"İşte “okumayı sevmeyen” bir millet olma vasfımız biraz da bunu anlatır. Aslında bu biraz da inancımızın kitâbında daha ilk ilâhî emrin “Ikra” yâni “Oku” fiili olmasıyla da bağlantılı gözüküyor. (Hoş; merhum ilâhiyatçı Prof. Dr. Sâlih Akdemir; Kur’anın nâzil olduğu devirde “Ikrâ” kelimesinin “okumak” manâsına gelmediğini; daha çok “anlat”, “söyle” manâlarına geldiğini yazmıştı.) "
Yazarlık okumayı gömen bir ilüzyondur çoğu defâ. Avni Özgürel aktarmıştı: “Üstadın” evinde kitap göremeyince kütüphanesinin yerini sormuş. Necib Fâzıl cevâbı patlatmış: ”Evlâdım sen hiç süt içen inek gördün mü?” Gerçekten derin okuyanların kâhir ekseriyeti kitap denizlerinde boğuldu. Kendilerinden bir daha haber alınamadı. Bâzıları o kadar çok okudular ki, ayaklı ansiklopedilere dönüştüler. Dünyâ hakkında hiçbir fikirleri olmadı. Sâdece etraflarına mâlumat saçtılar. Çoğu defâ da gerekli gereksiz bilgi saçmalarıyla ortalığı batırdılar. Bâzıları da; okunmaya rakiplerinden daha fazla mazhâr olmak için kendi aralarında tuhaf bir rekâbete girdiler. Ben buna “anlaşılmama rekâbeti” demeyi uygun görüyorum. Bu da keyfiyet meselesini derin bir karanlığa attı. Kim en anlaşılmaz olduysa, en değerli olduğunu zannetmeye başladı. Zavallı okuyucular ise bu karmaşık metinlerin ağırlığı altında ezildi. Anlamak okuyanın mecbûriyeti olduğuna göre; anlamamak okuyucunun başarısızlığıdır. Bu da îtirafı çok zor bir şeydir. “M.Blanchot’yu anlamadım, ne kadar anlaşılmaz yazmış demek” olacak iş değildir ve okuyan açısından bir “imân” eksikliğine delâlet eder. Onun için anlayanlar -belki de anlamış rolünü bizden daha iyi yapanlar- karşısında “anlamış gibi yapmak” en doğrusudur."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder