17 Eylül 2017 Pazar

Düşünce Coğrafyalarımız: Elmalı’da Vehhâbîler (?)

Elmalı’da Vehhâbîler (?)

Mahmud Erol Kılıç
Mahmud Erol Kılıç

Durun hemen acele etmeyin! Bu Vehhâbîler zannettiğiniz gibi değil, bunlar başka Vehhâbîler. Yazının sonunu bekleyin…

Dün memleketimizin maneviyat tarihi açısından mühim bir beldesi olan Antalya Elmalı’da idik. Batı Torosların zirvelerinde yer alan Elmalı havası ve suyu ile geleneksel dokusu bozulmuş büyük şehir insanlarının nefes alabileceği bir sığınak adeta. Antalya merkez kavrulurken burada hava çok latif.

Tabii ki bizim orada bulunma sebebimiz sadece turistik bir gezi için değil. Üç iradenin örtüşmesi ile yaklaşık 10 yıldır bu küçük ilçede Elmalı’nın Canları sempozyumları yapılıyor. Bu üç irade bazı dostların gayretleri, Akdeniz Üniversitesinin planlaması ve Elmalı Belediyesinin desteklerinin bir araya gelmesinden oluşan müşterek bir irade. Bu sene ilk defa uluslararası düzeye taşınmış.

Antik dönemde de mühim bir kavşakta yer alıyor Elmalı. Greklere yenilen Pers kralının mezarı da burada. Selçuklu döneminde mühim bir merkez. Teke vilayetinin merkezi önceleri burası. Sonra Alaiye’ye geçiyor.

İlim ve irfan tarihimiz açısından bakıldığında ise Selçuklu-Osmanlı dönemlerinde çok önemli kimselerin yetiştiği bir yer olmuş. Birkaç koldan gelmiş bu bilgeler ve dalga dalga gelmişler.. Böylece sürekliliği sağlamışlar. Hacı Bektaş Veli’nin amcasının oğlu Hoylu Abdal Musa dergahını burada kurar. Evliya Çelebi çok büyük bir dergah olduğunu, bin inek, bin deve temellükü olduğunu yazar. Alaiye emirinin oğlu av için buralara geldiğinde Şeyhin sohbetinde kendini bulur ve sonradan Kaygusuz Abdal adını alan dervişi olur. Kaygusuz Baba Kahire’de Mukattam tepesinde dahi dergah açar. (Bugün askeri alan olduğu için girmeye izin verilmiyor).

Hasılı Abdal Musa irfan ocağından yetişen erenler sadece Batı Anadolu ile sınırlı kalmayıp Ortadoğu coğrafyasını da aydınlatmaya çalışmışlardır. Tıpkı şimdi yerlerinde baykuşların öttüğü Medine, Bağdat, Halep ve Şam Mevlevihaneleri gibi. Tabii ki aynı ocaktan yetişen Baltası Gedik, Haydar Baba, Debbâğ Baba, Kepçe Baba, Çoban Baba, İsmail Eren, İshak Dede, Mahmud Dede gibi pek çok bilgeler de daha mahalli olarak hizmetlerde bulunmuşlardır. Halkın Hak ile muhabbetini temin etmeye vesile olan bu din adamları olmuştur. (Dikkat! Din görevlisi demedim). İnsanlar yüzyıllar boyunca dinlerini, imanlarını bu Hak erenlerinden öğrendiler.

Peşinden bir başka dalga gelir Elmalı’ya. Halveti yolunun büyüklerinden Yiğitbâşı Velî’nin evlatlarından Abdülvehhab-ı Ümmi (v. 1596) burada irfan ateşini bir kere daha körükler ve insan eğitimine devam eder. Tevhid dersleri yapar, esma dersleri yapar, zikir telkini yapar. Pek çok kamil yetiştirir. Eroğlu Nûrî, Ümmî Sinân, Niyazi Mısri, Çavdaroğlu v.b. gibi büyük sufiler bu mektepten yetiştiler.

Şimdi gelelim yazımızın başlığındaki o okuyanları şaşırtan ifadeye. İlk olarak geçen sene bu sempozyumda bir konuşma yapan Leyla İpekçi hanımefendinin vurgu yaptığı hayli manidar bir ifade. Bugün için çok mühim karşılıkları var. Diğer bir adıyla Vâhib-i Ümmî’nin baş talebesi olan Eroğlu’nun (ki kabri Finike dağlarındadır) onun talebelerine Abdülvehhâblı veyahut Vehhâbî denildiğini bir şiirinde şöyle dile getirir:

Aşk ile fâş olduk cümle âleme
Bugün bize Abdülvehhablı derler
Bizi tanılar kamu ümmî-ulemâ
Bugün bize Abdülvehhablı derler
Çün olduk emr-i Hak ahdine sâdık
Usûliyle biziz Allah’a âşık
Bugün bize Abdülvehhâblı derler

İşte dostlar Elmalı’nın Vehhâbîleri bunlar. Talebeleri (yani Tâlibân) kendisini böyle görürlerdi. Bu Vehhâbîler ve talebeleri Ortadoğu coğrafyasından zorla ve zulümle söküldükten sonra yerlerine bugün İslam dünyasını Daiş ve uzantıları belası ile mahveden Lawrence’in Vahhabileri işgal etti. Yukarıdaki nutkunun devamında o er oğlu er: “Ne bilsin sırrımız hayvân-ı nâtık” der. Elhak doğru söylemiş. İnsan ve sırrından bîhaber bu “bel hüm adell” vahşîler İslam düşmanlarının milyonlarca dolar yatırım yaparak oluşturmaya çalışacakları projelere gönüllü katkılar yaptılar. İslam dünyası şu an bu beladan kendisini nasıl sıyırır arayışları içerisinde. Sağlam irfan geleneğine sahip Mağrib ülkeleri, İran ve Hind Müslümanları bu konuda bir nebze şanslılar. Zira köklerinde bu derinliği bulabilmekteler. Fakat bazı Ortadoğu ve Körfez ülkeleri için bu konuda çok ümitli konuşamayacağım. Oralarda olan bazı dostlar ile konuştuğumda ne yapacaklarını bilemez bir halde gördüm çoğunu. Bütün teolojik sermayeleri olan bu düşünce iflas edince ihya edecekleri bir gelenek referansları yok. Bize gelince, yukarıda saydığım o şanslı kültür havzalarından bir tanesi de Anadolu ve Rumelisi ile bizim coğrafyamız. Zengin ilim ve irfan geleneğimiz keşfedilmeyi bekliyor. Fakat problem yeni Müslümanların doktrinlerinin bu gelenekten ne kadar beslenip beslenmediğinde yatıyor.  

Bu geleneğin ihyası için emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Bir ilim adamı olarak umumi bir tenkitte de bulunmak istiyorum. Bazı kavramların günümüzde içi boşaltılıyor. Altı doldurulmayan kavramlar günlük ve politik telaşla sadece dilde söylenen sözler olarak kalıyor. Kalbe nüfuz etmeyince bir varlık sorunu haline gelmiyor. Suya yazı yazmak gibi anlık kalıyor. Muhkemleşmiyorlar. Değişkenlerin etrafında döneceği bir sabite olamıyorlar. Doktrinimiz haline gelemiyorlar. Bu kavramlara günümüzde bir tanesi daha eklendi. O da “İrfan”. Olur olmadık yerde bazıları bu kelimeyi sık kullanır oldular. Ümit ederiz ki önce taklitle söylemeye başladıkları bu ifadenin zamanla tahkikine ererler ve “Men aref …” derslerinin bir mahsulü olduğu gerçeğini görürler. İnşaallah..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder