Felsefe
aklın, mûsikî kalbin işidir
Yalçın Çetinkaya
1960 yılında Tekirdağ’da doğdu. Müziğe 11 yaşında başladı ve 12 yaşından itibaren, başta çocuk şarkıları olmak üzere çeşitli formlarda besteler yaptı. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nı bitirdi. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslâm Felsefesi alanında yüksek lisans yaptı. 100. Yıl Üniversitesi Müzik Bölümü’nün kuruluşuna katkı sağladı ve bir süre araştırma görevlisi olarak çalıştı. İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk Mûsikîsi alanında doktora yaptı. Beş yıl boyunca Cemal Reşit Rey Konser Salonu Genel Sanat Yönetmenliğini yürüten Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya, Haliç Üniversitesi Konservatuarı’nda öğretim üyesi ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğretim görevlisi olarak dersler verdi. ‘Memleket Meseleleri’ başlıklı röportajlarıyla, Yazarlar Birliği Röportaj Ödülü’ne lâyık görüldü. Reklâmcılık ve Manipülasyon, İhvân-ı Safâ’da Müzik Düşüncesi, Memleket Meseleleri ve Müzik Yazıları adlı yayınlanmış dört kitabı bulunuyor. Müzik Felsefesi, Müzik Sosyolojisi gibi alanlarda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunan Çetinkaya, halen İTÜ Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
17 Eylül 2017
Felsefe ve mûsikî… İslâm dünyasında
birileri tarafından şiddetle dışlanmış, kötülenmiş, hatta haram olarak kabul
edilmiş iki alan. Halbuki felsefe de mûsikî de insanın niyetine göre şekillenen
alanlar ve bir kabahatleri yok. Felsefe kelimesini ilk kullanan Pythagoras’a
göre felsefe, hikmeti sevmektir… mûsikî de Hz. Davud’un (Aleyhisselâm) ilmi ve
sanatıdır ve Allah’ın (Celle Celâluhu) kâinatta yarattığı âhengi
yansıtmaktadır. Felsefe ve mûsikîye böyle baktığınız zaman karşınıza bambaşka
bir alan çıkabilir. Ama ne yazık ki felsefe de mûsikî de ve felsefeciler de
mûsikîşinaslar da İslâm dünyasında hakettikleri yerde değiller.
Neyse, yüzyıllardır tartışılan konulara bu
sığ bilgimle girmeye doğrusu niyetim yok ama özellikle İslâm felsefesi okumak,
zihnimdeki soru sorma ve cevap arama yöntemini kökten değiştirmeme sebeb oldu.
Meselâ hiçbir nassa dayanmadan, sadece kendi fikirlerimle haram olduğuna karar
verip terkettiğim müzikle ilgili sorularım ve cevaplarım değişti, mûsikînin
kendi tabii haliyle bırakın haram olmasını, Allah’ın (Celle Celâluhu) insana
sunduğu nimetlerden ve muazzam bir derinliğe sahib olduğunu gördüm. İnsanlık
tarihinde mûsikîyi de felsefeyi de ve Allah’ın başka bütün nimetlerini de O’nun
rızası için değil, kendi nefsi ve mel’un şeytanın istekleri doğrultusunda
kullanan sayısız insan var. Bunların kötü kullanımları, maalesef bu alanların
ve nimetlerin de kötü algılanmasına sebeb olmuş ve “haram” olarak
yaftalanmalarına yol açmış. Bu nimetleri doğru kullananlar da, maalesef kötü
kullananlar sayesinde farkedilmemiş, farkedilse de iyi gözle bakılmamış. İşin
içine cehalet de girince insan için faydalı bu nimetler, zararlı addedilmiş.
Halbuki ne felsefenin ne de mûsikînin kendi başlarına bir kötülük yapma,
insanları yoldan çıkarma kabiliyetleri yok ! İnsan neyse, mûsikî de felsefe de
aslında o… Eşya masumdur, kabahat o eşyayı kötü kullanan insandadır.
Doğrusu felsefe ve özellikle İslâm
felsefesi bana iyi geldi. İslâm felsefesi alanında yüksek lisans yapmış
olmanın, -bu alanda birşeyler yazıp konuşmasam da- ufkumu bir hayli
genişlettiğini söyleyebilirim. Çünkü yeni şeyler okumaya başlamıştım ve yüksek
lisansa başlayana kadar –konservatuar eğitimi görmüş olmama rağmen- “haram”
diyerek terkettiğim mûsikîyi, İslâm felsefesi ve özellikle İslâm felsefesinin
en önemli düşünürleri El-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve özellikle İhvân-ı Safâ’nın
mûsikî hakkındaki düşüncelerini okuduktan sonra yeniden keşfetmeye ve onu daha
doğru anlamaya başlamıştım. Hele tasavvuf ! Hz. Mevlânâ ve Ruzbahan Baqlî’nin
müzik hakkındaki düşünce ve sözleri, sadece müziğe değil, varlığa bakışımı
değiştirdi. İslâm dünyasında iyi gözle bakılmayan felsefe, nedense bende ciddî
bir bilgi ve ufuk genişlemesine sebeb oldu. İslâm felsefesinin veya genel
olarak felsefenin insanı böyle dönüştürme kabiliyeti olabilir mi emin değilim.
Eğer insan bu dönüşüm ve değişimi göze almışsa bir şekilde başka etkilenmelerle
de değişir ve dönüşür, ya da ikna olur.
Belki konunun uzmanları bu düşünceme
katılmayacaklardır ama, onlar kadar felsefe okumuş ve kafa yormuş biri olarak -
nâçizâne- felsefeyi “doğru soru sorma ve doğru cevap arama sanatı” olarak kabul
ediyorum. Sanat benzetmesini de kasıtlı olarak yaptığımı söylemeliyim. Çünkü
doğru soru sormak ve doğru cevap aramak, tıpkı sanatsal bir eylemin taleb
ettiği ya da sanatsal eylemin gerçekleşmesini mümkün kılan şeyleri ister. Nedir
bunlar ? Akıl, bilgi, tecrübe, iyi ve doğru bir duruş ve bu durulan yerden iyi
bakış, güzeli ortaya koyma farklılığı, varlığı anlamak, kabiliyet ve insanî
anlamda “yaratıcılık”. Yani mevcud olanı zorlamak, mevcud olanın dışına çıkmaya
çabalamak. Sanatçı da bunu yapar.
Zaten felsefe kelimesini ilk kullanan
Pythagoras’a göre felsefe “hikmeti ve hikmetli bilgiyi sevmek” mânâsına
gelmektedir. Her ne kadar bu mânâyı muhtevî felsefe zaman içinde kirlenmiş olsa
da, hikmetli bilginin alanıdır ve kendisine samimiyetle yönelene hikmetli
bilgiden birşeyler fısıldar veya takdim eder diye düşünüyorum. Bendeniz
Pythagoras’ın felsefeye yüklediği “Hikmeti sevmek”de takılı kaldım ve felsefeyi
Pythagoras’ın ona yüklediği mânâ ile, eskilerin tâbiriyle “İlm-i Hikmet” olarak
benimsemeyi de seviyorum.
Genel olarak felsefeyi veya İslâm
felsefesini ben Pythagoras’ın tarif ettiği şekliyle kabul ediyor ve onu başka
alanlarla çatıştıran kişi veya fikirleri de doğrusu ciddiye almıyorum.
Felsefenin özü hikmettir, böyle başlamıştır ama zaman içinde elbette insan
zihninin aldığı istikamet onu da bu istikamete göre yönlendirmiştir.
Ben İslâm
felsefesine her zaman bu nazarla baktım ve böyle bakınca daha verimli ve insan
kulağına başka güzel şeyler de fısıldayan bir dost buldum. Fısıldayan hangi
alan, ne ve kim olursa olsun, nihayetinde Allah’ın (Celle Celâluhu) sizin
hakkınızda murâd ettiği hal ve kıvama doğru ilerliyorsunuz. Fısıltıyı ciddiye
almak ve onu şeytanın vesvesesi ile karıştırmamak mühimdir. Bunları birbirine
karıştırmamak için de hayatınızın ve bilginizin merkezine Allah’ı ve Kur’an’ı
koymak, Allah’ı karşınızda görür gibi yaşamak (ihsan) ve her işe O’nun güzel
ismiyle başlamak gerekir. Fısıltıyı, ilhâmı vesveseden ayırmak, kişinin doğru
istikamette ilerlemesine katkı sağlayabilir. Bu İslâm felsefesi olabilir,
matematik olabilir, mûsikî olabilir, simya olabilir. Ne olursa olsun ama,
yaptığımız işin de, ilgilendiğimiz alanın da bir kalbi olmalıdır. Sovyet şair
Vladimir Mayakovski ne demiş; “Ne iş yaparsan yap, ama kalbi olan bir iş yap”.
Konu derinleşebilir, çünkü akıl ve kalp ikilemi söze karışabilir, böyle olunca
da yazı uzar gider. Gerçi nâçizâne akıl ve kalbi birbirinden ayırmayı doğru
bulmuyorum. Ben bir mü’minin, “aklı olan kalb ve kalbi olan akıl” sahibi kişi
olduğunu düşünürüm. Mümin bir insanın aklı ve kalbi birbirinden ayrı değildir.
Felsefe aklın, mûsikî ise kalbin işidir.
Aklın kalbi olduğuna göre felsefenin mûskîsi; kalbin aklı olduğuna göre de
mûsikînin felsefesi vardır. Bu iki alanı birbiriyle dengeli bir şekilde
karıştırıp kullanmak Müslümana iyi gelebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder