Modern Batı aklının ikamet adresi olarak Londra, Kadim Doğu’nun ağırlık merkezi olan Pekin'le ittifak kurarak, orta vadede bir nevi ABD’yi geriye düşürmeye çalışırken, Amerika da Moskova ile ittifakla buna karşı durmaya çalışmakta.
Amerika’nın bir geçmişi yok, bu sebeple de özellikle İngiltere’nin ve diğer uzun yaşayan imparatorlukların hatalarından ders çıkararak ilerlemeye çalışıyor. Bu maksatla Amerikan ilgili birimleri, daha 1920’lerden beri, “uzun yaşayan imparatorlukların sırları peşinde.” Ve yine daha bu tarihlerde Amerikalılar, yeni büyük güç olma yolunda, dünyada mevcut bütün rekorları kırarak, onlara sahip olmak hevesindeydiler. 1930-60 yılları arası zaten bütün ölçülerin alt üst olduğu bir devirdir.
Amerika’nın liderliği, teknolojik üstünlüğüne ve kurduğu karmaşık oyunlara dayanıyor. Amerikan felsefesine göre, diplomasi çabaları boşa geçen zamandır ve
“Zor oyunu bozar.”
Amerika, dünyadaki ve Türkiye’deki bazı darbelerin ve “balans ayarları”nın arkasındaki güç. Stratejist Zbigniew Brzezinski’ye göre de “Türkiye’de ordunun sisteme müdahaleleri Latin Amerika’daki gibi yönetimi sürekli ele geçirmek şeklinde olmadı. Ordu düzen sağlandığında yönetimden çekildi.” (Milliyet, 04.05.1998 - Sayfa 21)
Amerika, hedefindeki ülkede şahıslar, şirketler üzerine oynamaz, sistemi kurar, böylece tüm dereler kendiliğinden Amerikan havuzuna akar. Mesela Amerikan İstihbaratı OSS, daha Mayıs 1944’te, “Yeni Almanya”nın Amerika’nın kontrolü altında nasıl inşa edileceğini şöyle formüle etmişti: “Öncelikle Almanya içindeki şeytanın, yani Nazizm’in ortadan kaldırılması; büyük arazi sahiplerinin, büyük sanayicilerin, askeri kastın ve onlara bağımlı bürokrasinin yenilgisi ve tasfiyesi gerekiyor.” (Kaynak: CIA’den önceki Amerikan İstihbarat örgütü OSS’e ait 12 Mayıs 1944 tarihli ve 187 sayılı Bilgi Notu Raporu)
Yeni Almanya’nın inşaasında olduğu gibi benzer çalışmalar Türkiye’de de yapılmış mıdır?
Rockefeller Vakfı, Temmuz 1958'de, İstanbul'daki Amerikan Kız Koleji ile Robert Kolej'e büyük bağışlarda bulunur. Bu para “Şark'ın gelenekleri ile Batı Münâsebetleri”ne dair araştırmalarda kullanılacaktır. Amerika, Doğu’yu yakından takip eder ama Doğu’nun kendisini takip etmesinden pek hoşlanmaz. Mesela 1987-88’de, Amerikan Kaliforniya Üniversitesi’nde doktora yapan bir Türk öğrenci R.K.K., “Amerika’da Sosyal Hayat” dersini almak ister. Okul idaresi, kibarca bu dersi almamasını söyler ama O ısrar eder ve alır. R.K.K “Bu derse giren tek yabancı bendim. Bir süre sonra hocanın, Amerikalı talebeleri, derslerden sonra, kendi odasında ayrıca özel derse aldığını gördüm” demektedir. ABD’de Yale ya da Kaliforniya Üniversitesi’nin kütüphanelerinin bazı bölümleri de herkese açık değildir, yabancı her ülke vatandaşının girebileceği, giremeyeceği yerler farklı farklıdır. Fen bilimlerinde okuyan her talebe de, kendi okulundaki her laboratuvara dahi giremez.
Amerika’nın tüm engelleme çabalarına rağmen güç, Güneş’i takip ederek Asya’ya doğru kayıyor. Güç, dünya çapında yaygınlaşıyor ve Amerika’nın küresel ilişkileri yönlendirme yeteneğine meydan okuyor. Karmaşık, kompleks ve küresel değişimlerle başa çıkmak artık sadece Amerika’nın liderliğiyle olacak bir iş değil; ABD’nin dünya çapında nasıl davranması gerektiğine dair yeni bir yaklaşım gerekiyor. Amerika’nın mevcut düzeni sürdürebilmek için küresel değişimi denetim altında tutması gerekiyor. ABD, demografik, ekonomik, teknolojik değişimlerle tehdit altında olduğunu hissettiği statükoyu koruyacak ve giderek kontrolden çıkan bir dünyaya düzen getirecek yeni bir arayış içinde ve bunu sağlamak için daha da otoriter olmak isteyecektir. Bu da ABD’ye olan nefreti daha da artıracaktır.
Bir ‘ziyaret’in ekonomi-politiği
29-03-2016
- | Cemil Ertem dr.cemilertem@gmail.com
|
Bugün Cumhur-başkanı Erdoğan ABD’ye gidiyor. Bu tür gezilerin planı ve zamanlaması yıllık olarak yapılır ve program sanılandan çok önce belirlenmiş olur. Bu açıdan, şu sıralar siyasi ve ekonomik gündemde olan birçok güncel gelişme ve tartışma ile ziyaretin zamanlaması arasında bir bağlantı yoktur. Ancak bu ziyaret, şu sıra Türkiye-ABD arasında gündemde olan birçok önemli başlığı masaya getirecektir. Esasında ekonomi alanında ilk sırada olan başlıkların, aynı zamanda, siyasi ve diplomatik başlıkların çıkış noktaları olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’da baştaSuriye meselesi ve buna bağlı terör, mülteci sorunları başta olmak üzere, Irak, Akdeniz enerji ve ticari alanları, buna bağlı Filistin-İsrail ve Kıbrıs sorunları esasında bugün küresel ekonominin ve siyasetin en önemli gündemleri olarak masadadır.
Yeni strateji
ABD’nin önünde çok kritik bir başkanlık seçimi var. Ancak bu seçimden ya da adaylardan bağımsız olarak ABD’nin yeni dönemdeki stratejisinin konturları az çok bellidir. ABD, Pasifik veKafkasya-Ortadoğu-Doğu Avrupa dengesini, her iki tarafı ve bu coğrafyalardaki eksen ülkeleri kontrol ederek, sağlamaya çalışacak. Bir önceki yüzyılda Pasifik’te Japonya kontrol altında, Çinise ayrı kutuptaydı, diğer Asya ülkeleri ise zaten yok hükmünde sayılıyordu. Ama şimdi Japonya, tıpkı Türkiye gibi, “bağımsız” karar alma ve siyaset oluşturma yollarını geliştiriyor, Çin ise “başka bir dünyada” Rusya ile rekabet etmiyor, doğrudan ABD’nin “dünyasında” ve ABD ile rekabet ediyor. Bu durumda, Pasifik, en az Kafkasya, Ortadoğu ve Avrupa kadar önemli. ABD, bu iki bölgeyi, aynı anda, aynı oranda askeri ve siyasi olarak kontrol edemez. Bunun ekonomik şartları ilk önce yok. Dolayısıyla, ABD, her iki bölge için “stratejik müttefik” anlayışını yeniden yorumlayarak, kendi mutlak kazanımları ve yararı dışında da karşısındaki ülkelerin çıkarlarını ve kazanımlarını hesap etmek zorundadır.
Bu gerçeği hâlâ görmeyen ve kendisini bir önceki yüzyılda zanneden neocon tarafı, bu kontrol meselesinin eskisi gibi darbe-vesayet zinciriyle olacağını sanıyor. Ama o eski çamlar bardak oldu, Pasifik’te nasıl yeni bir Çin varsa, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya için de yeni bir Türkiye var. Öte yandan, Türkiye’de de bu yeni durumu görmeyen siyasi yapılar da neocon tarafına bakıp kendileri için bir çıkış var sanabilirler. Ne kadar yanıldıkları çok yakında bir kez daha anlayacaklar.
Burada yalnız mesela iki temel konuya baktığımızda bile, siyasetin rotasının nasıl çizilmekte olduğunu görürüz. ABD’nin Transatlantik ve Transpasifik ticaret anlaşmaları doğrultusunda yeni ticari paradigma oluşturma çabaları, bizim yukarıda özetlediğimiz yeni stratejinin iki önemli başlığıdır. Buna bağlı olarak, başta Çin çıkışlı yeni İpek Yolu ticari geçişleri ve Türkiye merkezli Güney Enerji Koridoru (Güney Gaz Koridoru) hiç şüphesiz ki yeni bir bölge siyaseti ve diplomasisi üretecektir.
Aslında bu iki konunun birbiriyle iç içe geçtiğini söylemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’na (STA) dahil olması, yukarıda sözünü ettiğimiz bölgede, Türkiye üzerinden yürüyen bir ticari entegrasyonu ister istemez doğuracak. Tabii işin şöyle bir “derin” yanı da var; AB ve ABD arasında yapılacak STA’nın da etkinliği için buraya mutlaka Türkiye’nin dahil edilmesi gerekiyor. Çünkü lojistikten ürün standartlarına değin birçok konuda Avrupa’nın üretimini ve bu üretimin ticarileşmesini, Türkiye olmadan, Türkiye limanları kullanılmadan yapmaya kalkmak işi yokuşa sürmekle eşdeğer...
Türkiye olmadan...
Serbest ticaret anlaşmaları, yalnızca gümrük ve kotalar için tanınan serbestiyet değildir, para-sermaye çevriminin, beşeri-sermaye dolaşımının kolaylaşması, denetim altına alınması ve mal üretimlerinin aynılaşması, standartlaşmasıdır daha çok. Böyle olunca bu süreç, pazarları, ulusal sınırların hukuki, sosyal-kültürel ve ekonomik kısıtlarından çıkartarak bütünleştirir ve bu bütünleşme de bir müddet sonra siyasi tarafa da yansıyarak siyaseti değiştirir.
İşte Türkiye, yalnız coğrafi olarak değil, bu alanlardaki bütünlüğü sağlayacak çok önemli dinamikleri, hem tarihsel özellikleri hem de güncel konumu itibarıyla barındırıyor. Dolayısıyla, ABD-AB arasında yapılacak Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’nın bu iki ekonomik yapıyı da aşan bir küresel ticari bütünlük olacağını varsayarsak, bu, Türkiye olmadan olmaz.
İşte bütün bunlardan dolayı, Türkiye-ABD ilişkileri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, güçlü bir lider olarak, ABD’nin yeni dönemdeki stratejisi için yeri ve önemi yeniden değerlendirilmeli ve bu ziyaretteki temaslara bu perspektiften bakılmalıdır.
Yeni strateji
ABD’nin önünde çok kritik bir başkanlık seçimi var. Ancak bu seçimden ya da adaylardan bağımsız olarak ABD’nin yeni dönemdeki stratejisinin konturları az çok bellidir. ABD, Pasifik veKafkasya-Ortadoğu-Doğu Avrupa dengesini, her iki tarafı ve bu coğrafyalardaki eksen ülkeleri kontrol ederek, sağlamaya çalışacak. Bir önceki yüzyılda Pasifik’te Japonya kontrol altında, Çinise ayrı kutuptaydı, diğer Asya ülkeleri ise zaten yok hükmünde sayılıyordu. Ama şimdi Japonya, tıpkı Türkiye gibi, “bağımsız” karar alma ve siyaset oluşturma yollarını geliştiriyor, Çin ise “başka bir dünyada” Rusya ile rekabet etmiyor, doğrudan ABD’nin “dünyasında” ve ABD ile rekabet ediyor. Bu durumda, Pasifik, en az Kafkasya, Ortadoğu ve Avrupa kadar önemli. ABD, bu iki bölgeyi, aynı anda, aynı oranda askeri ve siyasi olarak kontrol edemez. Bunun ekonomik şartları ilk önce yok. Dolayısıyla, ABD, her iki bölge için “stratejik müttefik” anlayışını yeniden yorumlayarak, kendi mutlak kazanımları ve yararı dışında da karşısındaki ülkelerin çıkarlarını ve kazanımlarını hesap etmek zorundadır.
Bu gerçeği hâlâ görmeyen ve kendisini bir önceki yüzyılda zanneden neocon tarafı, bu kontrol meselesinin eskisi gibi darbe-vesayet zinciriyle olacağını sanıyor. Ama o eski çamlar bardak oldu, Pasifik’te nasıl yeni bir Çin varsa, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya için de yeni bir Türkiye var. Öte yandan, Türkiye’de de bu yeni durumu görmeyen siyasi yapılar da neocon tarafına bakıp kendileri için bir çıkış var sanabilirler. Ne kadar yanıldıkları çok yakında bir kez daha anlayacaklar.
Burada yalnız mesela iki temel konuya baktığımızda bile, siyasetin rotasının nasıl çizilmekte olduğunu görürüz. ABD’nin Transatlantik ve Transpasifik ticaret anlaşmaları doğrultusunda yeni ticari paradigma oluşturma çabaları, bizim yukarıda özetlediğimiz yeni stratejinin iki önemli başlığıdır. Buna bağlı olarak, başta Çin çıkışlı yeni İpek Yolu ticari geçişleri ve Türkiye merkezli Güney Enerji Koridoru (Güney Gaz Koridoru) hiç şüphesiz ki yeni bir bölge siyaseti ve diplomasisi üretecektir.
Aslında bu iki konunun birbiriyle iç içe geçtiğini söylemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’na (STA) dahil olması, yukarıda sözünü ettiğimiz bölgede, Türkiye üzerinden yürüyen bir ticari entegrasyonu ister istemez doğuracak. Tabii işin şöyle bir “derin” yanı da var; AB ve ABD arasında yapılacak STA’nın da etkinliği için buraya mutlaka Türkiye’nin dahil edilmesi gerekiyor. Çünkü lojistikten ürün standartlarına değin birçok konuda Avrupa’nın üretimini ve bu üretimin ticarileşmesini, Türkiye olmadan, Türkiye limanları kullanılmadan yapmaya kalkmak işi yokuşa sürmekle eşdeğer...
Türkiye olmadan...
Serbest ticaret anlaşmaları, yalnızca gümrük ve kotalar için tanınan serbestiyet değildir, para-sermaye çevriminin, beşeri-sermaye dolaşımının kolaylaşması, denetim altına alınması ve mal üretimlerinin aynılaşması, standartlaşmasıdır daha çok. Böyle olunca bu süreç, pazarları, ulusal sınırların hukuki, sosyal-kültürel ve ekonomik kısıtlarından çıkartarak bütünleştirir ve bu bütünleşme de bir müddet sonra siyasi tarafa da yansıyarak siyaseti değiştirir.
İşte Türkiye, yalnız coğrafi olarak değil, bu alanlardaki bütünlüğü sağlayacak çok önemli dinamikleri, hem tarihsel özellikleri hem de güncel konumu itibarıyla barındırıyor. Dolayısıyla, ABD-AB arasında yapılacak Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması’nın bu iki ekonomik yapıyı da aşan bir küresel ticari bütünlük olacağını varsayarsak, bu, Türkiye olmadan olmaz.
İşte bütün bunlardan dolayı, Türkiye-ABD ilişkileri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, güçlü bir lider olarak, ABD’nin yeni dönemdeki stratejisi için yeri ve önemi yeniden değerlendirilmeli ve bu ziyaretteki temaslara bu perspektiften bakılmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder