Muhtasar yakın devir tarihi (1)
Süleyman Seyfi Öğün
14 Eylül 2017
Ah, ne güzel günlerdi o 90’lı seneler…Gâliba her şey 2008’den îtibâren içinden çıkılmaz hâle geldi.
Evet işlerin buralara kadar geleceği, meselâ 1979’dan beri belini doğrultamayan Afganistan için belliydi. 1979; Afganistan’a indirilen ağır darbelerin başlangıç târihidir. Ne tuhaf değil mi ki; aynı târih mâhut İran Devrimi’yle de örtüşüyor. 1980-1988 ise; neredeyse 10 senelik manâsız İran-Irak Savaşına işâret ediyor. Aynı dönem bizim için 12 Eylül faşizminin idrâk edildiği senelerdi. 1989’da; yâni daha İran-Irak Savaşı henüz bitmiş iken Duvar yıkıldı ve Doğu Avrupa -sözüm ona- kurtuldu ve “özgürleşti!”
Bize gelince, doğrusu, bu özgürleşmeden bir nebze payımızı aldık. Afganistan’da olanlar bizi çok ilgilendirmiyordu. 1989’da sona eren Sovyet işgâlinin ardından Afganistan’da düzeni sağlamak üzere arz-ı endâm etmeye başlayan NATO’daki yerimizi almıştık. Projelerin soft tarafında yer alıyorduk. İran-Irak Savaşını ise seyretmiş; arada bir “Büyük Abi” edâsıyla “yapmayın etmeyin” gibisinden sözüm ona -“arabulucu”- demeçlerle yetinmiştik. Ah ne güzel günlerdi o 90’lar….
Hele ilk 3 senesi… Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı sona ermiş; hazret Marmaris’e çekilip kendisini resim sanatına vermiş; biz de ilk defâ sivil bir Cumhurbaşkanına sâhip olmuştuk. Artık gayrısı Kenan Evren ile resim sanatı arasındaydı. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde sanki engel kalmamıştı. Darbenin etkisiyle yaralanmış, umutlarını kaybetmiş ve küsmüş entelijensiyamız, kendisini rustik, minimalist, târihî-turistik ve de gastronomik işlere vermişti. Ama 90’larda kollar yeniden sıvandı. Büyük şehirlerde kalabalık paneller; ama hepsinden mühimi yeni kurulan ve bizi TRT’nin o meş’um “siyah-beyazından” kurtaran renkli TV Kanallarındaki o renkli ve heyecanlı açık oturumlarda ve birisi kapanırken digeri neşre başlayan sayısız dergide yeniden boy göstermeye başladı. Sanki 1908’in atmosferi yeniden yaşanıyordu. Dünyâ özgürleşirken yaya kalacak değildik. Dün Genç Avrupa rüzgârları zihnimizi yalıyordu. O günlerde ise Doğu Avrupa’nın rüzgârları bize de ulaşmış ve dâhi bulaşmıştı. Doğu Avrupa entelijensiyasında ilk testi yapılan; Anglo Sakson modellemelerle pişirilen sivil toplumculuklar, yapı bozumcu ve yapı sökümcülükler, çokkültürcülükler liberâl güzellemelerle birlikte servis edilmeye başlandı.
Bu panellerde gaz alıp; tam 'işler iyi gidiyor' derken; savrulduk ve 1991 -2002 arasında hüküm süren Restorasyon devrini yaşamaya başladık. 1993’de Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı tuhaf bir şekilde hayâtını kaybetti. Onun yerini Restoratör hareketin lideri olan Süleyman Demirel ve merkez sağ-merkez sol ittifâkı aldı. Bunu da târihsel uzlaşma olarak yutturmayı başardılar. 1991’de hükûmet düzeyinde başlayan restorasyon, 1993’de Çankaya’yı da düşürmüş oldu. Tuhaf olan neydi biliyor musunuz? Biz Restorasyonu özgürleşme sanmıştık. Kafamız karışıktı. Evet, eskilerden umut yoktu. Kimilerine göre esas özgürleştirici damarı Özal temsil ediyordu. Çünkü establishment ile hesaplaşıyordu. İyi de , Özal 12 Eylül hükümetlerinde çalışmamış mıydı? Gençler patır patır asılırken neredeydi? Sonra, 12 Eylül’ün eski siyâsetçilere koyduğu yasakları neden savunuyor ve referandum için tercihinin “No” olduğunu söylüyordu? Bir de; her ağzını açışında ekonomizm yapan mübareğin sosyale hiç tahammülü yoktu. Evet Besim Tibuk kadar acımasız değildi belki; ama büyüyen eşitsizliği düzeltmek önceliği değildi. Eğer düzelecekse ancak “görünmez el“ ile düzeleceğini söyleyip duruyordu. Yoksa eskilere bir şans daha verilmeli miydi?
O devrin seçmenleri neticede eskiyi çağırdı. Sonrasını biliyoruz. İç yağma başladı. Ekonomik ibre hızla iflâsa doğru kaymaya başladı. Siyâsal tablo da bunu tâkip etti. Peşi sıra fâili meçhûl cinâyetler, köy yakmalar ve boşaltmalar gelmeye başladı. Düşüncesiz mi; değilse plânlı mı, artık bilmiyoruz bir dizi uygulamayla Kürt sorunu kanırtıldı, kanatıldı ve maalesef kitlesel bir tabana sâhip kılındı. Kritik olan ise bu sürecin 1991 Körfez Savaşı ve ardından uygulamaya koyulan Çekiç Güç ile örtüşmesidir. Daha o zamanlardan sürecin Türkiye’ye geleceği belliydi. Ama, ne diyeyim yine de “güzel günlerdi 90’lar...” En azından zihnimizde. Zâten güzel olan ne varsa zihnimizin ürettiği bir şey değil midir? Dünyâ yanıyordu. Ama zihnimizde her şey toz pembe idi. Olsundu. “Cânım ‘Türkiye halkları’ liberâl trendi bir yakalasın, şu berbat Restorasyon devrinden bir çıkalım; evelallah Kürt sorununu da, Alevî sorununu da aşarız” diye düşünülüyordu. Güzel günlerdi o 90’lı seneler. Vallahi “motorları henüz maviliklere süremiyorduk” ama, güzeldi, güzeldi...Dışarıda rezâlet berdevâm ise de zihnimizde, duygularımızda; yâni içimizde vaziyet berkemâl idi...
Muhtasar yakın devir tarihi - 2
Süleyman Seyfi Öğün
18 Eylül 2017
Artık şuna kâniyiz ki; 19. asır 154 (1789-1945); 20. asır 44 (1945-1989) sene sürmüştür. Bu açık Alev Alatlı’nın da sıkça başvurduğu “turbo” kavramını düşündürüyor. “Turbo târih” 21. asrı da sarstı. 1989; yâni Duvar’ın Yıkılması’yla başlayan 21. asır, gidişât gösteriyor ki 20. asır kadar bile sürmeyecek. Krizleri; tıpkı diğer asırlar gibi daha şafağında başladı ve derinleşti.
Her asırda; zaman zaman; aldatıcı olarak da olsa “Belle Epoque”ler yaşandı. Umûmiyetle asır başları biraz da öyledir. 1789, 1945 ve 1989 aldatıcı güzel zamanlardı. Zihin târihi gâliba tıpkı iki yüzlü Tanrı Janus gibi işledi. Bir tarafıyla “güzel zamanlar”a medhiyeler düzdü. Modern dünyâda bunun tipik karakteri ve sendromu “liberâlleşmedir.” Onun içindir ki liberâl rüzgârlar esmeye başlayıp, “Zeit Geist”ı şenlendirmeye başladığında işin diğer tarafı ağır bir ihmâl görür. Şüpheciler, karamsarlar ve kötümserler kulübünün âzâları gözden düşer; duygularının toplumsal hesaplaşmalarını kısa keser, bireyselliklerine; nihâyet “içlerine hurûc” ederler. O demlerde bunların okunması pek de istenmez. Yaşasın nikbinlik, yaşasın ulu umutlar.
Liberâl karakter ve sendrom, modern târihin ideolojiler üstü ana akımıdır. İdeolojik çeşitlenmeler olsa olsa ona eklemlenir. Burada kastettiğim liberal doktrin(?) mensupları değildir. Hattâ liberalizmin diyalektikinde, liberâller çoğu defâ liberâl rûzgârlardan müştekîdir. Meselâ liberâl doktrinin babası olan Edmund Burke; liberte diye kendisini parçalayan Fransız Devrimcilerden hiç de hoşnut değildi. Bütün kariyerini Fransız Devrimi’nin eleştirisi üzerine yaptı. Bana öyle geliyor ki, liberaller liberâl rüzgârların yakıcı yıkıcı etkilerinden; yâni devrim getiren etkilerinden müştekî olan ve kolayca muhafazakârlarla uzlaşabilen adamlardır. Bu da -meselâ bulutların yağmur getirmesini istemeden bulutlara tutulmak gibi- hayli tuhaf bir durumdur. Bulutların toplumsal katmanlarla değil, bireylerle sınırlanmasını ister. İstediği bunun toplumsal tanzimidir. Sosyal ve siyâsal romantiklerle bireysel romantikler arasında kalırlar.
Her neyse; liberal sendrom; Belle Epoque; güzel zamanların iklimini verir. Bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu tâyin eden ise; modern dünyânın başat yapısal güçlerini veren “ulus” “devlet” ve “sermâye” arasındaki ilişkilerdir. Meselâ, eğer liberâl sendrom baskınsa, “toplumsal” ve “sınıfsal” görünümüyle “ulus” şâha kalkmış; diğer iki yapıdan birisi olan; devleti baskılar gözükmektedir diyebiliriz. Burada liberâl sendrom mensupları ile liberâl doktrine bağlı olanlar arasında yer yer ittifâklar bile oluşabilir. Diğer taraftan liberâl rüzgar; kimi yerde sermâyenin kendisi; kimi yerde ise eleştirisi eşlenir. Bu da sermâye kavramının namütenahî oynaklığından kaynaklanır. Eğer ulus, devlet odaklı bir siyâsal cendereden çıkmak istiyorsa bu eşlenme mümkündür. Ama hiçbir siyâsal ufuk, sermâyenin sınırsızlığı ile yarışamaz. Devlet, tarifi ve tabiatı icâbı zâten statükocudur. Hudut peşindedir. Uluslar bâzen, nihâyetinde devletlerin koyduğu bu hudutlar tarafından boğulmuş, yutulmuş zâtiyetler olarak doğar. Ama ulus-devlet gerilimi, hayli mutandan olsa da; aslında küçük ölçekli bir tartışmadır. Bütün mesele ulusun sınırlarıyla devletin sınırlarını çakıştırmaktır. Bu da çoğu defa olmaz. Onun için kavganın tantanası devam eder.
Liberâl sendrom her cephesi ile ağırlığını devlet eleştirilerinden yana koyar; buna bâzen ulusun özgürlüğünü sâhiplenmek olarak ulus’un devlet karşısında müdafaasını; bâzen de ulus eleştirisini (birey üzerindeki toplumsal baskı) ortak eder. Ama sermâyeyi “derin” bir sûrette eleştirmez.
Asıl mesele sermâyenin hudut tanımazlığı ile, devlet ve sermâyenin hudutperestliği arasındadır. 19. asırda bu üçlü arsındaki kavga derinleşti. 19. asrı radikal yapan ve derinleştiren de kavganın antagonist -uzlaşmaz- ve tavizsiz karakteriydi. Bu da insanlığa büyük felâketler yaşattı. 20. asır tam bir uzlaşma ve rutinleşme asrıdır. Uluslarüstü ve uluslararası oluşumlarla uluslar denetim altına alınıyordu. Ulusun siyâsal pratikleri sistemler tarafından ehlileştiriliyordu. Liberal demokrasi bu ehlileştirmenin adıydı. Devletler, ehlileştirilmiş uluslara karşı yükümlü kılınıyordu. Yâni devletler; Habermas’ın deyişiyle toplumlaşıyordu. Devlet aklı ile ulusal akıl eşlendiriliyordu. Sermâye ise ulusal havuza boşaltılıyor; yaniden bölüşüme tâbi tutularak tedip ediliyordu.
Devlet-sermâye ve ulus arasındaki evlilik sâdece çeyrek asır dayandı. Sermâye 1970’lerin başında diğer ikisine ihânet etmeye başladı. Reel ekonominin dışında bol metresli finansal bir gece hayatı edindi. Belli bir güce ulaştığında -1980’lerin sonu- evlilikleri bitirdi. Devletleri, uluslarüstü ve uluslararası siyâsal kuruluşları ve dahi ulusları delik deşik eden bir atağa geçti.
İşte 1990’lardaki o güzel günler bu atağın rüzgârlarının bize de ulaşmasıyla âlâkalıydı. Hepimiz uçuyorduk. Yeni liberâl rüzgârın, diğerinden farkı çok daha prensipiyel düzeyde devletlere saldırması ve hemen hemen hiçbir sosyal -bunu ulusal olarak da okuyabilirsiniz- vaadinin olmamasıydı. Uluslarüstü sermâyenin ekonomizmi ise tartışılmaz kutsal bir öğretiydi.
Bu sarhoşluk bitti. Devletler sopalarını ellerine aldı. Ekonomik akıl ile siyâsal akıl; sermâye ile devlet; teknolojik veledîlik -chuckie’lik- ile müesses pederşâhîlik; her nev’i paganlık ile ağır dindarlıklar; etniklikler ile uluslar; dezavantajlılarla “homofobik” polis devletler biribirine girmiş durumda. Kusura bakmayın; artık dünyânın tadı yok. Motorları maviliklere süreceğiz diyebilmek için önce Mavi yolculukta alkol sınırını aşmak gerekiyor. Ayık kafa ile söylenecek söz olmaktan çıktı bu…
Süleyman Seyfi Öğün
14 Eylül 2017
Ah, ne güzel günlerdi o 90’lı seneler…Gâliba her şey 2008’den îtibâren içinden çıkılmaz hâle geldi.
Evet işlerin buralara kadar geleceği, meselâ 1979’dan beri belini doğrultamayan Afganistan için belliydi. 1979; Afganistan’a indirilen ağır darbelerin başlangıç târihidir. Ne tuhaf değil mi ki; aynı târih mâhut İran Devrimi’yle de örtüşüyor. 1980-1988 ise; neredeyse 10 senelik manâsız İran-Irak Savaşına işâret ediyor. Aynı dönem bizim için 12 Eylül faşizminin idrâk edildiği senelerdi. 1989’da; yâni daha İran-Irak Savaşı henüz bitmiş iken Duvar yıkıldı ve Doğu Avrupa -sözüm ona- kurtuldu ve “özgürleşti!”
Bize gelince, doğrusu, bu özgürleşmeden bir nebze payımızı aldık. Afganistan’da olanlar bizi çok ilgilendirmiyordu. 1989’da sona eren Sovyet işgâlinin ardından Afganistan’da düzeni sağlamak üzere arz-ı endâm etmeye başlayan NATO’daki yerimizi almıştık. Projelerin soft tarafında yer alıyorduk. İran-Irak Savaşını ise seyretmiş; arada bir “Büyük Abi” edâsıyla “yapmayın etmeyin” gibisinden sözüm ona -“arabulucu”- demeçlerle yetinmiştik. Ah ne güzel günlerdi o 90’lar….
Hele ilk 3 senesi… Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı sona ermiş; hazret Marmaris’e çekilip kendisini resim sanatına vermiş; biz de ilk defâ sivil bir Cumhurbaşkanına sâhip olmuştuk. Artık gayrısı Kenan Evren ile resim sanatı arasındaydı. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde sanki engel kalmamıştı. Darbenin etkisiyle yaralanmış, umutlarını kaybetmiş ve küsmüş entelijensiyamız, kendisini rustik, minimalist, târihî-turistik ve de gastronomik işlere vermişti. Ama 90’larda kollar yeniden sıvandı. Büyük şehirlerde kalabalık paneller; ama hepsinden mühimi yeni kurulan ve bizi TRT’nin o meş’um “siyah-beyazından” kurtaran renkli TV Kanallarındaki o renkli ve heyecanlı açık oturumlarda ve birisi kapanırken digeri neşre başlayan sayısız dergide yeniden boy göstermeye başladı. Sanki 1908’in atmosferi yeniden yaşanıyordu. Dünyâ özgürleşirken yaya kalacak değildik. Dün Genç Avrupa rüzgârları zihnimizi yalıyordu. O günlerde ise Doğu Avrupa’nın rüzgârları bize de ulaşmış ve dâhi bulaşmıştı. Doğu Avrupa entelijensiyasında ilk testi yapılan; Anglo Sakson modellemelerle pişirilen sivil toplumculuklar, yapı bozumcu ve yapı sökümcülükler, çokkültürcülükler liberâl güzellemelerle birlikte servis edilmeye başlandı.
Bu panellerde gaz alıp; tam 'işler iyi gidiyor' derken; savrulduk ve 1991 -2002 arasında hüküm süren Restorasyon devrini yaşamaya başladık. 1993’de Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı tuhaf bir şekilde hayâtını kaybetti. Onun yerini Restoratör hareketin lideri olan Süleyman Demirel ve merkez sağ-merkez sol ittifâkı aldı. Bunu da târihsel uzlaşma olarak yutturmayı başardılar. 1991’de hükûmet düzeyinde başlayan restorasyon, 1993’de Çankaya’yı da düşürmüş oldu. Tuhaf olan neydi biliyor musunuz? Biz Restorasyonu özgürleşme sanmıştık. Kafamız karışıktı. Evet, eskilerden umut yoktu. Kimilerine göre esas özgürleştirici damarı Özal temsil ediyordu. Çünkü establishment ile hesaplaşıyordu. İyi de , Özal 12 Eylül hükümetlerinde çalışmamış mıydı? Gençler patır patır asılırken neredeydi? Sonra, 12 Eylül’ün eski siyâsetçilere koyduğu yasakları neden savunuyor ve referandum için tercihinin “No” olduğunu söylüyordu? Bir de; her ağzını açışında ekonomizm yapan mübareğin sosyale hiç tahammülü yoktu. Evet Besim Tibuk kadar acımasız değildi belki; ama büyüyen eşitsizliği düzeltmek önceliği değildi. Eğer düzelecekse ancak “görünmez el“ ile düzeleceğini söyleyip duruyordu. Yoksa eskilere bir şans daha verilmeli miydi?
O devrin seçmenleri neticede eskiyi çağırdı. Sonrasını biliyoruz. İç yağma başladı. Ekonomik ibre hızla iflâsa doğru kaymaya başladı. Siyâsal tablo da bunu tâkip etti. Peşi sıra fâili meçhûl cinâyetler, köy yakmalar ve boşaltmalar gelmeye başladı. Düşüncesiz mi; değilse plânlı mı, artık bilmiyoruz bir dizi uygulamayla Kürt sorunu kanırtıldı, kanatıldı ve maalesef kitlesel bir tabana sâhip kılındı. Kritik olan ise bu sürecin 1991 Körfez Savaşı ve ardından uygulamaya koyulan Çekiç Güç ile örtüşmesidir. Daha o zamanlardan sürecin Türkiye’ye geleceği belliydi. Ama, ne diyeyim yine de “güzel günlerdi 90’lar...” En azından zihnimizde. Zâten güzel olan ne varsa zihnimizin ürettiği bir şey değil midir? Dünyâ yanıyordu. Ama zihnimizde her şey toz pembe idi. Olsundu. “Cânım ‘Türkiye halkları’ liberâl trendi bir yakalasın, şu berbat Restorasyon devrinden bir çıkalım; evelallah Kürt sorununu da, Alevî sorununu da aşarız” diye düşünülüyordu. Güzel günlerdi o 90’lı seneler. Vallahi “motorları henüz maviliklere süremiyorduk” ama, güzeldi, güzeldi...Dışarıda rezâlet berdevâm ise de zihnimizde, duygularımızda; yâni içimizde vaziyet berkemâl idi...
Muhtasar yakın devir tarihi - 2
Süleyman Seyfi Öğün
18 Eylül 2017
Artık şuna kâniyiz ki; 19. asır 154 (1789-1945); 20. asır 44 (1945-1989) sene sürmüştür. Bu açık Alev Alatlı’nın da sıkça başvurduğu “turbo” kavramını düşündürüyor. “Turbo târih” 21. asrı da sarstı. 1989; yâni Duvar’ın Yıkılması’yla başlayan 21. asır, gidişât gösteriyor ki 20. asır kadar bile sürmeyecek. Krizleri; tıpkı diğer asırlar gibi daha şafağında başladı ve derinleşti.
Her asırda; zaman zaman; aldatıcı olarak da olsa “Belle Epoque”ler yaşandı. Umûmiyetle asır başları biraz da öyledir. 1789, 1945 ve 1989 aldatıcı güzel zamanlardı. Zihin târihi gâliba tıpkı iki yüzlü Tanrı Janus gibi işledi. Bir tarafıyla “güzel zamanlar”a medhiyeler düzdü. Modern dünyâda bunun tipik karakteri ve sendromu “liberâlleşmedir.” Onun içindir ki liberâl rüzgârlar esmeye başlayıp, “Zeit Geist”ı şenlendirmeye başladığında işin diğer tarafı ağır bir ihmâl görür. Şüpheciler, karamsarlar ve kötümserler kulübünün âzâları gözden düşer; duygularının toplumsal hesaplaşmalarını kısa keser, bireyselliklerine; nihâyet “içlerine hurûc” ederler. O demlerde bunların okunması pek de istenmez. Yaşasın nikbinlik, yaşasın ulu umutlar.
Liberâl karakter ve sendrom, modern târihin ideolojiler üstü ana akımıdır. İdeolojik çeşitlenmeler olsa olsa ona eklemlenir. Burada kastettiğim liberal doktrin(?) mensupları değildir. Hattâ liberalizmin diyalektikinde, liberâller çoğu defâ liberâl rûzgârlardan müştekîdir. Meselâ liberâl doktrinin babası olan Edmund Burke; liberte diye kendisini parçalayan Fransız Devrimcilerden hiç de hoşnut değildi. Bütün kariyerini Fransız Devrimi’nin eleştirisi üzerine yaptı. Bana öyle geliyor ki, liberaller liberâl rüzgârların yakıcı yıkıcı etkilerinden; yâni devrim getiren etkilerinden müştekî olan ve kolayca muhafazakârlarla uzlaşabilen adamlardır. Bu da -meselâ bulutların yağmur getirmesini istemeden bulutlara tutulmak gibi- hayli tuhaf bir durumdur. Bulutların toplumsal katmanlarla değil, bireylerle sınırlanmasını ister. İstediği bunun toplumsal tanzimidir. Sosyal ve siyâsal romantiklerle bireysel romantikler arasında kalırlar.
Her neyse; liberal sendrom; Belle Epoque; güzel zamanların iklimini verir. Bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu tâyin eden ise; modern dünyânın başat yapısal güçlerini veren “ulus” “devlet” ve “sermâye” arasındaki ilişkilerdir. Meselâ, eğer liberâl sendrom baskınsa, “toplumsal” ve “sınıfsal” görünümüyle “ulus” şâha kalkmış; diğer iki yapıdan birisi olan; devleti baskılar gözükmektedir diyebiliriz. Burada liberâl sendrom mensupları ile liberâl doktrine bağlı olanlar arasında yer yer ittifâklar bile oluşabilir. Diğer taraftan liberâl rüzgar; kimi yerde sermâyenin kendisi; kimi yerde ise eleştirisi eşlenir. Bu da sermâye kavramının namütenahî oynaklığından kaynaklanır. Eğer ulus, devlet odaklı bir siyâsal cendereden çıkmak istiyorsa bu eşlenme mümkündür. Ama hiçbir siyâsal ufuk, sermâyenin sınırsızlığı ile yarışamaz. Devlet, tarifi ve tabiatı icâbı zâten statükocudur. Hudut peşindedir. Uluslar bâzen, nihâyetinde devletlerin koyduğu bu hudutlar tarafından boğulmuş, yutulmuş zâtiyetler olarak doğar. Ama ulus-devlet gerilimi, hayli mutandan olsa da; aslında küçük ölçekli bir tartışmadır. Bütün mesele ulusun sınırlarıyla devletin sınırlarını çakıştırmaktır. Bu da çoğu defa olmaz. Onun için kavganın tantanası devam eder.
Liberâl sendrom her cephesi ile ağırlığını devlet eleştirilerinden yana koyar; buna bâzen ulusun özgürlüğünü sâhiplenmek olarak ulus’un devlet karşısında müdafaasını; bâzen de ulus eleştirisini (birey üzerindeki toplumsal baskı) ortak eder. Ama sermâyeyi “derin” bir sûrette eleştirmez.
Asıl mesele sermâyenin hudut tanımazlığı ile, devlet ve sermâyenin hudutperestliği arasındadır. 19. asırda bu üçlü arsındaki kavga derinleşti. 19. asrı radikal yapan ve derinleştiren de kavganın antagonist -uzlaşmaz- ve tavizsiz karakteriydi. Bu da insanlığa büyük felâketler yaşattı. 20. asır tam bir uzlaşma ve rutinleşme asrıdır. Uluslarüstü ve uluslararası oluşumlarla uluslar denetim altına alınıyordu. Ulusun siyâsal pratikleri sistemler tarafından ehlileştiriliyordu. Liberal demokrasi bu ehlileştirmenin adıydı. Devletler, ehlileştirilmiş uluslara karşı yükümlü kılınıyordu. Yâni devletler; Habermas’ın deyişiyle toplumlaşıyordu. Devlet aklı ile ulusal akıl eşlendiriliyordu. Sermâye ise ulusal havuza boşaltılıyor; yaniden bölüşüme tâbi tutularak tedip ediliyordu.
Devlet-sermâye ve ulus arasındaki evlilik sâdece çeyrek asır dayandı. Sermâye 1970’lerin başında diğer ikisine ihânet etmeye başladı. Reel ekonominin dışında bol metresli finansal bir gece hayatı edindi. Belli bir güce ulaştığında -1980’lerin sonu- evlilikleri bitirdi. Devletleri, uluslarüstü ve uluslararası siyâsal kuruluşları ve dahi ulusları delik deşik eden bir atağa geçti.
İşte 1990’lardaki o güzel günler bu atağın rüzgârlarının bize de ulaşmasıyla âlâkalıydı. Hepimiz uçuyorduk. Yeni liberâl rüzgârın, diğerinden farkı çok daha prensipiyel düzeyde devletlere saldırması ve hemen hemen hiçbir sosyal -bunu ulusal olarak da okuyabilirsiniz- vaadinin olmamasıydı. Uluslarüstü sermâyenin ekonomizmi ise tartışılmaz kutsal bir öğretiydi.
Bu sarhoşluk bitti. Devletler sopalarını ellerine aldı. Ekonomik akıl ile siyâsal akıl; sermâye ile devlet; teknolojik veledîlik -chuckie’lik- ile müesses pederşâhîlik; her nev’i paganlık ile ağır dindarlıklar; etniklikler ile uluslar; dezavantajlılarla “homofobik” polis devletler biribirine girmiş durumda. Kusura bakmayın; artık dünyânın tadı yok. Motorları maviliklere süreceğiz diyebilmek için önce Mavi yolculukta alkol sınırını aşmak gerekiyor. Ayık kafa ile söylenecek söz olmaktan çıktı bu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder