2 Eylül 2019 Pazartesi

Ulu Önder mi Ulu Hakan mı? Şükrü Hanioğlu-Taha Akyol

Ulu Önder mi Ulu Hakan mı?

 - Son Güncelleme: 02.09.2019 Pazartesi 08:44
Ulu Önder mi Ulu Hakan mı?
-A+

Şükrü Hanioğlu, yakın dönem Türkiye tarihi konusunda dünyaca saygın bir tarihçi. Abdülhamid, İttihat ve Terakki, Lozan ve Cumhuriyet dönemleri temel uzmanlık alanı. Taha Akyol’un sorularını cevapladı.


EĞRİSİ DOĞRUSU | TAHA AKYOL
Türkiye’de popüler düzeyde muhafazakar, milliyetçi, Atatürkçü ve solcu tarih algıları nasıl?  
Kanaatimce popüler tarihçilik, Tek Parti döneminde topluma dayatılan “tekil” tarihten farklı okumalar yapılabileceğini göstererek Türkiye’nin demokratikleşmesine önemli katkıda bulundu. Buna karşılık zikrettiğiniz tarih algılarının hepsi de son tahlilde “tarihler”in varlığını reddeden, mükemmelleştirilmiş, sorunlardan arındırılmış “tekil” örneklerini “gerçekliğin kendisi” olarak kutsayan, diğerlerini ise “sözde,” “sahte,” “yalan” benzeri sıfatlarla aşağılayan yaklaşımlar üretmişlerdir. Diğer bir ifadeyle değişik siyasî eğilimler çoğulcu bir yaklaşıma yönelmek ve farklı tezleri tartışmak  yerine kendi “tekil” tarihlerini dayatmaya çalışmışlardır.” Buna fazla da şaşırmamak lâzımdır, son tahlilde, çoğulcu tarih anlayışı toplumun demokratikleşme düzeyi ile orantılıdır. Türkiye belirli demokrasi eşiklerini aşamadıkça değişik eğilimler de “tekçi” tarihler üretmeyi sürdürmüşlerdir. Bunlar aynı yapısal zaafları taşırlar. Tümü tarihe, belge fetişizmini ön plana çıkaran bir “gerçeklik arkeolojisi” olarak yaklaşır, onun, Roland Barthes ya da Michel Foucault’nun vurguladığı gibi bir “söylem” olduğunu unutur ve Reinhart Koselleck’in “tarihsel zaman” kavramı çerçevesinde değerlendirirsek tarihin yaşanan gerçekliği doğuran ve geleceği de belirleyecek lineer bir çizgi olduğunu düşünürler. Sözünü ettiğiniz tarih yaklaşımları, bu nedenle “tarih”e aşırı bir güç atfederek ve onun bir inşa faaliyeti olduğunu göz ardı ederek bir yandan ona güncel ve geleceği belirleme vazifesi yüklüyorlar, öte yandan da onun belgeler yardımıyla bir fen bilimi işlevini göreceğini varsayıyorlar.  
TARİHİN ‘TARİH’ OLMASI
Tarihin tarihselleştirilmesi gerektiğini, halbuki bunu yapamadığımızı yazıyorsunuz. Bu ne demek?  
Bu tarihî gelişmeleri kendi tarihî bağlamları içinde, onların ürünü olarak, günümüzden geriye doğru bakmadan, güncel değerlerle yargılamadan, tarihselciliğe (historicism) savrulmadan ve anakronizmden uzak biçimde değerlendirmek ve yeniden inşa etmek demek. Bunu yaparken “zamanda öncelik” yaklaşımı ile teleolojik bir bakış açısıyla geçmişe, günümüzü belirleme benzeri bir vazife atfedilmesinden kaçınmak da gereklidir. Frederic Jameson’ın The Political Unconscious: Narrative as a Socially Symbolic Act (1981) çalışmasında kültürel metinlerin ideolojik-siyasî bilinçaltına atıfta bulunurken vurguladığı gibi “her zaman tarihselleştirin,” geçmişi özgün bağlamında yeniden inşa etmeye çalışanların temel yaklaşımı olmalıdır. Doğal olarak bunu söylemek kolay ama yapmak oldukça zordur. Örneğin, günümüzde yakın geçmişimizi anlama alanında kullandığımız iki temel çalışma olan Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu ve Niyazi Berkes’in Türkiye’nin Çağdaşlaşması eserleri Osmanlı geçmişine “modern, seküler Türkiye’yi doğurma” gibi bir vazife yükleyerek, tarihselleştirme yerine teleolojiye savrulmuşlardır. Bunun neticesinde “tarih” belirli bir amaca sahip bir “özne” haline gelerek, büyük çapta oluştuğu bağlamdan koparılmıştır. Bunda şüphesiz zikredilen eserlerin kaleme alındığı dönemin egemen kuramı olan “moderleşme teorisi”nin de etkisi vardır; ama bu örneklerde görüldüğü gibi çağdaşları arasında öne çıkan iki akademisyen bile ele aldıkları dönemleri “tarihselleştirememiş”tir. 
Tarihe nasıl bakmalı? 
Tarih yalın bir “gerçeklik arkeolojisi” ve tabiat bilimlerine benzer bir disiplin değildir. Onun bir “söylem” ve inşa faaliyeti olduğunu, dolayısıyla “tarih” yerine “tarihler”den bahsetmenin daha anlamlı olduğunu unutmamak gereklidir. Bunun da ötesinde tarihe geleceği doğurma benzeri bir vazife de atfetmemek de anlamlı olur.

"Değişik siyasî eğilimler çoğulcu bir yaklaşıma yönelmek ve farklı tezleri tartışmak yerine kendi “tekil” tarihlerini dayatmaya çalışmışlardır. Buna fazla da şaşırmamak lâzımdır, son tahlilde, çoğulcu tarih anlayışı toplumun demokratikleşme düzeyi ile orantılıdır. Türkiye belirli demokrasi eşiklerini aşamadıkça değişik eğilimler de “tekçi” tarihler üretmeyi sürdürmüşlerdir. Bunlar aynı yapısal zaafları taşırlar."


‘ALTIN ÇAĞLAR’ YARATMAK 
Ulu Hakan ve Ulu Önder kavramlarına ne diyorsunuz?
Yakın tarihimizin önde gelen iki şahıs kültünün yeniden üretilmesi temel olarak altın çağlar yaratılması ve günümüz sorunlarının bu dönemlerdeki siyasetlere dönülmesi ile çözülebileceği tezinin dile getirilmesinde kullanılmaktadır. Bunlar, dinî ve seküler kutsallıklar üzerine inşa edilen entelektüel fanteziler olmanın ötesinde otoriter siyaset yaklaşımlarına meşruiyet kazandırılması alanında araçsallaştırılmaktadır. Yukarıda değindiğimiz tarihselleştirmenin yapılamaması bunların değişik biçimlerde yeniden üretilmesi ve siyasal amaçlar çerçevesinde kullanılmasını mümkün kılmaktadır. İlginç olan modernlik-muhafazakârlık ekseninde farklılaştığı düşünülen iki otoriterlik biçiminin oldukça benzer kült ve yaklaşımlar üretmesidir. Bu dile getirilirken söz konusu kültlerin tarihî Atatürk ve tarihî II. Abdülhamid ile ilişkisinin oldukça zayıf olduğunu belirtmek gereklidir. Bir diğer dikkat çekici husus bu kültler üzerinden çatışan “altın çağ”lar ve onlara dönmemiz halinde bizi kurtaracak mükemmelliklerin kurgulanmasıdır. “Cumhuriyet-Osmanlı” çatışması günümüzde bu iki kült üzerinden üretilmektedir.
TARİHTEKİ ABDÜLHAMİD   
İdealizasyon için neden II. Abdülhamit seçiliyor. Tarihsel gerçeklikte nasıl bir padişahtı?  
II. Abdülhamid’in kendisini deviren İttihad ve Terakki, sonrasında ise Erken Cumhuriyet tarafından çizilen fazlasıyla olumsuz imajı düzeltilmeye muhtaçtır. Yarı meczup, modernlik düşmanı, ideolojik takıntılar nedeniyle siyasal gerçekliği kavrayamayan bir kişiliği dile getiren söz konusu imaj Engin Akarlı, Selim Deringil, François Georgeon ve merhum Kemal Karpat başta olmak üzere değerli akademisyenler tarafından sorgulanmıştır. II. Abdülhamid 1876 yılında, 1875-78 Doğu Krizi (Eastern Crisis)’ın zirveye ulaştığı bir noktada tahta geçmiş, engellemek istediği 93 Harbi sonrasında büyük toprak kayıpları, Makedonya ve Vilâyât-ı Sitte benzeri kapsamlı ihtilâf alanları ile 1881 yılında Düyûn-i Umumiye’nin tesisini zorunlu kılan bir ekonomi devralmış, Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1856) sonrasında Avrupa dengesi üyesi büyük devletlerin garanti altına aldığı düşünülen Osmanlı toprak bütünlüğünün tecavüzlere karşı korunmasız kaldığı yeni status quo içinde dış siyaset üretmek zorunda kalmıştır. Ayrılıkçı milliyetçi hareketlerinin yükseldiği, proto milliyetçiliğin Müslüman anâsır içinde de revaç bulmaya başladığı Devr-i Hamidî’nin üçte ikilik kısmının modern tarihin en kapsamlı küresel fiyat deflasyonu ile çakıştığının da vurgulanması gerekir.  
II. Abdülhamid yeni bir “Osmanlı modernliği” yaratma girişimini üstlenmiştir. Gelenek ile modernliği bağdaştırmaya çalışan bu özgün yaklaşım Batı coğrafyası dışında hayata geçirilen en çarpıcı modernlik projelerinden birisidir. Sultan dış siyasette Avrupa dengesi içindeki rekabetleri kullanarak imparatorluk merkezini Batı yayılmacılığına karşı korumaya gayret etmiş, milliyetçi ve proto milliyetçi hareketlerle Müslüman unsurları merkezine alan yeni bir Osmanlılık tanımı çerçevesinde mücadele etmeye çalışmış, ekonomide kapsamlı altyapı projeleri başlatmış, sanayileşme ve üretime hız kazandırmıştır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde kendisini tahttan indirenlerin yarattığı imajın gerçekçi olmadığı ortadadır.
Buna karşılık, yeni ve güçlü bir patrimonyalizm geliştiren, kişi kültüne dayalı, sadakat temelli, iktidarı bütünüyle saraya naklederek şahsileştiren, hikmet-i hükûmet temelinde siyaset üreten, her türlü siyasal tartışmayı yasaklayan, “esbâb-ı siyasiye” benzeri muğlak zeminlerde karakuşî cezalandırma uygulayan rejim asır sonu ölçütleriyle değerlendirildiğinde bile aşırı otoriterdir. Zaten rejim adına açıklama yapanlar da “despotizm/istibdad”ı reddederken “hürriyet-i kanuniye” olarak kavramsallaştırdıkları “otokrasi”yi kabûllenmişlerdir. 
II. Abdülhamid kültünün 1950’lerde canlandırılması büyük çapta modernleştirici kurucu lider kültüne karşı muhafazakâr bir rakip kült çıkarılması çabasının neticesidir. Bu şüphesiz çağdaşı muhafazakârlar, bilhassa da İslâmcı liderlerin şiddetle karşı çıkacağı bir yaklaşımdır. Unutulmaması gerekir ki, Hoca Muhyiddin, Hoca Kadri Nâsıh, Mehmed Âkif (Ersoy), Said-i Nursî II. Abdülhamid rejimi ve kültüne sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Beyânü’l-Hak’dan Sırat-ı Mustakîm’e ulaşan yelpazedeki İslâmcı dergiler de bu rejim ve külte cephe almışlardır.
II. Abdülhamid’in ilerleyen dönemlerde rol modeli haline getirilmesinin düşünsel arka planında ise otoriter, hikmet-i hükûmet ve sadakat temelli siyaset meşrulaştırılması bulunmaktadır. 
YARIN: İttihat ve Terakki, Lozan, Atatürk ve Cumhuriyet
 *

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun kitapları

Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi: Hanioğlu’nun doktora tezidir. Osmanlı’nın son döneminde ‘mektepliler’ arasında yayılan bilimci ve materyalist cereyanları Abdullah Cevdet’in kişiliğinde inceliyor. Bu yönüyle erken dönem Cumhuriyet aydınları üzerindeki etkilere de ışık tutuyor.
19-09/01/masx.png
Kendi Mektuplarında Enver Paşa: Enver Bey’in bir Alman kadına yazdığı mektuplarda Balkan savaşı döneminde Osmanlı’nın ve Enver’in ateşli Osmanlı vatanseverliği duyguları okunuyor.
19-09/01/0000000468186-1.jpg
Atatürk, An Intellectual Biography: Princeton University yayınlarından çıkan kitap Atatürk’ün entelektüel biyografidir. Gençliğinden itibaren etkilendiği kaynakları, düşüncelerinin dönemler boyunca değişimini anlatıyor. Selanik’teki Jön Türk muhiti, orduda Alman askeri doktrini, önemli kaynaklar arasında. Cumhuriyet döneminde de antropoloji önem kazanıyor.
19-09/02/0000000612022-1.jpg
A Brief History Of The Late Ottoman Empire: 1789-198 arasındaki Osmanlı modernleşme tarihine siyaset, kültür, zihniyet, eğitim hareketleri, kurumlar ve ekonomi gibi açılardan çok yönlü olarak baktığı gibi, Avrupa ile ilişkiler ve bu ilişkilerin iç dinamiklere etkisini de anlatıyor. En önemli sorun olarak azınlıkların ayrılıkçı milliyetçiliğe yönelmesi görülüyor
19-09/01/10193035755570.jpg
Preperation for A Revolution: Oxford Üniversitesi’nce yayınlanan bu araştırmasında Hanioğlu, 1908’de Meşrutiyet ilanıyla sonuçlanan Jön Türk hareketinin çalışmalarını, gazete, kitap ve bildiri yayınlarını, örgütlenişini ve eylemlerini anlatıyor. Eser, Osmanlı’dan ayrılan Balkan ve Orta Doğu milletlerinin tarihleri bakımından da çok önemli bir kaynak.
19-09/01/41m7a3jqbsl_sx312_bo1-204-203-200_.jpg
The Young Turks in Opposition: Oxford Üniversitesi’nce yayınlanan bu araştırmasında Hanioğlu, İttihat ve Terakki’nin belgelerine dayanarak İttihat ve Terakki’nin tarihini anlatıyor. 
Yakın tarihimizin önde gelen iki şahıs kültünün yeniden üretilmesi temel olarak altın çağlar yaratılması ve günümüz sorunlarının bu dönemlerdeki siyasetlere dönülmesi ile çözülebileceği tezinin dile getirilmesinde kullanılmaktadır… Dinî ve seküler kutsallıklar üzerine inşa edilen entelektüel fanteziler olmanın ötesinde otoriter siyaset yaklaşımlarına meşruiyet kazandırılması alanında araçsallaştırılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder