22 Mayıs 2016 Pazar

Entelektüel Sığlık: Makaleler; Şükrü Hanioğlu, Süleyman Seyfi Öğün

Siyaset ve “sığ” entelektüel zemin, Şükrü Hanioğlu, 22.05.2016

Siyasetin hızla artan bir ivme ile güçlenen özelliklerinden birisi de "entelektüel zemin" yoksunluğudur. Siyasal yelpazenin bir ucundan diğerine ulaşan alandaki örgütlenmelere, bunların varlık nedenlerini açıklayan belgelere ve "siyaset" tartışan "köşe yazıları"na bakıldığında ilk göze çarpan derin bir entelektüel sığlık olmaktadır.

İstisnâlar dışında siyasetimiz kapsamlı entelektüel sorulara cevap verme amacı olmayan, üstü örtülü bir "entelektüellik karşıtlığı"nı içselleştiren, buna karşılık, "siyaset"in taleplerin dile getirilmesine aracılık temelinde yapılmasını da "küçümseyen" bir yaklaşıma sahiptir. Bunun neticesinde "siyaset" bir "entelektüel" kaygı ve program çerçevesinde şekillenmemesine karşılık bu bağlamı, kendisini "entelektüel bir çerçeveye kavuşturma" amacıyla üretmektedir.
Bunun yeni bir gelişme olmadığının altı çizilmelidir. Örneğin, CHP 1960'lı yıllarda kendisini siyasal bir pozisyon kadar entelektüel bir zeminde de konuşlandırma amacıyla "ortanın solu"nda olduğunu açıklamış ve daha sonra bu terimin içini doldurmaya çalışmıştı. Merhum Turgut Özal ise başını çektiği siyasal hareketi "liberalizm" ile ilişkilendirdikten sonra Sabahaddin Bey'in, Edmond Demolins'den mülhem "teşebbüs-işahsî" tezlerine kadar giden bir "entelektüel tarihî gelişim çizgisi" üretmişti. Burada önemli olan entelektüellik ile siyaset arasındaki ilişkinin "ters" olmasıdır. Siyasal hareketler entelektüel kaygılar neticesinde doğmamakta, bunların ürünü programlar geliştirmemekte, ancak kendilerini sonradan "entelektüelleştirmekte"dir.

Sığ anti-entelektüellik 
Bu ilişkinin siyasetin ciddî anlamda sığlaşmasına neden olduğu ortadadır. Mevcut siyasal hareketlerin bu boşluğu "hamasî söylemler" yardımıyla doldurmaya çalışması sığlığı daha da derinleştirmektedir. Köşe yazıları ile kendilerini yeniden üreten böylesi söylemler bir anlamda çürük mobilya üzerine sürülen cilâ işlevini görmekte, sığlığa çözüm getirememektedir.
Entelektüelliğin zemin kaybetmesi 'ye özgü bir gelişme değildir. On dokuzuncu asrın ilk yarısında John Stuart Mill'in İngiltere'nin yükselişini "pragmatik" ve "üretme ile yapma"ya endeksli bir "sınıf"ın varlığına borçlu olduğunu vurgulaması sonrasında, Victoria döneminde güçlü bir anti-entelektüel hareket yükselmişti. Daha sonra Georges Sorel ve Henri Bergson anti-entelektüelliğin "entelektüel" bağlamını oluşturmuşlar, Richard Hofstadter ABD'de 1950'li yıllardan sonra tırmanışa geçen bu olgunun toplumsal kültürle ilişkisini açıklamaya gayret etmişti.
Aynı süreçte sosyalist toplumlarda uzun süre etkinliğini koruyan "sol entelektüel" bağlamlar ise 1989 Devrimleri sonrasında âdeta buharlaşmıştır. Bu fazla şaşırtıcı değildir, çünkü "sol entelektüel" söylemler, Marx, Engels ve Lenin'in çok farklı bağlamlarda uzun süre önce yaptıkları yorumlara, yaptıkları tespitlere dayalı klişeler üretmeleri nedeniyle logokratik siyasetin altyapısını oluşturuyorlardı. Bu siyasetin iflâsı sol söylemlerin de sonu anlamına geliyordu.
Siyasetin daha geniş katılımla yapıldığı, kısa ve özlü siyasal mesajların bireylere hızla ulaştırılabildiği post-modern dünyada da entelektüel zemin artan bir ivme ile gerilemektedir. Ancak bu olgunun siyasal örgütlerimiz üzerindeki yansıması çok daha güçlü olmaktadır. Bir asır önce yaşanan İkinci Meşrutiyet Dönemi ile karşılaştırıldığında, örneğin, Osmanlı İslâmcı ve Türkçü hareketleri gözönüne alındığında, görülen devâsâ boyuttaki entelektüel sığlaşma, aynı zaman diliminde global düzeyde yaşanan değişimin çok üzerindedir.
Dolayısıyla karşı karşıya olunan sorun güçlü "entelektüel zemin"i olan hareketlerin süreç içinde bunun pragmatizm tarafından aşındırılmasına karşı koyamamalarının oldukça ötesindedir. Mesele entelektüel zeminden yoksun ve bunu "söylem" aracılığı ile sonradan üreten yapıların zamanın ruhunun da etkisiyle pragmatizm ötesi bir basitliğe saplanmalarıdır.

Sığlıktan çıkış 
Bunun neticesinde siyasetin entelektüel zeminden yoksun, büyük sorulara cevap verme iddiası olmayan, buna karşılık bu açığı "hamasî söylem" ile kapatmaya çalışan bir karakter kazanması ciddî bir sorundur. 'de İslâmcı, "liberal," milliyetçi, "sosyal demokrat","sosyalist" siyasal örgütlenmelerin tümünün "entelektüel bağlam"dan fazlasıyla kopuk olmaları ve bunu basmakalıp sloganlarla telâfi etmeye çalışmalarının önemli yansımaları vardır.
Bunlardan birincisi, entelektüel açığın "hamaset" ve sloganlar ile kapatılmasının siyasetin "programlar" tartışması yerine "dâvâlar" mücadelesine dönüşmesine ciddî katkıda bulunmasıdır. "Dâvâ" benzeri mistik, kutsallık iddiasındaki kavramsallaştırmalar aracılığıyla yapılan siyaset, entelektüel farklılıklara (örneğin liberal-sosyal demokrat) nazaran daha yüksek çatışma potansiyelini içermektedir.
İkinci olarak, "içi boş slogan kullanımı"nın yaygınlığı siyasetin ilkesizliğe yönelmesini kolaylaştırmaktadır. İlkesizlik, pragmatizm ile karıştırılmamalıdır. Bunlardan birincisi esneklik değil "şartları fırsatçı biçimde değerlendirme" yaklaşımını ete kemiğe büründürmektedir.
Bunların yanı sıra "entelektüel zemin" yoksunluğu, "düşünce"nin toplum nezdinde gereksiz görülmesine ve bunun da ötesinde yararı olmayan, eksantrik bir faaliyet olarak algılanmasına katkıda bulunmaktadır. Bu algı günlük kullanımda farklı siyasal görüş sahipleri tarafından "entel," "münevver müsveddesi" benzeri ifadelerin yaygın biçimde dile getirilmesinde önemli rol oynamaktadır.
Günümüz dünyasında siyasete "entelektüel zemin" oluşturma girişiminin "akıntıya ters kürek çekme" anlamına geldiği yorumu yapılabilir. Bu, genel anlamda, doğru bir tespittir. Ancak dile getirmeye çalıştığımız gibi, bu sorun, 'de global gelişme ve trendlerin ötesine geçmekte ve yapısal bir karakter arzetmektedir.
Bu durumun düzeltilmesi için siyasal örgütlenmelerin benimsedikleri pozisyonlara uygun "entelektüel kılıf hazırlama" yerine, varlıkları ve siyasetlerinin "entelektüel temelleri" üzerine çalışma yapmaları, büyük sorular sormaları gerekmektedir.
Siyasal partiler dışında bağımsız düşünce kuruluşlarının bu alanda göstereceği faaliyet de şüphesiz önemli katkı sağlayacaktır. Gazetelerin polemik temelli, kişiselleştirici, çalakalem yazılan "köşe yazıları" yerine, "op-ed" olarak adlandırılan, "düşünen ve düşündüren" uzman görüşlerine yer vermesinin de bu konuda ciddî bir dönüşüme yardımcı olacağı açıktır.
Doğal olarak bu faaliyetler siyasetin toplumsal taleplerin dile getirilme aracı olduğu gerçeği unutulmadan, onu, güncellikten kopuk, soyut bir "entelektüel tartışma"ya dönüştürme tehlikesi gözardı edilmeden gerçekleştirilmelidir. Bu, sadece siyasetimizin sığlıktan kurtulmasını sağlamakla kalmayarak, uzun vâdede, toplumsal çatışma risklerinin azaltılmasına da ciddî katkıda bulunacaktır.

http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/05/22/siyaset-ve-sig-entelektuel-zemin

Entelektüel düşüncemizin gelişimini anlamak, Şükrü Hanioğlu, 27 Mart 2016


Tarihi yeni bir toplum yaratma ve millet inşa etme alanlarında etkili bir araç olarak gören Erken Cumhuriyet rejimi, bu amaçla değişmez, tartışılmaz ve "değişmesi ve tartışılması teklif edilemez" bir "resmî yorum" yaratılmasının anlamlı olduğunu düşünmüştür.
Yaratılan resmî tarih, Türklerin "parlak geçmişi"ni neolitik çağa taşımakla kalmamış, fizikî antropoloji ve arkeoloji çalışmaları aracılığıyla medeniyetin kurucusu ve yayıcısı olduğunu savunduğu proto Türkler üzerine yoğunlaşırken Osmanlı geçmişini "olumsuz" bir parantez olarak dışlamıştır.
Bu yaklaşım ve yaygın kabûl gören "Cumhuriyet'in, Osmanlı geçmişinden etkilenmedentamamıyla yeni ve orijinal bir reform projesine işlerlik kazandırdığı" tezi düşünce tarihimizin uzun süre ciddî biçimde ihmâl edilmesine neden olmuştur.
İsmet İnönü'nün talimatıyla Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümü nedeniyle kapsayıcı bir derlemenin kaleme alınması Osmanlı tarihine yaklaşımdaki yumuşamanın başlangıcı olmuştur. Buna karşılık Osmanlı araştırmalarının, antropoloji temelli tarih ve ona hizmet eden arkeoloji çalışmalarının önüne geçebilmesi için uzunca bir sürenin geçmesi gerekmiştir.

Onlar da kim?
Bu araştırmalarda da entelektüel tarih ön plana çıkmamış, siyasî ve diplomatik tarih çalışmaları ile Annales okulu etkisiyle sosyal ve ekonomik tarih incelemeleri ağırlık kazanmıştır. Daha sonraki yıllarda da bu tabloda önemli bir değişim gerçekleşmemiştir. Bunun neticesinde genel anlamda tarih bilgisi son derece zayıf olmakla kalmayarak, entelektüel düşüncesinin geçirdiği evrim hakkında neredeyse hiç bilgisi olmayan, 1923 öncesinde entelektüel tartışmanın var olmadığını varsayan "tarihsiz" bir toplum oluşmuştur.
Günümüzde beşerî ya da sosyal bilimler eğitimi alan ortalama bir üniversite öğrencisi, Hoca Tahsin Efendi, Münif Paşa, Emrullah Efendi, Ahmed Rıza Bey, Mehmed Ali Aynî benzeri önde gelen düşünce adamlarının eserlerini ve temel tezlerini değil adlarını ve hangi dönemlerde yaşadıklarını dahi bilmemektedir.
Bu alanda görülen önemli bir eksiklik düşünce tarihinin "ana hatlarını" ortaya koyan temel eserlerin yokluğudur. Birbirinden kopuk biçimde yazılan biyografik çalışmalar kapsayıcı bir tablonun ortaya konulabilmesi için yetersiz kalmış, merhum Hilmi Ziya Ülken'in Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi çalışması ise önemli bir başlangıç noktasını oluşturmuştur.
Merhum Ülken, siyasal düşünce tahlilleri konusundaki farklı yaklaşımları tartışmadan ve kronolojik biçimde yaptığı tahlillerle bir çerçeve oluşturmuş; ancak maalesef onun öncü çalışmasını yeni eserler takip etmemiştir.
Bu, şüphesiz, düşünce tarihimizin özgün alanları ve öne çıkan kişilikleri üzerine aydınlatıcı eserlerin kaleme alınmadığı anlamına gelmez. Buna karşılık, düşüncemizin en azından Tanzimat sonrasındaki gelişimini "düşünce tarihi" ve "entelektüel tarih"in nasıl yazılacağı konusundaki teorik tartışmaları da göz önüne alarak tahlil eden kapsayıcı bir "temel" eser yazılmamıştır.

Profesör Bolay'ın eseri 
Dolayısıyla Profesör Süleyman Hayri Bolay'ın yazar ve editör olarak kaleme aldığı ve derlediği sekiz ciltlik Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Siyasî, İdarî ve Sosyal Düşünce Temsilcileri eseri büyük bir boşluğu doldurmuştur. Büyük emek ürünü olan bu kapsayıcı çalışma, düşünce tarihine son derece geniş bir açıdan yaklaşmakta ve siyasî, felsefî, iktisadî, edebî, ahlâkî ve dinî düşüncenin önde gelen isimleri ve akımları üzerinden bu alanlarda Tanzimat sonrasında gerçekleşen tartışmaları tahlil etmektedir. Profesör Bolay uzun yıllar sonra düşünce tarihimizin gelişimini ayrıntılı biçimde ortaya koyan bir "tablo" sunmuştur.
Düşünce tarihimize yapılan en kapsamlı katkılardan birisi olan bu değerli çalışma, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığı tezinden hareketle günümüze uzanan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Eserde uzun bir süreç incelenirken, ideolojik önyargılarla küçümsenen Tanzimat sonrası entelektüel hayatımızın ne denli canlı olduğu gösterilmekte ve dolaylı biçimde de olsa toplumda yaygın kabûl gören "kopuş" tezinin anlamlı olmadığı ortaya konulmaktadır.
Çalışma bunun yanı sıra Batı ile ilişkilerin niteliğindeki değişme sonrasında Osmanlı düşüncesinin basit bir aktarıcılık düzeyine indiği yolundaki yaygın kanaati de ciddî biçimde sorgulamaktadır. Nihayet eser, Batı düşüncesinin farklı bağlamlarda ne gibi dönüşümlere uğradığı alanındaki literatüre de önemli katkılar yapmaktadır. Bu katkının daha güçlü biçimde gerçekleşmesi için çalışmanın ya da en azından kısaltılmış metninin değişik dillere çevrilmesi yararlı olacaktır.

Yeni ufuklar 
Bu kapsamda bir eseri uzun yıllar süren uğraşlar sonrasında toplumun istifadesine sunan Profesör Bolay'ın takdire şâyân çabası gelecekteki düşünce tarihi çalışmaları için de önemli bir başlangıç noktası teşkil edebilir.
Düşünce tarihi çalışmalarımızın Profesör Bolay'ın değerli katkısı sonrasında ulaşılan aşamada, Quentin Skinner'in en önemli kuramcılarından olduğu Cambridge Okulu'nun önerdiği türde (bu okulun Oryantalizm suçlamalarına muhatap olmasına da neden olan, Batı dışı düşünceye yeterince ilgi göstermeme zaafını gözden uzak tutmayarak) bir yaklaşımı benimsemesi önemli bir sıçramayı beraberinde getirebilir.
Arthur Lovejoy'un entellektüel tarih alanında uzun süre egemenlik kuran tezlerine kapsamlı eleştiriler getiren böylesi bir yaklaşımın benimsenmesi neticesinde, değişik "entelektüel söylemler"in içinde şekillendikleri tarihî bağlamlar üzerinden anlaşılması ve temel tartışma metinlerinin güncel değerlerden bağımsız biçimde değerlendirilmesi mümkün olabilecektir.
Bu da entelektüel düşüncesinin gelişimini daha iyi anlayan, geçmişini "kutsama/reddetme" uçlarında tartışmak yerine "tarihselleştirme"ye gayret eden bir toplum yaratılmasına ciddî katkılar yapacaktır.
Bu arzu dile getirilirken, zikrettiğimiz eserin önsözünde nakledilen bir gelişmeden ders alınması yararlı olabilir. Profesör Bolay çalışmanın değişik bir düzenleme ile Kültür Bakanlığı'na proje olarak sunularak, kabûl edildiğini, ancak daha sonra dönemin bakanı tarafından yayın programından çıkartıldığını dile getirmektedir.
Türkiye geçmişini, entelektüel düşüncesinin evrimini siyasî mülâhazalar dışında değerlendirme olgunluğuna ulaşmak zorundadır. Bu zor görevi bilimsel sorumluluk ile yerine getirenlerin siyasî eğilimlerine takılmak, onların "neci" olduklarını sorgulamak geçmişe ait tatsız bir hâtıra haline gelmelidir.

http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/03/27/entelektuel-dusuncemizin-gelisimini-anlamak

Vesâyetçiliğin târihine bir derkenar (1); Süleyman Seyfi Öğün

00:00 Nisan 24, 2014
Burjuva olmak " ortada" ya da "arada" kalmaktır. Burjuva, bağrından kopup geldiği alt sınıflara göre yukarıda; aristokrasi sözkonusu olduğunda ise aşağıdadır. Bu durumun burjuva dünyâ için şizoid bir durum doğurmuş olduğu çok yazılmıştır. Aslında şizoid demek bile çok yüzeysel bir değerlendirmedir. Şizoid, iki dünyâ arasında gidip gelen insandır. Burjuva dünyâ ise, pek çok şeyin arasında yaşanan sayısız med cezirden oluşur.
Burjuvaların aşağıdakilerle kurduğu ilişki genel olarak iki türlüdür. Burjuvalar aşağıdakileri ya aşağılayacak ya da fetişleştirecektir. Eğer burjuva dünyâ, bir şeylerin "arasında" değil de sâdece kendisinden aşağıda bulunanlarla "başbaşa" kalmış olsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki, ilkini mûtad kılacak; yâni aşağıdakileri aşağılayacaktı. Ama arada olmanın tuhaflığı budur işte. Burjuvaların "aşağıdakilere" bakışını sâdece aşağıdakiler değil; belki de fazlasıyla "yukarıdakiler" belirliyor. Buna göre, "yukarıdakilere" göre aşağıda olmanın ne demek olduğunu bilen bâzı burjuvalar "aşağıdakileri" iki yoldan birisi îtibârıyla nesneleştireceklerdi. Nesneleştirme doğrudan aşağılamak yoluyla yapılabilir. "Yukarıdakiler" karşısında duyulan bir eziklik "aşağıdakiler" aşağılanarak telâfi edilebilir. Buna "yansıtma" temelli nesneleştirme diyebiliriz. Diğeri ise daha karmaşık bir nesneleştirme türüdür. Burada yukarıdakilerin kendilerini nasıl ezdiğini bilen bazı burjuvalar "vicdân" geliştirmek suretiyle , aşağıdakileri acıma duyguları üzerinden nesneleştirir. Yukarıdakilerin onlara nahak yere yaptıklarını, onlar kendilerine göre aşağıda olanlara yapmayacaklardır. Vicdân ya da acımak üzerinden sâhiplenmedir bu. İlk bakışta diğerine göre daha telâfi edici gözükebilir. Oysa öyle olmayacak; daha katmerli sorunlar doğuracaktır. (Yeri gelmişken buradan hemen ilân edelim ki vicdân içi boş ve çok sorunlu bir şeydir. Bu satırların yazarı vicdândan bahsedenlere inanmaz; samimiyetlerinden derinlemesine şüphe eder).
Vicdânî nesneleştirme ile yansıtmacı nesneleştirme, kendi arasında bir burjuva ihtilâfının konusudur. Bunun tarafları ticârî, girişimci tarafları küt; lâkin okur yazar (literate) burjuvalar ile okuması yazması kıt ama ticârî girişimci özellikleri baskın (selfmade man) taşra kafalı burjuvalardır. Kavganın harâreti aldatıcıdır. Siyâsette bu, bâzen sağ ve sol olarak tecessüm eder. "Aşağıdakiler" sözkonusu olduğunda aşağılayıcı elitist, devletçi, işçi sınıfı düşmanı sağ ile sosyalist, popülist tematik ya da dogmatiklerle düşünen solun ayrıştığını sanırız. Sol "aşağıdakileri" sağ"ın gazabından korumayı, kurtarmayı bir vicdân borcu haline getirir. Bunun için "aşağıdakilerin saflığı" noktasından hareket eder. Saflık iki anlamlıdır. İlki "bozulmamışlığı", diğeri ise düpedüz aptallığı ifâde eder. İlki bir kurgudur. Diğeri ise dolaylı aşağılamanın bizâtihi kendisidir. Kurtarıcı -haydi öncü diyelim- olmak için, daha baştan kurtarılmak istenenlerin bu bilinç ve irâdeden yoksun olduğuna inanmak gerekir. Kurtarıcı özne ile kurtarılmak istenen nesneler arasındaki eşitsiz bir ilişkiden söz ediyoruz aslında. Bu eşitsizlik aşağıdakilerin siyâsal kurgulanmalarındaki belirsizlikte çok net gözüküyor. Aşağıdakileri öznesizleştirmek için onlara (ezilen)"sınıf" ya da (mazlum) "ulus" ya da " halk" dendi. Öznesiz kurgulardır bunlar. Popülizm, her türüyle nesneleştirmenin, bana kalırsa aşağıdakileri aşağılamanın ince yollarını ifâde eder. Vesayetçiliğin köklerini buralarda buluyoruz.
Aşağıdakileri vesâyeti altında gören "öncü" ve "kurtarıcılar" elbette ki başlangıçta burjuva dünyânın entelektüel kanadını oluşturuyordu. Doğrusu, bugün artık görülmeyen tesir edici örneklerini tanımış birisi olarak, onlara yine de saygı duyuyorum. Bunlar Türkiye"de eğitim ve öğretimin sıkı bir Avrupâî püritan disiplinle yapıldığı senelerde türlü çilelerle okumuş, meslek sâhibi olmuş insanlardı. Onlara göre yukarıdakiler özel, Batı"da olduğu gibi aristokrasi sınıfı değildi. Bunun karşılığı olarak Osmanlı seçkinlerini alıyorlar ve iflâh olmaz bir Osmanlı düşmanlığı geliştiriyorlardı. Ben Cumhûriyetin kültürel kavga târihinin bile doğru düzgün yazılmış olmadığı, din-sekülerlik kavgası olarak basitleştirildiğini düşünüyorum. Oysa kavga daha sosyolojik olarak Osmanlı düşmanlığı odağında temellenmekteydi.
Osmanlı düşmanlığı kökleri İttihâtçılıkta bulunan ve Cumhûriyetçilikte açığa çıkan bir oluşumdu. Mâhiyeti îtibârıyla sınıfsal temelde, yâni aristokrasiye karşı sivil düzlemde oluşan bir burjuva dünyânın tepkisi değildi. Tam tersine devlet nebulâsı içindeki bir hesaplaşmanın ürünüydü. Burjuva değerler bu elit içi kavgada benimsendi. Sorumsuz, nepotist ve çürümüş olduğuna inandıkları eski tip memurluğa başkaldıran, sözüm ona dinamik (genç), "gücünü halktan aldığına vehmeden" daha püritan zihniyetli bir memur entelijensiyadır bu. Devam edeceğiz...
http://www.yenisafak.com/yazarlar/SuleymanSeyfiOgun/ves%C3%A2yetciligin-t%C3%A2rihine-bir-derkenar-1-51460

Vesâyetçiliğin târihine bir derkenar (2) Süleyman Seyfi Öğün

00:00 Nisan 28, 2014
Türkiye"de orta sınıfların entelektüel kültürel ve meslekî târihi devlet ile şöyle ya da böyle kesişmektedir. Sınıf ile devlet arasındaki ilişki, Şerif Mardin"in yıllar önceki tespiti îtibârıyla bir "baba-oğul" ilişkisidir. Bu hikâyenin epizodları; "yetiştirme", "sâhiplenme" "evden kovma", "eve kabul etme", "şiddet" ve " şefkât gösterme", "suçlama" ve "bağışlama" gibi son derecede inişli çıkışlı, dramatik epizodlardır. Bütün bunlar, örneğine başka yerlerde rastlamanın güç olduğu sinik bir orta sınıf kültür târihine işâret etmektedir.
Türk orta sınıfının, istenmeyen Osmanlı kültürel tortularından arındırılmak suretiyle homojenleşmesini +5 ile –5 sapmasıyla 1940 doğumlu kuşaklarda somutlaştığını düşünüyorum. Bu somutlaşma aynı zamanda orta sınıfın nasıl lümpenleştiğini de görmemizi sağlayacaktır. 1940"lı Türk burjuvaların kültürel dünyâsının sığlığını anlamak için Türk Hümanizmi kıymetli bir anahtardır. Orhan Burian, Cevat Şâkir, Vedat Günyol, Suat Sinanoğlu, Azrâ Erhat gibi öncü isimlerin başını çektiği ve Yeni Ufuklar Dergisi okurluğunda bu topluluk, kentli orta sınıfın kültürel sınırlarını koyar. Estetize edilmiş kokteyl bir paganlık, bilimci önyargılarla donanmış Türk orta sınıfının metafizik boşluğunu doldurur. Şaman Türk geçmişi târihi ve yaşayan unsurlarıyla birlikte Anadolu Grekliğinin mitolojik birikimi tuhaf bir şekilde bir araya getirilir. Cumhûriyet Gazetesi"nin Fikret Otyam, Melih Cevdet ve Yaşar Kemal gibi isimlerle özdeşleşen Anadolu tefrikacılığı da buna eşlik eder.
Burjuvaların kültür dünyâsında bilimcilik, paganizm nihâyet rustik yönelişlerle taçlanır. Orta sınıfın rustik dünyâsı, doğaya yakın olma iştihası; kendilerini var eden kentlere yönelik bir nefretin göstergesidir. Bu bir tarz Rouseauculuktur. Bir tarz diyorum, çünkü Rousseau"nun kent düşmanlığı bir anti-Barok duruşun fonksiyonudur. Oysa bizimkilerin kent düşmanlığı bununla kalmaz. Haydi bizim anti-Barok"umuz olarak Osmanlı düşmanlığını muâdil görelim. Ama esas sâik Rousseau"nun ülküleştirdiği aşağıdakilerin kenti işgâl etmesidir. "Halkın sahilleri bastığı ve vatandaşın denize giremediği", onca çağrıya rağmen aşağıdakilerin "adam olmaya" ve "devrim yapmaya" yanaşmadığı bir kentte durulmaz(!).
Kentler(in)den kaçan Rousseau muhibbi Türk burjuvalar aslında büyük ölçüde kendilerinden kaçmaya çalışan insanlardır. Bir imge dünyâsı olarak Anadolucu bu burjuva hurûcunun coğrâfî nesnesi, Anadoluculuk ise gevşek ideolojisidir. Anadoluculuk çok bereketli dünyâdır. Yeni Ufuklar ile yetinmeyip, Ant, Yön vb dergilere dalan ve bu yüzden de siyâseten başı derde girmiş, hırpalanmış burjuva veteranların tedâvî ve rehabilitasyonu da genellikle bu gevşeklik üzerinden sağlanır. Anadoloculuk nihâyet, yenilmiş eski tüfeklerin rehberlik, turistik meyhanecilik, pansiyonculuk ve "boutique hotel"cilik gibi nevzuhûr mesleklerde tutunmasını sağlamıştır.
Daha ilginç bulduğum husus; entelektüel sığlaşma ile esrime arasındaki ilişkidir. Esrimenin, esriyenlerin iddia ettiği üzere yaratıcılığın bilenmesinden çok, kültürel sığlığın toplu bir âyinde paylaşılarak gizlenmesi ve bu suretle de telâfisi için olduğunu düşünüyorum. Burjuva Baküsçülüğün âyinlerine Orhan Veli, Can Yücel bir uvertürlerle başlanır, ama esriklik yüklü gecelerin as şairi Nâzım Hikmet"tir. Bu âyinlerin doruk noktalarından birisi de o ünlü şiirin "Akrep gibisin be kardeşim" dediği yerdir. Çoğu diksiyonu tesirli tiyatrocular olan şiir okuyucuların bu dizeye geldiği yerde boğazlar düğümlenir, duygular şaha kalkar. "Aşağıdakilere" gönderme olursa bu kadar olur. Mehtap altında söz biter, âyin sona erer.
Bodrum"un târihi burada yazılanlara bire bir oturuyor. Ama Bodrum, burjuvaların entelektüel dünyâsı ile girişimci dünyâsının kesiştiği kavşaktadır. Bodrum"un turistikleşip, bütün çağrışımlarıyla bir "bedroom" olmasıdır bu. Entelektüel burjuvalar girişimci burjuvaları hiç sevmedi. Bunların kâhir ekseriyeti taşradan geliyordu. Yâni sicilleri bozuktu. Bozuk sicilleriyle "utanmadan" kentlere geliyor, para kazanıyor ama kitap okumuyor, tiyatroya gitmiyorlardı. Burjuva entelektüalizmine sinen, doğa, sade yaşam, tüketimden uzak durma gibi püritan erdemlere yaslanarak, onyıllar boyu girişimci burjuvalara burun kıvırdılar. Doktorlar, öğretmenler, avukatlar, gazeteciler, cümle burjuva meslek sahibi insanlar hep bunu yaptı. Bunun tek istisnasının mühendisler olduğunu düşünüyorum. Devam edeceğiz...
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/SuleymanSeyfiOgun/ves%C3%A2yetciligin-t%C3%A2rihine-bir-derkenar-2/51526

Vesâyetçiliğin tarihine bir derkenar (3); Süleyman Seyfi Öğün

00:00 Mayıs 01, 2014
İslâmcı modernizmin işlediği bir fikir olarak mühendislik, özellikle de taşrada kökleri derin olan Cedidî Nakşilik gibi modern tasavvûfî akımlar tarafından onandı ve desteklendi. Modernleşmenin gerektirdiği "toplumsal bütünleşme", girişimci burjuvalaşma ile mühendislik mesleği arasında gerilen bir ağda dokundu. Bu sürece entelektüel profesyonel orta sınıflar yabancı kaldı. Ama daha önemlisi somut dinamiklerin oluşturduğu denklemin dışına çıkmaya başladı.
Bu süreçler elbette ki siyâsete de yansıdı. 1940"lı kuşakların özellikle + 5 sapma dairesinde kalan kısmı (mesela Fürüzan"ın ünlü 47"lileri), 68"liler olarak temâyüz etti. Bunlar, taşradan gelen nesildaşları ile sol ve sağ olarak ayrışarak çatıştı. Aslında çatışan ne sol, ne de sağdı. Çatışan, bürokratik burjuvalar ile sonradan olma "serbest teşebbüs sâhibi" burjuvalardı. Sonradan olmaklık, aristokrasinin burjuva dünyâyı küçümsemek için kullandığı bir deyimdir. Ama bu burjuva dünyânın iç hesaplaşmasında da iş görmüştür. Yerleşik (bürokratik) entelektüel ve profesyonel burjuva değerlerle; dinamizmini taşradan alan, mühendislik-girişimcilik-dindarlık eksenindeki burjuvalaşmayı "sonradan olmaklıkla" küçümseyecek ve onunla çatışacaktır.
Yeni burjuvaların kültürel dünyâsı, Marmara, Küllük kahvelerinde, yeni bir matbuat ve neşriyatta, Beyazıt havâlisinde yer alan üniversite, talebe yurdu, enstitü ve vakıflardaki heyecanlı içtimalarda oluşturulmuştur. Bu kültürün savunusunu yapmak durumunda değilim. Üstelik bu kültürün son derecede her anlamda çok sorunlu bir dünyâsı olduğunu düşünüyorum. Ezcümle; orta sınıfa teşmil edilebilecek kültürel güdüklük, yerleşik burjuvalarla, sonradan olma "hür teşebbüsçü" burjuvaların ortak paydasıdır. Mitolojik sembolizme dayalı ucuz denemecilikle, hamâset yüklü menkîbecilik, bu basitliğin iki farklı yüzüdür.
Türkiye"de burjuva-içi kavgalar, zaman içinde varolduğu kadarıyla bile bir düzey kaybıyla seyretti. 1980 sonrası tam bir dekadanlık dönemidir. Yeni kapitalizm yerleşik burjuvaların profesyonel ağını parçaladı. 1980 sonrası doğan burjuva çocukların dünyâsında profesyonel kaygıların yerini kaba bir fırsatçılık aldı. Bu kuşağın babalarının kültürel telkinleri ve aktarımları özellikle reklamcılıkta nesneleşti. Reklam metinlerinin dili, zâten sığ olan kültürel birikimin, dogmatiklerinden arındırılıp tematik bir nesneleştirmenin aracı kılındığını gösteren alâmetlerle yüklüdür. (Bu satırların yazarı, ciddî Klâsik Batı Müziği birikimine sâhip bir babanın reklamcı oğlunun, bir konserve reklamında Bach"ın bir eserini kullanmakla övündüğüne tanık olmuştu).
Yerleşik burjuvalar 1980"lerden sonra fırsatçılık ile bürokratik bir lümpenleşmeyi idrak etti. Girişimci dünyânın fırsatçılıkla eşlenmesi, yerleşik burjuvaların girişim konusundaki komplekslerini gidermiş gözüküyor. (Banka CEO"ları, modacılar, sanatçılar ile çok sayıda sol kliğin bir araya geldiği Gezi bunun göstergesidir). Nişantaşı burjuvalığı bunun apaçık ve en pahalı yüzünü; Cihângir, ya da Asmalımescit burjuvalığı ise "kültür" ile kamufle edilmiş yüzünü oluşturuyor. Kadıköy, Moda ve özellikle de Beşiktaş burjuvalığı, burjuva dünyâmızın vasatlarını veren daha "aradaki" örüntüler. Zâten hiçbir zaman o kadar da derin olmayan burjuva dünyâ; kültürel kaybını morfolojik şişmeyle telâfi etmeye yöneldi. Bu şişmenin en tipik tezâhürü ise "soylulaştırma" girişimleri oldu. Son dönemlerde soylulaştırılmış mekanlar, "kurtarılmış mekânlar" olarak iş görmeye başladı. Özellikle, İstiklâl Caddesi, Cihângir gibi bir zamanların çöküntü bölgelerindeki restorasyonlar, bu soylulaştırmanın altyapısını kurmaktadır.
Bürokratik dönüşüm ise daha çok Yenimahalle-Karşıyaka burjuvalığıdır. Bürokrasi, zaten öteden beri burjuva dünyânın esaslı bir karakteriydi. Ama arada profesyonel cepler vardı. Bu cepler işgörmez hale gelince, burjuva dünyâ bürokratik, hatta militer yapılara her zaman olduğundan daha fazla gömüldü. Cumhuriyet mitingleri Yenimahalle-Karşıyaka burjuvalığının eseridir. Gezi"de ise bindirilmiş Beşiktaş ve Kadıköy kıt"alarının desteğiyle Nişantaşı-Asmalımescit burjuvalığının baskın olduğunu düşünüyorum. Şimdilik bu iki anaakım arasında şöyle böyle işleyen bir ittifak var. Ama, bunun belli bir aşamada ayrışmaya da dönüşebileceğini düşünüyorum. Şimdilik onları bir arada tutan tek bağ, husûmet duydukları, kendileri gibi olmayan, ama son on yılda sayısal olarak 17 milyonluk bir kitleye isâbet eden yeni orta sınıfların varlığıdır. Bu çatışma, siyâseten yerleşik burjuva dünyaya ağır hezimetler yaşatıyor. Hezimetlerin telâfisi ise kültürel keskinleşmeler- modus vivendi tartışmaları- olarak geri dönüyor. Önümüzdeki on yıllar bu keskinleşmenin jilet kıvamına geleceği yıllar olacak gibi gözüküyor.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/SuleymanSeyfiOgun/ves%C3%A2yetciligin-tarihine-bir-derkenar-3/51574

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder