Balkanlar, irrasyonel aidiyetlerin Osmanlı’yı yok ettiği, Batı’yı da darmadağın ettiği bir coğrafya. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya, Fransa, İngiltere, İtalya, Rusya ve Osmanlı’nın askeri, siyasi, ekonomik ve dinsel üstünlük kurma arenası. Orta ve Uzak Doğu’nun kapısı. Ege’ye, Akdeniz’e, Orta, Doğu ve Batı Avrupa’ya açılan kapı. Slav Birliği’nin, Türk ve Avrupa Birliği’nin, Ortodoks Birliği’nin içindeki çok yönlü-çok işlevli coğrafya.
Yukarıdaki coğrafya olmasa Balkanlar, tüm dünyayı kendisine çeken jeopolitik ve jeostratejik önemi tabii ki yakalayamazdı. Dolayısıyla yukarıdaki coğrafi koordinatlandırma yapılmazsa Almanya’nın ve Avusturya’nın; Slovenya, Hırvatistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’a yaptığı siyasi, ekonomik ve diplomatik dev yatırımların anlaşılması mümkün olmaz.
Özellikle birliklere siyasi, ekonomik, askeri ve istihbâri yatırım yapmayı meslek addeden İngiltere’nin Yugoslavya ve Tito’ya yaptığı yatırımın arka planı böylece ortaya çıkmıştır.
Rusya’nın İstanbul-Yeşilköy önlerine, Karadeniz ya da Kafkasya üzerinden değil Balkanlar'dan geldiğini, Osmanlı’nın Viyana önlerine, Baltık Denizi’ne ve İskandinav ülkelerine Balkanlar’dan gittiğini bir kenara not edelim. İngiltere’nin Yunanistan ve Sırbistan’a ayırdığı seçkin konumun sebebi belki şimdi biraz daha netleşmeye başlamıştır.
Balkanlar, Rusya’nın Slav Birliği ve ırkdaşlığı ile Ortodoksluk üzerinden Akdeniz’in göbeğine, Ortadoğu’nun kapısına ve Afrika’nın damına, Cebelitarık’ın boğazına konumlanmasını, konumlanma arzusunu sağlayan kara parçasıdır.
Böylece Fransa’nın, İtalya’nın, Hollanda’nın, İskandinav ülkelerinin, ABD, NATO ve Çin’in Balkanlar’a yaptığı siyasi, ekonomik, dinsel, jeopolitik, jeostratejik ve ideolojik yatırımlar yelpazesinin küçük kısmının sebepleri kendisini göstermeye başlar. Suudileri, İran’ı, Mısır’ı, Suriye’yi, İspanya’yı, Hindistan’ı ve ulus-üstü yapıları da listeye eklersek ve bunları sonsuz sembolü ile çarparsak, Türkiye’yi, dünyanın en stratejik noktası olarak bulmuş oluruz.
Soğuk savaş döneminde Balkanlar’da SSCB Sırbistan çelik çekirdeği ve Bulgaristan ile, Çin Arnavutluk ile, İngiltere Yugoslavya-Tito ile, Almanya Hırvatistan ve Slovenya ile, Türkiye Bosna-Hersek, Makedonya ve Türk etnik unsurları ile, ABD ve NATO Yunanistan ile, ulus-üstü diğer dev yapılar ise İskandinav ülkeleri, Almanya, Hollanda, Belçika gibi devletler üzerinden bölgede konuşlanmıştı.
Balkanlar’ın; Türkiye, İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya, İskandinav ülkeleri, Rusya, Çin, Lübnan, Suriye, İspanya, Kuzey ve Güney Kıbrıs, NATO, AB ve ABD, dünya deniz ve hava taşımacılığı, kara lojistiği, enerji nakil hatları, dünya finans sistemi, birçok devlet, pakt, sektör ve dinsel merkezleri aynı anda karıştıracak potansiyele ve unsurlara sahip olduğunu göz önüne getirirsek, ne tür bir anahtar coğrafya ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılacaktır.
Buraya kadar yazdıklarımız, Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Türk Ortodoks Patrikhanesi, Rus Ortodoks Patrikhanesi, Suud Selefiliği, İran Şiiliği, Türk-İslam yapıları Bektaşilik, Batınilik, Protestanlık, Evanjelizm, Yahudilik gibi dinsel unsurların tam olarak analizini içermeyen, etnik-kültürel tarihi ayrıntıların işlenmediği, ezoterik ve hanedansal ilişkilerin ortaya konmadığı, Balkanlar coğrafyasının önemini anlamaya giriş için yapılmış çok özet bir çizimdir. Detaylara girecek olursak, tarihin, diplomasinin, istihbaratların yeniden harmanlanmasıyla çıkacak hasadın büyüklüğünü tasavvur edebiliriz.
Bu bağlamda uluslararası ilişkilerde “ihanet” kavramı yer almaz. Çünkü bu alan, ahlâk, aidiyet, vicdan ve merhamet gibi parametreler ve moral değerleri olabildiğince kaba ve incelikli kullanan, fakat bunlara zerrece prim vermeyen, tümüyle çıkarlar yelpazesi üzerine bina edilmiş bir alandır. Bu kısa koordinatlandırmadan sonra Balkanlar dosyasına kısa-yoğunlaştırılmış bir göz atma işlemine başlayabiliriz.
Batı, zaten Batı’da, az daha ötesi deniz, dolayısıyla Batı’nın, başta Kadim Bilgi olmak üzere aradığı her şeyin var olduğu Doğu’ya gitmekten başka çaresi yoktu. Almanlar ve İngilizler Doğu’ya doğru, Ruslar Akdeniz’e doğru giderken yolları Balkanlar’dan ve Türkiye’den geçmek zorundaydı. Bu zorunluluk Almanların “Doğu’ya Doğru” politikasını ve stratejisini oluşturmalarını sağladı. Bu politika ve stratejinin uygulanmaya başlandığı yer Balkanlar’dı. Balkanlar tarih boyunca, dinlerin, mezheplerin, stratejilerin, casusların çatışma alanı oldu.
İngiltere, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını hızlandırmak maksadıyla, bilahare de Almanya’nın Doğu’ya, Türkiye’nin Batı’ya geçmesine ve de Rusya’nın Adriyatik’e inmesine karşı kullanmak üzere bir duvar inşaa edecek, bu duvarın adı Yugoslavya olacaktı. Devam eden yıllarda da çok amaçlı İngiliz çakısı gibi çeşitli misyonları yerine getirecek olan bu duvarın/Yugoslavya’nın temeli, 1. Dünya Savaşı’nın hemen başında, görünürde “Slav Birliği”ni temin etmek üzere, Londra’da kurulmuş Yugoslav Komitesi tarafından atıldı.
Tito, önce Yugoslavya’nın lideri, sonra da gerçekte arkasında İngiltere’nin bulunduğu, NATO ve Varşova’ya alternatif olması düşüncesiyle kurgulanmış ve 100’den fazla üye ülkenin çoğunluğunu İngiltere’nin eski sömürgelerinin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu genel sekreteri olacaktı. Tito, 4 Mayıs 1980 günü öldüğünde de, Kraliçe Elizabeth’in emriyle İngiltere’de hükümet binaları ve askeri kuruluşlardaki bayraklar yarıya indirilecekti! Neden? Tito, İngiliz devlet adamı mıydı ki? İngiltere, Tito’nun arkasındaki asıl güç müydü?
Oyun içinde oyun vardı, bu coğrafyada sıradan istihbarat, strateji ve analizlerle var olmak, ayakta durmak mümkün değildi. İngilizler, Balkanlar’da bir ağırlığa sahip olabilmek için Ruslarla ve Türklerle işbirliği yapmak zorundaydı. “El, elden, akıl, akıldan üstündür” atasözü, hükmünü her zaman icra etmiş ve İngiliz aklını İngilizlere karşı kullanan ülkeler ve stratejik akıllar ortaya çıkmıştır. Bunun en güzel örneği de Tito’dur. Tito, Varşova ve Sosyalist Blok ile Bağlantısızlar Hareketi’nin içinde bir SSCB aparatı olarak son derece iyi işlev görmüş ve İngiltere’nin birçok projesini SSCB ile paylaşmış ve yine SSCB’nin de özellikle bilinmesini istediği operasyon bilgilerini öncelikle İngilizler’le paylaşmıştır. Tito her iki tarafın da çıkarlarını ve stratejilerini kendince orijinal bir biçimde değerlendirmiş ve çift taraflı değil ama çok taraflı casusluğun üstadı ve rafine stratejiler oluşturma ve geliştirme ve bunları özgün şekilde uygulama konusunda haklı bir ayrıcalıklı diplomat-casus-devlet adamı olma imtiyazını elde etmiştir.
Tito, 1. Dünya Savaşı’nda Bukovina cephesinde savaşırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır yaralanmış ve Ruslara esir düşmüştür. Bolşevikler’in yanında 1917 Devrimi ve İç Savaşı’na katılmış, 1919’de bir Rus kadını Pelagija’yla evlenmiş olarak Yugoslavya’ya dönmüştür. Pelagija Rus asıllı olarak bilinir, değildir, aslında İngilizdir ve/ama Rus gizli servisi NKVD hesabına çalışmaktadır. Bu evliliğin 20. Yılında Tito ölümcül derecede zehirlenir, şüpheler Pelagija’nın üzerinde toplanır, boşanırlar, oysa Tito’yu zehirleyenler Almanlardır. 1 Yıl sonra Tito, Herta Haas’la evlenir. Herta, 1914’te Avusturya İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak bugünkü Slovenya’da doğmuştur ama Sloven ya da Alman değildir, tahmin edilemeyecek bir ırka mensuptur ve o da Almanya hesabına çalışmaktadır! Tito, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, Alman zehirinden kurtulmuş ama Herta’ya yakalanmıştır! Velhasıl büyük güçlerin Tito’nun yatak odasına kadar girebilmelerine rağmen O, bunların hepsiyle oynamasını bilmiştir.
İngilizler, “İngilizlerin yetiştirmesi” olarak bilinen Tito’yu uzun süre çözememiş ve birçok devlet adamına duymadıkları saygıyı Tito’ya duymuş ve göstermişlerdir. Bugün yavaş yavaş Tito’nun bir İngiliz aparatı değil, özgün bir balkan stratejisti olduğu ortaya çıkmaktadır. Çocukluğunda bir çilingirin yanında çıraklık yapan Tito, SSCB’ye göz kırpıp Batı’ya gider gibi yapmış, fakat Yugoslavya’yı bir ve bütün olarak tutabilmek için İngiliz aklını da aşan stratejiler uygulamayı başarmıştır. İngilizler gerçekten olağanüstü bir kimlik ile çalışmak ve ondan istifade etmek konusunda başarılı olmuşlardır. Fakat bugün bakılınca, aynen yakın tarihteki bazı liderler gibi Tito da İngilizlere ve Batı’ya yakın durup kendi ülkesinin istiklal ve istikbali için çalışmıştır.
Balkanlar’da başarılı olmak ve Balkanları anlamak için Tito’yu, Aliya İzzetbegoviç’i dönüp dönüp tekrar okumak zorundayız. Balkanlar ve Türkiye, bin bir türlü stratejinin uygulandığı ve çoğu zaman başarısızlığa uğradığı bir coğrafyadır.
Özel değerlendirmeler yapıldığı zaman hanedanlarla milletlerin birebir temsilcileri olmadıkları Balkan ve Türklerin tutumlarından anlaşılabilir. Bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç ve Tito’nun anlatım ve eserleri, dünün hanedanlıklarını ve dünyasını anlamakta anahtar rol oynayacaktır.
Tito, akıl almaz stratejilerle Yugoslavya’yı inşa edip ve sürdürürken Aliya İzzetbegoviç de Bosna Hersek’i kurma ve kurtarma misyonuyla Balkan barışını tesis etme ve Batılı diplomatik, stratejik, istihbari ve askeri düzenbazlıklarla başa çıkmada birçok parametreyi inanılmaz maharetle kullanmış ve Batı’yı Batı’nın silahı ile vurabilmiştir.
Aliya İzzetbegoviç’in Osmanlı analizlerini bugün Batı’da yapacak tarihçi ve devlet adamı yoktur. Aliya İzzetbegoviç’in Osmanlı’ya yönelik analiz ve sitemleri de yürek yakıcı ve fakat ne yazık ki gerçektir. Balkanları neden kaybettiğimiz ve neden kazanamayacağımız Aliya İzzetbegoviç’in anı ve analizlerinde fazlasıyla mevcuttur.
Balkanlardaki her etnik topluluk, tarihin eğittiği bilince sahiptir. Karşılaştığınız her Balkanlı, duruş, konuşma ve bakışlarınızdan niyetinizi ve hedefinizi görecek tarihi bir derinliğe ve tecrübeye sahiptir.
Yugoslavya, SSCB emperyalizmine ilk bayrak açan ve bu konuda hayli fazla reddiye üreten bir siyasal maziye sahiptir. Yugoslavya sadece SSCB emperyalizmini değil diğer emperyal devletleri de çok iyi analiz etmiş ve bunu bireysel ve ülkesel çıkarları için kullanmıştır.
Dağıldığında içinden yedi devlet çıkaran, en az 26 etnik grubu içinde barındıran, rıza ile bir araya gelmemiş ve rıza ile bir arada durmayan bir yapı olan Yugoslavya, bir İngiliz dayatmasıydı. Yugoslavya Ortodoks, İngiltere ise, Ortodoksların ezelden beri nefret ettiği Protestan’dı. Yugoslavya’nın bütün olarak devam etmesi zaten reşyanın tabiatına aykırıydı.
“Avrupa’daki düşmanımız Fransa, dünyadaki düşmanımız İngiltere’dir” diyen ve bunu bir devlet politikası olarak benimsemiş olan Almanya, Yugoslavya’nın dağılmasını yalnızca desteklemedi, dağılmanın gerçekleşmesi için İngiltere’yle çatıştı da. Almanya, İngiltere’nin Balkanlar’daki ağırlığını kendisine karşı bir kuşatma hareketi olarak görüyordu. Yugoslavya’nın İngiltere’yle olan ilişkileri, Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Ön Asya’ya açılmasının önünde engeldi. Almanya, İngiltere’nin aklını hafife aldığının farkındaydı ve bunu keyifle izledi. İngiltere’nin Almanya’nın aklıyla alay etmesinin bedeli ağır oldu.
Yugoslavya’nın kurucusu İngiltere, yıkıcısı ise Almanya’dır. Yugoslavya’nın dağılması Batı’nın hayrına olmamıştır. Dağılan Yugoslavya, Avrupa ve Batı olgusuna öylesine ağır bir balyoz indirmiştir ki tekrar Avrupa ve Batı’nın eski imajını yakalaması mümkün değildir. Burada en ağır darbeyi İngiltere’nin yediği şüphesizdir. İngiltere buradaki kayıplarını hiçbir şekilde telafi edemez.
Batı, Balkanlar’da yaptığı zincirleme hatayı Türkiye’de de yapmakta ve onulmaz yaralar almaktadır. Bu durumda Almanya’nın Balkanlar’da elde ettiği kazanımlar kalıcı olacak fakat Türkiye, Ortadoğu ve Orta Asya’daki kayıpları da kalıcı olacaktır.
Türkiye’nin Batı’nın bu genelleşmiş bocalamasından yararlanabilmesi için hazırlıklarını artırması gerekmektedir. Yunanistan bile AB ve ABD konusunda Türkiye’nin fevkinde bir çalışma ile iflastan kurtulmuştur. Yunan entellektüel yapısı, AB, ABD, İngiltere ve Almanya ile ilgili çok kaliteli araştırma ve analizlere imza atmıştır. Sırp, Hırvat ve Sloven basınında ve akademik hayatında ciddi Bati ve Bati ülkeleri analizleri vardır, biz bunları takip edemedik.
Almanya, Hollanda, Avusturya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin Balkanlar’daki stratejileri, Türkiye için de bir erken uyarı sistemi görevi görebilmeliydi. Bölgemizde ve dünyada olup bitenleri, Balkan dağılması öncesi ve sonrası Balkan entellektüel siyaset ve devlet adamları açısından dahi baksak, elde edeceğimiz çok şey vardır.
Tito’nun, İngiltere gibi bir devle oynadığı oyunu yazsak aslında dünya siyasetine büyük katkı yapmış oluruz. İngiltere, Tito’nun yasını tutmuş mudur, yoksa İngiltere kendi yasını mı tutmuştur? Bunu tam olarak İngilizler yazmadan öğrenemeyiz.
Tekrar eski bütünü oluşturmaktan yoksun parçalar söz konusu olduğunda akla gelecek ilk ‘Birleşik Devletler’den birisi Yugoslavya’dır. Yugoslavya’yı taşıyan ana unsur olarak hiçbir topluluk öne çıkmaz. Bir liderin birleştirdiği ve ölümü ile de dağılan devletlerdendir Yugoslavya. Tito bu devleti kurarken tabii ki ciddi yardımlar aldı. Almanya’nın, İngiltere’nin, Rusya’nın, İtalya’nın, Fransa’nın, Yunanistan’ın, Türkiye’nin, ABD’nin ve daha birçok devlet üstü kuruluşun inşaatında yer aldığı bu devlet, yani Yugoslavya, değişik milletlerin, rızaları hilafına nasıl birleştirilip dağıtıldığına mükemmel bir örnektir. Almanya, Rusya, İngiltere ve Türkiye’nin ana kurucu devletler olması önemlidir.
Yugoslavya önemli ölçüde İngiltere lehine kurulmuş fakat Almanya lehine dağıtılmış bir birliktir. Uluslararası arenada “Adın çıkacağına canın çıksın” kuralının en çarpıcı şekilde çalıştığı bölgelerden biri de Balkanlar’dır. İngiltere kadar saman altından su yürütme kabiliyetine sahip bir başka devlet de Almanya’dır. Bu niteliği bugün her geçen gün daha da öne çıkmaktadır. Rusya ise Tito’yu İngiltere’den daha etkin çalıştırarak ve Yugoslavya içindeki anti SSCB hareketini organize ederek, SSCB sistemini; Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da beklenenden uzun süre ayakta tutmayı başarmıştır.
Almanya’nın, siyasal ve ulusal birliğini en son tamamlayan Avrupa devletlerinden biri olarak son dönem devletsel birlikleri kurup dağıtma bilgisinde İngiltere’den daha güncellenmiş ve geliştirilmiş bilgiye sahip olduğunu değerlendirmeye yarayacak epey veri vardır.
Yugoslavya gibi bugünkü Büyük Britanya Birliği’ni devam ettirecek ana unsur olarak öne çıkacak “bir millet” Britanya adasında şu anda yoktur ve bu sebeple İngiltere de dağılma sendromu yaşamaktadır. Devletlerin hangisinin güç yitimine uğradığını anlamak için küresel bazı elitleri izlemek yeterlidir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın Avrupa’da en çok vurduğu birlik İngiltere olmuştur. İngiltere’nin AB’den çıkma sebebi önemli ölçüde bu şarta bağlıdır. “Hürriyet ve Özerklik” vaatleriyle onlarca devleti ve imparatorluğu parçalayan İngiltere, şimdi kendisi, bir zamanlar bayraktarlığını yaptığı bu değerlerin beslediği parçalanma tehditiyle yüz yüzedir.
Yugoslavya ve İngiltere’nin kaderinin böylesine iç içe olabileceğini İngiltere’nin bile düşünememiş olması büyük olasılıktır. İşte tam bu nokta, Hollanda’nın sahne almaya başladığı noktadır. İngiltere’nin -tarihte de bugün de- genellikle Hollanda ve İngiliz elitleri üzerinden dizayn edildiğini görmek, Avrupa’da neyin neden olduğunu anlamaya yarayacak en önemli şifrelerdendir. Hollanda’nın İngiltere’yi konumlandırma gücü, Hollanda’nın İngiltere için de bazı rolleri oynadığı gerçeğine ulaştırır Türkiye’yi.
Her Balkan bireyi, birçok önemli devletin özel eğitilmiş diplomatlarına ve istihbaratçılarına fark atacak “tarihi tecrübeye” sahiptir. Bu derinlik, bölgenin, tarihte en çok oynanan coğrafyalardan en önde geleni olmasıyla ilgilidir.
Tito’nun hem SSCB hem Büyük Britanya birliklerinin uzun süre devam ettirilmesinde kilit rol oynadığı açıktır. Bu bağlamda İngiltere’nin son dönem gösterdiği uluslararası ilişkilerdeki büyük atağın İngiltere’nin bütün olarak kalmasına ve eski dominyonlarının korunmasına yönelik olduğunu tespit etmek önemlidir.
İngiltere’nin birçok önemli misyonu şimdi Almanya’nın eline geçti. Anglo-Saksonlar’ın, yani Almanlar’ın ve İngilizler’in aynı kökten geldiklerinin altını çizmek gerekir. “Wall Street+Pentagon+London City=Dünya Hakimiyeti” denklemindeki London City’in yerini Frankfurt’un ya da Berlin’in alması süreci yaşanıyor bugün.
İskoçya, Galler, İrlanda ve İngiltere arasındaki birlikteki siyasal, ekonomik ve sair ağırlık oranlarının yeniden pazarlığı yapılıyor bugün. İngiltere’nin uluslararası ilişkilerdeki ve Britanya adasındaki birikimini yadsımadan ve İngiltere’nin tarihini çok iyi irdelemeden, Almanya’nın sahnede yenik gözüküp perde arkasında hep kazanmasından çıkaracağımız dersler var.
Osmanlı, Balkanlar’ı kaybettikten sonraki 10 yıl içinde, Anadolu hariç, tüm imparatorluğunu kaybetti. Peki Osmanlı, Balkanları kaybedince neyi kaybetti ki her şeyini kaybetti?
Balkanlar, Osmanlı’nın akıl merkeziydi. Osmanlı, “Balkan Aklı”yla büyüdü, Balkanlar’ı kaybedince de küçüldü. Osmanlı’nın adaleti ve hoşgörüsü, Balkanların, silah kullanılmasına gerek kalmadan fethini sağlamış, silah sadece zorbalık edenlere karşı kullanılmıştı. Osmanlı, aklını, silahsız elde ettiği Balkanlar’ı silahla elinde tutmaya kalkışınca perişan etti. Aklını kaybeden Osmanlı, imparatorluğunu kaybetti.
“Balkan Aklı”, İsa’dan Önce 9. Asır’a dayanır, Edirne bu aklın merkezidir. Maykopça bilen Rusya, Edirne’nin öneminin anlaşılmaması için Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesine destek verdi. Osmanlı’nın Edirne’yi terk etmesi, Osmanlı’nın çökmesiyle sonuçlandı. Rusya, Maykopça bilgisi sayesinde Edirne’nin önemine çok önceden vakıf oldu. Edirne’den çıkan Kirilce tabletler, Edirne’nin önemini daha da artırdı. Bu arada Maykop, Adıge Cumhuriyeti’nin başkentidir. Adigeler, Kafkaslar’da yaşarlar. Peki Kafkaslara nereden gittiler?
İstanbul, 1204 yılında, Vatikan’ın önderliğinde ele geçirildi ve “Konstantinopolis Latin İmparatorluğu” kuruldu. Şehir, Katolik Latin’lerce yağma edildi, burada Hıristiyanlığa ait ne varsa hepsi Vatikan’a götürüldü ve halen buradalar. Tarihi yağmadan sonra Vatikan, İstanbul’dan kendiliğinden çekildi ve hayat normale döndü. Bu hadiseden 249 yıl sonra, Vatikan, Ortodoks İstanbul’a tekrar geldi, ama bu kez ordularıyla değil, din adamlarıyla…
Kuşatma altındaki Bizans İmparatoru, Türklere karşı Vatikan’dan yardım istemiş, Papalık da bazı şartlar karşılığında bu talebe “olur” demiş, Vatikan’ın isteği üzerine Ortodoks Patrikliği resmen kapatılmış, Ayasofya’da Paskalya Ayini’ni, Papa’nın gönderdiği bir Katolik Kardinal icra etmişti. Bu durum, Ortodokslar arasında infiale sebep olmuştu. Rusya, bu yapılanın dine karşı bir ihanet olduğuna inandı. Rus kilise çevrelerinde hala hâkim olan ve “Bizans, dine ihanet etmiştir” şeklinde ifade edilen kanaatin kökeni işte bu hadiselerdir.
Bu şartlar altında Rus Aklı, İstanbul’un fethine, Bizans’a yardım göndermeyerek, destek verdi. Böylece Rus Aklı, İstanbul’a, ahlâken çökmüş Vatikan yerine Türklerin yerleşmesini tercih ederek, hem Ortodoksluğu, hem de Edirne’yi kurtardı.
Osmanlı, Rusya’nın Edirne’ye verdiği önemin farkına varamadı. Edirne-Rumeli, Osmanlı’nın entelektüel insan kaynağıydı. Rusya, Edirne’ye İngiltere’den daha çok yatırım yaptı. İngiltere, Edirne’yi Osmanlı’dan daha fazla önemsedi.
Fetihten sonra Osmanlı’nın başkentini Edirne’den taşıması, basit bir coğrafi hadise değildir. Peki Osmanlı’yla beraber İstanbul’a gitmeyen, Edirne’de kalan nedir?
Edirne’nin toplumsal yapısı, coğrafi konumu ve tarihsel geçmişi, burada farklı dinamiklerin gelişmesini sağlamış ve sonuçta tarihin derinliklerinden süzülen özgün bir akıl oluşmuştur. Edirne, İsa’dan Önce Keltler’in vatanıydı. Keltler, Edirne’de en yüksek medeniyeti inşa etmişlerdi. Edirne, İngiliz aklının kaynaklarından biri, İngilizlerin amcalarının memleketi, Keltler’in ilminin gömülü olduğu yerdir.
Daha önce bir yazımızda İngiliz Hanedanı’nın akrabalarından çoğunun Türkiye’de olduğunu fakat bunları İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bile bilmediğini yazmıştık. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin Tükiye’deki akrabaları, ileride İngiltere’de tahta çıkabilir.
Keltler’in Türkiye’den gittiğine dair araştırmalar geçmişte de gündeme getirilmişti. Yine Almanların da Hattuşaş’tan yani Anadolu’dan gittiğine dair de ciddi bulgular olduğu iddia ediliyor. 1 ve 2. Dünya Savaşları’nda Almanlar’ın, Ege ve İç Anadolu’da kökenlerini aradığını biliyoruz. Keltler’in ve Almanlar’ın, Anadolu toplulukları olma olasılığı da bu bağlamda Batılılara göre oldukça yüksek. Türklerin Anadolu’ya geliş tarihinin 1071 olmadığı, Anadolu’da 8 veya 10 bin yıldır yaşadığına dair görüşler var.
İstanbul’u fetheden Edirne medeniyetidir, Osmanlı İstanbul’a taşındı ama İstanbul, imparatorluğu taşıyamadı. İstanbul, parayla beraber fitnenin de bol olduğu, idaresinde İngiltere aklının etkin olduğu bir yerdi. İstanbul, Türklerin yükünü çektiği, emniyeti için canını verdiği ama nimetlerini yabancıların yediği bir şehirdi. İstanbul, Edirne’ye nazaran daha kozmopolitti, bu durum, imparatorluğun huzurunun bozucusu oldu. İstanbul, Edirne’ye göre entelektüel derinlik bakımından zayıftı, İstanbul’da gösteriş ve güzellik vardı, Edirne’de ise derinlik! İstanbul’un, Edirne’ye gönderdiği alay, Güney Doğu’lu seçilmiş gaddar karakterli insanlardan oluşuyordu, bölge halkına çok kaba davranıldı, bu alay, Osmanlı’nın bölgedeki sonu oldu.
http://www.gunes.com/yazarlar/omer-ozkaya/balkan-jeopolitigi-5-776788
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder