14 Haziran 2017 Çarşamba

Toplum-Devlet Ülküsü olarak Tarihte Türklüğün Oluşması, Prof Dr Şaban Teoman Duralı


Toplum-Devlet Ülküsü olarak Tarihte Türklüğün Oluşması, Prof Dr Şaban Teoman Duralı


TOPLUM-DEVLET ÜLKÜSÜ OLARAK TARİHTE TÜRKLÜĞÜN OLUŞMASI

İçindekiler Tablosu

1. Kimlik, Geçmişte İnşâ Olunan Bir Binâdır
2. Yolun, Sis Perdesi Gerisinde Kalmış Başlangıcı
3. Medeniyetlerin Kesiştiği Coğrafya: Orta Asya Düzlükleri
4. İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihî Kaynağı
5. Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla, Ülküsel Hayat İnşâ Olunur

Dipnotlar

Prof. Dr. Şaban Teoman DURALI
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Kimlik, Geçmişte İnşâ Olunan Bir Binâdır

Tarihte özel yer tutmuş olanlar ile olmayanlar olmak üzre, milletler de, tek tek kişiler gibi, kabaca iki ana kümeye ayırılabilirler. Tarihe baktığımızda, bizde, kimi milletlerin özel bir görevle  yükümlendirilmiş  olduğu  izlenimi  uyanır.  Gerçi  her  millet  kendi  kendisine  az yahut çok ‘gelin güvey’ olur. Bu son derece duygusal ve öznel millî tavır alış, yine de, tarihle ilgili bir görünümün ortaya çıkarılamayacağı anlamına gelmez.Tarih  sahnesinde  uzun  zaman  zarfında  devletleşmiş  bir  toplumun,  siyâsette,  iktisâtta, hukukta, zanaat yahut fende, sanatta, örf ile âdetlerde göstermiş olduğu becerilere  (Fr performances) göre değerlendirilmesi sonucunda, olağan mı yoksa olağanüstü zümreye mi dâhil edileceği, hükme bağlanabilir. Ayrıca, becerilenin de hep aynı cinsten olması beklenmemelidir.  Meselâ,  Sümerlilerin  kayda  değer  becerisi,  ‘tarih’i  başlatan  devrimi yaratacak  ‘yazı’yı  icâd  etmek  olmuştur.  Bunun  yanında,  ilk  devlet  kurucu  kültür  olma şanını da taşırlar.Asurlular ile İlkçağ İranlılarına (Persler) gelince; kan bağını dile getiren oymak (aşîret) esaslı  toplum  yapısının  daha  geniş  çaplı  türevi  olan  kavimden  ülkü  teşkilâtına geçmişlerdir.   Doğrudan   maddî   karşılıkları   bulunmamakla   birlikte,   kendilerine inandığımız, dayandığımız değerlere ‘ülkü’ diyoruz. Aile, akraba gibi kan bağına dayalı dirimsel etkenler, maddîdirler. Devletleşme aşamasına ulaşabilmiş toplumlardan pek azı, dirim unsurlarından tümüyle uzaklaşmak becerisini gösterebilmiştir. Bu unsurları hiçbir vakit inkâr etmemiş olmakla birlikte,  meselâ  Çin,  kavim  mülâhazasının  yanında,  tamamıyla  manevî  telâkkıları  da esas  almıştır.  Kavmî  aslını esasını  asla  gözden  kaçırmamasına  rağmen,  hudutlarına dayanmış ister maddî, ister fikrî olsun yabancı değerleri de kesinlikle elinin tersiyle itip reddetmemiştir. Ancak, alınan yabancı unsurlar, öylesine sindirilerek içleştirilmişlerdir ki, zamanla  asıllarını  çağrıştırmayacak  hâle  girmişlerdir.  Bunun  da  en  belirgin  örnekleri arasında Burkancılığı (Budhacılık) sayabiliriz. Adı geçen bâtınî meşrebin yahut dinin ve bundan  doğmuş  bulunan  dünya  görüşünün  beşiği  Hindistan  olmasına  rağmen,  Çin Burkancılığı farklıbir biçime dönüşmüştür. Çinin yerli düşünce gelenekleriyle karşılaşıp karışan Burkancılık, M.S. Altıncı yüzyılda Çan (Japoncada Zen) Burkancılığı adıyla yeni bir veche kazanmıştır.1İlkçağın öteki iki ana medeniyet muhiti, İran ile Roma ve onun devâmı olarak algılanan Bizans gibi, Çin, M.Ö.ki yıllardan yaklaşık 1700’lere değin kuzeyinde genellikle konar-göçer tarzda yaşayan boylara câzibe merkezi olmuştur. Bu cümleden olmak üzre, bahsi geçen boylardan Hunların (Ç Hsiung-nu), Türklerin (Ç T’u-kiu), Moğolların, Mançular ile daha birçok başkalarının defalarca uzun yahut kısa süreli, kısmî yahut umumî istilâsına uğramış, her keresinde de onları bağrında eritip Çinlileştirmiştir.M.Ö.  İkinci  binin  başlarından  beri  yerleşik  hayata  intikâl  eden,  tarımlaşan,  tedricen şehirleşip devletleşen, sanatta, zanaat ile bilgelikte medeniyet tarihinde başı çekmiş olan Çin milleti, hâlâ aynı coğrafyada yaşayan en uzun ömürlü devlet olmak rekorunu elinde tutmaktadır.Çin,  yazısı  çizisi,  sanatı,  zanaatı,  devlet  idâresi  iytikâatlarıyla  çevresini  etkileyerek Japon, Kore, Vietnam, Laos, Kamboç, Tibet, Eski Türk, Moğol toplumlarının kimisinde üstün medeniyet ortamlarının oluşmasına önayak olmuştur.

Asyada  ikinci  bir  medeniyet  yıldızı  Hinttir.  Çinden  farklı  olarak  Hint,  mütecânis  bir kavmîyet manzarası arzetmez. Başlıca iki  ırk topluluğu M.Ö. Birinci binin başlarından beri Hintte karşı karşıya gelmiştir: Kuzey batıdan Hint yarımadasına vâsıl olmuş ak tenli Arîler ile buraya daha önce yerleşmiş koyu tenli Dravitler. Bu iki ana unsura çağlar boyu hep  yeni  boylar,  oymaklar  ile  uruklar  da  katılagelmiş,  Hint  dünyası  dahî  bir  kavimler, inançlar, diller, örf ile âdetler halîtasına dönüşmüştür.Çin  gibi,  Hint  de,  çevresine  ışık  saçmış  bir  medeniyet  yıldızıdır.  Ondan  etkilenerek biçimlenmiş kültürler, Burma, T (h) ai, Nepal, Bhutan, Seylan, İslâm öncesi Malaydır. Yine medeniyet kudreti bakımından ezelî rakîbi Çinden farklı olarak, Hint, İlkçağdan -M.Ö.  Sekizinci  ile  Yedinci  yüzyıllardan-  beri  bir  tarafta  Akdeniz-Ege  dünyasına,  öte yanda  da  Doğu  medeniyetleri  câmiasının  bir  diger  yıldız  medeniyeti  olan  Çine  dek uzanan bir etki alanı yaratmıştır. Hint’de ortaya çıkan özellikle Burkancılık, M.S. 60 yahut 70’lerden itibâren Çin’de yerleşip git gide yaygınlaşmıştır.Hint,  evvelemirde  din  akımları  ve  bunlardan  neşet  edip  yüksek  soyutluk  ile  tümellik derecelerine  erişmiş  düşünce  gelenekleriyle  etkili  olmuştur.  Bundan  dolayı  da  o, öncelikle dinî-bâtınî renklerin hâkim gözüktüğü bir medeniyet olma vasfını kazanmıştır.Doğu medeniyetleri câmiasının üçüncü yıldız medeniyeti, İslâm öncesi İran’dır. Onda, daha  önce  gördüğümüz  iki  yıldız  medeniyetin  birtakım  belirgin  özellikleriyle karşılaşıyoruz:  Çin’in  ‘devlet’  düşüncesinde  odaklaşan,  Hind’in  ise  dinî-bâtınî  hayatı vurgulayan  özelliklere  İran  medeniyetinde  belliölçülerde  rastlıyoruz.  Yalnız,  Persler, Çinin kavim esaslı devlet anlayışından ziyâde, Batı medeniyetleri câmiasından sayılan Babil  ile  Asurdan  etkilenerek  geliştirdikleri  ‘kavimaşkın’  (Fr  transethnique)  olanın ülküsünü  benimsemiş  oldukları  görülüyor.  Böylelikle  Babilliler  ile  Asurlulardan  sonra, zaman sırası itibâriyle, geniş bir kavim, dil ile din yelpâzesini kucaklayan ilk imparatorluk devletini gerçekleştirenlerden biri de, Perslerdir.Persler,  M.Ö.  546’da  diger  bir  İranlı  kavim  olan  Medlerden  I.  Küros’u  önderliğinde bağımsızlıklarını  kazanmışlardır.  Kurulan  bu  ilk  Pers  devleti  adını  Akhamenit sülâlesinden  almıştır:  M.Ö.  Altıncı  yüzyılda  Akhamenit  Devleti’nin  sınırlarının  bir  ucu, doğuda  İndüs  ırmağına,  ötekisi  de,batıda  Adalar  denizi  ile  Kuzey  Afrika  çöllerine uzanmaktaydı.  Güneyde  Umman  denizinden  kuzeyde  Güney  Rusya  düzlüklerine dayanan bu imparatorluğun temel inancı, adâleti, iyilik ile dürüstlüğü telkîn eden Zerdüşt diniydi. Adı geçen geniş ülkede gelişmiş bir ulaşım ile haberleşme ağı kurulmuştu. Yirmi kilometrede bir ateş kuleleri, duraklar -Eski Türkcede2bunlara kaçığ3  denirdi-  bulunur; bunların  her  birinde  de  at  değiştirmek  suretiyle  bir  ulak,  günde -fecr   vaktinden geceyarısına değin- yaklaşık dört yüz km yol alabiliyordu. Sözünü ettiğimiz ulaşım ile haberleşme  ağının  temel  unsurları  demek  olan  gerek  atı  gerekse  onu  binek  olarak kullanmak  sûretiyle  uzun  mesâfeleri  nisbeten  kısa  sürede  aşmak  sanatını,  İran, kuzeydoğusundaki Orta Asyalı komşularından ‘idhâl’ etmiştir.

2. Yolun, Sis Perdesi Gerisinde Kalmış Başlangıcı

(1) Peki, kimdi, bu kuzeydoğudaki komşular? Türkçenin atası bir dili konuşan ve İlkçağ Çin  belgelerinde  Hsiung-nu  yahut  Hiung-nu  adıyla  anılan  bir  halk.  On  dokuzuncunun sonları ile Yirminci yüzyıl başlarında Alman, Rus, Macar, Finli, Danimarkalı, Fransız ile İngiliz Türkiyât araştırmalarında Protohun, yânî Önhun ile Hun şeklinde de zikrolunan Hsiung-nu kavmi ile onun devâmı olan Türkler, bir varsayıma göre, buzlu orta Kuzey
düşmüşlerdir.Orta  Asyada  Hunların  varsayılı  halefi  olan  iki  merkez  güc,  Türkler  ile  Moğollar,32savaşcılarını ‘on’luk sayı düzenine göre tertiplemişlerdir. Savaşan birliklerde esası atlılar yahut biniciler (ET atlığ) teşkîl etmiştir. Piyâdeyse (‘yadağ sü’= yaya asker), önemsizdir. Atla  yürütülen  çarpışmalarda  sürat  olağanüstü  bir  etkendir.  Vuruşmanın  tekmil  seyri sözü edilen üstün sürate göredir. Bu durum, yalnızca vuruşma sırasında değil, savaşın tamamı  için  de  geçerlidir.  Her  savaşcı  (yânî  ‘çeri’=asker),  uzun  sefer  boyu kendikendisine yeter tarzda donatılmıştır. Bundan dolayı uzun seferlerde iâşe derdi en aza  indirilebilinmiştir.  Ondalık  sayı  düzeni  uyarınca  tertiplenmiş  birlikleri  oluşturan savaşcılar, topluca olduğu kadar, icâbında, tekbaşlarına da yiğitce, ustalıkla, sabır ve inatla döğüşürlerdi. Hareketlilikleri ve inatlarıyla Ortaçağ Latin dünyasında ongunları olan kurtla  bir  ağızda  İtalyanca  bir  deyimle  anılır  olmuşlardır:  "La  bestia  senza  pace” ("huzursuz  hayvan”).33"Hayvan”dan  kasdolunansa,  ‘kurt’tur.  "Durup  dinlenmeyen”e gelince: ‘Pes etmeyen, istirahata çekilmeyen; saldıran, çekilen, dönüp yeniden saldıran’ demektir.  Orta  Asya  bozkır  boylarının  bahsi  geçen  çarpışma,  muharebe  tarzı  ile zihniyeti, M. önceki çağların İskitlerinden, Hunlarından M. sonraki devirlerin Moğollarına, Tatarlar ile Türklerine - Timurlenk ile halefleri, Selçuklular, Kölemenler ile Osmanlılara- değin  kesintisizce  sürüp  gelmiştir.  Karada  vuruşmalarında  başgösteren  bu  savaşma tarzı,  1400’lerin  ortalarından  itibâren  kendisini  git  gide  Osmanlı  Türklerinin  deniz muharebelerinde  dahî  gösterir  olmuştur.  Bütün  bir  yaşama  anlayışı  ile  ufku, dünyagörüşü  ile  teşkilâtlanma  öğretisi,  Orta  Asya  menşeli  toplumların,  özellikle  de Türklerin tarihi boyunca savaşma ile savaşcılıküstüne binâ olunmuştur.34Bahsettiğimiz yaşama anlayışı ile toplum düzeni kendisine mahsus birtakım özellikler taşır; şöyle ki: Atasoylu ile ataerkil aile nizâmı; köpzevcelilik; evlenmenin ardından kadının, kocasının aile efrâdına, topluluğuna katılması; erkeğin savaşcı olma keyfiyeti ile buna bağlı sıkı ve tutarlı  namus  ile  dürüstlük,  arkadaşlık  (iki  savaşcının  sırt  sırta  vererek  döğüşmesi tasavvuru)  ile  dayanışma  anlayışı  ve  kadın-erkek  birlikteliğinin  vurgulanması.  Kültür -burada  söz  konusu  olan  Türklüktür-,  belli  bir  -bu  arada  İslâm-  medeniyet  dairesine uyarlandığı  ölçüde  kadın-erkek  birlikteliği  şartı  da  tavsamıştır.  Pekâlâ  başka  birçok toplumda da savaşcılık eğilimi izlenebilir: Prusya Almanları, Romalılar, Japonlar, Masai çeşidinden kimi Afrikalı yahut Apaçe, Komançe, Navajo ile Çeroki gibi Amerika Kızılderili boyları  yahut  da  Kafkasyanın  Çerkezleri  ile  Çeçenleri  sözgelişi.  Ama  savaşcılık  bu saydığımız  kavimlerin  yahut  boyların  ya  bütün  geçmişlerine  yayılmış  değildir  ya  da yayılmışsa  bile  onların  kendileri  tarihte  etkin  bir  konumda  olmamışlardır.  İşte sıraladığımız  etkenlerden  ötürü,  ister  Hunların  ahfâdı  isterse  İskitler  gibi  İran  kökenli olsunlar, başta Türkler olmak üzre, Orta Asya çıkışlı kavimler, tarihte özel ve özgün bir mevki tutmuşlardır.Göktürkler,  Altıncı  ile  Yedinci  yüzyıllarda  öteki  Türk  kabîlelerinden  daha  fazla  Moğolî görünüşlüydüler. Buna karşılık, Uygurlar, ataları -yânî bir kısım Hunlar- gibi, kızıl, uzun saçlı  Avrupalılara  benziyorlardı.  Çin  tasvirlerinde  Uygur,  koca  burunlu,  iri  gözlü,  alt dudaktan  başlayan  sakallı,  gür  bıyıklı,  kalın  kaşlı  olarak  gösterilmiştir.  Uygur höyüklerinde girişilmiş kazılar, bahsi geçenöbeğin kesinlikle Arî görünümünde olduğunu ortaya koymuştur.Göktürkler ile Uygurlar arasında benzemezlikler ile huy farkları dahî vardır. Her ikisi de savaşcıdır. Göktürkler, han ile tarhanlarına aşırı raddede bağlı bulunmalarına karşılık, Uygurlar  bağımsızlıklarına  düşkün  kabîleler  olarak  belirli  bir  yönetimin  çatısı  altında birleşmekten kaçınmışlardır.35

Yer yer ve zaman zaman devlet kurmuş Orta Asya’nın bu bozkır savaşcı toplumlarından tarihte en ziyâdesiyle ses getirmiş olanlar, Türklerdir.36Onların da tarihte en görkemli başarısı, kurmuş oldukları ‘Yeni zamanlar’ın en uzun ömürlü olanlarından imparatorluk ülkü  devleti,  Osmanlı’dır.  Onu  da,  uzun  ömürlü  imparatorluk  ülkü  devleti  bâbında  bir çırpıda Çin’in, Sasanî ile Roma’nın saffında sayabiliriz.İklim  ile  topoğrafya  şartları  itibârıyla  yeryüzünün  en  amansız  yörelerinden  biri  olma özelliğini gösteren Orta Asya’nın erkeği, hattâ kadını da, sert, inatçı, tavîzsiz mizâçlıdır. Savaşmak  irâdesi,  ona  ârız  olmayıp  onun  cevheridir.  Filhakîka,  1800lerin  başlarında Malaya’da bir İngiliz memuru olup da insan tabiatını ilk elde iklimin tayîn ettiği kanâatını taşıyan John Turnbull Thomson, kanısını bize şöyle bir gözlem verisiyle temellendiriyor:“...Malaya’nın  (Straits)  mayıştırıcı,  miskinleştirici,  hûlyâlı  havaları  yerine,  dostumuz Mek,kavi,  Altayların,  adamı  çelikleştiren  berk  ikliminde  yetişseydi,  (Hz)  Ali’nin  aman tanımaz mutaassıp takîpcisi ve tarafdarı olurdu.”37Avrasya anakarasının coğrafî merkezini teşkil eden Orta Asyadan dörtbir yana doğuya ve  kuzeye:  İç  Sibirya’dan  Kuzey  Buz  Denizi  kıyılarına  dek:  Yakutistan;  güneye: Afganistan,  kuzey  ile  orta  Hindistan  (özellikle  Pencâb  ile  İndüs  vâdileri);  batıya:  İran, Irak,  Suriye,  Mısır  (özellikle  Kölemenler),  Rusya  ovaları  göçen  Türk  boylarının, kimliklerini  muhafaza  edebilmiş  oldukları  iki  yöre  var.  Bunlardan  biri,  Rusya  ovaları Altınordu’nun bakîyesi Kazan Tatarları, ötekisi de, Selçuklu-Osmanlı şemsîyesi altında neşvünemâ  bulmuş  Kafkas  (özellikle  Azarbaycan)  ile  Anadolu  (kısmen  de  Balkan) Türkleridir.  Her  iki  geniş  bölge,  gerek  iklim  şartları  gerekse  yerşekilleri  (Fr topographique) özellikleri bakımından ‘anayurt’38Orta Asya’yı andırmaktadır. İşte, ana insan  kaynağını  Kafkasya  ile  Anadolu  Türklerinden  sağlayıp  İslâmın  kutsal  mirâsı  ile emânetini  üstlenerek,  bir  ölçüde,  atası  ve  selefi  Selçukluyla  birlikte,  Osmanlı  Türkü, ‘Devletiebedmüddet’  ile  ‘Cihân  hâkimiyeti  mefkûre’lerini  bir  bayrak  gibi  bin  yıl  boyu taşımıştır.4.İmparatorluk DevletÜlküsünün Tarihî Kaynağı“Dar çevremizden çıkıp da dünyamızın kalan kısmını bir fasıl gözden geçirelim. Koca Türk (Pâdişâh), değişik dinden yirmi milleti barış içerisinde idâre ediyor. İstanbul’da iki yüzbin Rumun güvenliği tam. Türk yıllıklarında (annales) bu din topluluklarının herhangi birinden kaynaklanmış bir ayaklanmadan bahis yoktur. Hangi bölgeye giderseniz gidiniz: Filistin’e,  Acemistan’a,  Tataristan’a,  hepsinde  aynı  hoşgörüyü,  sulhu  sükûnu yaşayacaksınız”  François  Marie  Arouet  Voltaire:  “Traité  sur  la  Tolérance”,  (“Hoşgörü üstüne Deneme”), 44.s.Tarihe  adını  kazımış  milletler,  güçlü  bir  ülkünün  ısrarlı  takîpcisi  olmuşlardır.  Karşı konulmaz cinsten bir çağırının39açık bir biçime bürünmüş hâline ülkü diyoruz. Değişik milletlerin ülküleri de farklı olmuştur. Kimisi bunu Çinliler ile Hintlilerde gördüğümüz gibi bilgelikte,  kimisi  bilgelik  ile  edebiyatta  -İranlılarda,  sözgelişi-,  kimisi,  devlet  yönetme sanatı ile hukuk -Romalılarda-, Vahiy dinine nâil olma  ve  yayma  -İsrailliler ile Araplar-, edebiyatta  -Ruslar  ile  Fransızlar-,  kimisi  sanatların  hepsinde  ve  zanaatta -İtalyanlar-, felsefe-bilimde -Yunanlılar-, kimisi hem devlet yönetme, hem askerlik sanatlarında, hem keşif  ile  fetihlerde,  hem  ticârette,  hem  fen  hem  de  edebiyatta  -İngilizler-,  kimisi  de felsefe-bilim,  fen,  musıkî,  edebiyat  ile  askerlik  sanatı  gibi,  hemen  hemen  bütün sahalarda  gerçekleştirmiştir -Almanlar-.  Ülkü,  Türkün  ruhundaysa,  Almanda,  İngiliz  ile Japonda gördüğümüz gibi, askerlik ile savaşma sanatında tecelli ettirmiştir. Ama bunun yanında,  Türk,  bir  başka  tarihî  özelliğiyle  daha  temâyüz  etmiştir;  o  da,  devlet  kurup yönetme  hüneridir.  Hangi  cins  devlet?  Kan  bağını  tazammun  etmeyen  imparatorluk devleti.  Müslüman  olunmadan  önce  imparatorluk  devletinin  ülkü  içeriği  müphemdi.  O hâlde, nasıl olmuştu da imparatorluk devletine geçilebilinmiştir. Kadîm Türklerin ongun özelliği  ile  aile  yapısının  incelenmesinden,  onların,  ‘dışevlilik’  (Fr  exogamie)  yaptıkları sonucuna  varıyoruz.  Yakın  kan  bağı  evliliği  yasaktı.  Aile,  ataerkil40ve  çoğunlukla tekeşli41olup  atanın  soyuna  göre  yânî,  atasoylu  (Fr  patrilinéal)  yürürdü.  Bu  sebeple Türkce,  atasoyuna  göre  düzenlenmiş  ayrıntılı  bir  terimler  dağarına  mâliktir:  Sözgelişi ‘ata’  (L  pater);  ‘ana’,  ög  (L  mater);  ‘oğul’  (filius);  ‘kız’  (filia);  ‘ağa’,  ‘ece’  (büyük  erkek kardeş,  ağabeğ;  L  frter),  ‘ini’  (küçük  erkek  kardeş),  ‘aba’  (büyük  kız  kardeş,  abla;  L soror),  ‘singil’  (küçük  kız  kardeş);  ‘abaga’  (OsmT  amca;  L  patruus);  ‘tagay’  (dayı; avunculus); ‘kelin’ (gelin gelmekten, yânî koca evine gelen; L nupta, sponsa); ‘küdegü’, ‘kübek’ (güvey; sponsus)...42Hikmetisebebi  (Fr  raison  d’être)  savaş  ve  savaşcılık  olan  bir  toplumun,  aile  yapısı bakımından atasoylu ve ataerkil olması olağandır, doğaldır. Dün de bugün de Türklerde ata  tarafının  Türk  soyuna  dayanan  bir  hatdı  takîb  etmesine  karşılık,  anne  yakasının böyle  olmaması  sık  rastlanır  bir  vakıadır.  Bu  hususun  en  tanınan  kanıtıysa,  yeni çağlarda kesintisiz en uzun sürmüş hânedanlardan olan Osmanoğullarının soyağacıdır. Orada  da  nitekim,  ata  tarafı  hep  Türk  soy  çizgisini  izlerken,  anne  farklı  menşelerden çıkagelir. İslâmı benimsemeden önceki devirlerinde annesoylu (Fr matrilinéal) bir yapı taşımış  oldukları  anlaşılan  Malaylarda,  meselâ,  durum,  Türklerdekinin  tersinedir. Onlarda  anne  Malayken,  ata  farklı  soylardan  gelebiliyor.  İnanç  düzenleri  bakımından ‘içevlilik’ (Fr endogamie) kuralına bağlı boylardan neşet etmiş toplumlardaysa, anne de ata  da  aynı  soydan  oluyor.  Bu  çeşit  toplumlar,  milletleşebilmişlerse,  sözgelişi Moğollarda,  İsraillilerde,  Çinliler  ile  Almanlarda  gördüğümüz  gibi,  milliyetleri  kavmî tabana oturmuştur. Kavimlilikten bir türlü kurtulamamış olduklarından, meselâ Türklerin, İranlıların, Romalıların, Fransızlar ile İngilizlerin imparatorluk devletlerini sahiden tesîs edebilmiş değildirler. Kâh kavmî esaslı devlet, kâh imparatorluk devleti kurmuş olanlarsa Araplardır. Emevî devleti ilkine örnekken, Abbasîler de sonrakisini temsîl etmişlerdir.5. Yüce Görev (Misyon) UğrunaYaşananlarla, Ülküsel Hayatİnşâ Olunur(1)   Ta   Hsiung-nu  atalarından,  demekki  M.Ö.  Dördüncü  yüzyıldan  beri  Avrasya anakarasının  bütün  bellibaşlı  inanç  câmialarına -Kamlık,  Göktanrı  iytikâdı,  Taoculuk, Burkancılık,  Mazdaklık,  Manicilik,  Yahudîlik  ile  Hıristiyanlığın  kollarından  Nasturîlik, Katholiklik  ile  Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,43hayat ile insana karşı vazgeçilmez ülküsü,  yânî,  tarihî  ödevi,  İslâmın  yüce  çağrısına  içkindir,  mündemictir.  Alperen, kuvveydi;  Velî-Gâzîyle  fiile  dönüştü.  Türklerin,  imparatorluk  devletini  kurmak  uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır.Türk tarihinin en mümtâz devlet adamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: "Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz.


Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkîn ederler. Savaşma ile güclenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırırlar.”44Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir:"Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.45İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm ülküsüdür. Bu, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifâdesini bulan ve cihât  denilen  bir  ulu  ülküdür.  İşte,  İslâm  ahlâkının  odağını  oluşturan  bu  ülküyü içleştirerek her hâl ve şartda yaşayıp başkalarına dahî öğretme mücâdelesini verenler mücâhittirler.Müslümanlaştıktan  sonra  Türklük,  cihât  tarihini  yaşamağa  koyulmuştur.  Türk  tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.(2) Türkistanda TanrıDağları’nın güney batısındaki Talas Irmağı kenarında milâdî 751de vukûu   bulmuş   çarpışmanın   ardından   Türkler,   kitleler   hâlinde   Müslümanlığı benimsemişlerdir. Bahse konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere  karşı  çarpışmışlardır.Başka  bir  deyişle,  Türkler,  Arap  kılıcının  zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir. Sayıca da heyecân itibâriyle de Türkler, Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki -rivâyete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ edince-, onlara hayranlık  nidâsı  şeklinde  tezâhür  eden  "Türk  imân!”  denmiş.  Deyim  birleştirilip kısaltılınca,  zamanla,  öncelikle  de  Farsca  telâffuzla  "Turkoman,46o  da,  Türkcede "Türkmen” diye söylenir olmuştur.Talas Vuruşması’nın ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde  hicret  edip  Müslümanlaşmış,  akâbinde  Dârül  İslâmda  çoğunlukla  yerleşik düzene  geçmişlerdir.  Nitekim,  sözlükcü  ve  muhaddis  Macideddîn  İbn  Athîr’in  (1149-1210)  bildirdiğine  göre,  sâdece  960’ta  Mâverâünnehir’e  ulaşıp  yerleşen  iki  yüz  bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâa etmişler.47Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk  boyları  dahî,  göçenlere  oranla  daha  yavaş  olmakla  birlikte,  zamanla Müslümanlaşmışlardır.  Kıtaylar48gibi,  Doğuda  kalıp  da  Müslümanlaşmamış  olanlarsa, git  gide  Türklüklerini  yitirerek  ya  Moğollaşmış  ya  da  Çinlileşmişlerdir.  Buradan  da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarîfinde baş orunu işgâl ettiğini görüp anlayabiliyoruz.Artık, Müslümanlaşmakla yetimeyip Dokuzuncu yüzyıldan itibâren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır devletimsi teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin  olmak  üzre,  yerleşik  üstün  medeniyet  toplumlarını  ‘vur-kaç’  usuluyla  sındırarak talana dayalı bir iktisât siyâsetini güderken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük, hakkanîyetci -savaşcı-üretici  uzun  soluklu  cihân  devletlerini  vucuda  getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını, üstüne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı andırır, ‘Devletiebedmüddet’i, yânî asırdîde Osmanlı Devletini teşkîl etmiştir.İlhâmını İslâmın ‘adâlet’ esasından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin halefleri Part ile Sasanî devlet geleneklerinden devşirmiştir. Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifâde eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk  devletinin  sağlamlığı  ile  dayanıklılığı,  güvenilirliği  ile  şakaya  gelmez ciddîliği,  her  bakımdan  çok  çeşitliliği  benimsemişlik  ve  ülkesiyle  de  milletiyle  debölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları Osmanlı içleştirerek kendisine mâletmiştir.Türklüğün  öteden  beri  başat  özelliği  olan  askerî  savaşcılığın,  herkes  için  geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin ‘tekel’inde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yakası için de söz konusudur. Nasıl, eli kılıç tutabilecek adam, muharebe meydanında arzıendâm eder idiyse, aklıbâliğ herkes, hinîhâcette, en azından, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) -mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) - ruhbân-olmayan  (L  laicus) ayırımının,  Tanzîmât  sonrası  döneme  değin  Müslüman  Türk,  özellikle  de  Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.Ruhbân-ruhbân-olmayan  ayırımının  olmaması,  Müslümanlığın  temel  özelliğidir.  Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygamberler bile istisnâ teşkil etmezler, onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onlara (ahâlîye) dediler ki: ‘Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda  bulunur;  Onun,  izni  olmadıkca  sizlere  hüccet  getirmeğe  kudretimiz  yoktur.’” (İbrâhîm,  14/11);  “Senden  önce  gönderdiğimiz  Peygamberler  de  yemek  yiyen, sokaklarda  yürüyen  (beşer)  idiler”  (Furkân,  25/20).  Hâlbuki  ruhbânlık,  ilahî  yetkiyle mücehhez  olmak  anlamındadır.  Şu  durumda  birinin  kalkıp  sırtını  Allaha  yaslayarak resmen  ve  siyâseten  başkalarına  çekidüzen  vermeğe  yeltenmesi  İslâmın  esaslarına aykırı bir iştir. Ruhbân zümrenin ‘ilahî yetkiye ve kudrete dayalı’ siyâsî ve hattâ iktisâdî erki  anlamındaki  ‘diniktidarı’  (Fr  théocratie)  İslâmla  bağdaşmaz.  Bu  sebeple  geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut unvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkîbiyle karşılaşmıyoruz.  Bugünlerde  de  Hizbullah,  Âyetullah  türünden  unvân  taşıma iddiasındakilerin,  Allahtan  aldıkları  hücceti  göz  önüne  sermek  zorundadırlar.  Allahtan ruhsat  aldığımızı  iddia  ederek  dünya  işlerini  tanzîm  etmeğe  kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına  düştüğümüz  yanılgılar  ile  yaptığımız  yanlışlarda,  işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek düpedüz küfürdür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilir: Biri  dini  siyâset  ile  iktisâda  âlet  etmek,  öbürü  de  müstehcenliktir.  Birincisi  manevî, ikincisiyse,  maddî  mahrecimizi  ayağa  düşürmektir.  Kişinin  birinci  yânî  dünya  ile âhıretdayanağı,  Rabbı,  ikincisi  de  Mürebbiyesidir  (annesi).  Bunlardan  başta  birincisi olmak üzre, ikisini de yitirirsek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.Bir  toplum-siyâset  ortamında  (Fr  milieu  socio-politique)  ruhbân  zümre  yoksa,  karşıtı, ruhbân- olmayan da, tabîatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (Osm  T  Seyfîyenin)  de  olamayacağı,  ve  bunun  tersi  durumu,  gibi.  Osmanlı  Türk tarihinde  işte  bu  sebeple,  Clérical-Laïque  ile  Militaire-Civile  karşıt  zümrelerini  ve bunlardan  kaynaklanmış  siyâsî  iktidarları  aramak  beyhûdedir.  O  hâlde  Cumhuriyet Türkiye’sindeki bu kabîl sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkîl eder.Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir.  İslâmın,  savaşmaya,  dolayısıyla  da  yaşamağa  esin  ve  güç  kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına,  yerine  yurduna  tamah  ve  tecâvüz  etmek,  elbette,  Allah  yolunda  gazâ  etmek değildir.  Tam  tersine,  zulümdür.  Taktik  icâbı  yer  yer  ve  zaman  zaman  hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se, ‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile ‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan ‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.Gelişigüzel  biraraya  gelip  talan  peşinde  koşan  ‘güruh  kavgacılığ’ından  farklı  olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile  getiren  ülküyü  gerçekleştirmek  üzre,  savaşmağı  olabilir  kılacak  kuvvetler  ile malzemelerin teşkilâtlanmışbütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi  geçen  kuvvetler  ile  malzemelerinteşkilâtlanmalarına  hasredilmiş  olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü,  ülkeleri  ele  geçirmek  sûretiyle  toprakların  genişletilmesi  ve  bu  yoldan  maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez. İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak - Halîfelik4949, bu maksatla üstlenilmiştir-, bunun başarılamadığı durum  ile  zamanlarda,  zorda  kalan  Müslümanlar  ile  diğer  toplumların  dahî  korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren  İspanya’daki  Müslümanlar  ile  Yahudîlerin,  Katolik  istilâcılara;  1500’lerin ortalarında Sumatra’nın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas boylarının,  Rus  saldırılarına  karşı  savunulmalarında  görebiliriz.  İmdi,  Osmanlı  yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış, aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.Şu  hâlde,  birinci  amaç,  kavim,  dil,  iytikâat,  örf,  âdet  ayırımları  gözetilmeksizin,  İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin  barınabileceği  Dârulİslâm.  İkincisine  gelince;  bahse  konu  ülküyü  Müslüman olmayan  ellere  ve  halklara  -Dârulharb- dahî  taşımaktı.  Fetholunan  Dârulharb  ahâlîsi dilediği  inanç  çerçevesinde  yaşamağa  mezûndu.  Hedef,  kılıç  zoruyla  halkları Müslümanlaştırmak olmayıp  kendisini  Osmanlı’nın  kişiliğinde  gösteren, tebârüz  ettiren İslâm ahlâkını onlara yaşatmaktı.Peki, bu ahlâk ne menem bir şeydi? Tabiatca, fıtratca, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak!  Bu  gâyeyi  gerçekleştirebilmek  üzre,  zâten  güçlü  olanlar  ile  böyle  olmağa eğilimli bulunanların ziyâdesiyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî esaslı vergilendirmeler, vakıfların tesîsi, verâset ile zilyetin tanzîmi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.İnsanlar,  eşitce  yaratılmadıklarından,  hukukun  dışında  kalan  sahalarda,  herkes istidâdıyla,  aklıyla,  fikriyle,  zikriyle,  öğrenimiyle,  yapıp  ettikleriyle  bağlantılı  biçimde lâyıkına  kavuşmalıdır.  Hukuk  ise,  kişinin,  zihnine,  genel  kanâatlarına,  toplumdaki orununa bakılmaksızın,  belli  bir  mekân  ile zamanda  olup  bitmiş bir  olaya  karışmışsa, vakada  onun  payı  nedir;  neyi,  nasıl,  niçin  yapmış  olduğunu  sorgulayıp  bulgulamağa gayret  eder. Toplumun  bütün  katlarında  katmanlarında  her  şeyin  ve  herkesin  lâyık olduğu  oruna  yerleştirilmesiyse,  adâlettir.  Giderek,  adâletin  yaşatan,  hayat  veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüzden "vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe  yaramaz  ile  tembeli,  çalışkanla,  zekî  ve  hayırlı  olanla  karıştırmak  da;  o  ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysîyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı  raddede  zulümdürler.  Kul  hakkı  yiyenlerin,  kanunları  fütûrsuzca  çiğneyenlerin, cezâya  çarptırılmasıyla  kalınmayıp,  zâlimce  muamelelere  tâbî  tutulmamaları  kaydıyla, zarara  uğrattıklarının,  bir  nebze  dahî  olsa,  öc  alma  duygularına  cevap  vermeleri  de adâletin  gereğidir:  Fıkıh.Sonuçta,  Müslüman  Türk’ün  savaşırlığını,  İslâm  ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdeleazmini dumûra uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. Bütün  ezilen  sınıfların,  zümreler  ile  halkların,İslâm  ülküsüne  sarılmaları,  bu  ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türk’ün olması, tarihî cihetten, aklın, izânın gereğidir.Prof. Dr. Şaban Teoman DURALIİstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / TürkiyeAlıntı Kaynağı:Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 335-349 Dipnotlar : 1Bkz: Werner Eichhorn: "Cultuurgeschiedenis van China”, 184. s.2Eski  Türkceden  kasdolunan  Göktürkçe  ile  Uygur  Türkçesidir.  Osmanlı  Türkcesineyse,  Klasik  Türkce diyoruz. 3Bkz: Annemarie von Gabain: "Eski Türkcenin Grameri”, Almancadan Türkçeye: Mehmet Akalın, 276. s; T. D. K., 532, Ankara, 1988;. ayrıca bkz: Ahmet Caferoğlu: "Eski Uygur Sözlüğü”, 160. s, I. Ü. Ed. F., 260, Istanbul, 1968. 4Bkz: Peter B. Golden: "An Introduction to the History of the Turkic Peoples”, 59. s;.5Teoman (yahut Toman, TumanDuman) Kağan, Büyük İskender’den yüz on dört yıl sonra; lulius Caesar’dan (Jül  Sezar)  ise,  yüz  altmış  beş  yıl  önce  ölmüştür.  Hun  ile  Göktürk  kağanlarının  doğum  tarihleriyse bilinmiyor. bkz: Yılmaz Öztuna: "Devletler ile Hânedânlar”, 126. s.6Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. &178. syflr.7Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. s.8Yânî Gobinin kuzeyi ile kuzey doğusu.9Çinin orta kesimlerinden Bizansın doğu bölgelerine dek.10Bkz: Lev Nikolayeviçen Gumiliyev: "Eski Türkler”, 69. -82. & 130. -243. syflr. 11 Ar sevk el-ceyş; Y hstratkik; L scientia rei militaris; Alm Feldherrnkunst, Kriegführung.12Yeryüzünün  neresine  yerleşmiş  olurlarsa  olsunlar,  Israilli  toplulukların  mensûpları,  kendi  aralarında, yüzyıllar boyunca, "gelecek yıl Kudüste buluşalım/buluşacağız” andını içerek aslî anayurtlarını anmış ve ona bağlılıklarını çarpıcı biçimde teyîd etmişlerdir.13Meselâ Vikingler, Gotlar ile Vandallar.14Sözünü  ettiğimiz  kadîm  devirlerin  yalınkat  yaban  zulüm  ile  gaddarlığının  tekrarını,  dinin  bilinçlice, istenilerek yaşama gündeminden düşürülüp yerine bir düşünce sisteminin ikâme olunduğu Yeniçağ Batı Avrupa  ile  onun  devâmı  sayılan  Çağdaş  İngiliz-Yahudî  medeniyetlerinde  görüyoruz.  Adı  anılan medeniyetlerin çerçevesinde İhtilâlikebîrle başlayıp Ortak mülkcülük ve Millî Toplumculukla süren solukları kesen, dudak  uçuklatıcı  sınır  tanımaz  zulüm  ile  vahşet  selinin  milyonlarca  insanın  üstüne  boşandığına tanık olunmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder