir; ama mimarların ve nakkaşların değişik kaynaklardan geldiği görülmektedir. Hindistan’ın bu asırdan sonraki tarihi muhteşem bir Türk-Hind ve İran sentezidir. Timurlenk’in kendisini, Cengiz Han sülalesinin damadı gibi takdim etmesi (Emir Gürgan) unvanını taşıması ve muhtemelen etrafta halk arasında bunun yayılması Hindistan’daki idareye Mugal denmesine sebep olmuştur ve Britanya İmparatorluğu yönetimi sırasında da bu tabir bilhassa kullanılmış olmalıdır. 

Mutlaka Türkçeye çevrilmeli

Büyükelçi Halil Akıncı’nın düzeltilmesi üzerinde hassasiyetle durduğu bu yanılgıya şüphesiz ki sadece Türk tarihçiler değil, kitabın yazarı Mansura Haidar gibi Hintli Müslüman tarihçiler de katılmaktadır. İşte Hindistan’daki Türk mimarisinin tarihi üzerine Mansura Haidar’ın topladığı, hem de Orta Asya, Anadolu ve İran’dan tek tek çıkardığı örnekler, Hindistan’daki sayısız yapıyla tek tek mukayese ve analiz ediliyor.

Hiç şüphe yok; 11. asırdan itibaren bir Türk-İslam mimarisi var; Çin sınırındaki Orta Asya’dan, Kuzey Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan bir dünya var ve yerel özellikler ve ayrılıklara hatta aykırılıklara rağmen müşterek çizgiler daha baskın. Her şeyden önce mimar, çini ustası, duvarcı takımı imparatorlukların yarattığı imkânlarla oradan oraya gitmiş. Bunun yarattığı değişimi Hintte görmek özellikle mümkün. 
Halil Akıncı bu kitabın hakikaten editörlüğünü yapmış, tetkik sırasında araştırmacıya imkanları bahşetmiştir. Ortaya çıkan Mansura Haidar’ın eserini de Nezih Başgelen’in Arkeoloji ve Sanat Yayınları İngilizce olarak neşretti: “Indo-Turkish Architecture”. Resimler fevkalade, baskı güzel. Türkçeye de çevrilmesi tavsiye olunur.

-----------------------------------------------------------------

Topkapı Sarayı’nda bütün dünyanın en büyük çini koleksiyonu, en ünlü yazma eserler koleksiyonu, Hint’in, İran’ın ve Venedik’in parçalarını barındıran bir kumaş koleksiyonu, Hindistan alt kıtasından akıp gelen mücevherat ve kuyumculuk eserlerinin yüz kamaştıran varlığı başka türlü izah edilemez. 

-----------------------------------------------------------

Dışişleri efsaneleri
Kim ne derse desin, rejim ne olursa olsun İran’ın Dışişleri  Bakanlığı her zaman için nitelikli elemanlar barındırır, iyi dosya tutar, unutmaz ve sorunları hadisesizce üretip muhataplarını yola getirmeye çalışır.  
Almanya gibi bazı büyük devletlerin ise diplomasi sanatı ve dışişleri örgütü için müspet tarihi rapor vermek zordur. Nereden öğrendiklerini tetkik etmek lazım; yeni kurulan İsrail gibi bir memleketin ve aynı yıllarda bağımsız olan Hindistan ve Pakistan’ın diplomasi kadroları yabana atılmayacak derecede niteliklidir. 

-----------------------------------------------------------

18’inci ve 19’uncu asrın İngilizi Oxford’ludur ve Cambridge’lidir; tarih bilir, coğrafya bilir, diller bilir. Nitekim dünyanın en iyi Malay dili uzmanlarından olan ve yazdığı Cava tarihi halen kullanılan Stamford Raffles, Malaya’nın ucundaki bu köyün yakın bir gelecekte işlek bir liman olacağını anlamıştır. Kurduğu şehir Hindiçin’deki Britanya kolonilerinin en gelişkin ve tipik örneğidir. Asıl ahalisi Malaylardır ama ekseriyet güney Çin’den gelen çalışkan ve girişimci Çinliler ve güney Hindistan’dan akıp gelen Hintlerdir. 

Daha ilginci babaları uzaktan gelen gemiciler, anaları ise yerli Çinliler ile Malaylar olan melez grup Peranakan’dır. Çin asıllı, cağul cuğul bir Çinli kültürü benimseyen ama Malayca konuşan bu grubun nüfusu milyona ulaşır, yaşayışlarından kültürlerine garp ile şarkı bir arada tutar. Belki yüzeysel garplı ve yüzeysel Çinlidirler. Ama banka ve ticarethaneleri iyi iş çıkarır. 70’lerde patlayan Singapur şehir devletinin, açıktır ki bu patlamayı yapacak geçmişi ve yapısı vardır. 

1819’da Singapur Britanya İmparatorluğu’nun kolonisi olarak doğrudan Londra’ya bağlandı. Ve tarihi boyunca ısrarla Hindistan Niyabeti yani India Office ile hiçbir idari ilişkiyi kabul etmedi. 

Karanlık işlerle değil, sanayiyle uğraşıyorlar

-------------------------------------------------

Elli Türk Lirası üzerinde Fatma Aliye Hanım var. Ahmet Cevdet Paşamızın kızıdır. Bu banknota büyük tarihçi ve büyük hukukçu Ahmet Cevdet Paşa’nın resmini koysalar anlaşılabilirdi. Kızı merhume, babası tarafından tam bir Batılı-Doğulu hanımefendi olarak yetiştirilmişti. Şüphesiz Türk kadınının tarihinde öbür öncülerin arasında yeri vardır ama en önde değildir. 
Beynelmilel bir entelektüel kişiliğe sahip, Hindistan kurtuluş mücadelesinde bile adı geçen Halide Edip hanımı niye ihmal ediyoruz?
----------------------------------------------
Arapça Sami dillerdendir. Sami ismi Hz. Nuh’un oğullarından Sam’a dayandırılır. İki asır önce dünyadaki diller böyle tasvir ediliyordu. Mesela, geniş sahada konuşulan Hindo-Avrupa diller Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırılır, bunlara Yafetik diller denirdi. Mısır ve Habeş dili diğer oğul Ham’a izafeten Hami (Hemitik) diller diye adlandırılmıştır.  Arapça medeni insanların kültür hafızasından çıkmaz
Fakat Araplar dil ve şiirlerini hâlâ iyi öğrenirler ve İslamiyet dolayısıyla da Arapça; Hindistan’dan Moritanya’ya, Türk dünyasından Balkanlara kadar dini dil olarak kullanılmaya devam eder. Bu ülkelerin ulusal dillerinde Arapça belirgin ölçüde lugat ve grameri etkilemiştir. Gene Afrika’da kullanılan Svahili gibi dillerde ve Urdu dilinde Arap alfabesi yaygın olarak kullanılırdı. 

---------------------------------------------------------------
Tabii Memluklardan, Ortaçağ İran’ından, Baburiler Hindistan’ından götürülenlerin küçük bir bölümü ile mesela İstanbul Sakıp Sabancı Müzesi’nde muhteşem “İslam Sanatının Üç Başkenti: İstanbul, İsfahan Delhi” sergisi bile açılmıştı; kaynağı Louvre’dur. Müzenin Rönesans ve Avrupa sanatına ait zenginlikleri ile bu kıtada ancak Rusya’nın St. Petersburg şehrindeki Hermitage müzesi yarışabilir.
---------------------------------------

Hiç şüphesiz Gelibolu’da çarpışan kuvvetler en başta anavatan topraklarını savunan Türk ordusu ve taarruz edenler Büyük Britanya, Avustralya, Yeni Zelanda, hatta Hindistan’dan toplanmış askerler, bir varlık gösteremeyen Fransız donanması ve az sayıdaki askeri birlikleridir. 

---------------------------------------

Gayriresmi dedikodulara göreyse Britanya kabinesi Nazi Almanya’sına hayran olan bir hükümdara tahammül edemezdi, bu nedenle Simpson uygun ve romantik bir bahaneydi. Doğrusu bu beklenmedik tahttan çekilme 1926 doğumlu prensesin babasının VI. George unvanıyla Britanya Kralı ve Hindistan İmparatoru olarak tahta geçmesini sağladı.
Kaderin taht oyunu
Bugünün kraliçesi usul erkan bilir. Yeterince eğitimli bir prenses olarak yetiştirilmişti. Bir erkek kardeşi olması da ihtimal dahilindeydi. Ama kader onu 1952 yılında İngiliz tahtına oturttu. Kendinden evvelkilerin aksine artık ada devleti olan Britanya’nın kraliçesiydi ve Hindistan İmparatoru tacını taşıyan babasından sonra bu unvanı kullanamadı çünkü koskoca Hint kıtası 1948’de kanlı olaylarla iki devlet halinde bağımsız olmuştu. 
Britanya halkı uzun ve ağır savaştan çıkmıştı. Adalılar ilk defa bombardıman görmüş, sıkıntılı yıllar geçirmişti. Bu yıllarda müttefik Amerikan ordusunun İngiltere’de konuşlanan subay ve erlerine dağıtılan bir broşürde; İngiliz halkının fakirlik ve imkansızlıklarını yüzlerine vurmamaları, imparatorluğun halkının onuruna saygı duymaları emrediliyordu. 
Durum iyi değildi; Lord Beveridge bir zamandır sosyal devlet sistemine geçiş için proje hazırlıyordu. Savaştan hemen sonra Winston Churchill devrilince İşçi Partisi hükümetinin başbakanı Clement Attlee her işi çabuklaştırdı. Hindistan’ın ani tasfiyesi 1 milyonluk bir yerel katliama dönüştü, sosyal devlet uygulamasına paldır küldür geçildi. 

---------------------------------------------------

Cengiz Han 13’üncü asrın ilk çeyreğinde büyük bir Asya imparatorluğu kurmuştu; oğulları  ve torunları daha da ileriye gittiler. İstilaları çok şiddetli, süratli, karşı konulmazdı. Gaddarca tahrip ediyorlardı. Ama sonrasında bir barış doğdu; Avrupa ortasından Çin’e kadar emniyetli seyahat ve ticaret, Çin’in sanatlarının İran’a taşınması, Hindistan’ın zenginliklerinin neredeyse İsveç’e ulaşması gibi yeni bir dönem açıldı.

--------------------------------------------

Türkiye ise 16’ncı yüzyılda artık Akdeniz’de, Basra’da ve Hint Okyanusu’nda kendini hissettiren bir denizciydi. Lakin imparatorluğumuzun karakteri kara kuvvetlerine, kara ticaretine dayanmasıdır. Büyük denizcilerimizin ortaya çıktığı Kanuni devri 17’nci yüzyılda Atlantik’te gelişen denizcilik tekniklerine ve gemi inşaatına ayak uyduramadı. Bununla birlikte bugün Türk Deniz Kuvvetleri ve sivil ticaret filosu dünyada sayılı birimlerdendir.  

Deniz inşa tekniklerinde ve mühendislikte önemli ilerlemeler kaydettik. Denizcilik bilincimiz için önemli bir alan da deniz tarihi araştırmalarıdır. Bu sahada devam etmemiz gerekir. Maalesef tarihçiliğimizin yeterince ilgi duymadığı bir alandı, süratle değişeceğine dair umutluyum.

----------------------------------------------------

Çelebi böyle olur bizde “kabalistik” dediğin!
Kabala, Yahudi mistiğinin önemli bir bölümünü oluşturur. Hiç şüphesiz pozitif ilim düşüncesini beslediği söylenemez. Ama metafizik bağlamlar içinde kutsal kitabın (Tevrat) ibarelerini “ebced” dediğimiz harf-rakam ilişkileriyle bilinemeyen geçmişe veya bilinemez geleceğe atfederek açıklamalarda bulunmak, kabalist Yahudi bilginlerin meşgalesiydi. 
Bir anlamda bu sanat diğer dinlere ve İslam’a da geçti. Hurufilerin bu sanatla yakından ilgileri olduğu ve batıni açıklamalar ileri sürdükleri, gelecekten haberler verdikleri malumdur. Onu bırakınız, kitabe ilminin (epigrafi) tekniğinde bir takım beyitlerde harfleri rakamlandırarak tarih vermek, yani ebced hesabına başvurmak en çok başvurulan yoldur. 
 Geçmiş dönemin şairleri, tarihçileri ve mistik filozoflarının başvurduğu ebced hesabı kaynağı bilinmeyen bir sanattır ama galiba Ortadoğu-Hint kültüründe zamanları ve mekanları kapsayan bir edebi ve mistik faaliyettir. 

-----------------------------------------------------

Önceki kuşaklar “Türkiya” derdi; hatta bizi okutan ortaokul, lise öğretmenlerinin bazılarından bu telaffuzu aldık. Gerçekten “Türkiye” diyenler, bir ara dilimizin ses uyumu kuralına uygun bu söyleyişi korumak için kanun yoluna müracaat ettiler; 1950’de TBMM’ye seçilen Nazlı Tlabar, bu konuda bir kanun teklif etti ve kabul edildi. Ama “Türkiye” şeklindeki telaffuz ve yazım zaten çoktan haritalarda ve kitaplarda kabul görmüştü.
Aslında ülkemizin böyle adlandırılması, tuhaftır ki bizim dedelerimizin değil, bu ülkeyi başlangıçtan beri çok iyi tanıyan İtalyanların işidir. Bizim dedelerimiz buraya “iklim-i Rum” derdi. Onların siyasi hedef ve misyonları Roma İmparatorluğu’nu ele geçirmekti. Anadolu toprağındaki Roma’yı yani Garplıların sonradan Bizans dedikleri imparatorluğu ele geçirmeye başlamakla elhak bu yolda da ilerlediler. 
Onların Rum-Roma dedikleri yere İtalyanlar “Turchia” veya “Turcmenia” derlerdi. Bütün orta zaman Alman seyyahları “Turkei, Tirkenland” veya Fransızlar “Turquie” derlerdi. 16’ncı asırda İngilizce seyahatname kaleme alan Nicola de Nicolay “Turkie” diyor. Bizim bugünkü söyleyişimize yakın.
“Medvedov” yani “ayızade”
Sonradan İngilizce konuşup yazanlar, bu “Turkie” yazılışını nasıl “Turkey”e çevirdiler elan bir muamma. Muhtemelen bu telaffuzda Hint adalarının ünlü kuşunun yanlış bir bağlantısını kurdular.
Aslında Hindî diye söz ettiğimiz ülkenin de yerli adı “Baharat”tır. Egzotik, uzak ülkelerin isimleri otlarla, hayvanlarla gayet kolay karıştırılıyor. Schottenstiftung İskoç Vakfı aslında İrlandalı Katolik rahiplerin kurduğu bir okul ve imaretti. Ama halkın öyle diyeceği tuttu. 18’inci asrın Batı Avrupa’sında halk Yunanlılarla Türkleri birbirine karıştırırdı; aydınlar istediği kadar neo-Helenizmi temsil etsinler.

------------------------------------------------

Kaynak: Milliyet Gazetesi, Pazar Yazıları, İlber Ortaylı

Dillenelim: Arapça, Farsça, Latince

Arap dünyasını dili ve edebiyatı yaşatır

Bugün bir Arabı bir zaman makinesiyle 10’uncu asırdaki Abbasi İmparatorluğu’ndaki dedelerinin önüne çıkarsanız hiçbir sendelemeye uğramadan aynı nükte, aynı şiir, aynı cümle kuruluşu ile mükalemeye devam eder. İşte Arap dünyasını yaşatan budur: Dili ve edebiyatı Pazar - 7.9.2008


.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Arapça Sami dillerdendir. Sami ismi Hz. Nuh’un oğullarından Sam’a dayandırılır. İki asır önce dünyadaki diller böyle tasvir ediliyordu. Mesela, geniş sahada konuşulan Hindo-Avrupa diller Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırılır, bunlara Yafetik diller denirdi. Mısır ve Habeş dili diğer oğul Ham’a izafeten Hami (Hemitik) diller diye adlandırılmıştır.
Giderek mukayeseli filoloji disiplini, grameri coğrafya ve tarihle beraber incelemeye başlayınca sınıflamalar değişti. Sami dillerin doğu, güney ve batı grubu vardır. Doğu grubu Akadcadan çıkan Asuri ve Keldani gibi dillerden oluşur ki bunlar hemen hemen ölmüştür.
Batı grubunda ise Aramca ve İbranca gibi nadir gruplar halinde yaşayan diller bulunur. Bu grupta bulunan Fenike dili Lübnanlıların atalarının diliydi ki, bu kavim çağdaş dünyaya alfabelerini hediye etmiştir. Kartacalılar da bu dili konuşurdu ve bugün sadece küçük Malta adasının sakinleri bu dili konuşuyor. Güney Sami grubu ise Arapçanın muhtelif dallarını kapsar.
Bugün muhteşem Arapçayı 250 milyon insan konuşuyor. Lisanın sınırları Basra Körfezi’nin sınırlarından başlıyor; İran ve Türkiye’deki azınlık bir grup; Arap dünyasının ta Atlas Okyanusu’na kadar uzanan bütün üye ülkeleri; Moritanya, Çad, Sudan ve Somali gibi kara Afrika ülkelerinde de kısmen anadil ve resmi dil olarak kullanılıyor.
Bu geniş coğrafyadaki Arapçanın yeknesak bir ağız ve lehçe ile yaşamadığı aşikar. Arap dilinin lehçeleri arasında anlaşmak için bazen tercüman gezdirmek gerekir. Ama işte orada şapkamızı çıkaralım. Bu kavmin lisanı herhangi bir Batı dilinden çok daha önce yazıya dökülmüş ve klasikleşmiştir.

Yakın akraba olduğu bütün dilleri sildi

İslamiyet bu klasikleşmede önemli rol oynamıştır. 632 yılında yani Hicret’ten 10 sene sonra Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed ebediyete intikal etti. İlk birkaç yıldan sonra Halife Hz. Ömer’in orduları bugünün Arabistan yarımadasından taşarak Mısır, Suriye, Filistin, Lübnan, Irak ve İran’ın bir kısmını ele geçirdi.
Bu yerlerde son tetkiklere göre sadece bazı yerlerde Arapça konuşuluyordu. Yaygın olarak kullanılan Aramca ve Mısırda kullanılan Kobtça gibi dillerin dışında, Ukba bin Nafi’nin fethettiği Kuzey Afrika’da Berberce gibi diller de yaşıyordu. Arapça kendisine yakın akraba olan bunların hepsini sildi. Bu bir barış içinde, kapalı bir anlaşma ile vukua geldi.
Bugünkü Arap alfabesindeki 29 harf, konuşulan ve yazılan Arapçayı ifade eder hale geldi. Hal böyleyken Arapçanın yaşayan lehçe ve ağızları üzerinde sayısız araştırma yapılıyor. Belki bunların bağımsız bir Sami dil olarak teşekkülü arzu ediliyor ama olmuyor. 250 milyonluk dünyada okul gören Arap çocuğu bu dili hususi tecvit kurallarıyla ve şiirle konuşmayı öğrenmekten bıkmıyor, bu meşgaleyi adeta bir çocuk oyunu haline getirmiş.
Aynı şey bir zamanlar Batı dünyasında Fransız halkı arasında da yaygındı, orada bu adet bırakıldı. Oysa bugünün Arabını bir zaman makinesiyle 10’uncu asırdaki Abbasi İmparatorluğu’ndaki dedelerinin önüne çıkarsanız hiçbir sendelemeye uğramadan aynı nükte, aynı şiir, aynı cümle kuruluşu ile mükalemeye devam eder. İşte Arap dünyasını yaşatan budur. Dil ve edebiyat...
Bizim dünyamızdaki Arapça BM’nin çalışma dilidir. Artık ilim dili olarak kullanıldığını söylemek kolay değildir. Hatta son istatistiklere göre Arapça, Farsça ile karşılaştırılamayacak kadar fakir bir tercüme edebiyatına sahiptir. Anlaşılan, mazideki büyük tercüme faaliyeti durmuştur.

Arapça medeni insanların kültür hafızasından çıkmaz

Fakat Araplar dil ve şiirlerini hâlâ iyi öğrenirler ve İslamiyet dolayısıyla da Arapça; Hindistan’dan Moritanya’ya, Türk dünyasından Balkanlara kadar dini dil olarak kullanılmaya devam eder. Bu ülkelerin ulusal dillerinde Arapça belirgin ölçüde lugat ve grameri etkilemiştir. Gene Afrika’da kullanılan Svahili gibi dillerde ve Urdu dilinde Arap alfabesi yaygın olarak kullanılırdı.
Roma’nın alfabesi olan Latin alfabesi bu ülkelerin çoğunda kabul edilmekle birlikte, özellikle eski bir İndo-Avrupa dili olan Farsçada ve Urducada kullanılmaya devam ediyor. Hatta Tacikistan’da Rus Kiril alfabesini devlet ısrarla kullanımda tutsa da, okur-yazar tayfa çoktan Arap alfabesine geçti bile.
Medeni insanların kültürel hafızasından Arapçayı çıkarmak mümkün değildir. Yakın kardeşi İbrancadan daha güzel ve kıvrak olduğunu Bernard Lewis gibi alimler bile söylemektedir. Özellikle de Fransızların egemen olduğu Cezayir’de aydın zümre bu dili kaybetse de, gelecekte Mağrip ülkesinin, Arapçanın dirilişini yaşaması kaçınılmazdır.

Türkler bu dili yeterli ve gerekli miktarda ithal etmişlerdir

Fiillerin çekimindeki zenginliği anlamak biz Türklerin kendi dillerindeki özellik dolayısıyla mümkündür. Dolayısıyla yabancı dilden Arapçaya çevrilemeyecek hiçbir kavram yoktur. Doğru ve yaratıcı bir düşüncenin de Arapçada kendini ifade edememesi söz konusu olamaz. Ama bir dilin kendi özelliği onun gelişmesi için yeterli değildir; sahiplerinin bunu kullanması gerekir.
Mensubu olduğumuz İslam dünyası bu dili kullanmıştır. Hatta XIX. yüzyılda Türkler Şanizade ve Cevdet Paşa gibi bilginlerin şahsında geniş bir doğabilim-sosyal bilimler lugatını bu dilde yaratmışlardır. Keşke kendi dilimizde de yaratsalardı.
Bununla birlikte şu kadarını söyleyelim ki Arap dili bize daha çok İranlıların sayesinde girmiştir. Ve Arapçada Türkçe ve Farsça kelimeler nispeten az olmasına, hele Türkçe daha çok günlük dilde ve askerlikte kullanılmasına rağmen Farsça ve Türkçeye Arap dili geniş ölçüde ithal edilmiştir. Dilde sadeleşmede bir sınır olduğunu bu yüzden kabul etmek gerekir. Türkler Arapçayı zevkli ve makul bir biçimde, dillerine yeter ve gerek miktarda ithal etmişlerdir.

Farsçayı ihmal etmeyelim


13-09-2008


.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Farsça bugünkü dünyanın yaygın ve kalabalık dillerindendir. Gerçi Çince gibi 1,5 milyar insan tarafından konuşulmaz ama o dil gibi belirli bir coğrafyaya da kapanıp kalmamıştır. Her ne kadar İngilizce ve İspanyolca gibi yerküreye yayılmasa da, Asya’nın ortalarından Akdeniz’e kadar yayılan, konuşulan eski bir edebi dildir. Bugünün Rusçası gibi kalabalık bir halk topluluğu tarafından konuşulan ve başka milletlerle de anlaşma aracı olan bir dil değildir ama milletlerin hayatına ve kimliğine girmiştir.

Türk milleti için çok önemli bir kaynak
Bu eski dilin yazıya geçişi 3 bin yıla yaklaşır. Bugünkü Farsçanın klasik biçimi ise 12 asır önce tamamlanmıştır. Yani herhangi bir okumuş İranlı 900’lerde yazılan bir şiiri terennüm eder ve 1200 yıl önceki atalarıyla bir araya gelebilse rahatça konuşur ve yazışır. Bu vasfa bugün edebiyat ve diliyle övünen birçok kavim sahip değildir.
Ahamenişler hanedanının yönettiği Balkanlar’dan Hindistan’a, Ukrayna’dan Mısır’a ve Yemen’e kadar uzanan dünyanın yazıştığı ortak dil Farsçaydı ve bugünkü Farsçanın atası olan bu dil çivi yazısı ile yazılırdı. Roma İmparatorluğu’nun çağdaşı Partlar ve sonraki Sasaniler İran’da aynı dilin arkaik formunu kullanırdı. Bu özgün yazıyla yazılıp konuşulan dile “Pahlevi” deniyor ki dünyamızın edebi, idari, dini bir dilidir. Ve bilhassa Türk milletinin tarihi için çok önemli bir kaynaktır.
İran’ın eski efsaneleri ve metinleri bugüne kadar uzun tarihi yolculuğunu rahatça yapmıştır. Büyük şair Firdevsi veya Fars deyişiyle Firdosi, ölümsüz “Şehname”sinin binlerce beytini edipler ve şairlerin eserleri kadar, çarşıdaki esnaf ve dağdaki çobanlardan da derlemiştir. Arap fethiyle kaybolacak eski dil ve edebiyatı yeniden diriltmek kendisinden evvelki Dakuki gibi şairlerin başaramadığı, sadece onun İran’a yaptığı bir hizmettir.
“Bisîy renc bordem der in sal-ı sî / Acem zindekerdem bedin Parsî (Otuz yılda çok zahmet çektim / Acemi böylece bu Fars dilinden yarattım)”.

Belli ki güzellikten anlayan bir kavmin işi
İslamlaşma döneminde Arapça, Farsçanın içine girdi ama bu dili konuşup yazanlar kendi özgün üsluplarıyla o lügatte değişiklikler yaptılar; asıl ilginci Arap alfabesini de kendilerine göre ıslah ettiler. Asırlarca kullandığımız Arap alfabesi İran’ın tezgahında işlenen türdür, Arapça kelime haznemiz de Farsçadan geçmiştir. Fars şiiri ecdadımızın benimsediği, uyguladığı bir zenginliktir, Türk şiirine bir müzikalite kazandırmıştır. Bu utanılacak bir durum değildir. Güzellikten anlayan bir kavmin uygulaması olduğu açıktır.
Farsça İndo-Avrupa dediğimiz dil grubunun en önde gelen seçkin örneğidir; gerçi bu dilde diğer İndo-Avrupa dillerde görülen erkek-dişi ayrımı ve harfi tarif yoktur ama mesela İngilizce bile hemen hemen bu durumdadır. Dilin yakın komşuları İran’daki Lurca Beluci ve Luci Pakistan’daki Urduca, Kürtçe, Ermenice ve Osetçedir.
Türklerin Farsça ile ilişkisi İslamiyetten önce başlamıştır. İslami devirlerde özellikle de Türk kavminin İran’daki serencamı esnasında geniş ölçüde benimsenmiştir. Ne var ki, İran’daki Selçuklular ve Afganistan’daki Gazne hakimiyeti esnasında Fars dili sarayda ve idarede kullanıldığı halde orduya katiyen girememiştir. Bu nedenle askerlik Türk dilinin tarih boyunca geliştiği alan olmuştur. Başarılı bir mareşal olan Gazneli Sultan Mahmut Farsça pek bilmezdi, Firdevsi’nin kendisine takdim ettiği “Şehnamesi”ni anlayacak durumda değildi.
Farsça bugün İran’da, Afganistan’da ve Tacikistan’da konuşulan ve yazılan resmi dildir. Gerçi bu ülkelerden önemli miktarda Türk dili konuşan, Arapça konuşan, hatta İran’daki gibi Aramca konuşan Suryani Hırıstiyanlar ve Ermenice konuşan Ermeniler vardır; ne var ki Fars dilini bu azınlıklar ve halk gruplarının aydınları da en azından İranlılar kadar benimsemiştir.

Modern okullarda öğretilirdi
Bundan başka Farsça Buhara ve Semerkant gibi Orta Asya kentlerinde konuşulan ve bilinen bir dildir. Basra Körfezi’ndeki Bahreyn adasında Farsça, Arapça kadar rahatça kullanılan bir dildir. Farsça yaygın coğrafyada ölmeyen bir edebi dildir ve fakir-zengin, esnaf-öğretmen, çırak-öğrenci onun sahibi olan her sınıftan insan o dili edebiyatı ile iyi bilir. Bu durum dünyada İranlılara ve sadece Fars kültürüne uygun bir özelliktir denebilir.
Farsça Türkiye’de 19’uncu yüzyılda dahi başta saray okulu Enderun olmak üzere, hatta Galatasaray ve Mülkiye gibi modern okullarda öğrenilirdi. Sicil-i Ahval dosyalarına baktığımız zaman Osmanlı memurlarının önemli bir kısmının bu dille tanışık olduğu görülür. Mevlevi tarikatı ve Rufailerin içinde Fars dilinin uzmanları vardır. Hafız ve Mevlana şerhlerinin en esaslıları Osmanlı toplumunda yapılmıştır.
Zamanımıza doğru dahi bu dilin beynelmilel uzmanları vardı. Başta Necati Lugal sonra Ahmet Ateş, sonra daha genç kuşaktan Tahsin Yazıcı, Adnan Sadık Erzi, Meliha Anbarcıoğlu hoca bunlardandır. Gerçi aksi söylenir ama medreseliler bile bu dile hayran olmuştur. Ünlü Ahmet Cevdet Paşa Farsçayı iyi bilen medreselilerdendir.
Türk toplumu bugün bu alanı ihmal ediyor. Oysa İran kültürü dediğimiz zaman bu adı bile daha çok İran’daki hakimiyetimiz sırasında biz onlar için kullandık. Türk kavmi için ta ilk çağdan bugüne kadar çok önemlidir. Dilimizin ve kültürümüzün önemli kısmını İransız anlayamayız.

Latincenin ölüsü de canlısı kadar çekici 

09-08-2008

.  |  İlber OrtaylıTüm Yazıları »
Latince 2 bin 700 yıl önce bugünkü İtalya yarımadasında sadece konuşulan değil, bir ölçüde kayıtlara geçen bir dildi. Aşağı yukarı miladın 5’inci asrından sonra ise Latincenin artık bir halkın günlük dili olarak konuşulduğunu söylemek çok zordur. Ama okumuş insanların ortak konuşma ve anlaşma dili bütün Avrupa milletlerinin edebiyat ve bilimde kullandıkları dildi.
Asıl önemlisi, uzun asırlar boyu devletin ve hukukun dili oldu. Arapça dışında hiçbir dil beşeriyetin hukuki düşüncesini Latince kadar ifade edemez, işin ilginci Arapçayı kullanan İslam hukukunda Latinlerin hukuk dili ile ilginç muhakeme yürütme ve terminoloji birlikleri vardır.
Latince doğduğu İtalya’da, kendiyle hiçbir alakası olmayan dillerle de bir arada yaşadı. Mesela Etrüsklerin dili Latincenin mensup olduğu Hint-Avrupa dilleriyle alakasızdı. Zamanla Roma’nın fethedip ilerlediği Apenin Dağları’nın kuzeyindeki Avrupa’da en geniş olarak konuşulan Keltlerin dili de böyleydi.
Az kalsın Roma’yı tarihten silecek derecede ilerleyen Hannibal’in Kartaca’sı ise Sami bir dil konuşuyordu. Kartacalılar Fenikeliydi ve bugünkü kardeşleri de Malta’da yaşıyor.
Roma MÖ 2’nci asırda Apeninler’in kuzeyine sızdı. Birinci asırda Atlantik kıyılarındaydı, müteakiben İngiltere’ye çıktı. Bütün bu dünyadaki Kelt ve onlarla alakasız dilleri konuşan Germen kabileler, Romalılar ve onların Latinceleri sayesinde uygar dünyaya ve beşer tarihine takdim edildiler.
Konuştukları dillerin yüklü miktarda Latince kelime ve deyim almaması kaçınılmazdı. Felsefi, ilmi ve hukuki faaliyetlere giriştikleri, şiir yazdıkları zamansa düpedüz Latince kullandılar. 1000 seneye yakın zaman birtakım garip deyimler ve uydurmalarla yazdıkları bu Latince, “Latina vulgata-avami Latince” adını taşır.
Ne var ki, Rönesans’ın parlak İtalya’sının ilk başarılarından biri; Petrarca gibi öncülerin klasik Roma dünyasının metinlerini, şair ve yazarlarını inceleyip eski dünyaya nüfuz etmeleri ve klasik Latinceyi yeniden inşa edip o alemle kaynaşmalarıdır.

Yunancaya boşuna direniş
Latince İtalya yarımadasında, güney kıyılarında ve Sicilya’daki Yunanca ile onlara direnen bugünkü Arnavutların uzak akrabaları Messapilerin diliyle komşuydu. Aniden büyüyen imparatorluk İtalya yarımadası ve Sicilya’da Latincenin yoğun olarak kullanılması; Kuzey Afrika’daki Leptis Manga’da (bugün Libya’da), İberik yarımadasında bugünkü Cordoba’da, Orta Avrupa ve Balkanlar’da kurulan bazı kolonilerde, yurdumuz Küçük Asya’nın Efes, Antakya gibi merkezlerinde bazı cemaat gruplarında Latincenin bir ölçüde yayılmasına ve kullanılmasına neden oldu.
Ama Roma’nın Helenizm devrini yenmesi doğrusu mümkün değildi, zaten öyle bir niyeti de yoktu. Akdeniz’in doğusunda Yunanca bütün gücüyle yaşadı.
6’ncı asırda Doğu Roma’nın büyük imparatoru Justiyanus -ki anadilinin Latince olduğu açıktır- Yunancaya karşı boşuna direndi. Roma hukukunun dili Latince olarak kaldı. Ama Yunanca Doğu Roma’nın diliydi. Her şeye rağmen Küçük Asya’da Yunanca da Aramca da Kobtça ve Ermenice gibi diller ve birtakım lehçelerle bir arada yaşamak zorundaydı.
Doğu dünyası Latinceyi tanımadı. Sadece normal Doğu Roma okumuşu için değil, bayağı bilgili Doğu Roma alimleri için de Latince mesela “İskit barbarlarının dili” idi. Onu bu uzun asırlarda yaşatan artık o dili konuşmayan ama yazan İtalya Orta ve Batı Avrupa, İspanya ve Britanya oldu. Hıristiyanlaşan barbar kavimler onu edebi, dini ve hukuki dil olarak alıyorlardı.
Ortaçağlar boyunca uyanan milli devlet ve toplumlara rağmen 18’inci yüzyıla kadar üniversitede dersler Latince yapılıyordu. Hatta Prag Üniversitesi’nde Almanca ve Çekçe derslerin yanında Latince de devam ediyordu.
Gelişen Protestanlığa ve milli edebiyatlara rağmen, Almanca konuşulan dünyada da bu özellik 18’inci yüzyıl Aydınlanma dönemine kadar sürdü. Bugün dahi Alman üniversitesinde Latince bir doktora tezi teslim etseniz hiçbirinin reddetme hakkı yoktur. Macaristan krallığı kendisiyle dil olarak hiçbir alakası olmayan Latinceyi sırf Almanca kullanmamak için 1848’e kadar bütün idarede ve yargıda kullandı.

Latincenin büyük etkisi
Latincenin üslup ve tabii sözlük hazinesi Avrupa’nın civarındaki bütün dilleri etkiledi. Aslında bugün Latin dili denilen grubun içinde mesela İtalyanca ve Fransızcanın cümle yapısı olarak Latinceyle yakın ilgisi yoktur. İtalyan öğrenciler çok kötü Latince cümle kurarlar. Ne gariptir, bu grupta Latinceye en yakın olanı Romence ve Portekizcedir.
Ama mesela Hint-Avrupa dilleriyle alakası dahi olmayan Türkçeyi ele alalım; Latince kelime hazneniz iyi ise cümleyi Türkçe düşündüğünüzde birçok İtalyan ve Fransızdan daha doğru Latince yazabilirsiniz. Bunu Hitler Almanya’sının zulmünden kaçıp Ankara Üniversitesi’ne sığınan Klasik Diller Kürsüsü’nün başkanı Georg Rohde söylemiştir.
Gerçekten de Latince bir imparatorluğun diliydi. Üniversal imparatorluğun kurumlarıyla birlikte cihanşümul dil de bütün insanlığa miras kaldı ve onu konuşan ana unsurun tarihi ölümüne rağmen bütün milletlerin ortak belleğinde ve bilincinde yaşıyor.
Bugünün dünyası hâlâ Romalıdır. Hukukçularımız Romalı hukukçular gibi düşünüyor. Ticaret o zamanın sistemi üzerine yürüyor ve Latin dilinin eğitimini ve kullanımını terk etmemiz mümkün olmasa da ondan uzaklaştığımız ölçüde tepkiler doğuyor.
Bundan 10 yıl evvelki bir UNESCO konferansında, UNESCO’nun iki çalışma dilini de -Arapça ve Fransızca- bilen binanın kapısındaki Tunusluların; “Burada sadece Latince konuşulsun” diyenlerle dayanışma içinde olduğunu görmüştüm. Amerika’da, yani uygar dünyaya ve Batı’nın kültürel temeline en uzak olan bu camiada, bilimsel toplantı dili olarak Latinceyi ısrarla kullanan gruplar vardır. 
Latincenin ölüsü dirisi kadar çekicidir ve eski dünyanın her köşesinde, her ulusun hayatında o kültürün kalıntıları sadece görkemiyle değil, sıcak güzelliği ile de devam etmektedir.