İşte bilge kağanlardan velilere, erenlere; yahut başka türlü söylersek, Vapşı Bakşı'dan, Hoca Ahmet Yesevî'den, Yusuf Has Hacip'ten yahut Alî Şîr Nevâî'den Hacı Bayram ile Hacı Bektaş Velî'lere yahut Yunus Emre'ye kesintisizce uzanan bir hatdan bahsetmek yanlış olmasa gerek. Mezkûr hatla aktarılan bir zihniyettir. İnsanı kavrayış, dünyaya bakış, hâl ile hareket tarzıdır. Bahsi geçen zihniyeti taşıyan hatdın esası dildir; burada söz konusu olansa, Türk dilidir.[xxvi] İşte M.S. Altıncı yüzyıla değin gerisin geriye izleyebildiğimiz Türk yazı dilinde biçimlendiğini gördüğümüz bir bilgelik, bir hikmet edebiyatı, en sonunda Tanzîmattan, yânî Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren felsefe-bilime vucut verdi verecekken Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde millî kültür mirâsında ortaya çıkıvermiş olan korkunc ânî, şiddetli, derin, köklü, keskin kesinti, kopuş, nihâyet; biyoloji terminolojisiyle söylersek, bir mutasyon, hayırlara vesîle olabilecek sözünü ettiğimiz oluşumu akâmete uğratmıştır.
Yaklaşık olarak 1600lerin başından 1800lerin başlarına değin Türk dünyası bir tür 'Ortaçağ' yaşamıştır. İktisât, siyâset, askerlik, zanaat, sanat gibi, kültür âleminin bütün kesimleri ve asıl onların başını çeken fikir hayatı bu zaman zarfında derin uykuya dalmış, dinlenmiştir. Türk dünyası, söz konusu iki yüz yılda kemâle ermiş, kimliğini iyice oluşturmuştur. Nasıl, ömür boyunca yaşanmış acı, tatlı tecrübeler, 'birey'e kimliğini, demekki kişiliğini sağlarsa, benzer biçimde tarih süresince yapıp yapamadıklarının, kazandığı zaferler ile uğradığı yenilgilerin, geçirdiği refâh dolu ve sefîl kaldığı dönemlerin yarattığı 'kaderde ve kıvançta duygu ile düşünce birliğ'i de gün gelir, bir topluma özgül tarihî kimliğini verip onu millet kılar. Giderek, tam anlamıyla milletleşmiş toplum ancak, insanlığa hayat iksîri olacak üstün kültür başarılarını ortaya koyabilir. İşte 1800lerin başında öncelikle 'Osmanlılık'[xxvii] çerçevesindeki 'Türklük' böyle bir aşamadaydı. İki yüz yıl boyunca çekildiği istirâhat sırasında yediği yeğin ve can yakıcı darbelerle silkinip kendine gelen Türklük, "ben kimim?" sorusuna verebileceği birkaç cevap seçeneğine sâhipti. Zâten gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde kişilik kazanmışlığın ana göstergesi, "ben kimim?" sorusunu sorabilmek ve buna ne dediğini bilir tavırla, cevap getirebilmek yönünde yürüyen bir 'felsefî bilinç'tir. Ne olup olmadığını ve ne olabilip ne olamayacağını sezer hâlde, Osmanlı Türkü, 1800’lerden itibâren, 'felsefi bilinc'ini ortaya çıkarmış, inşâa etmiş toplumlarla karşılaşmak üzre yola koyulmuş yahut koyulmak zorunda kalmıştır. Yola koyulurken sırtını Batı medeniyetleri câmiasından İslâm medeniyeti âlemine dayamış bulunuyor, Dâr-ul-İslâm'da ikâmet ediyordu. Dönüp dolaştığı illerden, iklîmlerden pek çok etkilenmiş, yüklü bir tecrübe dağarıyla donanmış durumdaydı. Öncelikle İlkçağ Çin, Hint, İran medeniyetleri ile Bizans kültürü ve İslâm medeniyeti aracılığıyla Eskiçağ Ege medeniyetinin izlerini taşıyordu. Ama bütün bu izlerin, etkilerin kazınıp işlendiği tarihini boydan boya kateden hatdı da ihmâl etmemek gerek. 'Sultan han'ın, 'tarîkat ehli' ile 'ulema'nın ve 'gâzî'nin selefleri 'kağan'dan, 'bilge'den ve 'alp'ten çıkıp gelen hat. İşte bu hatdın heyetimecmûu 'tarih'tir.
Tarihte İslâm medeniyeti içerisinde 'benliğ'ini kazanmış olan 'Türklüğ'ün bugün temel sorunu 'kendini bilmezlik'tir. 'Türklük' de nihâyet, geçmişte zuhûr edivermiş herhangi bir araz değildir. O, insanlığı bir bütün olarak biçimlemiş, tarihin en kayda değer iki yahut üç belirleyici gücünden biri olan İslâm âleminde özbilincine vâkıf olup ona bin küsur yıl öncülük, önderlik ve hâmîlik etmiş bir kültür binâsıdır. Bu bakımdan, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin 'zihnî-fikrî çatısı'nı oluşturan felsefe-bilimin yüreği durumundaki metafiziği kavramanın yolu, İslâm felsefe-bilim yapısının bağrında yatan metafiziği anlayıp bilmekten geçer. Bunu biz, yoruma ilişkin birtakım ince ayrıntı farklar dışında, bütün öteki Müslüman toplumlarla paylaşmaktayız. İşte bu hususu görmezlikten gelmek, kendimizi anlamamağa, özümüzü tanımamağa bizi mahkûm etmektedir.
Tarihinde olup bitmiş vakalar ve kurulmuş hukuk, zanaat, sanat ve devlet gibi geniş kuşatımlı teşkilâtlar üstünde düşünüp bunlardan geleceğe yönelik projectionlar yapabilen toplum, felsefî bilinc örneğini ortaya koyar. Böyle projectionları elbette toplumun gelişigüzel her bireyi yapamaz. Bunlar, ancak çok geniş ve derin düşünebilen vukûfu tam olan bilgeler, giderek filosof-bilimadamları başarır. Onların yetişmesine uygun ortamı sağlayan, Ahmet Rızâ beğin belirttiği üzre, 'élitiste aristocrate monarchique' düzenlerdir. 1859 - 1930 arasında yaşamış düşünürümüz Ahmet Rızâ beğ, bu çeşid ortamları şöyle vasıflandırır: "Büyük hükümdârlar etrâfına aristokratları toplardı. Bunlar aynı zamanda memleketlerinin aydın tabakasını oluşturan kimselerdi. Bu tabaka, halkı idâre eder, ona örnek olur, hükümdâr ile halk arasında bir yetki halkası teşkîl ederler, ilkinin şiddetini yumuşatır, ötekilerinin isteklerini frenler, buhran zamanlarında onları takviye eder, yeniden mücâdele gücü verirlerdi. Konakları kâbiliyetlilerin sığınağı, misâfirperverliğin müşterek yuvası, geleneklerin ve milletin ahlâk kurallarının canlı arşivini teşkîl ederlerdi. Tarihin büyük olaylarında yararlı müdâhaleleri müşâhade edilmiş bulunan devletin bu kudretli pâyândâları, ne yazık ki yavaş yavaş yokoldular..."[xxviii]
Tanzimat sonrası Türk düşünürünü, yeni meçhûl ufuklara yelken açan, fakat besbelirgin ortada duran limanını da unutmayan, yitirmeyen gemiye benzetebiliriz. Ne var ki geminin rotası başka yöne de ayarlanabilirdi.
Yirminci yüzyıl Osmanlı düşünürü ister resmî görevle, ister uğradığı kovuşturma sonucu olsun, seyâhat eden kimsedir. Bu yeni gezgin tipini eski alışılagelinmiş Osmanlı âliminden ayıran en belirgin özellik, onun, 'murâkabe'yle dalınan içe dönük manevî yolculuk yerine, gözleme dayalı, dışa dönük 'bilgilenme' sürecini benimsemesiydi. Zihnin geleneksel çalışma düzenini kademe kademe değiştiren bu süreçte murâkabenin sezgili usulü yerini algılı yönteme bırakmıştır.[xxix] Zaman ile mekân boyutları, en fazla önemsenen değerler olmuşlardır. Tabîî, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti de, 'seyrin', 'murâkabe'nin sezgili usulünden yoksun, baştan aşağıya algı yöntemini uygulayan, yalnızca dışa dönük bir âlem değildi. Her şeyden önce bu medeniyetin de içerisinde değişik kültürler, bunlar arasında da dikkatten kaçmayacak kadar farklar var. Sözgelişi bir Rus ile Fransız, bir İsveç ile İtalyan, bir Leh ile Ispanyol kültürünü bir çırpıda aynı kefeye nasıl koyabiliriz? Birbirlerinden bunca uzak coğrafî bölgelerin kültürleri bir yana, Ispanyollar ile Fransızlar yahut İtalyanlar gibi, aynı yöreyi paylaşıp akraba dilleri kullanan milletlerin kültürleri arasında dahî öylesine dikkate değer farklar var ki, bunları tek bir bakış açısından ele almak insanı nâmütenâhî yanılgılara sürükleyebilir. Doğa araştırmalarından gelen verileri olduğu kadar, içerisinden yetiştiği kültür ortamının unsurlarını da değerlendiren filosof, bir taraftan bilimlerin kuruluş ile yorumlanış şartlarını ortaya koyarken, öte yanda da kendi kültür ortamına vucut veren unsurlar arasındaki bağları mantıkca irdeleyip meydana çıkararak ahlâk düzeni, böylelikle de felsefî bilinci inşâa eder. Bir filosof, ya, Müslüman ile Ortaçağ Hırıstıyan filosof-bilginlerinde gördüğümüz gibi, 'ümmet';[xxx] ya da, Yeniçağ Arupalı filosof-bilimadamlarında tanık olduğumuz üzre, 'millet' ortamında yetişip iş görür, yânî sistem kurar. Filosof, birinci hâlde mensubu olduğu medeniyeti doğrudan doğruya, ikincisindeyse millî kültürü aracılığıyla etkileyip biçimler. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, iki cihetten tarihte ilktir, benzersizdir: Bunlardan birincisi, Eskiçağ Ege medeniyetinin Atina kültürü dışında, neredeyse bütün bir medeniyet ölçüsünde ilk kez bâtınî-dinî esaslara dayanmamış; ikincisi de kendisine vucut vermiş kültürlerin hükümrânlık ile özerkliklerini hoş görerek zengin bir gelenek, görenek, görüş, düşünce, anlayış, renk, ses ve zevk çeşitliliğine cevaz vermiştir. Bu kültürlerden kimisi özgünlüklerini, hükümrânlıkları ile özerkliklerini temîn etmekle öyle raddelere vardılar ki, zamanla medeniyet hattâ felsefîleşmiş medeniyet şeklinde dahî anılır olmuşlardır. Nitekim bunların en bellibaşlılarından Fransız kültürünü Fransızlar, büyüklük tutkunluklarının da etkisiyle, "Civilisation française" biçiminde nitelemişlerdir. Öbür ikisiyse, Alman ile İngiliz kültürleridir. Üçü, Yeniçağ Avrupa dindışı medeniyetinin yıldızlarıdır. Ötekiler de, bu üçünden birinin yakın yahut uzak gezegeni olmuşlardır. İtalyan, Ispanyol ile Rus kültürleri gibi, yıldızlığa adaylığını koyanlar da söz konusudurlar. Bunlardan özellikle Ispanyol ile Rus kültürlerinin, Avrupa dışında dahî uyduları var. Ama ne olursa olsun, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin yönünü yörüngesini, ilkin Fransız ile İngiliz, daha sonraları bunlara adetâ tepki biçiminde gelişen Alman kültürleri tayîn etmişlerdir. Bunların üçünün de mimarbaşı, filosof-bilimadamları olmuştur. Birincisini biçimleyen; dünyanın (res extensa) makinevârî düzende hareket eden vakıalardan ibâret olduğunu, bunları da akla dayalı yöntemle inceleyip açıklayabileceğimizi öne süren Rene Descartes'tır. Mekanistik nedensel yöntemle açıklanması istenen gözlemlenebilinir makine benzeri vakıalar dünyasının gizlisi saklısı, esrârengîz, mucizevî yanı yönü yoktur temel inancından hareket edilmiştir. Zamanla bu, bilim anlayışının sınırlarını belirleyen bir hareket noktasından çok ötelere kayıp insana ve dünyaya bakış açısını da tayîn eden bir mürâcaat mercii hâline gelmiştir. Nihâyet Roger Bacon ile Ockham'ı William'dan yânî Onüçüncü ile Ondördüncü yüzyıllardan bu yana hayatda en güvenilecek tutamağın, algılarımızın değerlendirilmesinden elde edilen bilgi olduğu kanısını gelenekleştiren İngiliz Deneyciliği ('Empirism'i), Avrupaya, giderayak İngilterenin dünya çapındaki fetihleri ve Birleşik Devletleri, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika gibi yavru vatanları sâyesinde yeryüzüne yayılmıştır. Mekanistik nedensel yöntemi boşandıran Dekartcı düşünce sistemi ile deneyi temel kabul eden Bacon-Ockham'lı William anlayışı, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren mezcolunarak Isaac Newton'un klâsik mekaniğinde doruğuna ulaşan Yeniçağ fiziğine vucut vermişlerdir. Yeniçağ fiziği, Onsekizinci yüzyılla birlikte bilimlere ve bilim anlayışına ana örnek oluşturmaktan da öte, Akılcı-Deneyci felsefe-bilim sistemlerinin ve onlardan doğmuş, zamanla da Avrupaya mâledilmiş, ama aslında İngiliz malı olan dünyagörüşünün esâsıdır. Gerek insanın bireysel ile toplumsal bünyesini gerekse evreni oluşturan unsurların, deney yoluyla tesbît edilebilinip akılla, yânî mekanistik nedensel yöntemle yargılanıp değerlendirilebilindikleri ölçüde dikkate alınmaları gerektiğini öngören Akılcı-Deneyci-Positivci dünya tasavvuru, kişinin bütün yapıp etmelerini, demekki hayatı tekmil vecheleriyle ayarlamak iddiasıyla karşımıza çıkan kapalı devre çalışan felsefe sistemleri anlamındaki çağdaş ideolojiler ile bunlara dayalı dünyagörüşlerinin çoğunun da kaynağıdır.
İnsanın bireysel ile toplumsal psychosocialortamı ile biyofizik çevresinin algılanabilip zihinle kavranabilen süreçler ile olaylardan ibâret olduğunu, bunun dışında kalan her çeşit mülâhazayı 'bilimdışı doğaötesi saçmalık' diye -Ortaçağda dinden, imândan çıkmış anlamına gelen 'zındıklığ'ın yerini almış suçlama- şiddetle reddeden Akılcı-Deneyci-Positivci dünyagörüşüne karşı Ondokuzuncu yüzyılın başlarında tepki doğmağa başlamıştır. Bu da öncelikle, hep güneyden, özellikle İtalyadan kuzey batıya, yânî Atlas okyanusu kıyılarına doğru yol alan gerek İlkçağ sonlarındaki Roma-Latin medeniyetinin, gerek Ortaçağ başlarındaki Hırıstıyanlaşmanın gerekse Yeniçağın dogrudan ürünü olarak görülen Yenidendiriliş ile Aydınlanma hareketlerinin kapsamına Avrupanın öteki önde gelen kültürlerinden daha geç dönemlerde katılan Almanyada ortaya çıkmıştır. Almanların, Kuzey Avrupanın soğuk, puslu ormanlarından çıkıp Avrupanın Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ Aydınlanma medeniyetlerinde işgâl ettikleri mevki ile Türklerin, Orta Asyanın doğusundaki buzlu bozkırlarından kopup İslâm medeniyetine girip orada edindikleri orun andırışmaktadırlar. Her ikisi de benzer coğrafya, iklîm ve yaşama şartlarının sonucunda hâvî oldukları; tâze, bozulmamış, manevî ve maddî güc, tâkat ve heyecânla intisâb ettikleri yeni medeniyetlerinin koruyucusu ve taşıyıcısı kesilmişlerdir. Özellikle bu yüzden her ikisi de öteki din kardeşleri olan kültürler tarafından hep kıskanılmış, hiçbir zaman da dost ve hoş görülmemişlerdir. Önceleri yeni girdikleri zihniyet ile fikir âleminde düşünce üreten adamlarının pek azı dar anlamda felsefe yapmıştır Almanlarda Albertus Magnus, Nicolaus Cusanus, Johannes Kepler; Türklerdeyse Uzlukoğlu Farabî, Ebu Mansur Maturidî, Hoca Ahmet Yesevî, Yusuf Has Hacip. Bunların çoğuysa, sufî ile ilahî vecdlerin ve heyecanların karıştığı, mezcolduğu hayat tecrübelerinden hareket eden bilgelerdir. Genellikle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi yönündeki çabalardan neşed eden bir yaşama tavrı ile davranma tarzı olarak tarîf olunan 'bilgelik', dakik araştırma düzeni ve bilgilerin örgün birliği demek olan 'bilim'den[xxxi] pek farklıdır. Bugünkü şartlarımız çerçevesinde düşünsek bile bilgelik, yine de bilimden elde edilmiş sonuçların kaynaştırılmasından, harmanlanmasından çıkarılan bir bütünlüklü görünümden, resimden farklı, daha fazla bir yapı, bir düzenlemedir. Zirâ bilgelik, kişisel varoluştan sökülüp ayırılamaz. 'Zekîlik', her ne denli olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi hüneri anlamına gelebilirse de, tamamıyla yarara yönelik olması, 'bilgelik'le örtüşmesini önler.[xxxii] İşte çoğunlukla yaşantılardan hareketle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi çabalarından doğan bir yaşama uslubu ile davranma tarzı olup günübirlik yarar güdülerinin cezbesine ve akılla dizginlenmiş heyecânlara kapılmamak mahâreti şeklinde tesbît ve tescîl edilegelnıiş 'bilgelik', ilk defa M.Ö. Altıncı yüzyılda Batı medeniyetleri câmiasının Eskiçağ Ege medeniyeti çerçevesinde ilkin 'felsefe'ye, onunla birlikte de 'bilim'e, böylece de 'felsefe-bilim' dediğimiz öncesi, eşi, benzeri bulunmayan düşünceyi ve bilgiyi araştırma-üretme sistemliliğine yol açmıştır. Felsefe-bilim çerçevesinde özellikle Onyedinci yüzyıldan itibâren vakıaların fizik açıdan Mekanistik nedensel yöntemle sistemlice ele alınmaları tavrı ağırlık kazandıkca, bilgece tutum ile yaşayış gerilemiştir. Bahsedilen yöntemle iş görülürken üstünde durulan yalnızca 'duyu'lar yahut 'duyu verileri' olup bunların yol açtıkları yahut açabilecekleri 'duygu'lar asla dikkate alınmazlar. Basit bir örnekle söylersek, bir kurbağanın sindirim sistemini inceleyen araştırmacı, gördüklerini kaydetmekle yetinip bunların kendisinde yol açtıkları iğrenme, hayranlık yahut hayret gibi duygularaysa kesinlikle yer vermez. Bu tutum, zamanla salt denel bilimin sınırlarını aşıp az önce de belirtildiği üzre, genel dünyagörüşü boyutlarına erişince, çok değişik cihetlerde benzer etkiler yaratmıştır. Seçilen belli hedefe -deminki örneğimize dönersek, 'kurbağanın sindirim sistemini incelemek'- götüren bütün yollar artık mubahtır; yânî meselâ, kurbağanın uyuşturulmaksızın bağrının deşilmesi: Böylelikle onun tepkisi ölçülebilir. Bütün yolların mubah sayılması ne demektir? 'Acımak', 'kendimi karşımdakinin yerine koymam' gibi, 'canlı'yı 'insan','insan'ıysa 'ben' kılan özelliklerin hepsinden 'soyunmam' demektir. Durum böyle olunca, hedeflerin arasında da artık, bir değer sıradüzeninden söz edilemeyeceğinden, bunların istenildiği ânda ve biçimde yerleri değiştirilebilinir. 'Kurbağanın sindirim sistemini incelemek' çeşidinden bir bilgilenme amacının yerini sözgelişi 'en az harcamayla en büyük kazancı elde etmek' türünden iktisadî olan yahut herhangi başka biri alabilir. Ancak git gide 'hedef', 'amaç', 'maksat' yahut 'gâye' gibi 'sonra'nın, 'ilerisi'nin, 'baştan', 'şimdiden' belirlenmişliği telâkkısi, 'bilimdışı' ve 'spekulativ' olduğu gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bunun yerini 'şu ânki...', 'şimdiki durum'un tasvîr edilmesi ile 'şimdiki durum'a yol açan görünürdeki etkenlerin elden geldiğince çoğunun bulgulanıp sıralanması anlayışı almıştır.
'Şu ânki...', 'şimdiki durum' pekâlâ başka türlü de olabilirdi. Kurbağa yavrularının da yine kurbağa olacaklarından emîn olunamayacağı -yeni sentezci evrim varsayımı uyarınca- gibi, 'şimdiki kazancımı yarın yeniden temîn edebilip edemeyeceğim şu ândan belli değildir'. Bu yüzden 'onu ne kadar az harcar, nice az başkalarıyla paylaşır ve ne denli çok biriktirebilirsem, servetimi onca temînat altına alabilirim'. Peki, bu tableauda neler ortaya çıkıyor, öyleyse? Belirsizlik, zorunsuzluk, güvensizlik, 'şimdiye dönüklük', bireycilik, benmerkezcilik ve bencillik.
Nitekim, mekanik bilimler, neden-etki ilkesi doğrultusunda biçimselleştirilmiş bir dille gözlemlenebilinir, algılanabilinir nesneleri incelerler, diyor Immanuel Kant. Ancak, mekanik bilimler, evrenin yalnızca bir kesimini ele alabilirler. Demek ki öteki kesimlere başka ilkeler, mülâhazalar ve tekâkkılar doğrultusunda eğilmemiz gerektiğine işâret ediyor. Görüldüğü gibi, 'gâye'nin de işe karışmak zorunda olduğu yerler, yöreler, kesimler var.[xxxiii] Bunları canlılar dünyası diye nitelendiriyoruz. Dışımızdakileri algılayıp tesbît ediyor, 'zihin' çerçevemizde 'düzen'liyoruz. Ama bir de bize âit, fızik-biyolojik olmayan, insan âlemi var. Bunu yalınkat duyu verilerirıe dayanarak tesbît edip zihnimiz çerçevesinde düzenlememiz imkânsızdır. Bu bize ait, insan âlemi, 'ben'den ve 'ben-gibi' kişilerden kaynaklanır. Mekanik ve biyolojik düzenlemeler, 'ben' ve 'ben-gibiler' yöresinde bir derece etkili olmakla birlikte, burası onlara tamamıyla tâbî kılınamaz. Öyleyse buraya değişik bir bakışla yönelmemiz şart. 'Aklım', 'ben'de 'bulduğum' özellikleri 'ben-gibiler'de dahî 'bulmam' gerektiğini 'benim'e (bana) 'buyurur'. İşte Kant'a göre, bu, değişmez, sarsılmaz, şüpheye yer bırakmayan bir 'inanç'tır.[xxxiv] Böyle inançlaraysa 'imân' diyoruz. Bir yahut birkaç imândan hareketle değişebilir inançlar arasında kurulan kuşatacı ilişkilerle 'ahlâk' diye anılan beşerî düzen meydana getirilir. 'İnsan', 'toplum', 'ahlâk', 'kültür', örtüşür kavramlardır. Kaçan,[xxxv] nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, insanla birlikte vücut bulan toplum, ahlâk ile kültür ilişkilerini taşıyıp ayarlayan bildirişimin ekseni ve insanın varlığına yapışık olan dildir.[xxxvi] Durumu şöyle de açıklayabiliriz: İnsan ancak toplum hâlinde varolabilir. Toplum hâlinde varolabilen insanların birbirleriyle kurdukları her çeşid ilişki ahlâkı oluşturur. Birbirleriyle ilişki hâlinde bulunmak zorunda olan insanlar bunu özellikle dille becerebilir. Ahlâk düzeninde yaşayıp dille bildirişen insanların yapıp ettikleri her şey, ortaya koydukları ürünlerin hepsi, kültür denilen ortamı meydana getirir. Görüldüğü gibi, doğadan devşirilen hammaddelerin bambaşka beşerî mamûllere dönüştürülme işlemleri ve bunların sonucu olması bakımından 'heyetimecmûu'yla 'kültür', bir 'doğadışı', demekki 'metafizik' ortamdır. Öyleyse Mekanikci-Positivci dünyagörüşüne anaörneklik oluşturan 'fıziğ'in kendisi bile 'metafizik',[xxxvii] yânî 'inanç'larımızın, 'fikir'lerimizin[xxxviii]çerçevesinde becerilen işlerdendir. Doğaya çıktığımızda bir 'duyu verileri bombalanışı'yla karşı karşıya kalırız. 'Dimâğ' 'akıl' ile 'zihin' faaliyetlerimizle ürettiğimiz inanç ile fikir gibi, çerçevelerimize yerleştirdiğimiz bu duyu verilerinden gerçekliğe ilişkin tableaular elde ederiz. Çerçeveler, verilere nice uygun düşerlerse, onca geçer addedilirler.
Bütün bunlar, Sokrates'in ve bu arada Vapşı Bakşı ile Yunus Emre gibi, bilgelerin haklılıklarının derecesini yeniden gözümüzün önüne sermektedirler: 'Ben' ve 'ben-gibiler'i sıkı sıkıya incelemeden, bu meseleyle alabildiğine uğraşmadan, doğrudan doğruya 'bendışı'na uzanmak bizi onarılmaz yanlışlara sürükleyebilir. İşte Kant'ın da işe böyle koyulmuş olduğunu görüyoruz. Yalnız, o, bunu felsefe-bilimden önceki yahut onun dışında kalmış bilgeler gibi dağınık biçimde yapmamıştır. En örnek alınacak yanıysa, farklı alanları birbirleriyle karıştırmamağa çaba harcamış olmasıdır.[xxxix] Bu cümleden olmak üzre, klasik mekaniğin yöntemiyle insan meselesine yönelmemiştir. Buna karşılık, başta mekanik kesim gelmek üzere, doğayı insanmerkezci ile insanbiçimci tutumla incelememiştir. Bunuysa, yine örnek bilim diye kabul olunan klasik mekanikten kazandığı duygusallıktan uzak kalmağı şart koşan, ayık, duru zihniyetle başarmıştır.
İnsan sorununun iki aslî cephesi vardır: 'Ahlâk' ile 'sanat'. Birincisi, daha önce de belirtildiği üzre, insanın, hem kendisine hem de hemcinslerine yönelik 'iyilik' ülküsüne yaklaşmak çabası ile hak-ödev bağlantısı çerçevesinde kurduğu ilişkiler manzûmesini ve bunları belirleyen kurallar düzenini ifâde eder. İkincisi de, yarar kaygısından git gide uzaklaşıp 'güzellik' değerlendirişine elden geldiğince uygun ürün ortaya koymanın manâsını dışa vurmanın yolu yordamıdır. 'İyilik' ile 'güzellik', dış dünyadan öylesine kopuk ve ırak bir duyuş, düşünüş ve nihâyet değerlendiriştir ki, öteden beri bilgeler ile filosof-bilginler, bunları bir beşerüstü kudretin, insana ilhâm ettiğini tasavvur etmişlerdir. Bundan dolayı Mekanikci-Positivci anlayışı benimseyenler dışında kalan düşünürler, öncelikle 'iyilik' ülküsünü hep dinî-bâtınî kaynaktan çıkıp geldiği kabulünden hareket etınişlerdir. 'İyilik','mükemmelliğ'in doruğudur. O ülküye göre kişiler kendilerini ayarlamışlardır. Belirli bir bilge, daha doğrusu filosof-bilgin ortaya çıkmadıkca, bahse konu ülkü, toplumu oluşturanların zihninde açıklık kazanmayıp muğlâk kalır. Ancak 'filosof-bilgin'in elinde o, berraklaşıp cisimleşir ve belirli bir ahlâk sisteminin hareket noktası olur. Ahlâk sisteminin kurulduğu bir toplumda görelilikler en aza iner. Zirâ tutum ile davranışların, neye, nasıl uygun tarzda yürütülebilecekleri sorununa artık açık ve keskin bir cevap getirilmiştir. Bütün etkinliklerin, bunlara bilimsel olanlar da dâhildir, vurulabilecekleri mihenk taşları şüpheye yer bırakmamacasına koyulmuş olmalıdır. Ahlâk sistemiyle çerçevelenmiş bir toplumda bireylerin tutum ile davranma sınırları, ve istek, dilek ve hırs ufukları belirlenmiştir. Böyle bir toplum, gelgeçliklerden, gelişigüzelliklerden masûn, keyfîliklerden kurtulmuş, tümüyle kurumlaşmışlık manzarası arzeden felsefîleşmiş medeniyet seviyesine ulaşmış demektir. İlk bakışta bu çeşit bir toplumda hâl ile hareketlerin bayağı kısıtlanmış olduğu görülür. Gerçekten de kültürün seviyesi yükseldikce, hele medeniyet aşamasına da erişince, kişilerin serbestce davranma imkânı azalır. Düşünmenin, konuşma ile eylemin ilkin eğitim ile öğrenim-öğretim yoluyla belli bir düzene sokulduğu felsefîleşmiş medeniyete mâlik toplumda yepyeni ufuklar açılır. Kişi, aldığı eğitim sonucunda ergenleştikce duygu ile heyecanlarını eleştirici düşünme ve akılyürütmeyle dizginleyerek imkânlarının, dolayısıyla hâl ile hareketlerinin haddini hududunu kendisi tayîn eder. İşte, dış baskı üzerinden kalktığında, 'seleserpe' kalmaktan çok farklı, hattâ bambaşka olan bu duruma 'hür' olmak diyoruz.
'Felsefe-bilim'in, kendisinden kaynaklandığı 'bilgelik' pınarıyla bağlantısını hep diri tutan 'ahlâk'tır. Bilgelik, daha önce defalarca belirtildiği üzre, canlıyı insan kılan bütün özelliklerin, en incelmiş tarzda ve manevî cihetlerde, demekki zaman ile mekân boyutları ile maddiyatın ötesinde değerlendirilip anlamlandırılmalarıdır. Öyleyse, bilgeliğin, felsefe-bilim sistemindeki devâmı, uzantısı ve hattâ temsilcisi ahlâk düzenidir. Bu, görüldüğü gibi, felsefe-bilimin başta gelen kurucu unsuru, yürütücüsü, kılavuzudur. Bir felsefe-bilim yapısının esâsını felsefe, onun da temel taşını ahlâk düzeni oluşturur. Şu hâlde böyle bir sistemin oluşturulmasına bilim duvarını örerek başlamak, binâyı tersinden inşâa etmeğe benzer. Hâlbuki tarihî, dolayısıyla da makûl diyebileceğimiz sıra, önce bilgelik, sonra felsefe, ardından bilim, en sonda da fen (technologie) şeklindedir.
İmdi, öncelikle 1789 İhtilâlikebîrle ilkin Avrupa, git gide de dünya çapında güncelleşen bir ölçüde İngiliz Deneyci (Empiriste), ama pek büyük oranda Fransız Akılcı (Rationaliste) Positivciliklerin etkisiyle Tanzimattan sonra[xl] fikir hayatımızda yanlış yola sapılmış olduğunu az önce bildirdiğimizde, bununla neyi kasdetmek istediğimizi yukarıda yetesiye açıkladığımız kanâatındayız. Bu hatâ düzeltilemez miydi? Yanlış hesâp, Bağdat’tan döner misâli, mezkûr hatâ elbette onarılabilirdi. Nitekim 1900’lere gelindiğinde felsefe-bilim binâsına bilimlerden, üstelik, sociologie misâli, épistémologique bakımdan bilimliği bile hâlâ tartışma konusu olan alanlardan girmekte Ziyâ Gökalp gibi ısrar edenlerin yanında, ilkin ahlâk düzenini kabataslak belirleyerek bahsolunan binânın inşâa edilmesi gerektiği görüşünü savunanlar dahî olmuştur. Bu bâbda Ismâîl Gelenbevî, Münîf Paşa. Cevdet Paşa ve oğlu Alî Sedât, Alî Suavî, Salih Zekî, Ahmet Midhat Efendi, Abdullah Cevdet, Ahmet Şuayıp, Bahâ Tevfik, Mehmet İzzet, Mehmet Alî Aynî, Ismâîl Fennî, Rızâ Tevfık, Ismâîl Hakkı İzmirli. Satı Beğ, Ismâîl Hâmî Dânişmend, Mümtâz Turhan, Yusuf Akçura, Ismâîl Gaspıralı, Ziyâeddîn Fahrî Fındıkoğlu ve nihâyet Hilmi Ziyâ Ülken akla ilk gelebilecek adlardır. Bir ölçüde Ziyâ Gökalp ile Hilmi Ziyâ Ülken'i[xli] istisnâ olarak kabul edersek, adı anılanlardan hiçbiri filosof-bilimadamı değildir. Bununla birlikte, birbirlerinden dünyagörüşü olsun, uslub olsun, uzmanlık konusu olsun çok farklı olan bu düşünürlerin her biri, 600’lerden 1900’lere değin yazıya intikâl etmiş hâlde sürüp gelen yaklaşık bin dört yüz yıllık fikir hayatımızın, kısmen de olsa, taşıyıcısı ve aktarıcısı olmuşlardır. Mezkûr fikir hayatımız, öncelikle Müslümanlığın benimsenmesinden bir süre sonra, daha bir bütünlüklü ve insicâmlı görünüm sunar olmuştur. Hele 1850’lerden önce, ârif yahut ermiş kişi ve bilgin ile gündelik maîşetinin peşinde koşan halk çocuğu arasında, bugünkü durumun tam tersine, zihniyetce, inanışca, davranışta ve dilde göze batacak raddede ayrılık aykırılık yoktu. Böylelikle düşünen kişi, halkın ne duyup düşündüğünü yakından tanıyıp izleyebiliyor, nabız atışını her ân duyumlayabiliyordu. Bu ortamda tek bir şey eksikti; o da 'ilim'[xlii] değil, 'bilim' idi. İşte gerek felsefe gerekse onun türevi yahut uzantısı durumundaki bilim, 1900’lerin başlarında tam edinildi edinilecekti ki, birtakım esrârengiz eller, 1920’lerden sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslâm medeniyeti[xliii] çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürü, bu medeniyetle et ile tırnak durumundadır. O kadar ki, adı anılan medeniyetin getirip katdığı değerlerden soyutlarsak,'Türklük'ten, yânî Türk kültüründen geriye, birtakım halk gelenekleri ile göreneklerinin (folklor) dışında, fazla bir şey kalmayacağını görürüz. Arap, Fars ile Müslüman Hint gibi önde gelen İslâmlaşmış öteki kültürlere oranla Türklük, İslâm medeniyetine daha fazla sinmiş, onunla 'hemhâl' olmuştur. Bu durum, özellikle, adı geçen kültürlerin, İslâmlaşmadan önce başlı başına birer medeniyet teşkîl etmiş olmalarından ileri geliyor olabilir.
Mezkûr medeniyetin çerçevesinden bir daha dönmemek üzre ayrılmış gözüken Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamağa devâmı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek: Tekrar kalkış noktasındayız. Türklüğün kaderi, efsâne kahramanı Sisifosunkisine ne de benziyor! Sürüp sürüp sarp uçurumlardan aşırarak kan ter içerisinde tam zirveye ulaştırdık derken, bir de bakıyoruz koskoca kaya tekrar aşağılara yuvarlanıp gitmiyor mu! Haydi sil baştan! Bunca meşakkate yeniden katlan. İşte böylesi fecîi duruma Yunan tiyatrosunda 'tragedya' denmiştir. Umudun tümüyle tükenmesi demek olan 'tragedya', din olarak İslâm’ın topyekûn reddettiği bir ruh hâletidir.
Arap’la ve İran’la birlikte İslâm medeniyetinin üç yıldızından biri olmuş olan Türk kültürü, bundan böyle yıldızlık, hattâ gezegenlik şöyle dursun, ufak çapta bir uydu olabilirse, ne âlâ. Kültürün oluşturulmasını öyle bâsit bir olay sananlar, poturuyla dağdan henüz inenlerdir. Ne yazık ki epeydir kaderimize kısmetimize hâkim olan da onlardır. Ne kadar da ilgi çekicidir, Sultan III. Mustafa, perîşân hâlimizi iki yüz yıl önce görüp dörtlüğünü aslında bugünkü bizler için yazmış olmalı:
"Yıkılıptır bu cihân, sanma ki, bizde düzele
Devlet-i çerh-i denî verdi kamu müptezele
Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele."[xliv]
Devlet-i çerh-i denî verdi kamu müptezele
Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele."[xliv]
_Bkz: Hüsrev Hatemî: "Yozlaşmadan Uzlaşmak", 129.& 130.syflr.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder