Elmalı’da
Vehhâbîler (?)
Mahmud Erol Kılıç
Durun hemen acele etmeyin! Bu Vehhâbîler
zannettiğiniz gibi değil, bunlar başka Vehhâbîler. Yazının sonunu bekleyin…
Dün memleketimizin maneviyat tarihi
açısından mühim bir beldesi olan Antalya Elmalı’da idik. Batı Torosların
zirvelerinde yer alan Elmalı havası ve suyu ile geleneksel dokusu bozulmuş
büyük şehir insanlarının nefes alabileceği bir sığınak adeta. Antalya merkez
kavrulurken burada hava çok latif.
Tabii ki bizim orada bulunma sebebimiz
sadece turistik bir gezi için değil. Üç iradenin örtüşmesi ile yaklaşık 10
yıldır bu küçük ilçede Elmalı’nın Canları sempozyumları yapılıyor. Bu üç irade bazı
dostların gayretleri, Akdeniz Üniversitesinin planlaması ve Elmalı
Belediyesinin desteklerinin bir araya gelmesinden oluşan müşterek bir irade. Bu
sene ilk defa uluslararası düzeye taşınmış.
Antik dönemde de mühim bir kavşakta yer
alıyor Elmalı. Greklere yenilen Pers kralının mezarı da burada. Selçuklu
döneminde mühim bir merkez. Teke vilayetinin merkezi önceleri burası. Sonra
Alaiye’ye geçiyor.
İlim ve irfan tarihimiz açısından
bakıldığında ise Selçuklu-Osmanlı dönemlerinde çok önemli kimselerin yetiştiği
bir yer olmuş. Birkaç koldan gelmiş bu bilgeler ve dalga dalga gelmişler..
Böylece sürekliliği sağlamışlar. Hacı Bektaş Veli’nin amcasının oğlu Hoylu
Abdal Musa dergahını burada kurar. Evliya Çelebi çok büyük bir dergah olduğunu,
bin inek, bin deve temellükü olduğunu yazar. Alaiye emirinin oğlu av için
buralara geldiğinde Şeyhin sohbetinde kendini bulur ve sonradan Kaygusuz Abdal
adını alan dervişi olur. Kaygusuz Baba Kahire’de Mukattam tepesinde dahi dergah
açar. (Bugün askeri alan olduğu için girmeye izin verilmiyor).
Hasılı Abdal Musa irfan ocağından yetişen
erenler sadece Batı Anadolu ile sınırlı kalmayıp Ortadoğu coğrafyasını da
aydınlatmaya çalışmışlardır. Tıpkı şimdi yerlerinde baykuşların öttüğü Medine,
Bağdat, Halep ve Şam Mevlevihaneleri gibi. Tabii ki aynı ocaktan yetişen
Baltası Gedik, Haydar Baba, Debbâğ Baba, Kepçe
Baba, Çoban Baba, İsmail
Eren, İshak Dede, Mahmud Dede gibi pek çok bilgeler de daha mahalli olarak
hizmetlerde bulunmuşlardır. Halkın Hak ile muhabbetini temin etmeye vesile olan
bu din adamları olmuştur. (Dikkat! Din görevlisi demedim). İnsanlar yüzyıllar
boyunca dinlerini, imanlarını bu Hak erenlerinden öğrendiler.
Peşinden bir başka dalga gelir Elmalı’ya.
Halveti yolunun büyüklerinden Yiğitbâşı Velî’nin evlatlarından Abdülvehhab-ı
Ümmi (v. 1596) burada irfan ateşini bir kere daha körükler ve insan eğitimine
devam eder. Tevhid dersleri yapar, esma dersleri yapar, zikir telkini yapar.
Pek çok kamil yetiştirir. Eroğlu Nûrî, Ümmî Sinân, Niyazi Mısri,
Çavdaroğlu v.b. gibi büyük sufiler bu mektepten yetiştiler.
Şimdi gelelim yazımızın başlığındaki o
okuyanları şaşırtan ifadeye. İlk olarak geçen sene bu sempozyumda bir konuşma
yapan Leyla İpekçi hanımefendinin vurgu yaptığı hayli manidar bir ifade. Bugün
için çok mühim karşılıkları var. Diğer bir adıyla Vâhib-i Ümmî’nin baş talebesi
olan Eroğlu’nun (ki kabri Finike dağlarındadır) onun talebelerine Abdülvehhâblı
veyahut Vehhâbî denildiğini bir şiirinde şöyle dile getirir:
Aşk
ile fâş olduk cümle âleme
Bugün bize Abdülvehhablı derler
Bizi tanılar kamu ümmî-ulemâ
Bugün bize Abdülvehhablı derler
Çün olduk emr-i Hak ahdine sâdık
Usûliyle biziz Allah’a âşık
Bugün bize Abdülvehhâblı derler
İşte dostlar Elmalı’nın Vehhâbîleri
bunlar. Talebeleri (yani Tâlibân) kendisini böyle görürlerdi. Bu Vehhâbîler ve
talebeleri Ortadoğu coğrafyasından zorla ve zulümle söküldükten sonra yerlerine
bugün İslam dünyasını Daiş ve uzantıları belası ile mahveden Lawrence’in
Vahhabileri işgal etti. Yukarıdaki nutkunun devamında o er oğlu er: “Ne bilsin
sırrımız hayvân-ı nâtık” der. Elhak doğru söylemiş. İnsan ve sırrından
bîhaber bu “bel hüm adell” vahşîler İslam düşmanlarının milyonlarca dolar
yatırım yaparak oluşturmaya çalışacakları projelere gönüllü katkılar yaptılar.
İslam dünyası şu an bu beladan kendisini nasıl sıyırır arayışları içerisinde.
Sağlam irfan geleneğine sahip Mağrib ülkeleri, İran ve Hind Müslümanları bu
konuda bir nebze şanslılar. Zira köklerinde bu derinliği bulabilmekteler. Fakat
bazı Ortadoğu ve Körfez ülkeleri için bu konuda çok ümitli konuşamayacağım.
Oralarda olan bazı dostlar ile konuştuğumda ne yapacaklarını bilemez bir halde
gördüm çoğunu. Bütün teolojik sermayeleri olan bu düşünce iflas edince ihya
edecekleri bir gelenek referansları yok. Bize gelince, yukarıda saydığım o
şanslı kültür havzalarından bir tanesi de Anadolu ve Rumelisi ile bizim
coğrafyamız. Zengin ilim ve irfan geleneğimiz keşfedilmeyi bekliyor. Fakat
problem yeni Müslümanların doktrinlerinin bu gelenekten ne kadar beslenip
beslenmediğinde yatıyor.
Bu geleneğin ihyası için emeği geçen
herkesi tebrik ediyorum. Bir ilim adamı olarak umumi bir tenkitte de bulunmak
istiyorum. Bazı kavramların günümüzde içi boşaltılıyor. Altı doldurulmayan
kavramlar günlük ve politik telaşla sadece dilde söylenen sözler olarak
kalıyor. Kalbe nüfuz etmeyince bir varlık sorunu haline gelmiyor. Suya yazı
yazmak gibi anlık kalıyor. Muhkemleşmiyorlar. Değişkenlerin etrafında döneceği
bir sabite olamıyorlar. Doktrinimiz haline gelemiyorlar. Bu kavramlara
günümüzde bir tanesi daha eklendi. O da “İrfan”. Olur olmadık yerde bazıları bu
kelimeyi sık kullanır oldular. Ümit ederiz ki önce taklitle söylemeye
başladıkları bu ifadenin zamanla tahkikine ererler ve “Men aref …” derslerinin
bir mahsulü olduğu gerçeğini görürler. İnşaallah..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder