KÂTİP ÇELEBİ
Esirgeyen ve Yarlıgayan Tanrının Adıyla
Aklı
halk için kılavuz kılan ve doğru olmayan ile doğru olanı ayırmak yolunda onunla
şeriatı güçlendiren Allah'a hamdolsun. Bu ikisinin –akıl ile şeriatın– arasını
kesip bulan nakil[1] ve
kâmil akıl ile gönderilmiş olan Muhammed'e, onun soyuna ve arkadaşlarına,
bilgin kişilerin toplantılarında konular dönüp dolaştığı, konuşulduğu sürece
salat ve selam olsun.
Bundan
sonra konuya gelelim: Yaratılışın başlangıcından beri bilgin kişiler arasında
akıl ve naklin[2]
ikiz olduğu, akla dayanan ile nakle dayananın iki rahvan at olduğu herkesçe
kabul edilmiştir. Bu ikisi, kişiyi kesin ve su götürmez bilgilerin yücelerine
çıkarmak için yol ve kılavuz, basamak ve merdiven olduğundan dolayı, araştırma
ve görüşleri ortaya koyma yollarında akıl ve nakil [kaynakları] halkın dayanağı
olduğu gibi, bütün işlerde de bu ikisine başvurulmaktadır.
Kimi
kişiler kendilerini vesveseye düşüren şeytanın azdırıp yoldan çıkarması
yüzünden, tanık gösterme yolunu bırakıp, bilgisizliğinden ve ahmaklığından
ötürü zanlara ve içindeki kuşkulara kapılarak tanığın karşısına çıkmak diler;
bundan dolayı da birkaç meselede kavgaya ve boş taassup [bağnazlık] hastalığına
tutulur. Geçmişte olan taassup savaşları gibi bu akılsızların boş
uğraşmalarının da zamanımızda vuruşup kırışmaya yol açmasına az kalmıştı. Bunun
için kavgalı meselelerde tanık yolunu göstermek üzere birkaç satır karalayarak
adına Mizânü'l-Hakk fî İhtiyâri'l-Ehakk [En
Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi] denildi; ta ki herkes bu kavganın, bu
birbiriyle düşmanca uyuşmazlığın konusu nedir ve bundan nasıl bir sonuç alınır,
bilsinler de ahmaklık yollarından dönüp kuru kavgadan vazgeçsinler.
İşte bu
küçük kitap bir giriş ile nice konulara ayrılarak düzenlenmiştir.
GİRİŞ
Akla dayanan ilimlerin gerekli olduğu konusunu
ele almaktadır.
Doğruyu
bulmak isteyen bilsin ki, insanoğlunun ardında koştuğu ilim var olsa gerek, yok
olan mutlak olarak bilinmez. Zihin oraya yönelmez. Eğer bu bilim maddeyi
gerektirmiyorsa bu soydan işlerle ilgili konulara ilahi ilim derler, bunun dalı
budağı çoktur; bu konuyu ele alan da ya hakîmdir, ya mütekellimdir.[3]
Var olan
nesne, zihinde maddeyi gerektirmeyip de dışarıda maddeyi gerektiriyorsa,
bununla ilgili konulara da riyazi ilim[4]
derler; bunun kökleri dört bölümdür: sayı, hey'et, hendese ve musiki fenleri;
bunların her birinin de nice dalı budağı vardır.
Var olan
nesne hem dışarıda, hem zihinde mutlak maddeyi gerektiriyorsa, o soydan
nesnelerle ilgili konulara da tabii ilim[5]
derler; bu ilmin dalı budağı çoktur.
Bunların
hepsi nazari hikmetin bülümleridir. Bir bölümü de amel ile ilgili olduğundan
ona da ameli hikmet ve ahlak ilmi derler.[6]
İşte
akla dayanan bütün ilimler ile nazari ve ameli olan ilimler bu yukarıdaki
bölümlerin dışında değildir. Bunlar da fikir ve nazar yolu[7]
ile söz konusu edilir. Fikirde yanlıştan korunmak için istidlal ve nazar
kitapları yazılmış, adına da mizan ilmi[8]
ve mantık ilmi denmiştir. Bunlar ilimlerin ölçüsü ve ayarıdır.
Büyük
bilgin Seyyid Şerîf Cürcâni'nin dediğine
göre; bir bilgin, ilmini bu tartı ve bu ayar ile ayarlamazsa, onun bilgisine
güvenilmez ve yer verilmez. Bundan dolayı kimi bilgisizlerin bu iki ilmin dince
yasak olduğunu söylemeleri bilgisizlikten ve ahmaklıktandır. Yoksa gerçeği
arayan bilginlerin çoğu bunun gerektiği düşüncesindedirler. Mantık ilmi
doğrudan bir amaç değildir, amaçlara ulaşmak için bir yol ve alettir.
Yaratılışın
başlangıcından beri bütün kavimlerin ve ümmetlerin arasında zaruri, gerçek ve
bir delile dayanan ilimler yer tutmuştur. Bu söylenenler varlıkların gerçeğini,
ne olduğunu araştıran ilimlerdir. Gökten inmiş kitaplar ve şeriat ilimlerinin
konuları, adı geçen bu ilimlerin konuları ve meseleleriyle birçok noktada
birleşip uyuşmuşlar ve belli bir sayıda maddede de ayrılmışlardır. Bundan
dolayı Hıristiyan milletler felsefiyatı[9]
reddettiler; ama Müslümanlar Tehâfüt[10]
ile karşılık yazıp kesin olarak reddetmediler. Bu alanda yetkisi olanlar bu
maddeleri bilirler.
Ama
şeriat ilimleri de –ki bu zamanda murat İslam ilimlerinden ayrı değildir– ya
doğrudan doğruya elde edilmesi istenen bir ilimdir ya da bunu elde etmeye
vasıta olan bir ilimdir. Başka ilimleri elde etmeye vasıta olan bu ilimlere
alet ilimleri, edebi ilimler ve Arapça ilimleri derler;[11]
çünkü bunlar öğrenilmesi doğrudan amaç olan ilimler değildir. Edeb-i ders
doğrudan doğruya ve edeb-i nefs[12]
ise dolaylı olarak ona bağlıdır ve Arapça lafızları da konu olarak alır. Bunun
bölümleri mevzuat kitaplarında[13]
yazılı olduğu üzere oniki olarak tanınmaktadır.
Amacı
doğrudan doğruya kendisi olan ilimler de konularıyla birbirinden ayırt edilir.
Konusu Tanrı ise tefsir ilmidir ve Kuran ilmidir,[14]
kollarıyla birlikte. Peygamberin sözü ise hadis ilmidir,[15]
kollarıyla. İkisinden ve onlara bağlı olan konulardan çıkarılıp salt inançla
ilgiliyse kelam ilmidir.[16]
Niyahet müteahhirîn[17]
hikmet konularını da bu ilme karıştırdılar. Büyük bilgin Sa'deddin Teftâzânî,
Şerh-i Makasid'de "çok dar boğazdan onun yardımıyla çıkacak yol buldukları
için" demiştir.
Eğer
sırf inanç olmayıp amel ile de ilgiliyse kökleri, dalları ve onlara bağlı daha
başka heveslendirme ve korkutma ilimleridir. Önceden söylendiği üzere akıl
ilimleri[18]
ve hikmet ilimleri bu ilimleri arasına sokulmuştur; o ilimleri anlamayanlar bu
ilimleri de tam olarak anlayamaz.
***
Bundan
sonra halk arasında yayılan inkâr konusuna gelelim. İslamlığın başlangıcında
Peygamberin arkadaşları, Hazreti Peygamberden –Tanrı'nın salat ve selamı
üzerinde olsun– aldıkları ve rivayet eyledikleri kitap ve sünnetle yapışıp
İslamlığın kaidelerini gereği gibi yerleştirip berkitmeden başka ilimlerle
uğraşmaya cevaz vermediler; belki de bunu yasaklamak yolunda çok sert
davrandılar.
Bu
yasağın bir sebebi de şudur: İslamlık Hicaz toprağında çıktı; Arabistan
Yarımadası'nda oturanların her zaman üzerinde durdukları şiir ilmi, atasözleri
ve Eyyam-ı Arap'tı.[19]
İlim usullerinin bu alanda kullanılmadığını İbn Haldûn Mukaddime'de bütün
ayrıntılarıyla anlatmıştır, isteyen onu okusun.
Hatta
Hazreti Ömer –Tanrı kendisinden razı olsun– Mısır ve İskenderiye'yi aldığında
orada bulunan nice bin cilt kitabın hepsini oda yandırdı. Çünkü öyle olmasa
halk Allah'ın kitabını ve Tanrı elçisinin sünnetini korumaktan alıp, bu yakılan
kitaplarla uğraşırlardı; İslamlığın temelleri bu derece yerleşip pekişmezdi.
İslamlığın
ilk başlangıç yıllarında onlar bu işi gördüler. Peygamberden sonra gelen Dört
Halife zamanında ve onların ardından gelen ikinci, üçüncü devirde Peygamberin
zamanına yetişmeyip de onun sahabelerine uyanlar ve müçtehitler[20]
ravilerin rivayet ettiklerini kitap halinde toplayıp usul ve fürû kaidesine[21]
göre şeriatın ortaya koyduğu delillerden ilahi ahkâmı[22]
bulup çıkararak yazıp çizdiler.
İslam
ilimleri işlenip kitap haline konduktan, herhangi bir yolla bunların bozulması
önlenip yazıya geçirildikten sonra; İslam uluları gördüler ki eskilerin
yasaklanması bu amaçlaydı, sakınca ortadan kaldırıldı ve iş bitti.
Müslümanlar
için varlıkların gerçeğini bilmek önemlidir, diye Emeviler ve Abbasoğulları
devirlerinde evâil kitaplarını[23]
çevirip Arapçaya döndürdüler. Yaradılışları sağlam, akılları başlarında olan ve
doğru düşünen kimseler bunları her devirde okuyarak elde edip öğrenmekten geri
kalmadılar. Kitap yazmak ve gerçeği araştırmak alanında, hikmet ve şeriatın
arasını bulup birleştiren ve gerçeği araştıranların eserleri her çağda ün
kazandı, itibar gördü ve geçerli oldu.
İslam
bilginlerinden ve hakikati araştıranlardan İmam Gazzâlî, İmam Fahreddin Râzî,
büyük bilgin Adududdin Îcî ve onların izinden gidenlerden Kadı Beyzâvî, ulu
bilgin Şîrâzî, Kutbeddin Râzî, yine büyük bilgin Sa'deddin Teftâzâni, Seyyid
Şerîf Cürcânî –ulu Tanrı hepsine rahmet etsin– ve onların yolundan gidenlerden
büyük bilgin Celâleddin Devvânî ile öğrencileri gerçeği bulma ve inceleme
konağına ulaşıp tek bir konuda kalmadılar.
Lakin
nice boş kafalı kimseler İslamlığın başlangıcında bir maslahat için ortaya
konan rivayetleri görüp cansız taş gibi –akıllarını kullanmadan– salt taklit
ile donup kaldılar. Aslının sorup düşünmeden red ve inkâr eylediler. Felsefe
ilimleri diye kötüleyip, yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler.
"Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin
yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı?" [A'RAF 7: 185] tehdidi kulaklarına
girmedi. Yere ve göklere bakmayı öküz gibi göz ile bakmak sandılar.
***
Ulu
Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelince dek
hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün salmışlardı.
Ebülfeth [Fatih] Sultan Mehmed Han, Medaris-Semani'yi[24]
yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış, Haşiye-i
Tecrîd[25]
ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu
dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel[26]
derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun
olmadığı için felsefiyat kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel.
Bununla
Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü
kurumaya yüz tuttu. Kıyıda köşede, Doğu Anadolu'da yer yer kanuna göre ders
gören öğrencilerin daha başlangıçta olanları bile İstanbul'a gelip büyük tafra
satar oldular. Onları gören kimi kabiliyetli insanlar zamanımızda hikmet
öğrenmek istediler.
Fakir
[ben] de yoklama ve ders okutma sırasında istidadı olan öğrencileri, Sokrat'ın
Eflatun'u heveslendirdiği gibi, varlıkların gerçeğini araştıran ilmi
öğrenmeleri için heveslendirdim; bu risalede de öğüt ve hepsine nasihat olsun diye
şu birkaç maddeyi ele alıp söyledim. Ta ki mutlak ilim[27]
adına olanı elden geldiğince öğrenmeye çalışsınlar, elbette bir yerde lazım
olur, zararı olmaz. Kötüleyip inkâr eylemeyeler; çünkü bir şeyi inkâr, o
nesneden uzak ve yoksul kalmaya yol açar.
Birinci Madde: Hendese bilen müftü ile hendese bilmeyen
müftünün fetvasıdır.[28]
Bir
kimse boyu, eni ve derinliği dört zirâ[29]
bir kuyu kazmak için birini sekiz akçeye tuttu. O da boyu, eni ve derinliği iki
zirâ olan bir kuyu kazdı; karşılığında dört akçe istedi. Fetva ettirdiler,
hendese bilmez müftü dört akçe hakkıdır, dedi. Hendese bilen müftü hakkı bir
akçe diye fetva verdi; doğrusu da budur, çünkü iki zirâ kuyu, dört zirâ kuyunun
sekizde biridir, ücretin de sekizde bir olması gerekir.
İkinci Madde: Hendese bilen kadı ile hendese bilmeyen
kadının hükmüdür.
Bir
kimse boyu ve eni yüz zirâ olmak üzere bir tarlayı başkasına satıp teslim
edeceği zaman boyu ve eni ellişer zirâ iki tarla verdi. Aralarında uyuşmazlık
çıkıp bir kadıya vardılar ki hendese bilmezdi; hakkı budur diye hükmeyledi.
Sonra hendese bilen bir kadı bulup dinlettiler, yarım hakkıdır dedi; doğrusu da
budur. Bunların aslını bilmek isteyen riyaziyat (matematik) görmeye heves
eyleye.
Üçüncü Madde: Bilgin Beyzâvî "Ay için de birtakım
menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilal)
olur da geri döner" [YÂSÎN 36:39] ayetinin tefsirinde ayın yirmi sekiz
menzilini söyledikten sonra "Ay her gece bu menzillerden birine uğrar,
şaşırmaz, o menzili ne aşar ne de o menzilin arkasında kalır"[30]
demiştir. Eğer ayın her menzile inmesi hep aynı vakitte olsaydı bu söz doğru
olurdu, lakin öyle değildir. Kimi gecenin ortalarında bir menzilden bir menzile
geçer, kimi bir gecede iki menzile yürür ve her menzil için aşağı yukarı on üç
derece belki bir sınır vardır. Ayın yürüyüşü kimi on bir derece, kimi on beş
derece olur. Niçin böyle olduğunun aslının bilmek isteyen nücum ve felekiyat[31]
fenlerini göre.
Ve bir
madde de İskender'in "iki dağ arasında" yürüyüşünde [KEHF 18:93]
vardığı yerin Ermeniyye ve Azerbayca dağları olduğu söylenmiş ve bunlar bilinen
Tebriz yakınındadırlar diye yazılmıştır. Bu da gerçeğe uygun değildir.
Doğrusunu bilmek isteyen coğrafya fennini okuyup incelesin.
Dördüncü Madde: Budur ki riyaziyat [matematik] dersleriyle
uğraştığım sırada hatıra gelen üç meseleyi fıkıh meseleleri[32]
biçimine koyarak şehülislam Bahâi Efendi'den fetva istemiştim. Ses çıkmadığı
için bunları açıklayan bir risale yazdıktan sonra, gördüm ki üç sorunun birine
meğer cevap yazmışlar. Kendi el yazısıyla fetva emini[33]
Şeyhzâde Efendi'den çıkan bu karşılık, yanlışın yanlışı olduğu için risalenin
sonunda gibi verilerek, "Bu yanlış karşılığın düzeltilmesi" diye bir
ek yazılmıştır; isteyen yazdığım risaleyi görüp[34]
bilsin.
Sorulardan
biri budur ki: Güneşin batından doğması hey'et[35]
kaidesine uygulanır mı? Biri de, altı ay gündüz altı ay gece olan yerlerde beş
vakit namaz nice kılınır ve oruç nice tutulur? Biri de Mekke-i Mükerreme'den
başka yerde dört yön kıble olur mu?
Öyle ise
istidatlı kimselerin mâkulat[36]
ve riyaziyat öğrenmeye çalışması gerek; ta ki nazar yolunda zan ve şüphe
sahibi, çok vehimli ve çok şüpheli olmasın.
Tembih:
Bundan sonra bilinir ki bir toplulukta, bir konuda kavga ve uyuşmazlık çıkıp
yerleştikten sonra o kavgayı ve uyuşmazlığı bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün
ve kolay değildir. Eğer eli kılıçlı, güçlü bir kişi çıkıp da bir tarafı güç
kullanarak bastırıp susturmak istese de olmaz, sürülür gider.
***
İmdi bu
risaleyi yazmaktan beklenen, istidatlı olanlara tecrübe, istidlal ve cedel alanında
bir gösteriştir. Yoksa ayaktakımı hayvan gibidir, onların bahs ü cedeline[37]
ne itibar.
Bu da
bilinir ki Âdem zamanından beri halk bölük bölüktür. Her bir bölüğün bir türlü
gidişi ve bir türlü tutumu vardır, ki bu öteki bölüğe aykırı görünür.
"Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her
fıkra, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir" [RÛM 30:32] denildiği gibi
hepsi kendi yolunu beğenip, onu ötekinin yolundan üstün tutar.
Nihayet
kimi akıllıdır, bu uyuşmazlığın hikmeti üzerine durup düşünerek altında nice
işler bulur. Kimsenin gidişine ve tutumuna karışıp sataşmaz. Kendi dini
bakımından eğer şeriatın beğenmediği bir iş ise bunu içinden inkâr ile yetinir.
Kimisi
de ahmaktır, uyuşmazlığın nereden çıktığını bilmez; bütün insanlar bir gidişte
bir tutumda olsun diye olmayacak bir şey kurar. din işinde gereği yokken kavga
ve uyuşmazlık yasak olduğu halde, işe karışmak ve sataşmak kaydına düşer,
yerleşmiş ve kökleşmiş işleri kaldırmaya çalışır, mümkün olmaz. boşuna zahmet
çeker.
İmdi
gerekir ki basiret[38]
sahipleri, insanlığın ondan ayrılmaz yönleri olan temeddünün[39]
ve toplu halde yaşamanın gerektirdiklerini bilerek, halkın bölük bölük
bölündüğünü ve her birinin özelliklerinin ne olduğunu bilmeli, öğrenmelidirler.
Bu şehir halkının sınıflarını, her sınıfın törelerini ve göreneklerini bilip
anladıktan sonra, bütün yeryüzünde yaşayanların da sınıfları ve halleri
üzerinde toplu bir bilgi edinmeye çalışmalıdırlar. Bunu da bilip öğrendikten
sonra hikmet-i temeddünün[40]
sırrı gittikçe açılır, ortaya çıkar. Giderek bilinir ki bu soydan kavgacı ve
iddiacı kişiler örümcek ağına düşen sinek gibi güçsüz ve dermansızdır.
Kaynak: Çelebi, Kâtip; Mîzânü'l-Hakk Fî
İhtiyâri'l-Ehakk, Kabalcı Yayınevi, sayfa 15-24
[2] Akıl ve Nakil: Bilimin
iki ana kaynağı. Akıl bilinmeyeni arayıp bulmak için müşahede, muhakeme ve
deneme yolundan yürür. Naklin bu yoldaki dayanağıysa, akıldan da yararlanmak
şartıyla Allah'ın indirdiği kitap ile Peygamberin hadisleridir.
Mütekellim: Konusu
Allah'ın kendisi, sıfatları, başlangıcı ve sonu bakımından kâinat olan ilimle
uğraşan kişi.
[4] Riyazi
ilim: Matematiksel ilim. Aslında geometri (hendese), hesap, astronomi (hey'et)
ve optik gibi geometrik muhakemeye dayanan bazı ilimler için kullanılan ad.
[6] Nazari hikmet: Metafizik,
matematik ve fiziği içine alan ilimler.
Ameli
hikmet: Pratik felsefe. Konusu insanların
hareketleri ve davranışları olan ilim.
Ahlak
ilmi: Öğretme amacıyla ortaya konmuş olan ahlak
kuramı. Ertemleri ve onları elde etmenin yollarını, kötülükleri ve onlardan
kaçınmanın yollarını öğreten ilim.
[8] İstidlal ve nazar kitapları:
Birtakım delillere dayanarak, gözlem ve muhakeme ederek, denemeler yaparak bir
sonuç çıkarmayı anlatan kitaplar.
Mizan
ilmi: Felsefenin bir kolu; konusu genellikle
düşünme şekillerini içerir. Özel olarak delillere dayanarak sonuç çıkarma
yollarından ve bilimsel yöntemlerinden bahseder.
[9] Felsefiyat: Din
kitaplarının öğrettikleriyle yetinmeyip, Allah ve kâinata dair bazı soruların
karşılığını bulmak için aklın ortaya koyduğu düşünceler, muhakeme ve görüşler.
[10] Tehâfüt: İmam Gazzâli'nin
eserine (Tehâfütü'l-Felâsife: Filozofların Tutarsızlığı) ad olarak verdiği bu
kelimenin, kullanıldığı yere bakıldığında özel anlamı "tutarlı bir
düşünceye dayanmadan kurdukları fikir yapıları yüzünden, filozofların ve
onların fikirlerinin birbiri ardına yıkılıp düşmesi" demektir. Bkz. Dr.
Mübahat Türkler, Üç Tehâfüt Bakımından
Felsefe ve Din Münasebetleri, Ankara, 1956.
[11] Alet ilimleri: Daha
yüksek bilgileri edinmeye yarayan belagat, gramer, maani, mantık gibi ilimlere
verilen ad.
Edebi
ilimler: Arapça ilimleri diye anılan edebi ilimler,
Arap dilinde söyleyip yazmakta yanlış yapmayı önlemek için bilinmesi gerekli
ilimlerdir.
[12] Edeb-i ders: Edebi kültür
için bir kişinin öğrenmesi gereken bilgiler; bunlar Zemahşerî'nin Kıstas adlı
eserinde sıralandığına göre on iki ilimdir: Lûgat, sarf, nahiv, iştikak, maani,
beyan, aruz, hat, şiir tenkidi, nesir, muhazarat ve belagat ilmine bağlı olan
bedii.
Edeb-i
nefs: İnsanın halkla düşüp kalkmasında ve onlarla
münasebetleri sırasında güzel ahlakı ve beğenilen özellikleri benimseyip
kendinde toplaması.
[14] Tefsir ilmi: Kuran-ı
Kerim'in kolay anlaşılmayan, güç yerlerini açıklama ilmi.
Kuran
ilmi: Kuran-ı Kerim'de ayet ve surelerin tarihi,
hangi sebeplerle ve nerede indiği, okunuşu ve düzgün söylenişi gibi sorunlarla
uğraşan ilim.
[15] Hadis ilmi: Bir mesele
üzerinde Peygamberimizin ne düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini bildiren
sözlerinin araştırılmasını konu eden ilim.
[16] Kelam ilmi: Dini
inançların kanıtlanıp şüphelerin kaldırılması gücünü bize veren ilim. Konusu
var olması açısından varlıktır ve şeriat kuralları üzerine kurulmuştur;
Allah'ın şeriatında akıl neyi gerektiriyorsa, varlığın da onun üzerine
kurulduğunu kanıtlamakla uğraşır.
[17] Müteahhirîn: Ebû Müslim,
Ebû Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed gibi mütekaddimîn (öncekiler) diye anılan
büyük din ve mezhep bilginlerinden sonra gelenler.
[20] Sahabe: Peygamberimizin
sağlığına yetişip onunla beraber bulunmuş, arkadaşlık etmiş kişi.
Müçtehit: Kişisel bir kanaate ulaşmak için olağanüstü gayret sarf eden kişi;
özel anlamda Kuran ve sünnette açıkça belirtilmemiş bir sorun üzerinde bu
ikisini kıyas yoluyla bir kanaate varan kişi demektir.
[21] Usul ve fürû: Bir ilmin
temelleri ve ondan çıkan dalları. Bir ilmin dayandığı temel ve bütünü kavrayan
kurala usûl, bu temeller üstüne
kurulan bilimlere fürû denir. Fıkıh
terminolojisinde usul bütünü içeren hükümler, fürû da bunlara bağlı olan hükümlerdir. Şeriat hükümlerinin neler
olduğunun bilinmesi, verilen hükümlerin şeriatça geçerli olması için fıkıh
usulünün ilkeleri şunlardır: Kuran, sünnet, kıya ve icmâ. Usul fıkhının bu asıllarına ait kurallar ile bunların ulgulanmasına
dair yöntem ilmi demektir. Fürû da
"tatbiki fıkıh"a ait kurallar ve konmuş hükümlerin sistemli bir
şekilde sıralanıp kitap haline getirilmesidir.
[24] Medaris-i Semaniye: Sekiz
Medreseler. İstanbul'da, Fatih Camii'nin iki tarafına Fatih Sultan Mehmed
tarafından kurulmuş ve yüksek öğretim veren sekiz medrese. Bu medreselerin
dördü Karadeniz, dördü de Akdeniz tarafındaydı ve her birinin ayrı adı vardı.
[25] Haşiye-i Tecrîd:
Nâsırüddin Tûsî'nin Tecrîdü'l Kelâm
adlı eserine, konuların önemi yüzünden onu kabul veya reddeden birçok şerh
yazılmıştır. Burada ünlü bilgin Cürcânî'nin yazdığı şehr söz konusu olmalı.
[26] Burada Ekmelüddin Muhammed bin Mahmud el-Babertî'nin Hidâye adlı esere yazdığı el-İnâye adlı
şerhten –ki Osmanlı medreselerinde el üstünde tutulurdu– bahsediliyor.
[28] Hendese: Geometri,
çizgiler ve hacimlerin mekânda nitelikleri ve ilişkilerini araştıran ilim.
Müftü: Bir şehir veya kasabanın din işlerinin başında bulunan kişi; din
işlerinde hakem yerinde olup bunlara dair fetva veren kişi.
[29] Zirâ: Eskiden Er-Ravza
Adası üzerinde Nil'in sularını ölçenlerin kullandıkları bir uzunluk ölçüsü.
Çeşitli İslam ülkelerinde farklı amaçlarla kullanılıp başka başka adlar taşır.
[31] Nücum: Yılrızların
hareketlerini, yörüngeleri üzerinde dönmelerini, birbirlerine yakınlık veya
uzaklıklarını ve başkaca durumlarını araştıran ilim.
Felekiyat: Göklere ait olan ilim, konusu gökler ve yıldızlar olan ilim;
astronomi.
[33] Fetva Emini: Şeyhülislamlık dairesinde, fetvahanenin başında
bulunan kişi. Fetva emini şeyhülislama sorulan şeriat meselelerinin fetvalarını
hazırlamak, dilekçeyle sorulan sorulara karşılık vermek ve şer'iye
mahkemelerinden verilen ilamları incelemek işlerini görürdü.
[35] Hey'et: Astronomi. Gök cisimlerinin durumlarını ve hareketlerini,
fizik ve kimya bakımından yapılarını inceleyen ilim.
[36] Mâkulat: Akıl yoluyla bilinip anlaşılan konular; Kuran ve hadislere
dayanarak bilinen menkulât'tan ayrı olup akıl ve muhakeme yoluyla elde edilen
bilgiler.
[37] Bahs ü cedel: Münakaşa ve münazara sanatı. Felsefi meseleler
üzerinde muhakeme ve münakaşa, olumlu veya olumsuz muhakemenin yöneldiği konu.
[38] Basiret: Firaset, idrak,
kavrama. Sonunu düşünme, sonunu hesaplama. Bir işin içini dışını önceden gereği
gibi görüp kavrama.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder