25 Haziran 2016 Cumartesi

Mütefekkirler ve Şehirler

1) Anadolu'da Türk döneminde, 81 vilayetimizin simge mütefekkirleri.

  1. YAŞAR KEMAL, Adana
  2. AHMED CEVAD PAŞA, Afyon
  3. SEYYİD AHMET ARVASİ, Ağrı
  4. GÜL BABA, Amasya
  5. HACI BAYRAMI VELİ, Ankara
  6. TURGUT CANSEVER, Antalya
  7. Mehmet Genç, Artvin
  8. HIZIR BİN ALİ, Aydın
  9. SALAH BİRSEL, Balıkesir
  10. DURMUŞ HOCAOĞLU, Bayburt
  11. Bediüzzaman  Saidi Nursi, Bitlis
  12. MUALLİM CEVDET, Bolu
  13. İBRAHİM KAFESOĞLU, Burdur
  14. KADIZADE RUMİ, Bursa
  15. PİRİ REİS, Çanakkale, Gelibolu
  16. HALİL HALİD BEY, Çankırı
  17. AŞIKPAŞAZADE, Çorum
  18. MUSTAFA TATCI, Denizli
  19. Molla Gurani, Diyarbakır
  20. Levnî, Edirne
  21. BAHAEDDİN ÖGEL, Elazığ
  22. CEMAL SÜREYA, Erzincan
  23. ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI, Erzurum
  24. YUNUS EMRE, Eskişehir
  25. MÜTERCİM ASIM, Gaziantep  (aslen semerkantlı)
  26. İdris Küçükömer, Giresun
  27. Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi, Gümüşhane
  28. ABDÜLHAKİM ARVASİ, Hakkari
  29. CEMİL MERİÇ, Hatay
  30. KINALIZADE ALİ EFENDİ, Isparta
  31. KATİP ÇELEBİ, İstanbul
  32. İsmail Hakkı İzmirli (1869-1946), İzmir
  33. TUNCEL KURTİZ, İzmit
  34. MÜKRİMİN HALİL YINANÇ, Kahramanmaraş, Elbistan
  35. ŞEYH EDEBALİ, Karaman
  36. EBUL HASAN EL HARAKANİ, Kars
  37. ORHAN ŞAİK GÖKYAY, Kastamonu, İnebolu
  38. MİMAR SİNAN, Kayseri
  39. SELİM SABİT EFENDİ, Kırklareli, Vize
  40. HACI BEKTAŞI VELİ, Kırşehir (Nişabur; Horasan)
  41. NECİP ASIM , Kilis
  42. NASREDDİN HOCA, Konya, Akşehir
  43. EVLİYA ÇELEBİ, Kütahya
  44. NİYAZİ MISRİ, Malatya
  45. GELENBEVİ İSMAİL EFENDİ, Manisa
  46. ALİ BULAÇ, Mardin
  47. ATIF YILMAZ, Mersin
  48. NEYZEN TEVFİK, Muğla
  49. MÜFİD YÜKSEL, Muş
  50. DAMAT İBRAHİM PAŞA, Nevşehir
  51. CEMAL-İ  HALVETİ (ÇELEBİ HALİFE), Niğde
  52. TAYYİP GÖKBİLGİN, Ordu
  53. KARACAOĞLAN, Osmaniye
  54. Ömer Lütfü Mete, Rize
  55. SAİT FAİK ABASIYANIK, Sakarya
  56. ALİ FUAT BAŞGİL, Samsun
  57. FETHULLAH eş-ŞİRVANI, Siirt
  58. RIZA NUR, Sinop
  59. AŞIK VEYSEL, Sivas
  60. EL CEZERİ, Şırnak, Cizre
  61. NAMIK KEMAL, Tekirdağ
  62. MOLLA HÜSREV, Tokat
  63. OSMAN TURAN, Trabzon
  64. SARI SALTUK, Tunceli
  65. SABİT BİN KURRA, Urfa 
  66. İSKENDER PALA, Uşak
  67. VANKULU MEHMET EFENDİ, Van
  68. MUSTAFA AKDAĞ, Yozgat
  69. GÜNDÜZ AKTAN, Zonguldak, Safranbolu
  70. Adıyaman​ 
  71. Aksaray
  72. Ardahan
  73. Bartın
  74. Batman
  75. Bilecik
  76. Bingöl
  77. Düzce
  78. Iğdır
  79. Kırıkkale
  80. Yalova
  81. Karabük 


2) Prof Şevket Aziz Kansu; Anadolu'da Türk mütefekkirlerinin coğrafi yayılışı üzerinde bir araştırma. "A research on the geographical distribution of Turkish intellectuals in Anatolia," Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi I, 1942. 21-34.

Bu kaynağa göre;

EN ÇOK MÜTEFEKKİR YETİŞTİREN İLK 10 İL (OSMANLI ANADOLU COĞRAFYASI)


  1. Amasya
  2. İstanbul
  3. Edirne
  4. Bursa
  5. Siirt
  6. Konya
  7. Aydın
  8. Tokat
  9. Çanakkale
  10. Diyarbakır

Prof Kansu, antropolojik bir değerlendirme üzerinden de gitmiş.

İlk 10 il incelendiğinde Anadolu'nun kadim geçmişinin izleri apaçık gözüküyor.

Hepsi kadim yerleşimler..









Fikirsel Çeşitlilik, Ömer Özkaya

Fikirsel Çeşitlilik (2)

Fikirsel zenginlikler konusunda belki de en önemli husus, çeşitliliklerin ve bunların yaşam alanlarının korunmasının uzun vadede olan değeridir. Fikirsel tür ve çeşitlerin, sadece müzelerle, halk oyunları ekipleriyle ve şahsi çabalarla korunması zordur. Bunların ortaya çıkıp geliştikleri ortamları bir bütün olarak korumak ve devam ettirmek gerekir. 
Devletlerin fikir ıslah çalışmalarını sürdürebilmeleri için sürekli olarak fikir çeşitliliklerine ihtiyaçları vardır. Yerel fikirler ile bunların deforme olmuş halleri dahi, ıslah proğramları için gerekli çeşitliliğin hammadde kaynağıdır. Toplumbilimciler dışında önemi pek takdir edilmeyen bu kaynak, yavaş yavaş kurumakta, yerel fikri çeşitler yıldan yıla azalıp ortadan kalkmaktadır. 
Ortaya çıkıp geliştikleri çevrenin koşullarına binlerce yıl boyunca dayanıp uyum sağlamış fikirsel çeşitler, oldukça önemlidir. Ancak çoğu zaman verim düzeyleri, ıslah ve dizayn edilmiş çeşitler kadar yüksek değildir. Kısa vadede arzulananın alınmasını sağlayan ve genellikle yabancılarca ıslah edilmiş çeşitler, hızla yerel ve milli fikir çeşitlerinin yerini almakta, faydalanılmayan yerel çeşitler ise zamanla kaybolmaktadır. Oysa fikri ıslah proğramlarının sürdürülebilmesi, değişen dünya şartlarına ve terör gibi ortaya çıkan sorunlara karşı dirençli yeni fikirlerin geliştirilebilmesi için, yerel çeşitliliğin hammadde kaynaklarının korunması gereklidir. 
Gelişmiş ülkeler, başta bu coğrafya olmak üzere, kritik bölgelerde, insanları insanlara karşı, fikirleri fikirlere karşı kullanarak hükümlerini sürdürüyorlar. Şimdi Amerika’nın, bir canlının doğal düşmanıyla olan ilişkisini tekrar canlandırmak suretiyle tabiatta yaptığı ve halen devam eden bir uygulamasına bakalım: 
“ABD’nin Maryland eyaletindeki uzmanlar istilacı bir böcek türünü kontrol altına alabilmek için böcekleri böceklere karşı kullanıyor. Bir diğer deyişle, böcek ilacı kullanarak doğaya zarar vermektense, uzmanlar bu böceklerin doğal düşmanlarını kullanmayı tercih ediyor. Ağaç kabuklarının altında yuvalayan Zümrüt Matkabı böcekleri, besin almasını engelleyerek milyonlarca ağacın ölümüne neden oluyor. 1990’lı yıllarda Zümrüt Matkabı böceği Çin’den geldiğinde doğal bir düşmanı yoktu. Ancak uzmanlar böceğin düşmanını keşfetti. Zümrüt Matkabı böceğine saldıran yaban arıları, antenlerini kullanarak ağaçların kabuklarındaki yumurtaların yerlerini tespit ediyor. Arılar daha sonra bu yumurtaların içine kendi yumurtalarını bırakıyor; arı yavruları Zümrüt Matkabı böceğinin yumurtasıyla beslenerek gelişiyor. Böylece böcekler daha yumurtadayken ölüyor.” (Kaynak: Amerikanın Sesi – 17 Ekim 2014) 
İrili ufaklı fikirlerin doğrudan ekonomik, siyasi bir yararı yoksa da, sosyal dengede çoğumuzun bilmediği görevleri vardır. Fikirler, doğup geliştikleri çevreden soyutlanamazlar. Dolayısıyla fikir tür ve çeşitlerinin korunması sorunu, aslında sosyal doğal alanların korunması sorunudur. Fikirlerin varlığını devam ettirmeleri, içinde bulundukları yaşam alanının sağlıklı bir şekilde korunmasına bağlıdır. Yakın tarihimizde meydana gelen bazı provakatif eylemler, Türkiye’nin Ortodokssuzlaştırılmasına, Musevisizleştirilmesine ve Süryanisizleştirilmesine sebep olmuştur. 
Sosyal alanların korunması, sadece fikri tür ve çeşitlerin korunmasıyla ilgili değildir. Sağlıklı olarak korunabilmiş sosyal çevrelerin insanlar için somut bir değeri de vardır. Tüm yiyeceklerimiz, aldığımız hava doğadan geldiği gibi, ürettiğimiz tüm atıklar (problemler) da doğa tarafından zararsız hale getirilir. Fikirsel çevrenin bozulması, işte bu yaşamın sürmesini sağlayan sistemlerin aksaması ile sonuçlanır. Tabiatta çakalın da, farenin de bir yeri vardır. 
Bir dozere binip, her yeri dümdüz yapmak isterseniz, olacak olan, bugün olandır.

Fikirsel çeşitlilik 

Fikir çeşitliliğini korumakla asayiş ve milli güvenlik arasında bir çelişki var mıdır? 
Fikirsel çeşitlilik, insan ve toplumların geleceğinde önemli bir yer tutar. Ülkemizin fikirsel zenginliklerinin değerini iyi kavramak, bu zenginliklere sahip çıkmak ve bunları uzun süreçte korumak, milli güvenlik açısından önemlidir. Çünkü ülke milli güvenliği, er geç beşeri potansiyele dayalıdır. 
Anadolu'nun dünyanın en eski uygarlık merkezlerinden biri olmasında önemli etkenlerden biri, medeniyet üretmeye uygun fikirlerin tür ve çeşitlilik bakımından burada doğal olarak bulunmasıdır. Yani Anadolu medeniyetlerinin ortaya çıkmasında bu coğrafyadaki fikirsel çeşitliliğin rolü yüksektir. 
Batılılar, fikir ıslah ve inşaa çalışmalarında bu coğrafyadan derlenen fikirsel çeşitlilikleri kullanmışlardır? Çünkü ıslah ya da inşaa çalışmalarıyla üretilmeye çalışılan yeni yüksek vasıflı fikirler için gerekli genler, bu fikirlerin anayurtlarındaki köklerinden ya da akrabalarından gelir. Bu bakımdan fikir beşiği Anadolu, dünyanın uzun vadedeki güvencesidir. 
Genel olarak bir ülkedeki tüm fikir türleri, hem o ülkenin, hem de dünyanın zenginliklerinden sayılır. Ayrıca bu fikirlerin değişik çeşitleri ve “yabani” akrabaları da önemlidir. Çünkü yerel çeşitler ve “yabani” türler, stratejik değeri olan fikirlerin gen rezervi durumundadır. Dolayısıyla fikirsel çeşitliliğin korunması bir nevi sigortadır. 
Bu coğrafyanın dünya açısından en büyük önemi, sakladığı fikirsel zenginlikleridir, en önemli doğal kaynağı da, madenleri ve petrolleri değil, bu fikirlerin taşıdığı genlerdir. 
Doğrudan insana faydası olan, değer taşıyan fikir türlerinin önemini takdir etmek nisbeten kolaydır. Fakat bir değeri olmayan, fakat yine de önem taşıyan pek çok fikir çeşidinin değerini anlamak daha güçtür. Bize önemsiz gelen canlılar/fikirler, bir saat zembereğinin dişlileri gibi birbiriyle ilişkide bulunmakta, bizim de bir parçası olduğumuz ekosistemi sağlıklı tutmaktadır. Bu ekolojik zemberek o kadar girifttir ki, hangi canlının/fikrin, ekosistemde tam olarak ne rol oynadığını bilmiyoruz. Kesin olarak bilinen şey, insanoğlunun, bugün kaynak olarak kullandığı fikir çeşitlerinden ancak tabii sistemler sağlıklı olduğu sürece yararlanabileceğidir. 
Fikir çeşitliliğinin önemini biyolojik çeşitlilik üzerinden örneklendirecek olursak; dünyanın çeşitli yerlerindeki bazı balık türleri, göç yollarının barajlarla kesilmesi nedeniyle kaybolmuşlar, tarım ilaçlarının yararlı böcekleri öldürmesiyle pamuk zararlıları artmış, arılar azalmış, Güneydoğu Anadolu'da yılanların bilinçsizce öldürülmesiyle tarıma zarar veren fareler artmıştır. Ekoloji biliminin teknik literatürü, buna benzer örneklerle doludur. İnsanoğlu, değerini bilip anlamadığı fikir türlerinin çeşitli nedenlerle ortadan kalkmasına göz yumarsa, uzun vadede bindiği dalı kesmiş, Dünya Hükümeti'ne hizmet etmiş olacaktır. 
Gelecekte hangi fikirlerin ne gibi bir önem kazanacağını da önceden kestirmek zordur. Bugünün önemsiz bir düşüncesi, yarının müzmin bir sorununun ilacı olabilir. Doğal ortam köklü biçimde bir sebeple değişip çoraklaşırsa, ihtiyacımız olduğu zaman arayacağımız fikirler orada olmayacaktır. 
Fikirsel zenginlikler konusundaki talihsizlik, uzun süreçte bu kaynakların getireceği yararların, güncel hayattaki değerlerin yanında gözümüze pek görünmemesidir. 
Bazen zannedildiği gibi, asayiş ve milli güvenlik ile fikirsel zenginlik arasında bir çatışma yoktur. Bu yanlış zan, terörle fikir çeşitliliğinin karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Eski hatalarını tekrar etmemeyi öğrenen gelişmiş devletler, uzun vadeli sağlıkları için önce fikir çeşitliliğinin korunması gerektiğini anlamışlardır. Yine ekosistem üzerinden örneklendirecek olursak; önemsemediğimiz ve hatta sivrisinek yuvası diye kurutmak istediğimiz sazlıklar, kanalizasyon sularını süzüp arıtırlar, yine kurutmak istediğimiz bataklık alanlar, düşen yağmuru sünger gibi tutup, doğanın su dengesini düzenleyerek sel felaketinin önlenmesinde, yeraltı sularının sağlıklı akmasında rol oynarlar. Doğadaki biyolojik çeşitliliği oluşturan tüm tür ve çeşitler gibi fikirsel çeşitliliklerin de bir bütün olarak düşünülmesi ve korunması gerekir. 

Kaynak: http://www.gunes.com/Yazarlar/%C3%96mer-%C3%96zkaya-69

19 Haziran 2016 Pazar

FATİH SULTAN MEHMET VE KÜTÜPHANELER (Derleyen: Bülent Ağaoğlu) 18-06-2016

KISACA

Bir kitapseverdir. 

“Yine bu inziva devresinde kitap ve kütüphane mefhumuna çok bağlanmış ve Manisa'daki hususî kütüphanesini inkişaf ettirmiş ve kıymetli eserleri çoğaltmıştır”

"Fatih Sultan Mehmet kendine ait ilk kütüphaneyi tarihi tam olarak belirlenemeyen ancak XV. yüzyılın ilk yarısı sonları olarak (1447-1449) tahmin edilen dönemde, Manisa’da Saruhan sancakbeyliği sırasında Şehzadeler Sarayı’nda kurmuştur.”

İstanbul’da 14 kütüphane kurdurmuştur.

 “Fâtih Sultan Mehmed Han’ın yalnız kendisi ve saray için değil halk için açtığı bu kütüphâneleri de önemlidir.”

“Topkapı Sarayı'nda da bir kütüphane kurdurmuş, başına da Molla Lütfü'yü tayin etmişti.”

“Fatih dönemi, kütüphane kültürü açısından oldukça önemli ve diğer dönemlere nazaran daha parlak bir dönemdir.”

"Hakkında kesin bilgi olan ilk kütüphane Fatih Sultan Mehmed tarafından 1459 yılında yaptırılan Eyüp Camisi’nde bulunan kütüphanedir.”

---------------------------------------------,


ALINTILAR
1//

http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/viewFile/1848/1828 

2// 
"Eğitimin ve kütüphanelerin ne kadar önemli olduğunu anlayan Fatih Sultan Mehmet, asıl ‚fetihlerini’ eğitim alanında gerçekleştirmiştir. Pekçok eğitim kurumu açtırmış ve feth ettiği İstanbul’da 13 kütüphane kurdurtmuştur." http://www.aksam.com.tr/kitap/dort-kitap-bir-konu-homeros-troya-turkler-ve-fatih-sultan-mehmed/haber-405603
3//
 "Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u feth ettikten sonra, çeşitli îmâr faaliyetleri yanında önemli kütüphâneler yaptırdı. Fâtih ve Eyyûb Sultan Câmii kütüphâneleri bunlardan olup, buralara ikişer bin kadar kitab vakfetti. Sarayda kurduğu kütüphâne kendisinden sonraki sultanlar zamanında zenginleştirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın yalnız kendisi ve saray için değil halk için açtığı bu kütüphâneleri de önemlidir. Türkçe vakfiyesinde; “Câmi-i şerifin garbisinde (batısında) bir buka-i latife (hoş bir bina) dâhi inşâ buyurdular tâ ki medârise-i şerîfelerinde (medreselerde) ifâde-i ulûm eden müderrisin (ders veren müderrisler) ve iktibâs-ı ulûm-ı âliye (yüksek ilimleri tahsil) eden tâlibîn-i müstaiddîn (kabiliyetli talebeler) belki ulemâ-yı mütehassisin vesâir muhtâcîn için vakıf buyurdukları kitaplar için mahzen olan (kütüphâne olan) yer” denmektedir." http://www.bizimsahife.org/Kutuphane/Osmanli_Tarihi_Ans/Osmanli_Tarihi_K/322_Kutuphane.htm 

4//
 "Hakkında kesin bilgi olan ilk kütüphane Fatih Sultan Mehmed tarafından 1459 yılında yaptırılan Eyüp Camisi’nde bulunan kütüphanedir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmed 1463-1470 yılları arasında Fatih Camisini yaptırarak etrafına sekiz medrese kurdurdu. Bizans kiliselerinde bulunan sınıfları buraya getirtti. Amaç, camide merkezî bir kütüphane kurarak kullanımı kolaylaştırmaktı. Sultan tarafından bağışlanan kitaplarla eser sayısı 839’a çıktı. Ayrıca, Topkapı’da, Edirne’den gelen kitaplardan oluşan bir koleksiyon kurdu." http://www.kalemguzeli.net/osmanli-kutuphaneleri-2.html 

5//
“Fatih Sultan Mehmet’in (1432-1481): çocukluktan başlayan büyük bir okuma tutkusu vardı. Arapça ve Farsçanın yanı sıra Latince, Yunanca, Slavca ve İbranice’yi de öğrenen Fatih Sultan Mehmet bazen sabaha kadar okur, okuduklarını not alır, onlardan yararlanarak planlar yapardı.Fetih olayındaki en büyük payı da bu “okuma sevdası” dır.” http://www.okumasevgisi.com/default.asp?mct=detay&Topic_ID=26533
“Bunun yanında kitap sevgisi de dillere destandır hem de daha yaşadığı dönemde… Fatih'e tarih ve coğrafya konularında danışmanlık yapan İtalyan gezgin Anconalı Cyriaco'nun hükümdara yüksek sesle kitap okuduğu, Fatih'in de bundan çok memnun olduğu rivayet edilir.” http://www.yenisafak.com/kitap/kitaplarin-fatihi-521134

6//
Güven, Emin: Fatih ve Kanuni’nin Kitap Sevgisi… http://www.marasmanset.com/yazi/3429/fatih-ve-kanuni-nin-kitap-sevgisi%E2%80%A6.html 

7//
“4 — İstanbul'un 1453 te Fâtih Sultan II . Mehmed tarafından fethinden sonra, ilk kurulan tesisler arasında olan cami ve medrese ve tekkelerde, İslâm geleneklerine uyularak kitap dolaplarının da bulundukları göze çarpar. Kısa bir süre sonra kütüphaneler de kurulmaya başlanmıştır. Fâtih Sultan II. Mehmed'in Eyüp Sultan Camiine 2000, Fâtih Camiine ise bundan daha çok sayıda kitap vakfettiğini biliyoruz. Fatih ayrıca eski sarayında özel bir «Dâru'lKütüb-Kitabevi, Kütüphane» kurdurmuştur. Bu kütüphane, 1478 de Topkapı sarayına nakledilmiş, sonradan gelen padişahlar tarafından zenginleştirilerek günümüzdeki «Topkapı Sarayı Kütüphanesi» meydana gelmiştir.” http://acikerisim.fsm.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11352/1157/G%FCnd%FCz.pdf?sequence=1  

8// 
“Manisa inzivası Sultan Mehmed Çelebi'ye cidden faideli olmuştur. Bilâhare ilerleteceği tarih bilgisinin esaslarını bu devrede öğrenir. İstanbul fethi meselesi daha çocukken dimağını işgal etmiş ve üzerinde meşgul olmuştur ki tahta geçer geçmez hemen hazırlıklara geçmesi de zihninin bu mevzuda hazırlıklı olduğunu gösterir.
Yine bu inziva devresinde kitap ve kütüphane mefhumuna çok bağlanmış ve Manisa'daki hususî kütüphanesini inkişaf ettirmiş ve kıymetli eserleri çoğaltmıştır. Esasen dedesi olan Çelebi Sultan Mehmed kitap ve kütüphaneye meraklı idi. Ona da bu merak maalesef indî olarak okuma ve yazması olmadığı söylenen dedesi I. Sultan Murad'dan geliyor ki onun bir okur yazar ve Arapçaya da vâkıf bir hükümdar olması ihtimali üzerinde çok duruyoruz, çünkü hususî kütüphanesinin bir eseri elimize geçmiştir.6 Torunu Çelebi Sultan Mehmed'in hususî kütüphanesine ait bir çok esere rastladık. Hepsinde de kendi el yazısıyla
Malîkühül Veliyyül Hamid Mahemmed bin Bâyezid temellük kitâbeleri vardır.7
Çelebi'nin oğlu ve Sultan Mehmed Çelebi'nin babası ilme, sanata, edebiyat ve musikiye meraklı ve bunları eserlerinden takip eden ilim ve âlim âşıkı II'inci Sultan Murad'ın gayet güzel ve sureti mahsusada yazdırılmış ve tezhip ve teclit edilmiş kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardır. Her ne kadar ilk çocukluk yaşlarında okumağa heves, yaşı gelmediğinden, ilmi önceleri sevmediği mânası çıkarılan Fâtih'in okumağa ve yazmağa başladıktan sonra bu kütüphane içinde kitap ve kütüphane zevk ve hevesiyle büyüdüğüne ve bunu sevdiğine şüphe edilmemelidir. Çünkü o kitap toplamakla kütüphanesini zenginleştirmekte şark hükümdarları arasında en ileri bir mevki' almıştır. Oğlu II. Sultan Bâyezid de kitap ve kütüphane merakını daha çocukluğunda baba ve dedesi kitaplarından öğrenmiştir ki onun da babasından kalan ve ayrıca elde ettiği kıymetli kitapların yekûnu üzerinde takdirkârlık ve hayranlık uyandıracak derecededir.
Sultan Mehmed Çelebi bu tesirlerle kütüphanesini daha Manisa'da iken kurmuş ve ikinci defa tahta geçince babasının kitaplarıyla ve sonra hususi hayatlarına ve saraylarında tesis ettiği nakışhanede yeniden istinsah ettirdiği kitaplarla zenginleştirmiştir ki bunun hemen dörtte üçü elimizden geçmiştir.
İşte Sultan Mehmed Çelebi'nin bu kütüphanesi üç defa yer değiştirir. İlk önce Manisa'da gelişen bu Kütüphane 1451'de Edirne sarayına taşınır, fetihten sonra da İstanbul'a önce Eskisaray'a sonra Yenisaray'a yerleştirilir.
Saraydaki bu hususi kütüphanesinin ilk Hafızıkütübü fahri hocalarından Sinan Hocapaşa'nın tavsiyesiyle Fâtih'e takdim edilen Tokatlı Molla Lütfi'dir. Bu Fâtih'in kitaplarından emriyle seçerek Külliye'nin medreselerine götürmüştür. Yani Fâtih'in İstanbul sarayındaki kütüphanesinden Zeyrek ve Ayasofya, Fâtih Camii, 8 "Semâiye," medreselerine olmak üzere 11 kütüphaneye eser vermiştir.8
Bir taraftan hattatlarına yazdırarak ve nakışhanesinde tezhip ettirerek birçok eserleri kopya ettirmiş ve süsletmiştir ki bunlar o devrin ince sanatlardaki zevkinin tenevvüünü gösterir emsalsiz ve pek kıymetli sanat eserleridir. Bunlar yalnız süslü ve güzel olmakla kalmamış bu sâyede bir çok nâdide eserler de çoğalmıştır. Bunların mühim bir kısmını aklî "fennî" eserler teşkil eder. “ https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=383898   

9// 
"Bilime, tarihe ve felsefeye özel ilgi gösterdi. Türkçeden başka Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca kitaplardan oluşan özel bir kütüphanesi vardı." https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Mehmed 

10//
 "Fatih Sultan Mehmet kendine ait ilk kütüphaneyi tarihi tam olarak belirlenemeyen ancak XV. yüzyılın ilk yarısı sonları olarak (1447-1449) tahmin edilen dönemde, Manisa’da Saruhan sancakbeyliği sırasında Şehzadeler Sarayı’nda kurmuştur. Kütüphanenin sonradan yanıp yıkılan, kısmen restore edilip bugünkü Manisa Halkevi’nde bulunan kulede kurulduğu tahmin edilmektedir. Fatih’in bu devre ait kitaplarının üzerinde “Mehmed bin Murad Han” mührü yer almaktadır. Fatih ikinci özel kütüphanesini, 1454’te kısmen Manisa’dan götürdüğü kitaplarla Edirne’deki Cihannüma Kasrı’nda kurmuştur.
Bir diğer kütüphaneyi İstanbul’un fethinden hemen sonra bugünkü Bayezid Meydanı yakınlarında inşa edilen Eski Saray’da kurmuş, daha sonraki yıllarda bu kütüphane Topkapı Sarayı olarak bilinen Yeni Saray’a taşınmıştır. Bu dönemde Fatih’in kütüphanecisi filozof, matematikçi, bibliyograf ve şair olan Molla Lütfi’dir. Sinan Paşa’nın (Hoca Paşa), Molla Lütfi için Fatih’e “İlme vakıftır. Elif  
gibi doğrudur. Kabiliyetlidir. Kütüphanenizi ona bırakınız” diye öneride bulunduğu bilinmektedir. Fatih Sultan Mehmet, Hoca Paşa ve Molla Lütfi saraydaki kütüphanede bir araya gelerek çalışmışlar, kütüphaneyi adeta bir akademi gibi kullanmışlardır.13 Fatih Sultan Mehmet döneminde kendi kurduğu saray kütüphanelerinin dışında ülkenin çeşitli şehirlerinde yaptırılan külliye, cami, medrese gibi eğitim-öğretim kurumları içerisinde de çok sayıda kütüphane kurulmuştur. Kendisinin kurdurduğu Fatih Camii ve Külliyesi bunun en önemli örneklerinden biridir.14
Fatih dönemi, kütüphane kültürü açısından oldukça önemli ve diğer dönemlere nazaran daha parlak bir dönemdir. Bunun önemli nedenlerinden ilki 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesi ile Fatih’in İstanbul’u devletin başkenti yapma isteğinin yanı sıra bu büyük devlete başkentlik yapacak olan şehri aynı zamanda dünyanın -özellikle de İslam dünyasının- en büyük sanat, bilim ve kültür merkezi yapma amacıdır. İstanbul’un fethi aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemine girdiği süreci de ifade etmektedir. İkincisi, Fatih’in kişisel olarak bilim ve tekniğe olan ilgisidir. Bu da dolayısıyla ilgi alanına giren konularda gerekli olan yazılı belgeleri yakından takip ettiğini ortaya koymaktadır. Bu özel ilginin oluşmasında, birer bilim adamı olan hocaları Molla Güranî ve Molla Hüsrev’in de payı büyüktür. Üçüncüsü ise, Fatih’in kendisinden önce gelen padişahlardan da devraldığı konu bakımından geniş ve niceliksel olarak büyük sayıdaki kaynağa sahip olmasıdır." 
-------------,
14 Melek Dosay Gökdoğan ve Yavuz Unat, “Fatih Dönemi (1451-1481) Bilim Anlayışı ve Bilim Adamları”, İstanbul’un Fethinin 550. Yılı Anı Kitabı içinde (35-46). Ed.: Esin Kahya ve Ayten Aydın, Ankara 2004, s. 35, 37.
--------------,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/188.pdf 

11//
“Kütüphanelerin bilimsel yaşama etkisi ile ilgili olarak, öğretim görevlileri ve öğrenciler için vakfedilen bina ve kitaplarla ilgili en önemli örnek, Fatih Camii ve Külliyesi için Fatih Sultan Mehmet tarafından önce Arapça hazırlatılmış daha sonra oğlu II. Bayezit tarafından yenilenmiş ve son olarak da Türkçeye çevrilmiş olan Fatih Vakfiyeleridir. 1493 tarihli vakfiyede “…cami-i şerifenin canib-i garbisine bir buk’a-yı latife dahi inşa buyurdular ta ki medaris-i şerifelerinde ifade-i ulum iden müderrisin ve iktibas-ı ulum-ı aliyye iden talibin-i müste’idin belki ulema-yı müstehikkinden sair muhtacin içün vakf buyurdukları kitablar içün mahzen ola…”,
“muhtac oldukları kütübün tafsiline vakıf olub nazır yahud kaim-makam-ı nazır  
marifetile kütüb-i mevkufeyi ehl-i medaristen diriğ itmeyüb hıfz-ı kütüb-i mevkufelerinde sa’y-i beliğ eyleyüb” ifadeleri ile Fatih’in kurmuş olduğu Sahn-ı Seman medreselerinde görev yapan müderrisler ve eğitim gören öğrencilerin faydalanacakları kitapların korunması için bir kütüphane kurulmuş olduğu belirtilmiştir. Müderris ve öğrencilerin yanı sıra dışarıdan da gelecek olan diğer müderrislerin de gerektiği zaman faydalanabileceği belirtilmiştir. 37” 
-----------------,
37 Özer Soysal, Türk Kütüphaneciliği-II: Kütüphane Türleri, Görevlendirme İlkeleri, Ankara 1998, s. 16, 71-74.; Müjgan Cunbur, “Fatih Devri Kütüphaneleri ve Kütüphaneciliği”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, 6 (4), 1957, s. 4-6.; Ayrıca bkz. Fatih Mehmed II Vakfiyeleri, İstanbul, 1938.; 901 Tarihli Arapça Vakfiye’den Çeviri Türkçe Vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Genel 1373, Kasa 46.
-----------------,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/188.pdf 

12//

“İkinci başşehrimiz Bursa'da, yukarda da belirttiğimiz gibi, daha Sultan Orhan ve Murad Hüdavendigar devrinden itibaren kurulmağa başlayan Osmanlı Saray kitaplıkları her ne kadar Yıldırım Bayezid devrinde de Timur istilası sonucu yanmış ve eserleri dahi kalmamışsa da, bunları Çelebi Sultan Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmet zamanında Bursa, Edirne ve Manisa saraylarında kurulan yeni yeni kitaplıklar koğalamıştır. Ne yazık ki, bugün Edirne sarayının yerinde yeller esiyor, bu sebeple kütüphanesi de yok olmuştur. Halbuki Fâtih Sultan Mehmet'in daha şehzadeliğinde Manisa'da kurulan kütüphane bir kaç duvar halinde dahi olsa el'an ayaktadır ve Manisa eski Halkevi'nin bir köşesini teşkil etmektedir. 
Ve sonra İstanbul'un fethi üzerinedir ki, medeniyetlerin kılıç gücü kadar, fikir gücüne de muhtaç olduğunu bilen genç hükümdar II. Mehmetiin gayretleriyle İstanbul'da kısa zamanda tam 14 Osmanlı - Türk kitaplığı kurulmuştur:
1- Fetihten hemen sonra padişah için Eski ve Yeni Saray'da kurulan özel kitaplık.
2, 3-  Fatih Külliyesinin bir parçası olarak 1453 de Zeyrek'deki Pantokkator Manastırında ve Ayasofya Papaz Odalarında öğrenci ve hocalar için kurulan iki kitaplık. 
4 - Eyüp Sultan Camii”ndeki kitaplık.
5- Mahmut Paşa Medresesindeki kitaplık.
6 - H. 875/M. 1470 de ibadete açılan Fatih Camiindeki kitap dolapları ki, bu gelenek zamanla Ayasofya, Bayezid, Şehzade, Süleymaniye, Sultan Selim ve Nuruosmaniye gibi Selahattin camiilerinde de sürdürülmüştiir.
7, 14- Fatih camii etrafındaki sahn Medreselerinde, bu 8 yüksek öğretim müessesesinde kurulan kitaplıklar, daha doğrusu kitap odalarıdır.
Fâtih'in bu kütüphaneler için özel kitaplığından bizzat ayırdığı ve üzerine kendi eliyle Sultani diye yazdığı 800 kadar kitap bugün malûmumuzdur. Bunların fihristi halen Topkapı Sarayı'ndadır ve Prof. Deismann'a göre, bunların 587 tanesi gayrı İslâmi, yani bugünkü anlamıyle müsbet ilim eserleridir.
Bu kitaplar şimdi çeşitli kütüphanelere dağılmıştır. Şahsi tesbitlerimize göre halen 27 tanesi Ayasofya, 13 tanesi III. Ahmet, 9 tanesi Şehzade, 6 şar tanesi Köprülü ve Fâtih, 4 tanesi Süleymaniye; 3 er tanesi Turhan Valde, Şehit Ali  Paşa ve Feyzullah Efendi, 2 şer tanesi Nuruosmaniye ve Laleli, 1 er tanesi de Revan Odası, Damat İbrahim Paşa ve Es'at Efendi  kitaplıklarındadır.
Fatih Sultan Mehmet bu kitaplıklarla ilgili olarak ikinci Arapça vakfiyesinde aynen şöyle diyor:
‹‹Mütevelli her 3 ayda bir, lüzum görürse her ay, kitapları teftiş edecek, hâfız-ı kütüpten bütün kitapların bir deftere kaydını ve tozlarının alınıp, sahifelerinin iyi korunmasını ve alimlere ve talebelere emanet verilecek kitapların arkasının aranmasını isteyecektir.»
Görülüyor ki 500 küsur sene önce yapılan bu vasiyet bugünkü modern kütüphaneciliğin gereklerine hiç de aykırı düşmemektedir. Hükümdarların bu güzel eserlerine devrin Molla Hüsrev, Kadızade Rümi ve Hatipzâde gibi ünlü ilim adamları da katılmakta gecikmemişlerdir, ve sonra babasının bu güzel eserini Fatih'in oğlu Sultan Bayezid II sürdürmüş ve bütün bu kütüphaneleri devamlı beslemiştir. Hatta babasının Sultani kaydiyle vakfettiği kitapları, kendi mühürü ile mühürlemiş, ve deftere geçirtmiştir. Yavuz Sultan Selim I'in Merc'i Dabık zaferi ve Kahire`nin zabtı ile Bağdat ve Mısır'ın o zengin kitaplıklarının pek çoğu da İstanbul'a gelmiştir.” http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/view/1635

13//
“Beylikler devrinde hükümdar ve beylerin Selçuklu geleneğini devam ettirerek kurdukları kütüphanelerin bir çoğu günümüze kadar gelebilmişlerdir. Ancak biz, burada Osmanlılar’ın zamanındakilerle temasa yetineceğiz. Küçük çapta da olsa umumi kütüphanelerden sayılabilecek olanların xv. Yüzyıl ortalarından itibaren görüldüğü söylenebilir. Bu umumi kütüphanelerden biri Fatih Sultan Mehmed’in  Eyüb Camii içinde ihdas etmiş olduğu küçük bir kitaplık dolabı ile Timurtaş Paşazade Umur Bey’in Bursa’da kendi camisi yanındaki kütüphanesidir”.  (225.sayfa)  İçinde: Türk Medeniyeti Tarihi.  / yazarlar Mehmet Şeker, Süleyman Genç ; editör Nesimi Yazıcı.  6. bs. Eskişehir : Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi, 2005, c1999. (T.C. Anadolu Ünivesitesi yayını ; no. 1150. Açıköğretim Fakültesi yayını ; no. 609) ISBN 975-492-903-3 /  "İlahiyat Önlisans Programı (İÖP)."

14//
“İstanbul, fetihle birlikte İslam medeniyetinin en cazip ülkesi haline getirilmiş ve idari olmanın yanı sıra ilmi açıdan da bir merkez haline dönüşmüştür. Fatih Sultan Mehmed'in bu konuda şahsi gayretlerine diğer devlet adamları da katılmış ve başta burası olmak üzere pek çok şehirde yeni sosyal muhtevalı kurumlar tesis edilmiştir. Fatih, Edirne sarayında bulunan kitaplarını Bayezid'de yeni yapılan Eski Saray'a14 getirmiş ve İstanbul'un bilinen ilk kütüphanesini kurmuştur. Ayrıca kendi adına 1470 yılında kurduğu külli- 
---------------
12 A Süheyl ünver, "Çelebi Sultan Mehmed'in Hususi Kütüphanesi", Türk Kütüphaneci/er Denıeği Bülteni, 1970, c. XIX, sy. 4, s. 291-295.
13 A. Süheyl Ünver, "Edirne'de II. Murad'ın Kurduğu üç Kütüphane", Güney-Doğu Avrupa Araştırmalan Dergisi, 1972, sy. ı, s. 255-256.
14 Banu Bilgicioğlu, "Fatih'in Fetihten Sonra Kurduğu İlk Saray", Kültür, Yaz 2008, sy. ll, s. 60-69. 
15 TALİD, 6(12), 2008, S. Aydüz
----------------
yedeki dört medreseye ait olmak üzere dört adet de kütüphane açmış ve daha s oma Ayasofya ve Zeyrek medreselerinde bulunan kitapları da buraya getirterek camide kurulan büyük bir kütüphanede biraraya toplamıştır. Fatih'in husus! kütüphanesinde 12.000 adet kitabın bulunduğu ve bu kütüphaneye Molla Lütfi'nin haftz-ı kütüb olarak tayin edildiği ileri sürülmektedir.
Konuyla ilgili Dursun Gürlek'in yazdığı "Fatih Sultan Mehmed'in Kütüphane Müdürü: Tokatlı Molla Lütfi" (Kültür, Yaz 2008, sy. ll, s. 48-55) ve Hakkı Şinasi Çoruh'un "Fatih'in Kütüphane Memuru, Büyük Türk Ansiklopedisti Molla Lütfi (-?/1494)" (Türk Kültürü, 1972, c. X, sy. 115, s. 435-442) adlı makaleleri ile Tahsin Öz'ün Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmet II'ye Ait Eser ler, (Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1953) Orhan Ş aik Gökyay'ın Molla Lütfi (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987) isimli kitabı konuyla ilgili geniş bilgiler vermektedir.” http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02512%5C2008_12/2008_12_AYDUZS.pdf

15// 
“Osmanlı hükümdarları arasında kitapseverlik, kitap dostluğu adeta gelenekleşmiştir. Bu dostluk Fatih Sultan Mehmed'in çağında en parlak devrine ulaşmış, II. Bayezid'de kitaplara tutku derecesindeki bağlanışın delilleri günümüze kadar kalmıştır.” 
“Osmanlı hükümdarları arasında kitap sevgisi nasıl gelenekleşmiş bir husus ise, Kanunî devrine gelinceye kadar kütüpha- ne kurma konusu da o derecede yerleşmeye başlayan bir adet halini al- mıştır. Daha gerilere gitmeden, meselâ Fatih'in Istanbul'un fethinden sonra çeşitli medreselerde ve bilhassa Fatih Külliyesinde, II. Beyazid'in Amasya ve Edirne'deki külliye içinde kurmuş oldukları kütüphaneleri bu sözümüze birer delil olarak gösterebiliriz.” http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/viewFile/1844/1824 
“ilim ve irfanla yoğrulmuş büyük kumandan İstanbul'un Fatihi Fatih Sultan Mehmet tarafından umumi kütüphanelerin kurulduğunu görüyoruz.” http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/download/1982/1954 

16//
“İstanbul’da kütüphane kuran ilk sultan da haliyle, şehri ilim membaı haline getiren Fatih olmuştur. O, Manisa’dan Edirne Sarayı’na götürdüğü kitaplarını fetihten sonra evvelâ Eski Saray’a, sonra da Yeni Saray’a (Topkapı Sarayı) naklettirmişti. Bu kütüphane, esasında İstanbul’un da Beyazıt Devlet Kütüphanesi ilk kütüphanesiydi ve meşhur âlimlerden Molla Lütfi bir müddet hâfız-ı kütüblüğünü yapmıştı. Hatta nakledilir ki bir gün Fatih kütüphaneye gelip Molla Lütfi’den bir kitap istemiş. O da biraz yüksekçe bir yerde olan kitabı almak için bir mermer taşını basamak olarak kullanmış. Fakat birden hiddetlenen Fatih, “ne yaptın, o bastığın taş İsa Aleyhisselam’ın üzerinde doğduğu taştır” diye çıkışmış. Molla Lütfi o esnada seslenmemişken biraz sonra bir köşede, kitapların üzerine örtülmüş eski püskü, tozlar içindeki bir bez parçasını getirip padişahın dizinin üstüne büyük bir ihtiramla bırakmış. Niye bezi üstüne bıraktığını soran Fatih’e cevabı da, “Sultanım niye huzursuz olursunuz, bu bez Hz. İsa’nın beşiğinin bezidir” olmuş.
Raflarını İslâmî yazmaların dışında İtalyanca, İbranice, Grekçe, Latince, Ermenice ve Süryanice kitapların da süslediği bu ilk saray kütüphanesindeki eser sayısı, II. Bayezid devrinde çıkartılan envantere göre 5 bin yedi yüz cilt içinde 7 bin iki yüz adet idi.
Fatih Camii’nde bir araya getirilerek hizmete açılmıştı. Esas koleksiyonunu Fatih’in vakfettiği 900 civarında kitabın oluşturduğu bu kütüphane, müteakip asırlar boyunca Fatih Camii içinde hizmet verecek ve yeni bağışlarla eser sayısı her geçen gün artacaktı.
İstanbul’un fethini müteakip Fatih Sultan Mehmed’in bânîsi olduğu Eyüp Sultan Camii’nde oluşturulan kütüphane de şehrin ilk kütüphanelerindendir. XX. asrın ilk çeyreğine kadar faal olan kütüphanenin koleksiyonunda 200 kadar kitap vardı.” İçinde: Aygün, Cengiz: Sultanların Kütüphaneleri, Kütüphanelerin Sultanları. (42-43ss.) . 1453 İstanbul: Kültür ve Sanat Dergisi, 2016/24 http://kultur.istanbul/media/375250/1453_dergisi_24_sayi-2-.pdf  https://issuu.com/sururozturk/docs/web_1453_dergisi_24_sayi_58_mb 

17// 
“Fetihten sonra en esaslı kütüphane Fatih Sultan Mehmed’in kendi medreselerinde kurduğu kütüphanedir. Yani Sahn-ı Semânı medreselerini yaptığı zaman, dört medresenin her biri için ayrı kütüphane kurduruyor. 70-75’er kitaplık, hepsi 300 kitap... Fatih Kütüphanesi’nin temelini bu kitaplar atıyor. Daha sonra onlar II. Bayezid zamanında toplanıyor, bir araya geliyor, ilaveler yapılarak caminin içine alınıyor. Zamanla gelişiyor, en sonunda da I. Mahmud öndeki binayı yapıyor ve Fatih Kütüphanesi’ni buraya taşıyor. Yani çok mütevazi başlıyor.” İçinde: Bir Muhibbân-I Kütüb İsmail E. Erünsal / Ahmet Kara’nın Prof. Dr. İsmail Erünsal ile yaptığı röportaj . (54.s.) 1453 İstanbul: Kültür ve Sanat Dergisi, 2016/24
http://kultur.istanbul/media/375250/1453_dergisi_24_sayi-2-.pdf https://issuu.com/sururozturk/docs/web_1453_dergisi_24_sayi_58_mb

FATİH SULTAN MEHMET DEVRİ KÜTÜPHANELERİ HAKKINDA 26 MAKALE

Baykal, İsmail : Fatih Sultan Mehmed’in Hususi Kütüphanesi ve Kitapları. Vakıflar Dergisi 04, 1958, 77-79ss. http://acikerisim.fsm.edu.tr:8080/xmlui/handle/11352/1304 
Bayraktar, Nimet : Önemli bir devir: Fatih devrinde kitap süsleme san’atı. Yazmalara Adanmış Bir Ömür: Nimet Bayraktar’a Armağan içinde (198-200). Editör Hüseyin Türkmen; Yay. haz. İrfan Dağdelen, Hüseyin Türkmen, Nergis Ulu. İstanbul: Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi, 2006.
Cunbur, “Müjgan: “Fatih Devri Kütüphaneleri ve Kütüphaneciliği”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, 6 (4), 1957, s. 4-6. http://www.tk.org.tr/index.php/tk/article/view/2136 
Cunbur, Müjgan : “Fatih’in Kurduğu Kütüphaneler”, Önasya, 4 (45), 1969, s. 6-7ss.  
Çoruh, Hakkı Şinasi : “Fatih’in Kütüphane Memuru”, Büyük Türk Ansiklopedisti Molla Lütfi ( - ?/1494), Türk Kültürü, 10 (115), 1972, 35-42ss.  
Emsen, Ş.: Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Türkiye Kütüphanelerinin Tarihçesi . http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/download/2166/2134 
Erünsal, İsmail E.:  Fatih Camii Kütüphanesi'ne ait en eski müstakil katalog. Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, 9 (26), 1996 (Özel Sayı-2), 659-664.ss.KÜTÜPHANE KATALOGLARI. - 2. KÜTÜPHANELER, OSMANLI. [dagmdm/dagmdm]. http://www.akmb.gov.tr/userfiles/files/EskiErdem%20pdf/Erdem_26.pdf 
Erünsal, İsmail E.:  Fatih Devri Kütüphaneleri ve Molla Lütfi Hakkında Birkaç Not/ İsmail E. Erünsal. -- İstanbul, 1980 / 1981. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 33. sayı, 57-78. sayfa. [isam ktp./
Erünsal, İsmail E.:  Fatih Sultan Mehmed'ʹin İlgi Duyduğu Kitaplar ve Kütüphanesi-Tebliğ. İçinde: Fethi Gören Şehirden İstanbul’un Fethine ve Fatih’ine Bakış (28-29 Mayıs 2014), Üsküdar Belediyesi, İstanbul 2014. http://www.academia.edu/7276501/Fatih_Sultan_Mehmed%CA%B9in_%C4%B0lgi_Duydu%C4%9Fu_Kitaplar_ve_K%C3%BCt%C3%BCphanesi-Tebli%C4%9F 
Erünsal, İsmail E.:  İstanbul Kütüphanelerinin Teşekkül Tarihi: Fatih Dönemi İstanbul Kütüphaneleri ve Kütüphanecilik Alanındaki Gelişmeler”, İstanbul: Şehir ve Medeniyet, Klasik Yayınları, İstanbul 2004, s.205-214.
Erünsal, İsmail E.:  Kütüphaneler”, Fatih ve Dönemi: Mehmed II. and his period, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, İstanbul 2004, s.415-425.
Fatih Kütüphanesi. Fatih Sultan Mehmed'in kendi adıyla anılan külliyede kurduğu kütüphane. http://www.diyanetislamansiklopedisi.com/fatih-kutuphanesi/ 
Gürlek, Dursun : "Fatih Sultan Mehmed'in Kütüphane Müdürü: Tokatlı Molla Lütfi" (Kültür, Yaz 2008, sy. ll, s. 48-55)
Jacobs, Emil : Fatih Sultan Mehmed, Rönesansla Olan İlişkileri ve Kitaplığı/ Emil Jacobs. -- İstanbul, 1982. Kubbealtı Akademi Mecmuası, X. cilt, 1. sayı, 40-50. sayfa. [isam ktp./
Kaya, Önder: Fatih’in Kütüphanecisi Molla Lütfi. https://issuu.com/sururozturk/docs/web_1453_dergisi_24_sayi_58_mb 
Malkoç, Neriman : Fatih Camii Kütüphanesi/ Neriman Malkoç. -- İstanbul, 1955.  Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, 160. sayı, 16-17. sayfa. [isam ktp./
Mavroudi, Maria : “Translators from Greek into Arabic at the Court of Mehmet the Conqueror” in A. Ödekan, N. Necipoǧlu, E. Akyürek, eds., The Byzantine Court: Source of Power and Culture. Papers from the Second International Sevgi Gönül Byzantine Studies Symposium, Istanbul, Turkey, June 2010 (Istanbul: Koç University Press, 2013), 195–207. http://www.academia.edu/6893004/_Translators_from_Greek_into_Arabic_at_the_Court_of_Mehmet_the_Conqueror_in_A._%C3%96dekan_N._Necipo%C7%A7lu_E._Aky%C3%BCrek_eds._The_Byzantine_Court_Source_of_Power_and_Culture_Istanbul_Ko%C3%A7_University_Press_2013_195_207 
Mutlu, İbrahim: “Bizans devri kütüphaneleri” http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/viewFile/2154/2122 
Orgun, Ünsan : Fatih Sultan Mehmed'in Kurduğu Kütüphaneler/ Ünsan Orgun. -- İstanbul, 1957. Bilgi, 11. cilt, 122. sayı, 14-17. sayfa. [isam ktp./
Özden, Ekrem : Fatih Kütüphanesi/ Ekrem Özden. -- İstanbul, 1949. Bakırköy Halkevi Dergisi, 23. sayı, 8, 18. sayfa. [isam ktp./
Raby, Julian : 'East and west in Mehmed the conqueror's library', Bulletin du Bibliophile, 3 (1987), pp. 297-321
Tayşi, Mehmet Serhan: Fatih devri kültür hayatı ve kütüphaneler / Mehmet Serhan Tayşi. - Fetih, Fatih ve İstanbul Sempozyumu [İstanbul]. - İstanbul: Seha Neşriyat, 1992. - 91-100. ss.1. FATİH SULTAN MEHMED, OSMANLI PADİŞAHI. - 2. KÜTÜPHANELER, OSMANLI. [dagmdm/dagmdm]
Türkay, Cevdet : İstanbul Kütüphaneleri (Atıf Efendi, Aşir Efendi, Fatih ve Ragıp Paşa Kütüphaneleri)/ Cevdet Türkay. -- Ankara, 1973. Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, XII. cilt, 69. sayı, 30-35. sayfa. [isam ktp./
Ünver, A. Süheyl: Fatih’in tuğrasıyla bir kitap vakfı hakkında. http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/viewFile/2063/2031 
Ünver, A. Süheyl: İlim ve Sanat Tarihimizde Fatih Sultan Mehmed. https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=383898 
Ünver, A. Süheyl: “Kitaplarla konuştum”. http://www.tk.org.tr/index.php/TK/article/viewFile/2115/2083 

Kitaplar
Öz, Tahsin : Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmet II'ye Ait Eserler, (Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1953) 
Gökyay, Orhan Şaik : Molla Lütfi (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987) 

Tezler
ÇELEBİ, NASUHİ ** 2003 ** İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde bulunan Fatih sultan Mehmet için hazırlanmış kitapların tezhip sanatı açısından değerlendirilmesi ve diğer özellikleri. The Analyze and characteristics of the books belonging to Fatih Sultan Mehmet II: in the İstanbul Süleymaniye library for illumination art ** Atatürk Üniversitesi ** Doktora ** El Sanatları = Crafts
ORAL, FATMA ZEHRA ** 2008 ** Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Yazmaları'ndaki bazı kat'lı cildler. Some bindings with kat' in Fatih Manuscripts in Suleymaniye Library ** Selçuk Üniversitesi / Yüksek Lisans / El Sanatları = Crafts ; Güzel Sanatlar = Fine Arts
Toksöz, Esin: İstanbul kütüphane ve müzelerindeki Fatih devri tezhip sanatı  [y.y.] : 1975. 85 y. ; 30 cm. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü. [http://katalog.istanbul.edu.tr/client/default_tr /

Tarananlar
Türkiye Kütüphanecilik Kaynakçası (1. Etap) / Bülent Ağaoğlu / İstanbul, 23.1.2014 – 12 Mart 2014. 

Yapılacaklar
“Fatih'in özel kütüphanesi için yazılmış kitaplar hattıyle, tezhibiyle, cildiyle, hattâ kâğıdıyle Türk kitap sanatında o devrin damgasını taşı- yan başlı başına bir üslûp yaratmış, denilebilir ki yeni bir sanat çağırı açmıştır.” 
Fatih Külliyesi Kütüphanesi hakkındaki yayınlar tespit edilecek.
İsmet Binark, Nejat Sefercioğlu: Bibliyografya : İstanbul Fatih Fetih ve Fatih Devri Hakkında Yazılmış Kitaplar Bibliyografyası. İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti  ( 01 / 1977 ). 119 Sayfa  

12 Haziran 2016 Pazar

Türk Düşünce Tarihi Metinleri-2: Bilge Tonyukuk Yazıtı (MS 730-731)


BİRİNCİ TAŞ

(B 1) Bilge Tunyukuk, ben kendim, Çin yönetimi sırasında doğdum. Türk halkı (o zaman) Çin'e bağımlı idi.

(B 2) Türk halkı, (kendi) hanını bulmayınca, Çin'den ayrıldı; han sahibi oldu; (fakat) hanını bırakıp Çin'e yeniden bağımlı oldu. Tanrı şöyle demiş olmalı : "(Sana) han verdim, 

(B 3) hanını bırakıp (yine) bağımlı oldun." (Türk halkı yeniden) bağımlı olduğu için Tanrı "Öl!" miş olmalı. Türk halkı öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Sir halkının ülkesinde 

(B 4) boy kalmadı. Dağda bayırda kalmış olanları toplanıp yedi yüz (kişi ) oldu. (Bu yedi yüz kişilik kuvvetin) iki bölüğü atlı idi, bir bölüğü yaya idi. Yedi yüz kişiyi 

(B 5) sevk eden üstleri "Şad" idi. "Sözcüm ol!" dedi; sözcüsü ben idim, Bilge Tunyukuk. "(Bunu) kağan mı yapayım?" dedim, düşündüm: İnsan zayıf boğalarla semiz boğaları uzaktan 

(B 6) bilmek zorunda kalsa, hangilerinin semiz boğa, hangilerinin zayıf boğa olduğunu bilmez imiş diye öylece düşündüm. Ondan sonra, Tanrı akıl verdiği için, (onu) ben kendim kağan yaptım. Bilge Tunyukuk Buyla Bağa Tarkan 

(B 7) sayesinde İlteriş kağan olarak güneyde Çinlileri , doğuda Kıtay'ları, kuzeyde Oğuz'ları pek çok öldürdü. Danışmanı (ve) kumandanı ben idim. Çuğay (dağlarının) kuzeyinde, Karakum'da oturuyor idik. 

(G1) Yaban hayvanları yiyerek, tavşan yiyerek yaşıyorduk.Halkın boğazı tok idi.Düşmanlarımız çepeçevre ocak gibi idi; biz (ortadaki) aş gibi idik. Böylece oturur iken Oğuz'lardan bir kaçak geldi.

(G 2) Kaçağ(ın) sözleri şöyle (idi): "Dokuz Oğuz halkı üzerine (bir) kağan tahta çıktı" diyor. "(Bu kağan) Çin'e General Ku'yu göndermiş; Kıtay' lara Tongra Eşim'i göndermiş. (Bunlarla) şöyle haber göndermiş : "Azıcık Türk (halkı?) 

(G 3) gelişiyormuş . Kağanları cesur imiş, sözcüleri akıllı miş. O iki kişi var oldukça, sizi, Çinlileri öldürecektir derim; doğuda Kıtay'ları öldürecektir derim; bizi, Oğuz' ları

(G 4) öldürecektir şüphesiz, derim. (Siz) Çinliler güney tarafından saldırın, (siz) Kıtay'lar doğu tarafından saldırın , biz (de) kuzey tarafından saldıralım. Türk Sir halkı, ülkesinde, asla gelişmesin. Mümkünse, tümüyle yok edelim, 

(G 5) derim." Bu haberi işitip gece uyuyasım gelmedi, gündüz oturasım gelmedi. Ondan sonra kağanıma ricada bulundum. Şöyle ricada bulundum: "Çinliler, Oğuz' lar (ve) Kıtay' lar, bu üçü birleşirlerse

(G 6) (biz) çaresiz kalırız. Kendi iç (kuvvetler)i (ile) dış (toprakları tutmuş gibiyiz. (Bir şey) yufka iken (onu) delmek kolay imiş, ince olanı (da) kırmak kolay; yufka, kalın olursa (onu) delmek zor imiş, ince 

(G 7) yoğun olursa (onu) kırmak zor imiş. Doğuda Kıtay'dan, güneyde Çin'den, batıda batıdan, kuzeyde de Oğuz'lardan gelecek iki üç bin (kadar) askerimiz var mı ne?" Böylece ricada bulundum. 

(G 8) Kağanım, (benim) kendimin, Bilge Tunyukuk'un arz ettiğim ricamı dinlemek lutfunda bulundu. "(Orduyu) gönlünce sevk et!" dedi. Kök Öng ırmağını geçerek (orduyu) Ötüken dağlarına doğru sevk ettim. İngek gölcüğü ile Tola (ırmağın)dan Oğuz'lar (üzerimize) geldi. 

(G 9) Ordusu (altı bin kişilik) imiş. Biz iki bin kişi idik. Savaştık. Tanrı buyurdu, (Oğuz'ları) bozguna uğrattık ; ırmağa düştüler. Bozguna uğrayanları da yollarda ölüp kaldılar. Ondan sonra Oğuz'ların hepsi geldi, (boyun eğdi).  

(G 10) (Türk hakanını), Türk halkını Ötüken toprağına ben kendim, Bilge Tunyukuk, (getirdim). (Türk halkı) Ötüken toprağına yerleşmiş diye haber alıp güneydeki halklar, batıdaki, kuzeydeki ve doğudaki halklar (üzerimize) geldiler.

(D 1) (Biz) iki bin (kişi) idik. (İki ordumuz) vardı. Türk halkı (yaratılalı), Türk kağanı tahta oturalı, Şantung şehirlerine, denize vardığı yok imiş. Kağanıma arz edip ordu sevk ettim. 

(D 2) (Kağanımı) Şantung şehirlerine, denize kadar, götürdüm. (Kağanım) yirmi üç şehri zapt etti. (Önceleri) uykusu kaçarak yurtta yata kalıyordu. (Çünkü), Çin imparatoru düşmanımız idi, On-Ok kağanı düşmanımız idi, 

(D3) (kalabalık Kırgız), güç(lü kağan düşmanımız) oldu. Bu üç kağan birbirine akıl danışıp "Altay dağları üzerinde buluşalım!" demişler. Şöyle akıl danışmışlar: "Doğu Türk kağanına doğru ordu sevk edelim!" demişler, "Eğer onların üzerine ordu sevk etmezsek, ne zaman olsa, onlar bizi, 

(D 4) kağanları cesur imiş, sözcüleri de akıllı imiş, ne zaman olsa, öldüreceklerdir. Üçümüz birleşip ordu "sevk edelim, (onları) tümüyle yok edelim!" demişler. Türgiş kağanı şöyle demiş: "Benim halkım orada olacaktır!" demiş. 

(D 5) "(Türk halkı) kargaşa içindedir; Oğuz'ları da huzursuzdur" demiş. (Türgiş kağanının) bu sözlerini işitince gece uyuyasım gelmiyordu. (gündüz) oturasım gelmiyordu. O zaman düşündüm işte: 

(D 6) "(Önce Kırgız'lara sefer etsek iyi olur)" dedim. "Köğmen yolu bir imiş, (o da) kapanmış" diye işitip "Bu yoldan yürüsek iyi olmayacak" dedim. Kılavuz istedim. Bozkırdaki Az'lardan bir adam buldum. 

(D7) (Ondan şöyle) işittim: Az ülkesi (yolu) Anı (ırmağı boyunca) imiş. (Ancak) bir atın geçebileceği kadar imiş. (Kendisi?) o yoldan (bir kez) gitmiş. Ona sorup "Bir atlı gitmiş olduğuna göre o yoldan yürüyebiliriz" dedim. Düşündüm. Kağanıma 

(K 1) arz ettim. Orduyu yürüttüm. (Beylere) "Askerleri atlara bindirin!" dedim. Ak Termel (ırmağını böylece) geçerek zaman kazandım. (Askerleri) at üzerine bindirip karları söktüm. Yukarıya doğru, atları yedeğe alarak, yaya vaziyette ağaçlara tutuna tutuna (askerleri) dağa ağdırdım. Öncü askerleri 

(K 2) (karları ) yoğururcasına yürütüp ormanla kaplı doruğu aştık. (Ondan sonra) yuvarlanarak indik. On gecede yandaki engeli dolanarak gittik. Kılavuz yanıldı ve boğazlandı. Sıkılıp kağan "Sürün atları!" demiş. 

(K 3) Anı ırmağına vardık ..... O ırmak boyunca yol aldık. Tırmanmak için (askerleri atlardan) indiriyorduk. Atları ağaçlara bağlıyorduk. Gece gündüz dört nala gittik. Kırgız'ları uykuda iken bastık. 

(K 4) (Uykuları)nı mızraklarımda açtık. (Bu arada) hanları ve orduları toparlanmış. Savaştık, mızrakladık. Hanlarını öldürdük. Kırgız halkı kağana teslim oldu, boyun eğdi. Döndük. Köğmen dağlarını dolanıp geldik. 

(K 5) Kırgız'lardan döndük. (Bu arada) Türgiş kağanından kaçak geldi. Sözleri şöyle idi:"Doğu kağanına karşı sefer edelim" demiş, "Sefer etmezsek, bizi, kağanı cesur imiş, sözcüsü akıllı imiş, ne zaman olsa 

(K 6) bizi mutlak öldürecektir" demiş. (Kaçak er) "Türgiş kağanı sefere çıkmış" dedi, "On-Ok halkı tümüyle sefere çıkmış diyorlar; (içlerinde) Çin askerleri (de) var imiş." Bu sözleri işitip kağanım "Ben karargaha ineyim" dedi. 

(K 7) Hatun yok olmuş idi. "Onun cenaze törenini ) yaptırayım" dedi. "Ordu, (siz) gidin," dedi, "Altay dağlarında oturun," dedi. "Kumandan (olarak) İnel Kağan ile Tarduş'ların Şadı görev yapsınlar!" dedi. Bilge Tunyukuk'a, bana dedi (ki): 

(K 8) "Bu orduyu sevk et," dedi, "(suç işleyenlerin) cezalarını dilediğin gibi ver. Ben sana (daha) ne diyeyim?" dedi, "(Düşman) gelir ise görülüp gelir; gelmez ise haberlerini alarak oturun!" dedi. Altay dağlarında oturduk. 

(K 9) Üç kaçak kişi geldi. Sözleri bir (idi): "Kağanları orduyla sefere çıktı. On-Ok ordusu tümüyle sefere çıktı diyorlar. Yarış ovasında toplanalım !" demiş. Bu sözleri işitip kağana bu haberi gönderdim. Kağan tarafından yanıtı (şöyle) 

(K 10) getirdiler: "Oturun!" diye, demiş. "Atlı devri yeleri ve gözetleme kulelerini iyi yerleştir. Baskına uğratma!", demiş. Bögü Kağan, bana böyle (haber) göndermiş. Apa Tarkan'a (ise) gizli mesaj göndermiş: "Bilge Tunyukuk, aksi mizaçlıdır, öfkelidir. 

(K 11) Orduyu sevk edelim, diyecektir. Kabul etmeyin!" Bu haberi duyunca orduyu sevk ettim. Altay dağlarını yolsuzun aştık, İrtiş ırmağını geçitsizin geçtik. Geceleri akın ettik. Bolçu'ya tan atarken vardık. 



İKİNCİ TAŞ


(B 1) (Bu arada bir) haberci getirdiler. Sözleri şöyle: "Yarış ovasında yüz bin asker toplandı" diyor. Bu haberi duyunca beyler hep birlikte 

(B 2) "Dönelim; temizin (yani "savaşıp yenilmemişin") utancı (savaşıp yenileninkinden) daha iyidir!" dediler. (Ben de şöyle dedim:) "Ben şöyle diyorum, ben Bilge Tunyukuk: Altay dağlarını aşarak geldik, İrtiş ırmağını 

(B 3) geçerek geldik. (Buralara kadar) gelenler "(Geliş) zor( du)!" dediler, (ama pek de zorluk) hissetmediler. Galiba, Tanrı Umay, kutsal Yer ve Su (ruhları bize) yardımcı oluverdiler. Niye kaçıyoruz? 

(B 4) (Düşman) çok diye niye korkuyoruz? Azız diye niye yenilelim? Saldıralım!" dedim. Saldırdık, talan ettik. İkinci gün 

(B 5) ateş gibi kızıp (üzerimize) geldiler. Savaştık.(Onların) iki kanadı bizden yarı yarıya fazla idi. Tanrı buyurduğu için, (düşman) çok diye 

(B 6) korkmadık. Savaştık. Tarduş Şad'a doğru kovalayarak bozguna uğrattık. Kağanlarını tuttuk. Yabgularını, Şadlarını 

(B 7) orada öldürdü(k). Elli kadar asker yakaladık. O gece hepsinin halkına (bunlarla haber) gönderdik. O haberi alınca On-Ok beyleri ve halkı hep 

(B8) geldiler, boyun eğdiler. (Bize) gelen beylerini ve halkını derleyip toplayıp, bir az halk kaçıp gitmiş idi, On-Ok ordusunu sefere çıkarttım.

(B 9) Biz de sefere çıktık. Onları geçtik. İnci ırmağını geçerek, "Tanrı oğlu" denilen (dorukları ak) benekli (yani "karla kaplı") Ek dağını aşarak 

(G 1) Demir Kapı'ya kadar vardık. Oradan (ordumuzu) geri döndürdük. İnel Kağan'a, [öylece Mançud'lar, Saka'lar], Tacik'ler, Tohar'lar ... 

(G 2) ve onların berisindeki Aşok başlı Soğdak halkı hep geldiler, boyun eğdiler ve (kağanı övdüler?). Türk halkının) Demir Kapı 'ya, "Tanrı Oğlu" 

(G 3) "Tanrı Oğlu" denilen dağlara (kadar) vardığı hiç yok imiş. O topraklara (Türk halkını) ben Bilge Tunyukuk götürdüğüm için 

(G 4) sarı altınları, beyaz gümüşleri, kızlaı kadınları, hörgüçlü develeri ve ipekli kumaşları fazlasiyle (önümüze) getirdiler. İlteriş Kağan akıllı olduğu için,

(G 5) cesur olduğu için, Çinlilerle on yedi (kez) savaştı, Kıtay' larla yedi (kez) savaştı , Oğuz'larla (da) beş (kez) savaştı. Bu sırada sözcüsü

(G 6) de ben idim, düşmanla savaşanı da ben idim. 

        İlteriş Kağan'a, Türk Bögü Kağan'a, Türk Bilge Kağan'a 

(D 1) Kapgan Kağan yirmi (yedi yaşında?) ........... idi. (Onu ben) Kapgan Kağan (olarak) tahta oturttum. Geceleri uyumadan, 

(D 2) gündüzleri oturmadan, kızıl kanımı akıtarak, kara terimi döktürerek hizmet ettim. Uzak mesafelere keşif devriyeleri gönderdim, 

(D 3) gözetleme kulelerini (yerli yerince) koydurtum. Dönen düşmanı (geri) getirirdim. Kağanımla seferlere çıktık. Tanrı esirgesin, 

(D 4) bu Türk halkı içinde zırhlı düşmanların akınına imkan vermedim, (kuyruğu) düğümlü (düşman) atlarını koşturtmadım. İlteriş Kağan kazanmasa (idi), 

(D 5) ve ben kendim kazanmasa (idim) devlet de halk da olmayacak idi. (Kağan) kazandığı için ve ben kendim kazandığım için, 

(D 6) devlet de devlet oldu, halk da halk oldu. Şimdi ben kocaldım, yaşlı oldum. Herhangi bir ülkedeki kağanlı (yani "bağımsız") bir halkın 

(D 7) böylesi bir (devlet adamı) var ise, (o halkın) ne (gibi) bir sıkıntısı olacak imiş?  

(D 8) Türk Bilge Kağan(ın) hükümdarlığında yazdırttım. Ben Bilge Tunyukuk.
(K 1) İlteriş Kağan kazanmasa (idi), (ya da hiç) olmasa idi, ben kendim Bilge Tunyukuk kazanmasa (idim), (ya da) ben hiç olmasa idim, 

(K 2) Kapgan Kağan Türk Sir halkı ülkesinde boy da, halk da, insan da hiç olmayacak idi. 

(K 3) İlteriş Kağan ve Bilge Tunyukuk kazandığı için Kapgan Kağan'ın Türk Sir halkının gelişmesi (işte) bu(dur).

(K 4) Türk Bilge Kağan, Türk Sir halkını, Oğuz halkını besleyerek tahtta oturuyor. 

Kaynak: Orhon Yazıtları, Talat Tekin, Simurg, İstanbul, 1995 

Türk Düşünce Tarihi Metinleri-1: Oğuz Kağan Destanı (MÖ 3.YY)





Bundan sonra sevindiler.
Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın gözü parladı.
Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk do-
ğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl;
gözleri elâ; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden
daha güzeldi.

Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve
bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi.
Dile gelmeğe başladı; kırk gün sonra büyüdü, yü-
rüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi; beli kurt
beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı
göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At
sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden
ve gecelerden sonra yiğit oldu. Bu...

O çağda, orada büyük bir orman vardı; birçok
dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avlar ve
burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde
büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı
yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle
halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı.
Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün
ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti.
Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir
ağaca bağladı ve gitti.

Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve
gördü ki; gergedan geyiği almış.
Sonra Oğuz Kağan bir ayı tuttu; onu altın ku-
şağı ile ağaca bağladı, gitti.
Yine sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve
gördü ki: gergedan ayıyı da almış.
Bu sefer o ağacın dibinde (kendisi) durdu.
Gergedan geldi ve başı ile Oğuzun kalkanına
vurdu. Oğuz kargı ile gergedanın başına vurdu ve
onu öldürdü. Kılıcı ile başını kesti, aldı gitti.
Tekrar geldiği zaman gördü ki: bir ala doğan
gergedanının bağırsaklarını yemektedir. Yay ve
okla ala doğanı öldürdü ve başını kesti. Ala do-
ğanın resmi budur:

Sonra dedi ki: 

(Gergedan) geyiği yedi, ayıyı
yedi. Kargm onu öldürdü, demir olsa (olduğu
için). Gergedanı ala doğan yedi, okum onu öldürdü;
bakır olsa (olduğu için) dedi, gitti. Gergedanın
resmi budur:

Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde
Tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir
gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı.
Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü ki;
O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyor.
Çok güzel bir kızdı. Başında (alnında?) ateşli ve
parlak bir beni vardı, demirkazık (kutup yıldızı)
gibi idi. O kız öyle güzeldi ki, gülse, gök tanrı gü-
lüyor; ağlasa, gök tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu
görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini
aldı.

Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra
(gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine
Gün adını koydular; ikincisine Ay adını
koydular; üçüncüsüne Yıldız adını koydular.
Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde,
bir göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda
bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok
güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi; saçı
ırmak gibi dalgalı idi; dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi
ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse: Eyvah! ölü-
yoruz der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu.
Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine
ateş düştü; onu sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini
aldı.

(Kız) gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra
(gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine
Gök adını koydular; ikincisine Dağ adını
koydular; üçüncüsüne Dengiz (Deniz) adını koydular.
Sonra Oğuz Kağan büyük bir toy (ziyafet)
verdi. Halka emir (verdi ki...) (Oğuz Kağan halkı)
çağırınca, ahali birbirine danıştı ve geldi. Oğuz
Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler,
türlü şaraplar, tatlılar ve kımızlar yediler
ve içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beylere ve
halka buyruk verdi ve;

Ben sizlere oldum kağan, Alalım
yay ile kalkan, Nişan olsun bize
buyan, Bozkurt olsun (bize) uran,
Demir kargı olsun orman, Av
yerinde yürüsün kulan, 

Daha deniz, 
daha müren,
Güneş bayrak, 
Gök kurıkan.

dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan dört yana
emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere verip gönderdi.
Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı:

Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün
dört köşesinin kağanı olsam gerektir. Sizden itaat
dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini
kabul ederek, onu dost edinirim. Kim baş
eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona
karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır
ve yok ettiririm.

Yine o zamanlarda sağ yanda Altun Kağan
adında bir kağan vardı. Bu Altun Kağan Oğuz Ka-
ğana elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş takdim
etti ve yakut taşlar alıp, pek çok cevahir yollayarak
bunları Oğuz Kağana saygı ile sundu. Ona itaat
etti, iyi hediyelerle dostluk temin etti ve onunla
dost oldu.

Sol yanında Urum adında bir kağan vardı. Bu
kağanın askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum
Kağan Oğuz Kağanın emirlerini dinlemezdi. Onun
arkasından gitmezdi. Ben onun sözünü tutmam diyerek
emrine bakmadı. Oğuz Kağan gazaba
gelerek onun üzerine yürümek istedi; bayrağını
açarak, askeriyle ona karşı yürüdü.

Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın ete-
ğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu.
Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi
bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli
büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt Oğuz Kağana
hitap etti ve: Ey Oğuz, sen Urum üzerine
yürümek istiyorsun; ey Oğuz, ben senin önünde
yürümek istiyorum dedi.

Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu
ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve
gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve
kurdun ardı sıra ordu gelmektedir.

Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt
birkaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da askeri ile
durdu. Burada İtil Müren adında bir deniz vardı.
Bu İtil Mürenin keranında bir kara dağın önünde
savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular.
Askerlerin arasında vuruşma çok oldu, halkın gö-
nüllerinde kaygı çok oldu. Boğuşma ve vuruşma
öyle yaman oldu ki, İtil Mürenin suyu zencefre gibi
baştan başa kıpkırmızı oldu. Oğuz Kağan yendi ve
Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan urum Kağanının
hanlığını ve halkını aldı. Onun ordugâhına pek çok
cansız ve pek çok canlı ganimet düştü.
Urum Kağanın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Bey
idi. Bu Uruz Bey oğlunu dağ başında, derin ırmak
arasında iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı ve:
Şehri korumak gerek, sen şehri bizim için koru ve
savaştan sonra bize gel dedi.

Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beyin oğlu
ona çok altm ve gümüş yolladı ve dedi ki: 

Ey (Oğuz Kağan), sen benim kağanımsm; babam bana
bu şehri verdi ve: Şehri korumak gerektir; sen de
şehri benim için koru ve savaştan sonra gel dedi.

Babam (sana) kızdı ise, bu benim suçum mudur?
Ben senin emrini yerine getirmeye hazırım. Bizim
devletimiz senin devletindir; bizim uruğumuz
senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer vermek
lutfunda bulunmuş; ben sana başımı ve devletimi
veriyorum; sana vergi veririm ve dostluktan
çıkmam dedi. 

Oğuz Kağan yiğitin sözünü iyi gördü, sevindi, 
güldü ve sen bana çok altın yollamışsın
ve şehri iyi korumuşsun dedi. 

Onun için ona Saklap adını koydu 
ve onunla dost oldu.
Sonra Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa
geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan
onu gördü ve: İtilin suyunu nasıl geçeriz? dedi.

Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı
Uluğ Ordu Bey idi. O akıllı ve .... bir erdi; gördü ki,
bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç.... O ağaçları
....kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi,
güldü ve: Sen burada bey ol; senin adın Kıp-
çak Bey olsun dedi.

Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine
gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt
Oğuz Kağana: Şimdi, Oğuz, sen asker ile buradan
yürüyerek, halkı ve beyleri götür; ben önden sana
yol gösteririm dedi.

Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt
askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.
Oğuz Kağan her zaman bir alaca ata binerdi. O
bu atı pek çok severdi. Yolda bu at gözden kaybolup
kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Üstünde
don ve buz vardı. Onun başı soğuktan apak idi.
Onun için adı Buz Dağ idi. Oğuz Kağanının atı bu
Buz Dağın içine kaçtı, gitti. Oğuz Kağan bundan
çok eziyet ve ızdırap çekti. Asker arasında bir kahraman
bey vardı. Ne tanrıdan ne de şeytandan korkardı.
Yürüyüşe ve soğuğa dayanıklı bir erdi. O
bey dağlara girdi, yürüdü, Dokuz gün sonra atı
Oğuz Kağana getirdi. Buz Dağda çok soğuk olduğundan,
o bey kara sarılmıştı, bembeyazdı.

Oğuz Kağan sevinçle güldü ve: Sen buradaki beylere
baş ol ve senin adın ebediyen Karluk olsun
dedi. 

Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi.
Yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarı altından,
pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi.
Kapalı idi ve anahtarı yoktu. Asker arasında pek
becerikli bir adam vardı. Adı Tömürdü Kağul idi.
Ona buyurdu: Sen burada kal ve çatıyı aç: Açtıktan
sonra orduya gel. Bunun üzerine ona Kalaç (Kal!
aç!) adını koydu ve ilerledi.

Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt
durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdurdu.
Bu tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya Çür-
çet diyorlardı. Büyük bir yurt idi; atları çok, öküzleri
ve buzağıları çok, altm ve gümüşleri çok,
cevahirleri çoktu. Burada Çürçet Kağan ve onun
halkı Oğuz Kağana karşı geldiler. Vuruşma ve çarpışma
başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz
Kağan yendi, Çürçet Kağanı mağlup etti, öldürdü;
başını kesti ve Çürçet halkını kendisine tabî kıldı.
Vuruşmadan sonra Oğuz Kağanın askerlerine, maiyetine
ve halkına öyle büyük bir ganimet düştü ki,
yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi.
Oğuz Kağanın askeri arasında tecrübeli ve gayet becerikli
bir adam vardı. Onun adı Barmaklığ Çosun
Bilig idi. Bu becerikli usta, bir araba yaptı. Arabaya
cansız ganimetleri yükledi. Arabanın ön tarafına
canlı ganimetleri koydu. Onlar çektiler, gittiler.
Oğuz Kağanın maiyeti ve halkı, hepsi bunu gördü ve
şaşırdı. Onlar da araba yaptılar. Bunlar arabayı çekerken
(durmadan) Kanga! kanga! diye ba-
ğırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular.
Oğuz Kağan arabaları gördü, güldü ve: Kanga
kanga ile cansızı canlı yürütsün; sizin adınız Kangaluğ
olsun ve (bunu) araba göstersin (?) dedi, gitti.

Ondan sonra yine bu gök tüylü ve gök yeleli
erkek kurtla Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yü-
rüdü. Pek çok vuruşmadan ve pek çok çarpışmadan
sonra onları aldı ve kendi yurduna kattı;
onları yendi ve kendisine tâbi kıldı.

Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki,
cenupta Barkan denilen bir yer vardı, çok zengin
bir yurttur ve çok sıcak bir yerdir. Burada çok av ve
çok kuş vardır. Altını, gümüşü ve cevahiri çoktur.
Halkının çehresi kapkaradır. Bu yerin kağanı
Masar adında bir kağandı. Oğuz Kağan onun üzerine
yürüdü. Çok yaman bir vuruşma oldu. Oğuz
Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü
altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Onun dostları
çok sevindiler, düşmanları çok üzüldüler. Oğuz
Kağan yendi. Sayısız eşya, at aldı ve yurduna,
evine doğru yola koyuldu, gitti.

Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki,
Oğuz Kağanın yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun,
tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir
adamdı. Oğuz Kağanın nazırı idi. Adı Uluğ Türük
idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç
gümüş ok gördü. Bu altm yay gün doğusundan ta
gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da
şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte
gördüğünü Oğuz Kağana anlattı ve dedi ki: 

Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, senin
hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini
hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uru-
ğuna bağışlasın!

Oğuz Kağan Uluğ Türük'ün sözünü beğendi;
onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı.
Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını
çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor.
İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur;
Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına sizler gidin; Gök,
Dağ ve Deniz, sizler de batı tarafına gidin dedi.

Ondan sonra üçü doğru tarafına, üçü de batı
tarafına gittiler.

..Gün, Ay ve Yıldız çok av ve kuş avladıktan
sonra, yolda bir altm yay buldular; onu aldılar ve
babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü,
yayı üçe böldü ve: Ey büyük (oğullarım), yay sizlerin
olsun; yay gibi okları göğe kadar atın dedi.

Gök, Dağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan
sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babarma
verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları
üçe üleştirdi ve: Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin
olsun. Yay oku attı; sizler de ok gibi olun dedi.

Ondan sonra Oğuz Kağan büyük kurultay top
ladı. Maiyetini ve halkını çağırttı, onlar geldiler ve
müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh
sağ yanma kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın
tavuk koydu; altma bir ak koyun bağladı; sol yanma
kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş
tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ
yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç Oklar oturdu.
Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.
Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleş-
tirip verdi ve:

Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar
gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yü-
rüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı güldürdüm.
Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim.
Şimdi yurdumu size veriyorum dedi....


Oğuz Kağan Destanı: W. Bang ve G.R. Rahmetî'nin Oğuz Kağan Destanı (İstanbul 1936) adlı eserinden alınmıştır. 

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10811,oguzkagandestanipdf.pdf?0