(ÖN, ORTA VE UZAK)
ASYA’DA TİCARET
YÖNTEMLERİ
İSENBİKE TOGAN
Orta ve İç Asya da ilişkiler
savaştan çok ticaret etrafında yoğunlaşmıştır.
Türkler tarih boyunca kendi ülkeleri içinde ve dışında gayet tutarlı bir
şekilde birbirine benzer yapılar kurmuşlardır.
Bunlar, ticarette serbestiyi benimseyen ama zaman zaman dış pazarları
zorlayan yapılanmalar olarak karşımıza çıkıyor. Bu yapılanmaların Uzakdoğu ve
Önasya ile karşılaştırılması da karşımıza uzun bir mücadele tarihi
çıkarmaktadır. Burada önce 2000 yıl süre ile Orta Asya yapılarının ve onların
benimsediği serbest
ticaret yöntemlerinin yaygınlaşması ile
karşılaşıyoruz. Serbest ticaret
yöntemlerinin milat öncesinden başlayarak zaman içinde, 13.yüzyılda Cengiz Han
İmparatorluğu devrinde bütün Asya’ya yayıldığını görüyoruz. Sonraki 500 yılda
ise Uzakdoğu ve Ön Asya’dan aşina olduğumuz yerleşik düzenlerin devlet
denetimine dayanan ticaret yöntemlerinin bazı önemli yeniliklerle hakim duruma
geçtiklerini görüyoruz. 1450-1990 arasında merkezi yapılar ağırlık kazanmıştır.
1990 sonrasında ise yeniden bir eklemlenme sürecine girildiği dikkati çekiyor.
Göçebe kültürlerin veya boylu
toplulukların çoğunlukta bulunduğu bölgelere baktığımızda, buralarda kurulmuş
olan imparatorlukların (veya konfederasyonların) ticari etkinlikler çevresinde
yoğunlaştığını görürüz. Özellikle Türkler tarafından kurulan imparatorluklarda
bu özellik görülmektedir. Ülüş denilen
paylaşım ve dağıtım sisteminin genelde hakim olduğu bu kültürlerde bir tek
merkez değil, birden fazla dağıtım noktası bulundurmak görüşü daha çok
benimsenmiştir. Böyle bir görüş özellikle geniş araziler üzerinde boy düzeninin
hakim olduğu çevrelerde, çok kişiye söz hakkı vermek ve yerel idareleri var
etmek açısından önem kazanmıştır. Durum böyle olunca da ticaret yollarını
birçok noktadan denetlemek, güvenliğini bozmak veya sağlamak bu kültürlerin
beceriyle yaptıkları eylemler olmuş ve bu imparatorluklar ya ticaret yolları
üzerinde kurulmuş veya bu imparatorluklar kurulduktan sonra ticaret yollarını
kendi ülkelerinden geçirmişlerdir. Orta Asya’da sözü edilen etkinlikler
çerçevesinde yoğunlaşan imparatorluklar
aynı gayeyi güder gibi birbiri ardına kurulmuştur. Modern döneme
gelinceye kadar Orta Asya’da merkeziyetçi, birikimci yapılar kurma girişimi
bile olmamış, buradaki imparatorluklar ve tebaaları bilinçli ve devamlı bir
politika izlemişlerdir. Burada ancak devir devir sülaleler değişmiştir. Asya tarihine genel olarak baktığımızda, Orta
Asya’da görülen bu kararlı ve tutarlı tutumun modern devirlere kadar çevresini etkileyen bir görüş olarak
geldiğini görürüz. MÖ 500-MS 1500 arasında 2000 yıl hakim olan bu görüşler
ancak modern devirde ve özellikle Rus ve Çin imparatorluklarının iç ticareti geliştirerek
yayılmaları karşısında devre dışı kalmışlardır.
Orta veya İç Asya
yapılanmaları çok merkezli, hakimiyette ortaklık esasına dayanan, dolayısıyla
siyasette danışmayı yeğleyen, ekonomik kaynakların kullanımında ise üleşmeyi,
yani kaynakların yerel olarak toplanmasını ve bu yerel güçlere dağıtılmasını
öngören yapılanmalar olarak tanımlanabilir.
Asya tarihinde eğilimin
genellikle esnek yapılara doğru yöneldiğini, katı yapıların iseancak 18. ve
19.yüzyıllardan sonra Asya tarihinde hakim öğe olarak ortaya çıktığını
görüyoruz. Bu faklı yapılar açısından bakınca da Asya tarihinde üç düğüm
noktası ile karşılaşmaktayız:
1)Önce İslamiyetin 7.yüzyılda
Asya ile Afrika’yı birleştirmesi;
2)sonra, Cengiz Han
İmparatorluğu’nun 13.yüzyılda Avrasyayı doğu-batı ekseninde birleştirmesi;
3)18.ve 19.yüyıllarda ise Çin, Rus
ve belki de İngiliz imparatorluklarının Asya’yı kuzey-güney ekseninde
paylaşmaları olarak tanımlanabilir.
Bu düğüm noktalarının ilk
ikisi çok merkezli ve esnek ticaret politikalarından yana, üçüncüsü ise
merkezde birikim ve denetimden yana olmuştur.
7.yüzyıla kadarki Orta
Asya’ya baktığımızda, dönem dönem değişen politikalar yerine, çok daha tekdüze
gelişen bir yapıyla karşı karşıya geliriz. Merkeziyetçiliğin hiç de sözkonusu
olmadığı bir ortamda, çok merkezli esnek siyasi yapıların belli bir devamlılık
içerisinde birbirlerini izlediklerini görürüz. Orta Asya ve Orta Avrasya’da
İskitlerle (MÖ 500’lerde) başlayan bu eğilim, kendini Hunlar (MÖ 200-MS 200),
Göktürkler (552-630 ve 683-774) ve sonra da Uygurlarla (745-840) devam
ettirmiştir. Uygurlar döneminin
gelişmeleri ilgi çekicidir. Uygurların asıl uğraşları her zaman ticaret olarak
kalmıştı. Bu yüzden de, 13.yüzyılda ticareti geliştirici politikalar izleyen Moğolların
yanında yeraldılar. Bu dönemde esnek
yapılar yaygınlaşmıştır. 8.yüzyılda oluşan serbest ticaret ve esnek yapılara
yönelik gelişmelerin, 13.yüzyılda meydana gelecek değişikliklerin habercisi
olduğunu söyleyebiliriz. 13. yüzyılda ise, bütün Asya çapında Cengiz İmparatorluğu’nun esnek yapısı ve
bazen zoraki bazen zorla bir eklemlenme olacaktır. Cengiz İmparatorluğu
tarafından dayatılan bu eklemlenmede ilk dünya sistemi görülmektedir.
8.yüzyıldan 13.yüzyıla kadar beş yüz yıl süren bu gelişmelerin mücadelesi
ilginç bir şekilde Çin’de değil, batıda olmuştur.
Doğu Asya’da ise birikimciler
hakim durumdaydı. Birikimci ve kontrolcü politikaların uygulandığı Çinde bu
dönemin literatürü Konfüçyanizmin Budizm üzerine galebesini sergilemektedir. Bu
mücadele daha çok Budizmin ticaret sermayesine sahip olan kesime tanıdığı
politik söz hakkı, ve bu söz hakkını kullanan manastırlar etrafında gelişen faiz
uygulamaları konularında görülür. Budistlerin ticaret ve maliye konularındaki
açık fikirliliğinin, merkezi devletin aldığı önlemlerle durdurulduğunu
görüyoruz. Yoğun ticaret ortamına rağmen
Uzakdoğu’da devlet dış ticareti denetlemekten vazgeçmediği gibi, tüccarların da
devlet yönetimine katılmalarını engellemişti.
Ön Asya’da ise kıyasıya bir
mücadele oldu. Önce İranlı (Abbasiler, Samaniler) ve Orta Asyalı Türkler
arasında başlayan bu mücadele, Türkler Müslüman olduktan sonra (10.yüzyıldan
sonra) Müslüman Türk grupları arasında devam etti. Sonuçta Selçuklu ve
Karahanlı diyebileceğimiz iki model gelişti.
Karahanlı modeli, satıgcılar
denilen tüccara
kapıları açık tutmak, onlara misafirperverlik göstermek üzerine kurulmuştu. Bu devrin hayat felsefesini yansıtan Kutadgu
Bilig’de, kar ve zarar konusundaki duyguları çok hassas olan tüccarların bu
konumlarının dikkatle gözetilmesi, tüccarların getirdikleri hediyelere
yanıt verilmesi, ancak onlarla organik ilişkilere girilmemesi gerektiği
konularında uyarıda bulunulduğunu görüyoruz. Göçebe boy topluluklarına dayalı
Türk devletlerinin çok merkezli esnek yapılarında uygulanan serbest ticaret politikalarını
Karahanlı biligleri çerçevesinde anlamak yanlış olmaz.
Selçuklu modelinde ise Selçuklular artık politik meşruiyetin yalnız halife ile tanımlandığı , Sultanın
yani siyasi otorite sahibinin adil olduğu sürece meşru olduğu düzeni kurdular. Bu düzen içinde yeralan sultan ulema asker
varlıklarını ve dirliklerini köylü ve onun verimli üretiminin devamının ancak
adaletle sağlanacağı konusunda uzlaşmaya varmışlardı. Bu dönemde tüccarlar
hakim idareyi bir taraftan kendi yanlarında
bir taraftan da kendileri için kılını kıpırdatmaz bir konumda buldular.
Bu düzen köylülüğe yönelik olduğu için tüccardan yana politikalar
geliştirmedi. Ancak Selçuklular ticareti destekler, kervansaraylar yaptırır ve tüccara
ticaret serbestisi tanırken, tüccar namına zor kullanarak onlara
istedikleri yeni ufukları açma yoluna gitmediler.
Halbuki 11. ve 13. yüzyıllar
arasında özellikle Orta Asya’daki Müslüman tüccarlar değişik yollardan Çin
ticaretinin denetim mekanizmalarını zorlamışlar ve başarılı olamamışlardı. Çinliler
yabancıların ülkelerine girmelerine ve aralarında yaşamalarına izin vermezken,
onlar Semerkant hükümdarıyla yazışıyor ve ilişkilerini geliştiriyorlardı. Çin’in
kapalı kalan kapıları karşısında bu zengin ve bilgili tüccar
ailelerinin politik güçleri yoktu. İşte bu tüccarlar politik gücü Cengiz Han
liderliğinde kurulan imparatorlukta buldular. Cengiz Han’ın orduları tüccarların
gitmek istedikleri yerlerin kapılarını onlar için zorladı. Müslüman tüccarlar da
fethedilen bu yeni yerleri vali olarak idare ettiler. Müslüman tüccarlar önce
imparatorluğa ortak tüccarlar olarak işe başladılar. Sonra idareci olarak
kendilerinden olmayan tüccarları vergilendirmeye başladılar. Böylece güdümlü
ticaret, tüccarın
hakimiyete ortaklığı ve tüccarı vergilendiren tamga vergisi uygulaması Moğollar
devrinde sistemli bir şekilde uygulandı.
Özellikle faizle para verme işinde paraları kuzulatan tüccarlar ve tüccar
yöneticiler şimşekleri üzerlerine çektiler. 11.ve 12. Yüzyıllarda bu tür tüccarın
ortaya çıktığı Orta Asya’da tepkiler tüccara karşı değil, bilakis tüccarın
devlete karşı tepkisi şeklinde gözüküyor. Cengiz Han’ın ticaret politikasını
anımsatan politikaların uygulandığı Timur devri sonrasında yani 1450’lerden sonra tüccar
artık tamamıyle bu güdümlü ticarete, politik güçlerin yanında yeralmaktan
vazgeçerek sessiz bir tavır koydu. Bunu da özellikle Hoca Ahrar liderliğindeki Nakşibendilik gibi tarikatlar çerçevesinde başardı. Moğollar
öncesi devirde tarikat ve tüccarlar birbirlerine zıt konumdaydı. 1450’lerden sonra
ise dervişler kendilerine özerklik temin etmiş oldular, böylece tüccarla
derviş arasındaki eski ikilem yerini uzlaşmaya bıraktı. Artık bundan sonra tüccarlar
dervişlerin eski zaviyelerini kervansaray olarak kullanır oldu. Ama bu
zaviyeler eskisi gibi uçsuz bucaksız yerlerde değil, şehirlerde ticari
etkinliklerin odağında kuruluyordu. Bundan sonra dervişler, tarikat ehli ve tüccar
merkezi devletten yana değil ona karşı oldular.
Orta Asya’da hal böyle iken, Çin’de, Ming
sülalesi döneminde , batıda da Osmanlılar sayesinde bir ara yol bulundu. Tüccar
yönetime ortak edilmedi ama kösteklenmedi de. Böylece özellikle iç ticarette tüccarın
konumu değişti, hareketlilik ve okuma yazmanın artması gibi etkinlikler
görüldü. Ancak Çin’de
dış ticaretle ilgili sınırlama ve denetimler sonradan klasikleşecek örneklerini
verecek kadar gelişti ve 1842’de okyanustan gelen yabancıların topları ile
kırıldı. Dış ticaretin denetlendiği, iç ticarette ise hareketliliğe ve tüccar
nüfusunun yer değiştirmesine eskisinden çok daha fazla imkan tanındığı bu
devirde Çin’in
sınırları genişledi. Evvelce dış ticaret çerçevesinde zorluk çeken Orta Asyalı
bazı tüccar
grupları Çin
sınırları içindeki ticaretle hareket serbestisine kavuştular. Pamirlerin batısındakiler gibi bunlar da
çoğunlukla Nakşibendiliğe
bağlı Aktakkeli ve Karatakkeli gruplarıydı.
Çin hakimiyetinin kurulması, kendi dünyaları
içinde tarikat bayraklarını çekerek yolalan ve böylece kendilerine bir korunma
mekanizması kurmuş olan bu tüccar gruplarını etkilemedi. Daha sonra, 19.yüzyılda benzer bir durum,
Batı Türkistan, Maveraünnehir sahasında gerçekleşti ve Pamirlerin batısı Rus
İmparatorluğunun idaresine girmiş oldu.
Öte yandan, Ön Asya’daki
tarihi gelişmelere bakacak olursak, Cengiz ve Timur imparatorluklarının
nüfuzunun tepkiler doğurduğu Orta Asya ve Uzakdoğu’nun aksine, burada tepkiden
çok bir etkileşim ve senteze gidildiği görülmektedir. Bizans, İran, İslam ve
Moğol imparatorluklarının deneyimlerini
kendi bünyelerini göz önüne alarak değerlendiren Osmanlılar tüccarı
hakimiyete ortak etmek gibi bir yola hiçbir zaman girmemişlerdir. Ticari
etkinliklerde devlete bağımlı tüccarı desteklemişlerdir. Kendi
bünyelerinde pazarların
oluşmasını ve ticaret yollarının kendi ülkelerinden geçmesini sağlamanın yanı
sıra, tüccarı
gayri şeri vergilerle vergilendirmek gibi Cengiz Han İmparatorluğu dönemi
politikalarını anımsatan bir yaklaşımları
olmuştur. Diğer taraftan tek merkezci ve Orta Asya’da kurulmuş olan
diğer imparatorluklara göre çok daha birikimci ve denetimci olmalarıyla eski
İran ve Çin
politikalarına yakın olmuşlardır. Böylesine ara yolcu bir yaklaşımla da Batı
Avrupa imparatorlukları karşısında ne Çin gibi çok sarsıntılı bir devir yaşamışlar ne de
Orta Asya’nın büyük bir kısmı gibi devleti reddeden tarikatların
tepkisiyle karşı karşıya kalmışlardır. Tüccarlara kendi bünyeleri içinde yer
verdikleri gibi, tarikatlara da aynı şekilde davranmışlar, özgür siyasi ve
ticari politikalar izlemelerini sağlayacak ortamı yaratmamışlardır. Bu
politikaları neticesinde de imparatorlukları dahilindeki bölgelerin kendi tüccar
sınıfına sahip milli devletler halinde çözülmesine şahit olmuşlardır.
Kendi tüccar
sınıfına sahip olmak, özellikle iç ticaretteki hareketlilikle ilgilidir.
Doğaldır ki, milli devlete giden bu süreçte yerli tüccarlar,
gitgide hakim duruma gelen Avrupa imparatorluklarının yeni ticaret
yöntemleriyle eklemlenmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun
çözülmesine bu açıdan baktığımızda, ilk çözülmelerin iç ticaretin yoğun olduğu
Balkanlarda başlamış olduğunu görürüz.
Osmanlı İmparatorluğu
gerektiğinde müdaheleci olabilen orta yolu izleyerek serbest pazar
ekonomisine doğru yol almıştır. Orta Asya çerçevesinde söz konusu olan Türkiye
modeli ise, hem bu tarihi çerçeve içinde hem de orta yolun ötesinde bir
hızlanmaya doğru giden 1981 öncesinin deneyimleri çerçevesinde algılanmalıdır.
Tarihi gelişmelerden ve
değişimlerden hareket ederek geçmişe baktığımızda, 13.yüzyıla kadarçok merkezli
bir modelin evrenselleşmeye evrildiğini görebiliriz. Ancak Cengiz Han
İmparatorluğuyla bu noktaya varıldıktan sonra ayrışma dönemi başlamıştır. Bu
ayrışma suskunluk veya yazı ile tepkilerini dile getirenler (Orta Asya, Çin) ve
bu etkileşimle yeni sentezler yapanlar (Osmanlı) olarak iki ana eğilimle
kendini göstermiştir.
Ancak devamlı evrim içinde
değişimleri içeren ve uygulayan bu yapılanma Osmanlılarda büyük krizleri
önlerken, bu krizler karşısında duyulan entelektüel karamsarlıklara zemin
hazırlamamış gözüküyor. İşte bu açıdan bakınca Osmanlı-Türkiye örneğinin Orta
Asyadaki Kazak, Kırgız örneklerine benzediğini, doğuda ve batıda bu zümrelerin
belli bir esnekliği devam ettirdiklerini, hem kendilerini koruduklarını hem de
yeni konumlara uyum sağladıklarını görüyoruz. Her ikisinde de entelektüel
akımlar tepki şeklinde olmaktan çok, Doğu ile Batıyı uzlaştırma yönünde
olmuştur. Halbuki diğer tarikatlerle beraber Yeseviliğin, Kubreviliğin ve özellikle
de Nakşibendiliğin
hakim olduğu, ticari hayatın ağır bastığı Orta Asya’nın yerleşik
bölgelerinde ve Kazan-İdil-Ural bölgesi
gibi uzun süreden beri Rus nüfuzunda olan diğer yerleşik alanlarda
19.-20.yüzyıllarda ticaret, dini ve kültürel birliğin bir parçası gibi
görülmüştür. Asya’nın yeni konumu ile
Rus ve Çin
idarelerine tepkiler de yine bu yöreden, bu yörelerin aydın mollalarından
gelmiştir. Bu entelektüel hareketler daha sonra kendini Osmanlı topraklarında
da hissettirmiş, buradaki fikir hayatıyla etkileşerek özellikle yeni tarih
görüşlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Asya’da genel olarak pazar
ekonomisinin yeğlendiği bugünkü ortamda gelecek için, geçmişteki deneyimlere
göre daha orta yolcu bir çözüm arandığı izlenimi uyanmaktadır. Örneğin Asya
Kaplanlarında birikimci merkezler eski imparatorluk dönemlerini hatırlatan
türde otoriter yönetimleri tercih ederlerken, pazar ekonomisi ve rekabet
benimsenmektedir. Orta Asya’da da bugün Çin ve Türk modelleri üzerinde
durulmaktadır.Günümüzde geliştirilen modellere salt kapitalizm açısından
bakmadığımız zaman, bu modellerin geçmişteki denetimli ve serbest ticaret
dönemleriyle de ilgisini görebiliriz.
Günümüzde ise politik alanda
tek merkezli tip, ekonomik alanda ise serbest ticaret yöntemleri revaçtadır. Türkiye ve Çin modelleri, hem piyasalardaki
rekabet biçimleri hem de parlamenter demokratik (Türkiye) ve otoriter (Çin) tek
merkezlilik açısında birbirlerinden ayrılmaktadır.
Kaynak: İsenbike Togan, "Asya'da İmparatorluklar ve Ticaret Yöntemleri" (bildiri). Tarih Vakfı 1. Uluslararası Tarih Kongresi (1993)/ Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Problemler; Tartışmalar; Araştırmalar (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder