29 Temmuz 2020 Çarşamba

Bizans kalıntısı olmanın ezikliği ve Ayasofya edebiyatı


Bizans kalıntısı olmanın ezikliği ve Ayasofya edebiyatı

26/07/2020 17:29


STELYO BERBERAKİS

Atina’da yıllarca Türk basınına hizmet eden bir gazeteci olarak Ayasofya konusunda sık sık aldığım sorulara karşı kendi deneyim ve düşüncelerimi kaleme almaya karar verdim.

İstanbul kökenli bir Rum ailenin, Ankara’da doğup büyüme şansına sahip olan bir ferdi olarak ‘Türk vatandaşı Rum’ damgasını taşıyorum.

‘Rum’ kimliği, aslında Doğu Roma İmparatorluğu (yani, Bizans) tebasına mensup olanlara verilen ‘Romalı’ kimliğinin Osmanlı döneminde Türkçeye devşirilmiş halidir.

Bizans’ın başkenti Konstantiniye 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde Doğu Roma İmparatorluğu tebasındaki ‘Romalılar’ Osmanlı tebasına ‘Rum milleti’ olarak kayda geçirildi.

1453’e kadar Ayasofya’nın mülkiyetine sahip Ortodoksların patrikhanesi (bugünün adıyla  İstanbul Rum Patrikhanesi), Ayasofya’nın anahtarlarını ve mülkiyetini Fatih Sultan Mehmet’e teslim etmişti. Patrik ise Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla Rum Ortodoks milletinin başı olarak görevine devam etti. 

İstanbul Rumları 1923 Lozan Anlaşması’yla mübadeleden muaf tutuldu ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk vatandaşlığını aldı ve Lozan Anlaşması gereğince ‘Rum azınlığı’ olarak tanımlandı.

Ancak Cumhuriyet döneminde  ve 1938’te Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra Rum kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başına gelmedik kalmadı.

1950’li yıllarda başlatılan ‘Bizans düşmanlığı’na bugüne dek anlam veren olmadı.

Bizans İmparatorluğu’nun 1071’te Malazgirt savaşından 1453’te İstanbul’un fethine kadar tüm bölgelerine yönelik akınların sonucunda yok edilmesine rağmen, çocukluğumuzda ilgiyle okuduğumuz ‘Karaoğlan’, ‘Tarkan’ gibi hayal ürünü çizgi romanlarında, ‘Kahpe Bizans’ gibi tarihle alakası olmayan filmlerde Bizans, sanki Türk topraklarına barbarca saldıran bir imparatorluk olarak gösterildi. 

Oysa Türk topraklarını Bizans değil, Bizans topraklarını Türkler fethetmişti.

Bizans’ın torunları…

Bu ve benzeri ‘anti-Bizans’ propagandalar sayesinde yakın bir tarihe kadar ‘Bizans’ her nedense ‘Türk düşmanlığı’yla özdeşleştirildi. 

Bir aralar arkeologların, rehberlerin bile İstanbul’un altında antik Yunan ya da Bizans dönemine ait bulunan tarihi eserlere  neredeyse ‘Bizans ya da antik Yunan eserleri’ demeye cesaret edemediği gözlendi. Bazı rehberlerin,  üzerinde Yunan harfleriyle yazılı eserleri bile ‘İtalyan (!) eserleri’ olarak sunması yabancı turistler arasında alay konusu oluyordu. 

İstanbul’da rehberlik yapan arkadaşlarımdan biri ‘rehberlik kursunda Bizans’tan hemen hemen hiç söz edilmediğini’ söylediğinde inanamamıştım.

Dolayısıyla çağımızdaki Rumlar, bir bakıma ‘Bizans’ın torunları’ olarak görüldüğünden, üstüne üstlük Kıbrıs’ta ya da Ege’de çıkan sürtüşmelerde , hiçbir ilgileri olmadığı halde, her zaman hedef olmanın ezikliğini yaşamış; 1955 yılındaki 6-7 Eylül Olayları, varlık vergisi vs. derken ülkeyi terk etmeye başladı.

Ben bile Ankara’da ilkokula giderken Türk vatandaşı olduğum halde, ‘Bizans’ı ya da ‘Yunan’ı çağrıştıran ‘Rum’ kimliğimi gizlemek için, ne olur ne olmaz, kendimi ‘İtalyan’ olarak tanıttığım yıllar olmuştu.

Ayasofya

Ayasofya’nın ibadete açılmasına Batı ülkeleri arasında en fazla tepkiyi Yunanistan gösterdi.

Yunanların Ayasofya’ya bu denli duyarlı olması, mimarlarının Μilitos’lu  (Milet) İsidoros ve Tralles’li (Aydın) Anthemios’un Helen (Yunan) kökenli olması ve Doğu Roma’nın (Bizans) resmi dilinin Helence (Yunanca)  ve mezhebinin Ortodoks olmasından kaynaklanıyor. 

Ayasofya’nın ‘aslında bir Roma eseri olduğu, Doğu Roma’da kullanılan dilin aslında Latince olduğu, Ayasofya’nın ilk adının Santa Sofiya olduğu’ gibi söylentiler doğru değildir (Buna karşılık İ.S. 324’te Konstantiniye’nin ilk kurucusu Büyük Konstantin’in Yunanca bilmediği, ancak Helen (Yunan) dilini ve kültürünü benimsediği ve Helen dilini resmi dil ilan ettiği doğrudur).

Öte yandan 1500 yıllık Ayasofya hiçbir zaman 1821’de kurulmaya başlayan bugünkü Yunanistan devletinin malı mülkü olmamıştır.

Ayasofya, 1054 yılına kadar Hristyanlığın en büyük ve en önemli kilisesiydi.

1054’te Hristiyanlığın Katolikler ve Ortodokslar olarak bölünmesinden sonra ise 1453’e kadar Ortodoksların ‘Mekke’si olmuştu. 

Fetih günlerini yaşayan Nicola Barbaro’ya göre “Bizans ahalisi ve kilisesi, sırf Katoliklere (Papalığa) boyun eğmemek için ve Ortodoksluğu korumak adına ‘Osmanlı sarığını Katolik külahı’na tercih etmişlerdi.”

İstanbul’un 1204’te  -ve 60 yıl boyunca- Haçlı orduları tarafından işgal edilerek talan edilmesi ve Ayasofya’daki eserlerin Venedik’e taşınması, çağımızda İstanbul’u ziyaret eden her bir Papa’nın İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nden halen ‘özür dilemesi’ne neden oluyor.

Bu yüzden Ortodoks Yunanistan’ın Ayasofya’nın ibadete açılmasına yönelik tepkisi, yapıtla bağlarının tamamen dini, duygusal ve manevi olup kendisini ‘Bizans’ın devamı’ olarak görmesinden değil (kendisini böyle görenler, aşırı milliyetçi ve ciddiye alınmayan marjinal guruplardır), Ayasofya’yı hala ‘Ortodoksluğun simgesi’ olarak gördüğü içindir ve Vatikan dahil, Batı’nın da arzu ettiği gibi müze olarak kalmasını savunmasından kaynaklanıyor.

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması kararı elbette Yunanistan’a karşı bir  hamle olarak görülemez.

Türkiye’nin, egemenlik haklarını kullanarak Ayasofya’yı ibadete açmasına kimsenin karışma hakkı olamaz. 

Yunanistan’ın bir yandan Ayasofya meselesinin bir ‘Türk/Yunan meselesi olmadığını’ söylemesi, diğer yandan Ayasofya ibadete açıldı diye bayrakları yarıya indirmesi ya da kiliselerinde matem çanları çalmasına gerekçe olarak Ortodoksların dini duygularında yaratılan psikolojik travma gösterildi.

Peki Ayasofya’nın aniden ibadete açılması kime karşı yapılmış olabilir?

Görüşünü sorduğum bir Yunan diplomata göre bu hamle, “Ayasofya’yı müzeye dönüştüren 1934 kararnamesine karşı.”

Batılı yorumcuların da genel olarak görüşü hemen hemen aynı: “Türkiye’nin karşısında ne Bizans ne Yunanistan ne Vatikan ne de Patrikhane var;  Ayasofya zaten Türkiye’nin egemenliğinde;  düzenlenen görkemli törenler ise Ayasofya’nın sanki yeniden fethi şeklini aldı. Böylelikle Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini içine sindiremeyenler mutlu edilirken; Ayasofya’yı müzeye dönüştürenlerden sanki 86 yıl sonra acı bir intikam alınmış oldu.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder