Bilge Kağan’ın ağzından yazılan Köl Tigin anıtına Kağan’ın
kendini takdiminden sonra en yakınlarından başlayarak bütün soyuna ve milletine
hitap cümlesi yer alır ve arkasından da hâkimiyetin coğrafyası çizilir. Çizilen
coğrafyanın belirgin sınırları yoktur. Gün doğusu, gün ortası, gün batısı, gece
ortası gibi sınırsızlık ifadeleriyle bir sınır gösterilmiştir. Sınırları bu
şekilde belirlenen coğrafyanın merkezi Ötüken’dir ve ülkenin sıkıntıya
düşmemesi için de Türk kağanının burada oturması şarttır. Bilge Kağan yaptığı
seferler dolayısıyla pek çok yeri gördüğünü, ancak Türkler için il tutulacak
yer olarak Ötüken’i seçtiğini “il tutsık yir Ötüken yış ermiş.” ibaresiyle
özellikle belirtme gereği duymuştur. Kendisi de burada oturmuş ve Çin ile
antlaşmalar yaparak sıkıntısızca yaşamıştır.
Bu bölümde Bilge Kağan Çin yönetiminin etrafındaki kavimleri nasıl hâkimiyetine aldığına dair bir tahlil yapmış ve Çinlilerin tatlı sözle yumuşak ipekle insanları aldattığını, aldanıp Çin’e yaklaşanların ise yok olacağını özellikle belirtmiştir. “…Yaklaştırdıktan sonra kötülük yayılırmış. Çok bilgili kişiyi, çok yiğit kişiyi yürütmezmiş. Bir kişi yanılıp aldansa soyunu ve kavmini beşiğine kadar yok edermiş.” Bu şekilde tehlike haber verildikten sonra Türk milletiyle ilgili de bir tespit yapıldığını görüyoruz. Bu tespite göre; Türkler, Çinlilerin bu hilelerine sürekli aldanmışlar ve sonuçta hep zararlı çıkmışlardır. “Tatlı sözüne, yumuşak ipeklerine aldanıp Türk milleti, çok öldün!” Burada yine bir coğrafya vurgusu dikkat çekmektedir. Ve Türk milletinin kendi yurdunu yani bozkırı terk edip Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım derse ölecektir. Hâlbuki kendi yurdunda kalıp Çin ile ticaret yaparsa sonsuza dek yaşayacak ve ülke sahibi olacaktır.
Türklerin günlük yaşadığını, geleceğe dair çok fazla plan yapmadığını ifade eden “Bir doysan artık açlık düşünmezsin.” cümlesi, Türk milletinin hafızasının güçlü olmadığının tespitidir. Bu Türk tarihini anlamaya çalışırken de göz önünde bulundurulması gereken bir tespittir. Bu tespit, Bilge Kağan’ın bir idareci olarak idare ettiği kitleyi iyi tanıdığını da göstermektedir. “Böyle olduğu için seni beslemiş olan kağanın sözünü dinlemeden her yere gittin. Oralarda hep mahvoldun yok oldun. Geriye kalanlar, hep ölüp biterek şuraya buraya yürüyordunuz.” Bu cümleler bize bozkır insanının karakteriyle ilgili ipuçları verir. Bozkır insanının bir otoriteye baş eğmesi kolay olmamakta, en ufak bir sıkıntıda ya kavga etmekte ya da mekân değiştirmektedir. Toprağa bağlı olmadığı için de mekân değişikliğinde çok tereddütlü davranmamaktadır. Tarım kuşağı insanı doğal olarak çiftçidir ve ekip biçtiği tarlalara sahiptir. Yani doyumluğunu yanında götüremez. Bu yüzden yer değiştiremez ve baş eğmeyi tercih eder. Ancak bozkır kuşağı insanı; hem daha mücadelecidir hem de çabuk ve kolay yer değiştirir. Dolayısıyla tarih sık sık kuzeyden gelen kavimlerin hikâyelerini anlatır.
Bilge Kağan, kağan oluşunu Tanrı’nın bir bağışı olarak görmekte, ayrıca “kut” sahibi olmasının da bunda rolü olduğuna inanmaktadır. Bilindiği üzere Türk devlet geleneğinde “kut” son derece önemli bir kavramdır ve ilahi kaynaklı olduğu kabul edilen “kut”, kağan olmanın da gereklerindendir.
Kut sahibi olduğu için Tanrı’nın bahşetmesiyle kağan olan Bilge; yok yoksul milleti kalkındırmış, az milleti de çoğaltmıştır. Az milleti çoğaltma da üzerinde durulması gereken bir anlayıştır. Devlet otoritesi ortadan kalktıktan sonra hem Çin’in politikalarıyla hem de yukarıda belirtilen sebeplerle millet darmadağınık olmuştur. Otorite yeniden sağlandığında ise dağılanlar yeniden toparlanmış ve istikrara kavuşan toplumun nüfusu doğal yollarla da artmıştır.
Bilge Kağan, abidenin güney yüzünün sonlarında milletin yanılmaması ve eski yanlışlara tekrar düşmemesi için şiddetli uyarılarda bulunmuş ve “Bugün itaat eden boylar olarak mı yanılacaksınız?” biçiminde Türkçede bugün de sık kullanılan soru cümlesiyle hayreti ifade etme yolunu seçerek durumu bir kez daha vurgulama gereği duymuştur.
Köl Tigin yazıtının doğu yüzü “Üze kök tengri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi oglı kılınmış.” cümlesiyle başlar. Bu cümle Kök Türkler devrinin din anlayışının temelini göstermesi bakımından etraflıca değerlendirilmesi geren bir cümledir. Burada gök, yer ve insanın yaratılmış olduğunu kabul eden bir din ile karşı karşıyayız. Yani Kök Türkler’in inancına göre evren ve içindekiler yaratılmış (mahlûk)tur. Cümlede geçen “kök tengri” sıfat tamlaması üzerinde de özellikle durmak gerekir. Çünkü konu ile uzaktan ilgilenen pek çok kişi bu ibareyi “Gök Tanrı” olarak aktarmakta ve Kök Türklerin çok tanrılı olduğu yanlış anlaşılmasının yerleşmesine yol açmaktadır. Hâlbuki bu ibare “mavi gök” anlamındadır ve “mavi gök” de yaratılmış, yani mahlûktur. Bu yanlış anlamanın sebebi de “Tengri” kelimesinin hem gök hem de yaratıcı olmak üzere iki ayrı anlama sahip olmasıdır. Bu yapı; tengri ismiyle onu niteleyen kök kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlamasıdır. Uygur metinlerinde de benzer kullanımlarla karşılaşılır, ancak İslam dönemi metinlerinde ilk andan yani Kutadgu Bilig’den itibaren Tengri, daha sonraki devirlerde Tanrı kelimesi, yalnız İslam’daki Allah kavramına karşılık olarak yaygın bir biçimde, tereddütsüzce kullanılmıştır. Bu tamlamada dilciliğin çalışma alanına giren bir takım anlam olayları yaşanmıştır. Tengri kelimesi başlangıçta muhakkak ki tek anlama sahipti ve bu anlam da muhtemelen “gök” idi. Gök anlamlı kelime zamanla yaratıcı anlamında da kullanıldı ve ikili bir durum oluştu. Kelimelerde genellikle yeni anlamlar eski anlamları unuttururlar, bu kelimeye has olmak üzere işin içine bir de kutsallık girince özelikle İslam sonrası “gök” anlamı bütünüyle unutuldu ve kelime yalnız kutsal alanla sınırlı kullanılır oldu. Çağatay metinlerinde karşılaşılan doğruluk anlamında “tingrilik” ibaresi de yine kutsalın bir tezahürü olarak kullanılır.
Yaratılış ve varlık anlayışının ortaya koyulduğu ilk cümleden sonra ise Türk’ün hâkimiyet anlayışını gösteren şu cümle ile karşılaşmaktayız. “Kişi oglında üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış.” Burada Bumın ve İstemi Kağanların hâkimiyetinin sınırı ifade edilmiştir ve o sınır kişioğlu yani bütün olarak insanoğludur. Hâkimiyet, Türklerle veya çevre halklarla sınırlı tutulmamış, bütün insanlığı içine almıştır. Bu cümle; cihan hâkimiyeti ülküsünün açık ifadesidir. Bu ifadenin bize gösterdiği bir başka durum da Birinci Köktürk devletinin hatıralarının bu devirde canlı olarak yaşamasıdır.
Bu metnin üçüncü cümlesi insanlık için çok önemli olan bir başka konuya dikkatleri çeker. “Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş.” Tahta oturup Türk milletinin ülkesini tutup, kanunlarını da düzenleyivermiş olarak anlamlandırabileceğimiz bu cümle; hâkimiyetin iki temel unsuru olan ülke ve kanun ile ilgilidir. Tarihin bilinen devirlerinden bugüne insanlar bir takım idari yapılar oluşturmuşlar, bu yapıların devam etmesi için kurallar koymuşlar ve kurallara uyulmasını sağlamak üzere de kurumlar oluşturmuşlardır. Devletlerin koyduğu yazılı kuralların yanında toplumlar da dünyayı ve hayatı algılayış biçimlerine göre iyi-kötü ayrımı yapmış ve bir takım ahlaki ölçüler getirmişlerdir. Bu cümlede gördüğümüz ili tutmak ibaresi, ülkeyi elde tutmak olarak düşünülürse töreyi itmek de töreyi yani hukuku düzenlemek ve bütün ülkede hâkim kılmak olarak anlaşılmalıdır. İl ve töre ibarelerinin sık sık birlikte kullanılması; Türklerin zihninde bu iki kavramın, yani ülke ve kanun kavramlarının bir bütün oluşturduğunu göstermektedir. Hatta töre yani hukuk o kadar önemlidir ki kaynaklarımızda “İl gider, töre kalır.” şeklinde bir atasözü kayıtlıdır. Kısaca bu iki kavram Türkler tarafından birbirinin bütünleyicisi olarak düşünülmüştür ki bu da ileri bir medeniyetin göstergesidir.
Takip eden cümlelerde yapılan seferler ile savaşlardan ulaşılan başarılardan söz edilirken “Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” gibi Türkçe harikası olan bir deyim kullanıldığını görüyoruz.
Ülkenin ulaştığı doğu ve batı sınırları belirtildikten sonra yer alan “İkisi arasında pek teşkilatsız Köktürk öylece otururmuş.” cümlesini nasıl anlamalı? İlk bakışta bir olumsuzluk gibi anlaşılacak “idi oksuz” (pek teşkilatsız) ibaresi bizce şöyle anlaşılmalıdır: Belirtilen sınırlar içerisinde devlet ve kanun hâkimiyeti o derece sağlanmıştır ki bu coğrafyada yaşayan insanların herhangi bir tedirginlik ve endişe duymaları için hiçbir sebep kalmamıştır. Ayrıca devlet, vatandaşların bütün sıkıntılarını giderecek kadar güçlüdür ve ne baba oğla, ne de oğul babaya muhtaçtır. Bu yüzden insanlar rahat ve endişesiz olarak darmadağınık yaşarlar.
Kağan ve yöneticilerin iki temel vasfı olan bilgelik ve yiğitlik sık vurgulanmaktadır. Pek çok başarı ve güzelliğin sebebi de bu iki meziyetle ilgili gösterilmiştir. Ülkenin ve halkın selameti için bu iki meziyetin yanında beylerin ve halkın da adaletli ve dürüst olmaları üçüncü bir gereklilik olarak sayılmıştır.
Devletin çöküşü anlatılırken sıralanan sebepler de oldukça dikkat çekicidir. Çöküşün ilk sebebi olarak; ağabeyin yerine geçen küçük kardeş ile babanın yerine tahta oturan oğlun ağabey ve baba gibi yaratılmamaları gösterilmiştir. Konunun yaratılışla yani Tanrı ile ilgili kısmını değerlendirirken devlet anlayışını hatırlamak gerekir. Türk devlet anlayışına göre kağan olan kişiler Tanrı tarafından onlara bağışlanmış bir kut sahibidirler. Oğlun babası gibi yaratılmaması demek, Tanrı tarafından babaya verilmiş olan kut, oğula verilmemiş demektir.
Kağanın bilgisiz ve kötü olması, vezirin aynı şekilde bilgisiz ve kötü oluşu, ayrıca beyler ile halkın da adaletten ayrılmaları ve dürüst olmamaları çöküşün sebepleri olarak gösterilmiştir. Bu sayılanlar içeri ile ilgilidir, dış sebep olarak da Çin’in hileci ve aldatıcı olması, kardeşi kardeşe düşürmesi, beylerle halkın arasını açması yani ülkeye fitne sokması gösterilmiştir. Bütün bu sayılanların sonucunda Türk milleti büyük bir felaketle karşı karşıya kalmış, devletini ve yöneticilerini kaybetmiştir. Bu durumun en acı sonucu ise bey olacak erkek çocukların Çinlilere köle; hanım olacak kız çocukların ise cariye olmasıdır. Birinci Köktürk Devleti’nin yıkılmasının doğurduğu sonuçlar bu sayılanlarla sınırlı değildir. Türk beyler Türk adını bırakmış, Çin’deki beyler Çin adı alarak Çin kağanına hizmet etmişlerdir. Elli yıl süren esaret döneminin sonuçlarından biri de Çinlileşme diyebileceğimiz ve ad değiştirme olarak yazıtlara yansıyan durumdur. Yazıtlarda bey olarak adlandırılan kişiler, muhtemelen topluma yön verme güç ve yeteneğine sahip olan aydınlardır. Aydınları dürüst olan bir toplum için herhangi bir tehdit ve tehlike çok da etkili olmaz, ancak aydınları, adaletten uzaklaşmışsa, yazıtlardaki tabiri ile “tüzsüz” ise toplumun geleceği karanlık demektir. Aydınlar Türk adını bıraktı cümlesini ilk önce bunlar; Türkçe olan adlarını değiştirip Çince adlar aldılar, ikinci olarak da Türkçeyi unutup Çince konuşmaya başladılar biçiminde anlamak gerekir. Bilge Kağan’ın yakındığı bu durum, günümüz de dahil olmak üzere tarihimizin hemen her devrinde sıkça gördüğümüz bir durumdur. Türk aydınının kendi değerlerine sırt çevirmesi ve dışarıya gereğinden fazla açık olması, bazı aydınlarca zaman zaman eleştirilmiş, ancak durum çok da değişmemiştir. Çöküş dönemlerinin aydınları milli bilinci işleyip öne çıkararak kurtuluşta pay sahibi olmuşlar, ancak kısa bir süre sonra tekrar yabancılaşma ve yabancı değerleri üstün görme hastalığı nüksetmiştir.
Çin esareti yıllarında sık sık isyanlar ve bağımsızlık teşebbüsleri olduğu bilim adamlarınca ortaya konulmuştur. Ayrıca Bozkurtlar zamanının temel konularından biri olan Kür Şad ihtilali de bu dönemdeki isyanları anlatır. Bu esaret dönemi yazıtların da ana konularından biridir. Bir süre esir yaşayan halkın; “İl sahibi bir millet idim, ilim şimdi hani? Kağan sahibi millet idim kağanım şimdi hani?” diyerek isyan ettiği ve bu teşebbüsün başarısız olması üzerine Çinlilerin “Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım.” dediği ve neredeyse yok edeceği kaydedilmiştir.
Türk milletinin yok olmasına razı olmayan Türk’ün Tanrısı ve Türk’ün kutsal vatanı; İlteriş Kağan ile İlbilge Hatunu yukarı kaldırmıştır. Yukarı kaldırma yani gökte olma da yine hâkimiyet konusu ve devlet anlayışıyla ilgili durumlardır. Burada dikkat çeken bir diğer husus da kağanla birlikte hatunun da anılmasıdır. Kut sahibi olma ve devlet idaresinde hatun da kağan ile beraberdir.
Bu bölümün devamında İlteriş Kağan’ın mücadelesiyle ilgili satırlar yer almaktadır. Abidelerdeki dikkat çekici benzetmelerden birini de bu satırlarda görürüz. Bilge Kağan; babasının askerini kurda, düşmanın askerini ise koyuna benzetir, ancak bunun da sebebi Tanrı’nın verdiği güçtür. İlteriş Kağan’a dair son cümle ise “Babam kağan, öylece ili ve töreyi kazanıp ölmüş.” biçimindedir. Burada yine il ve töre yani ülke ve hukukun birlikte anılması dikkate değerdir.
Bilge Kağan, babası öldükten sonra kendisi ve kardeşi küçük olduğu için devletin başına geçirilen amcası Kapgan Kagan’ın yaptıkları ile kendisinin görevlerinden de söz etmiştir. Bu bölümde yine yapılan sefer ve savaşlardan, elde edilen başarılaranlatılmıştır. Burada anlatılanlara göre devletin gücü doruk noktaya çıkmış ve bunun sonucu olarak da zengin bir toplum oluşmuştur. Bu zenginlik şöyle anlatılır: “O zamanda kul, kul sahibi; cariye, cariye sahibi olmuştu. Kardeş ağabeyini, oğlu babasını bilmezdi.” Burada karşımıza çıkan en yakın akrabaların birbirini bilmemesini nasıl anlamak gerek? Bilmeme; tanımama, saygı göstermeme anlamıyla düşünülürse isabetli ve töreye uygun olmaz. Türk töresinin temel esası bilindiği üzere büyüğe saygı, küçüğe sevgidir. Bu “bilmeme”yi; insanlar o kadar zenginleşti ki hiçbir şeye ihtiyaçları kalmadı ve hiçbir şey için en yakınlarının bile kapısını çalmaz oldular biçiminde anlamak metne uygun olacaktır.
Yazıtın bu bölümünde “Türk Oğuz beyleri, millet işitin!” diye başlayan muhteşem ve insanı heyecanlandıran bir hitap ile yine insanın tüylerini ürperten “üstte gök çökmese, altta yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilecekti?” meşhur cümlesi yer almaktadır. İmkânsızlığı anlatmak üzere kullanılan göğün çökmesi ve yerin delinmesi gerçekten de müthiş bir söz sanatıdır. Bu hitap Türk milletinin aklını başına toplaması uyarısıyla sürer ve ahmakça davranışlarıyla nasıl kötülüklere sebep olduğu acı bir şekilde anlatılır. Bu yapılan hataların sonucu olarak Türk milleti darmadağınık olup dört bir yana gitmiş gittiği yerdeki kazancı da kanının su gibi akması, kemiğinin dağ gibi yığılması, yukarıda da söylendiği gibi beylik erkek çocuğunun köle, hanımlık kız çocuğunun da cariye olmasıdır.
Bilge Kağan, kendisinin kağan olmasını da Tanrı’nın bağışı olarak görür, ancak bu bağışın sebebini de “Türk milletinin adının ve sanının yok olmaması” olarak kaydeder. Bilge Kağan, kağan olduğunda şartların nasıl olduğuna dair bir durum tespiti yapar. Buna göre o, sıkıntıları çok olan bir toplum üzerine kağan olmuştu ve babası ve amcasının oluşturduğu yapının dağılmaması için kardeşi Köl Tigin ile gece gündüz çalışmışlardır.
Bu bölümün devam eden satırları, Köl Tigin’in kahramanlıklarına ayrılmıştır. Bu satırlarda kağanın kendisi için en büyük yardımcı olan yiğit bir kardeşin ölümü üzerine hissettiklerini ve acısını görüyoruz.
Abidenin kuzey yüzünde de Köl Tigin’in kahramanlıkları anlatılmış, savaşlarda göstermiş olduğu yararlılıklar tek tek sayılmış ve böylece Bilge Kağan pek çok şey borçlu olduğu bir yiğit kardeş için yapılabilecek en güzel işi yapmış ve bu yazıtla onu ölümsüzleştirmiştir.
Şu satırlar; hem bu yazıtları sanat eseri haline getiren, hem de Bilge Kağan’ın duygularını çok güzel ifade eden Türkçe harikası satırlardır: “Kardeşim Köl Tigin vefat etti. Ben düşündüm. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Düşündüm. Ebedi olarak Tanrı yaşar, kişioğlu hep ölümlü yaratılmış diye düşündüm. Gözden yaş gelse engel olarak, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm. İyice düşündüm…”
Abidelerde ölüm kavramını karşılamak üzere, aynı bugünkü gibi, yakınlar için ölüm kelimesi kullanılmamakta; uçmak, uça barmak, kergek bolmak gibi sözler tercih edilmektedir. Uçmak ve uça barmak tabirleri kolay anlaşılan tabirlerdir, ancak kergek bolmak tabiri tartışılmış ve bunun da bir kuş ile yani uçmakla ilgili olduğu kabul görmüştür. Ölümle uçmak arasındaki ilişki ise ruhun bedenden kurtulup göğe yükselmesi inancı dolayısıyla kurulmuştur. Bu inanma bugün de görülür.
Türk tarihinde tiginlerin devlet için birlikte gayret gösterdiklerinin örneği ne yazık ki çok nadirdir. Tarihimizde, kardeşler genellikle taht kavgası yapmışlar ve bu kavgalar yüzünden Türk tarihinin içe dönük mücadeleleri çok ciddi bir sıklıkta karşımıza çıkar. Bilge Kağan ve Köl Tigin’in ilişkisi bu bakımdan son derece dikkat çekici ve özeldir. Bu ilişkinin bir örneği Tuğrul ve Çağrı Beylerin ilişkisidir. İki kardeşin anlaşarak devlet idaresinde rol alması, her iki örnekte de hiç şüphesiz millet ve devlet lehine çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Tarihimizde taht kavgalarıyla ilgili pek çok örnek gösterilebilir ki bunların sonucunda da hep kardeş kanı dökülmüştür.
Kırk yedi yaşında ölen Köl Tigin’in yuğ töreni, çevredeki bütün devlet temsilcilerinin katıldığı görkemli bir tören olmuştur. Törene kimlerin katıldığı da yazıtta tek tek açıklanmıştır.
Köl Tigin’in ölüm tarihi ve yuğ töreni tarihi de kaydedilmiş ve onun için sadece mezar ve yazılı taş yapılmadığı, bir külliye oluşturulduğu kaydedilmiştir.
Yazıtın son cümlelerinde ise bu yazıların Köl Tigin’in yeğeni olan Yollug Tigin tarafından yirmi günde yazıldığı belirtilmiş ve “Gökte de hayatta olduğu gibi (yaşayınız)” duasıyla yazıt tamamlanmıştır.
http://devlet.com.tr/makaleler/y13-ORKUNDAN_GELEN_SES.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder