“İSLAM BİLİM TARİHİ” KAPSAMINDAKİ LİTERATÜRDE “TÜRK BİLİM
ADAMLARININ YOK SAYILMASI” VE / VEYA “TÜRK” OLARAK NİTELENMEMESİ KONUSUNDA BAZI
GÖRÜŞLER
21.1.2018
Konuyu ifade eden bazı
kelimeler;
·
Anmamak
·
Çalmak
·
Gözden
kaçırmak
·
Gözden
uzak tutmak
·
Öksüz
·
Reddetmek
·
Sahip çıkılmayan
·
Saymamak
·
Yok
saymak
1/
“Eserleri. 1. Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri (İstanbul 1314). Kendisini
yayın âlemine sokan bu araştırması, uyandırdığı akislerle Bursalı Tâhir’in
adını daha ilk adımda şöhret haline getiren bir eser olmuştur. Medeniyete büyük
hizmetleri dokunmuş en ünlü İslâm âlim ve mütefekkirlerinin büyük bir kısmının
Türk olduğunu öne süren bu küçük kitap, geniş bakış getiren önsözü ile birlikte
âdeta bir ufuk açmıştı. Akın yapmak ve kılıç kullanmaktan başka kendisine bir
sıfat tanınmak istenmeyen Türklüğün henüz medenî hüviyeti hakkında zihinlerde
belirli bir fikir yokken, eserlerini Arapça ve Farsça yazdıkları için Arap
ve Acem kabul ve zannolunagelen Fârâbî, Zemahşerî, İbn Sînâ, Cevherî, Buhârî,
Tirmizî, Hakîm Senâî, Şevket-i Buhârî, Emîr Hüsrev-i Dihlevî gibi nice İslâm
ünlüsünün aslında Türk olduklarını ileri sürmek suretiyle kendi içinden
yetişmiş fakihleri, filologları, filozofları, riyaziyeci, astronom, tabip,
tabiat âlimleri, kimyacıları ile Türkler’in İslâm medeniyetinde nasıl
yükseltici bir rol sahibi bulunduklarını gösteren eser hayretle karışık bir hayranlıkla
karşılanmıştı. İsmini yeni duyuran müellif, İslâm medeniyetine hizmet
edenlerin yarısı değilse bile en aşağı üçte birinin kesin surette
Türklüklerinin sabit bulunduğuna, hele tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi İslâmî
ilimler sahasında eserler ortaya koymuş büyük müelliflerin hemen yarısının
künyeleri ve yetiştikleri çevre bakımından Türklüklerinin açıkça meydanda
olduğuna ehemmiyetle işaret etmekteydi. Kendinden önce Ali Suâvi’de daha küçük
çapta ifadesini bulan (Ali Suâvi, “Türkler’in Mesâî-i Zihniyyeleri”, Ulûm
Gazetesi, Paris, nr. 8, 22 Rebîülâhir 1286, s. 1-18), fakat yaygınlaşamadan
kalan bu görüşü çok daha zenginleştirip delillendiren Bursalı Tâhir, sadece
Osmanlı sahası ötesi ve öncesi Türk müelliflerini söz konusu ettiği eserinde,
İran’ın Horasan bölgesinin ve Azerbaycan’ın etnik ve kültür yapısı yönünden
Türk karakterine dikkat çekerek bu bölgeden yetişen ilim ve sanat adamlarının
hemen hepsinin Türk, kısmen de Türk himayesine girmiş yabancılar olması
gerektiğine kuvvetli bir sezgi ile parmak basar. Onun, Türkler’i cahil ve
medeniyetten uzak bir kavim olarak görmek isteyen garazkâr görüşleri çürütmek
gayesiyle, bugün artık umuma mal olmuş bu gerçekleri henüz bundan tamamen
habersiz bulunan bir çağ ve ortamda dile getiren bu araştırması, Türkçülük
cereyanına tesiri bakımından eserlerinin en önemli rolü oynayanı sayılmıştır.
Onun, kuvvetli bir rüknü olarak İslâm medeniyetinin yükselmesindeki tesir ve
hisselerini göstermek suretiyle Türkler’in mâzileriyle övünmelerine hizmet
ettiği kabul edilmektedir. 163 müellifin kısaca hal tercümeleriyle eserlerinin
isimlerini veren bu çalışma önce gazetede tefrika şeklinde yayımlanmış (İkdam,
nr. 794, 25 Rebîülâhir 1314-21 Eylül 1312 – 3 Teşrînievvel 1896, nr. 795, 799,
801, 803, 804, 6 Cemâziyelevvel 1314 – 1 Teşrînievvel 1312 – 13 Teşrînievvel
1896), gördüğü ilgi dolayısıyla 1897’de kitap haline konulduğu gibi II.
Meşrutiyet’ten sonra da bazı küçük ilâvelerle Türk Derneği’nin ilk kitabı
olarak yeniden basılmıştır (İstanbul 1327).”.
BURSALI MEHMED TÂHİR. İslam
Ansiklopedisi, yıl: 1992, cilt:
6, sayfa: 452-461 Osmanlı Müellifleri
adlı eseriyle ünlü bibliyografya ve biyografi âlimi. Ömer Faruk Akün . http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c06/c060311.pdf
2/
Topbaş, Kadir: “Araplar ve Batılı
oryantalistler bilimsel yayınlarda Farisîler'in ve Türkler'in İslam bilim
tarihine yaptıkları katkıyı görmezden gelir. Ancak Türkler özellikle 15.
yüzyıldan sonra bu konuda bayrağı devralmışlardır.
Bu dönemde iki Türk şehri olan Semerkant ve İstanbul, İslam dünyasının bilim ve
felsefe merkezleri haline gelmişlerdir.
Birbirinin çağdaşı olan iki Türk
hükümdarı, Uluğ Bey ve Fatih Sultan Mehmed, çevrelerinde bilim adamlarını ve
filozofları himaye etmişlerdir. Osmanlı topraklarından Türkistan'a giden
Kadızade Rumi, Semerkant'taki rasathanede görev almış; Semerkant'tan İstanbul'a
gelen Ali Kuşçu da medreselerde ders vermiştir.
Uluğ
Bey bugün bile yazdıklarına başvurulan bir astronomdu. Arapça, Farsça, Latince
ve Yunanca bilen Fatih Sultan Mehmed, döneminin önemli şairlerindendi ve çok
zengin bir kütüphaneye sahipti. Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı
Sarayı'nda büyük bir fikir özgürlüğünün olduğunu, çok ilginç felsefi
tartışmaların yapıldığını biliyoruz.”. İçinde: Fuat Sezgin: İslamda Bilim ve Teknik. https://archive.org/stream/FuatSezginslamdaBilimVeTeknik/Fuat+Sezgin-%C4%B0slamda+Bilim+ve+Teknik_djvu.txt
3/
“Doğru Tanım
Doğu aydınlanması olarak tanımlanan uygarlık gelişiminin
öncülüğünü, büyük çoğunluğu Müslüman olan düşünürler yaptı. Bu nedenle, bilim
ve bilgelik alanındaki bu olağanüstü gelişmeye, İslam aydınlanması denildi.
Ancak, 9.yüzyıl aydınlanmasının öncülüğünü yapanlar içinde hemen her dinden
insan vardı. Müslümanlardan başka, bölgede yaşayan; Budist, Yahudi, Maniheist, Şaman ve Hıristiyan bilim
adamları, bu uygarlık içinde, sayıları az da olsa yer almıştı. Bu nedenle
dinsel tanımlama, olayı tam olarak anlatmıyordu.
Etnik yükümlenme de olası değildi. Aydınlanma o denli
geniş ve kapsamlıydı ki, olay etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar, Türkler, Acemler, Suryaniler, Nestroyanlar ve
başka etnik kökenden düşünürler, bu devinimin içinde yer almış, katkı koymuştu.
Batı ya da Arap tarihçilerin, bugün kullanmakta oldukları Arap bilimi
tanımlaması da gerçeği yansıtmıyordu. Bu yaklaşım, uygarlığı yaratan başka
unsurları sok saymak demekti.
Dönemin bilim yapıtlarının büyük bölümü
Arapça yazıldığı için, bu uyanışa; kimi tarihçi Arap bilimi ya da Arapçadaki
bilim tanımını kullandı. Ancak, bu bilim içinde, Farsça ve Türkçe başta olmak
üzere, başka dillerde yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik tanımlamada uygun düşmüyordu.
Bu nedenle, 9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en uygun tanım, herhalde Doğu
aydınlanması olmalıdır. Tanım uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun,
bilimsel gelişme için, hiçbir zaman uygun bir ortam oluşturmadığını”,“aydınlanmanın
yalnızca Avrupa’da yaşandığını” ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en
azından tanım düzeyinde verilmiş bir yanıt olacaktır.
Türkler’in Durumu
Doğu aydınlanmasını “İslam uygarlığı” olarak
tanımlamasına karşın, Fransız tarihçiJean Poul Roux, konuyu gerçeğe
uygun olarak açıklayan ender Batılı bilim adamlarından biridir. Roux,
bu büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu saptamaları yapmıştır: “İslam
uygarlığı bir merkezden doğmamıştır; merkezi devlette tüm yetkileri toplayan
halifelerin başkenti bile, İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. (Bu
uygarlık y.n.) Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey
Afrika, yani Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da, yaratıcılığın doruğa ulaştığı
ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın
içinde, Orta Asya’nın önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de
ilk sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık olacaktır. Doğru olan,
bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin, bir bütün olarak ele alınmasıdır...”1
Dinler ve uluslararası ortak bir ürün olan bu büyük
uygarlık atılımını tanımlarken, bu tanım içinde önemli bir yeri olan Türk
unsurlara özellikle dikkat edilmelidir. Türklerin
Doğu bilimine yaptığı katkı, üst düzeyde olmasına karşın, Batı ya da Arap
tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok sayılmıştır.
Bu büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve kültür birikiminin
kaynağı yeterince sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının, bilim tarihine yön
veren buluş ve görüşleri atlanmıştır. Arapça yazdıkları için yalnızca yapıtları
değil, kendileri de Arap sayılmış ve Batı kaynaklarında, onlara kendi
adlarından başka adlar verilmiştir.
Doğu aydınlanmasına kaynaklık eden bilimsel
birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da yeterince vardı. Türk, İranlı ya da
Süryani bilim adamları, eskiye giden köklü kültürel gelenekleriyle, bilimi
kilisenin tutuculuğundan korumuşlar ve geliştirmişlerdi. Suryaniler, Bizans
İmparatoru Justinyen’in (Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina
Okulu’nun düşünürlerini sahip çıkıp, Antik Ege uygarlığı yapıtlarını
Süryanice’ye çevirirken; Türk ve İranlı bilim adamları, kendi yöresindekilerle
birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini yaşatıp geliştirmişlerdi.”. http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/02/doguda-bilimin-altin-cagi-orta-asyadan.html
4/
"Araplar ve Batılı oryantalistler bilimsel
yayınlarda Farisîler’in ve Türkler’in İslam bilim tarihine yaptıkları katkıyı
görmezden gelir. Ancak Türkler özellikle 15. yüzyıldan sonra bu konuda bayrağı
devralmışlardır. Bu dönemde iki Türk şehri olan Semerkant ve İstanbul, İslam
dünyasının bilim ve felsefe merkezleri haline gelmişlerdir.
Birbirinin çağdaşı olan iki Türk hükümdarı, Uluğ Bey ve Fatih Sultan Mehmed,
çevrelerinde bilim adamlarını ve filozofları himaye etmişlerdir. Osmanlı
topraklarından Türkistan’a giden Kadızade Rumi, Semerkant’taki rasathanede
görev almış; Semerkant’tan İstanbul’a gelen Ali Kuşçu da medreselerde ders
vermiştir." https://leventeraslan.files.wordpress.com/2015/09/islam_da-bilim-ve-teknik-i.pdf
5/
“Gerçekte yani X. ve XI. asırlar hem Orta-Asya Türk-lüğü hem de
Arap İslâm dünyasının altın devrini yaşadığı asırlardır. Bu asırlara Turan
Yurdu ve Orta-Asya bozkırla-rından bu ilmin yeni dev temsilcileri çıkmış ve
Orta Asyanın batıya karşı ilmi üstünlükteki rekabetinin gerçek temsilcileri
olmuşlardır. Bu dev temsilciler; Ebû-l Vefâ, Mansur b. Arak, Beyrûnî ve İbni
Sinâ olarak geliyorlardı. İşte bizim bu “Yeni Çalışmamızda Orta Asya Türk-İslâm
Medeniyetinin yalçın dağları ve onların dik ve yüksek yamaçlarında bayrak açan
bu Türk bilim adamları ve onların Çin Seddinden, Endülüse kadar koca bir cihanı
aydınlatan ilmî nurları yani eserleri üzerinde durulacak ve onların güncel bir
değerlendirmesi yapılacaktır.
Milli gururumuzu okşayan bu güzel izahlar bir yana, hemen şunu
itiraf edelim ki başta hilâfet ülkeleri olmak üzere, Türkistanın birçok şehir
ve kasabalarında yetişmiş ve sayıları ancak binlerle ifade edilen Türk-İslâm
Bilginleri, Matematik, Cebir vs. otoriteleri, hulâsa bu ilâhî zincirin altın
halkalarının çok azı müstesna, hemen hepsi tarihin karanlık loş odaları ve
küflü bucaklarında hâla oturup kaldıkları ve çok azı müstesna, hiç bir himmet
elinin onlara dokunmadığı görülmektedir. Zira Temel Fen bilimlerinin her
birinde ayrı bir yeri olan bu Türk-İslâm âlimlerinin bir kaçı müstesna, onlar
kendi tarih, kültür ve medeniyetimize henüz mâl edilmemişlerdir. Bundan daha da
acısı Türk ilim ve bilim adamları pek çoğunun; onların, daha Türk olduklarını
iddia edecek kadar medeni ve ilmi cesaretleri bile yoktur. Bu ise kültür ve
medeniyetlerin inadına kapıştığı bir bilgi asrında ve yarınlara giden yolda,
hem de gelecek nesiller için bizim ufkumuzu karartmakta ve âdeta bizi kendi hür
iklimimizde boğmaktadır.
Bununla beraber kendi kültür ve medeniyetimize sahip çıkmamak ve
onu yeni nesillere tanıtmamak için elimizden geleni yapmak hususunda bizi
kahreden bir büyük ihmal daha vardır. O da; Türk asıllı bu büyük medeniyet ve
kültür adamları ve ilim ve insanlık tarihinin bu “Muallim-i Ûlâları” ve “İlim
Öncüleri”nin daha resmi manada hiç bir kurum, kuruluş, ilmi araştırma
merkezleri ve enstitülere, hatta Üniversite, fakülte ve yüksek öğretim
kurumlarına verilmemiş olmasıdır. Türk Üniversiteleri ve bu Üniversitelerde
bulunan Edebiyat Fakültelerinin hiç birine “Mahmud Kaşgarî”nin adı verilmediği
gibi, hiç bir Tıp Fakültesine “İbn Sina” hiç bir Eczacılık Fakültesine
“Beyruni” ve hiç bir Fen Fakültesine “el-Harezmi” ve hiç bir Siyasal Bilgiler
Fakültesine “Yusuf Has Hacib”in adı verilmemiştir. Bunlara; Fârabi, Zemahşerî,
İmam-ı Ebû Mansur Mâtürîdi, İmam-ı Buharî ve İsmail b. Hammad el-Cevheri gibi
daha birçok Türk ilim ve fen adamlarını da ilâve etmemiz gerekmektedir. Peki,
bütün bunlar ne ile izah edilecektir?
Ne var ki, azgın Arap ve yorgun İran milli şuuru, çoktan harekete
geçmiş ve çoğu halde Türk asıllı olan bu büyük ilim adamlarının karşısına
dikilmiş ve Türk vatan coğrafyasında yaşayan bu insanların kiminin Arap ve
kiminin İranlı olduklarını iddia etmiştir. Neylersiniz ki Arap-İran milli şuuru
daha da ileri gitmiş ve bu ilim adamlarının Türklerin yaşadığı ve Türkçenin bir
ana dil olarak konuşulduğu bir ülkede yetiştiğini, ana dillerinin asla Arapça
olmadığını ve üstelik hepsinin “es-Semerkandi”, “el-Buhari”, “el-Kaşgarî”,
“el-Fârâbi” ve “el-Harzemi” gibi Türk şehirlerinin nispet adıyla anıldıklarını
ve bunun “et-Türki” anlamında kullanıldığını anlamak bile istememiştir.
Zira onlara göre bu Türk bilge kişilerinin birçoğunun isimleri
Arap olduğu gibi, yine onlar eserlerini Arapça ve Farsça yazmışlardır. Oysa bu
büyük ilim, tarih ve kültür adamlarının; temel İslamî kaynaklarda “O bir
Araptı” veya “İran asıllı idi” diye hiç bir kayıt olmadığı gibi onların hemen
hepsi, “es-Semerkandi, el-Kaşgarî” gibi Türk şehirle-rinin nispet adıyla
anılmışlardı. Arap-İran milli şuurunun bu tarihi, vatanî ve etnik realiteyi
inkâr etmesi ve koca bir medeniyet ve kültür tarihini bir “yalancı şâhid”
durumuna koyması kelimenin tam anlamı ile ancak bir tarih sefaletidir.”. http://www.zekeriyakitapci.com/tr/bd/matematik-tip-ve-astronomi-gibi-temel-fen-bilimlerinin-gelismesi.html?I=10
6/
“Harizmi o denli büyüktü ki, Batı ve Arap tarihçiler, başka Türk
bilim adamlarına yaptıkları gibi onu da Türk saymak istemediler, etnik
kimliğini ya açıktan yadsıdılar ya da hiç söz etmediler. Kimileri, adını
doğduğu bölgeden almasına karşın, Harizmi’li olduğunun şüpheli olduğunu söyledi
ve dayanaksız bu savı kanıtlamak için, “Harizmi’de doğan bir insanın Bağdat’a
gelmesinin çok zor olacağı” gibi akıl dışı gerekçeler ileri sürdü. 2 Harizmi’yi, kaynaklarına Arap-İslam bilgini
olarak geçtiler.”. http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/04/turk-biliminin-dahileri-harizmi-ve.html#more
7/
“Orta Asya’da İran Faktörü
Hiç şüphe yok ki yeryüzündeki milletler, insanlığa yön vermiş
büyük adamlara âdeta sahip çıkma ve mümkünse onu kendi halkından gösterme
yarışı içindedir desek pek yanlış
söylemiş olmayız. Öyle zannediyorum ki, biz Türkler, diğer konularda olduğu
gibi, bu konuda da maalesef geri kalmış durumdayız. Türk olduğu kesin olan
büyük zatların bile Türklüğünü söylemekten geri duruyor, hatta onlara sahip
bile çıkmıyoruz. Ülkemizde ırk ve milliyet konularını yanlış değerlendiren bir
İslam anlayışı olduğu sürece, bu tavrımız daha da devam edecektir. Hâlbuki her
düşünürün bir milliyeti, bir kökeni vardır. Düşünceleri üzerinde etkili olan,
içinde yaşadığı bir kültürel çevre vardır.
Bunların bilinmesi hem tarihî, hem de bilimsel araştırmalar için
gereklidir. Bazı milletler ise kendilerinden olması muhtemel bile olsa pek çok
düşünürü kendilerinden kabul ederek dünya çapında yetiştirdiği ünlülerin
sayısını artırma peşindedirler. Bu hususta kaydedilebilecek ülkelerin başında
İran gelmektedir. Öyle ki, kendi coğrafyalarına yakın yerlerde doğmuş büyümüş,
hatta İran’da okumuş veya bir ara orada bulunmuş her mümtaz şahsiyeti kendinden
gösterme çabası içindedir. Bu elbette Fars kültürüne bir şekilde temas etmiş
herkesi İranlı sayma psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Şah döneminde olduğu
kadar, Mollalar döneminde de İran’ın bu politikası değişmedi. Kültürle
etkileşim halinde olmak ya da etkisinde kalmak başka, etnik aidiyet konusu
başkadır. Mesela bugün dünya Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altındadır
dediğimiz zaman herkes batılıdır demek istemiyoruz. Batı kültürünün etkisi
altında kalmıştır demek isteriz.
Bugün dünyada önemli şahsiyetlerin milliyetleri veya etnik
kökenleri hususunda Batılı araştırmacıların çifte standartları bilinen bir
gerçektir. Çünkü onlar, eserlerini Arapça olarak kaleme almış bulunan bütün
yazarları, filozofları vd. hepsini “Arap yazarlar” kategorisinde gösterirler. Hatta
kaynakları Arapça diye İslam Felsefesini “Arap Felsefesi” ismiyle anarlar.
Hâlbuki kendileri, Latince yazan bütün
yazar ve filozoflarını “Latin yazarlar” kategorisinde değerlendirmezler.
Kaynakları hep Latince olan Hıristiyan felsefesine hiçbir zaman “Latin felsefesi”
demezler. Hatta onlar, dönemin bilim dili olan Arapça ile eserler vermiş her
Doğulu düşünür hakkında “Arap filozofu” veya “Arap yazar” diye bahsederken;
Batının bilim dili olan Latince ile eserler vermiş düşünür ve bilim adamlarına
“Latin filozof” veya “Latin yazar” demezler. Mesela; İngiliz Newton, Alman
Leibniz ve Kant, Hollandalı Spinoza eserlerini Latince vermiş olmalarına rağmen
milliyetleriyle anılırlar. Keza günümüzde mensup olduğu ırkın dilini bilimsel
olarak kullanmayan, eserlerini İngilizce ve Almanca veren Albert Einstein ile Sigmund
Freud, Alman ve İngiliz değil, Yahudi bilim adamları olarak anılırlar.
Bugün İran, kendisine yakın bir coğrafyada yaşamış ve kendi dilini
kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve bunun için, kendi kültür tarihi ve
edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz şahsiyetleri uluslararası arenada da
kabul ettirmiş bulunmaktadır. Malesef, Türk dış işlerinde ve kültür
politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneğimiz
olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen hepsini sahiplenmiş ve dünya
literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü bir kaynak harcamıştır.
Mesela Şah dönemi İran’ın mümtaz misafirlerinden olan Fransız
Profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret karşılığında hazırladığı dört
ciltlik “İran Tarihi”nde Türk, Özbek, Azeri, Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce,
din ve tasavvuf adamı varsa hepsini yani Türkistan-ı Kebîr’in bütün
bilginlerini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir. Sözgelimi, ünlü İşrak
filozofu Azeri Türk’ü Şehabeddin Sühreverdî olsun, Özbek Türk’ü olan İbn Sina olsun,
sadece İran’a yakın bir coğrafyada yaşadıkları ve Farsça risaleleri
bulundukları için hemen İranlı yapılmıştır. Tabiî ki Şah da bunun altında kalmayarak, Corbin’e Hazar
Denizi’ne nazır tribleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan
geri kalmamıştır. Henry Corbin eğer Sühreverdî ve İbn Sina’nın fikirlerini
incelediği kadar, milliyetlerini de aynı titizlikle inceleseydi, doğruyu ifade
etmiş olurdu ama doğruyu yazabilir miydi? Eğer doğruyu yazsaydı, kendisini kim
ödüllendirirdi, Türkiye mi? Türklüğün aşağılandığı ve ırkçılık kabul edildiği
bir ülke tarafından mı? Kavram kargaşasının yaşandığı ve çarpık bir din
anlayışının hüküm sürdüğü bir ülke tarafından mı?
İran’ın uluslararası bu kültür politikası, geçmişte Şah döneminde
neyse, şimdiki mollalar döneminde de aynıdır. İran dahi Ortaasya’da, özellikle
Türkistan’da yetişmiş, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinin bütün önemli
şahsiyetlerine sahip çıkmış ve dünya arenasında onların İranlı olduklarını
vurgulamaya çalışmaktadır. Bazı internet sitelerinde ve özellikle Britanica ve
Wikipedia gibi dünyanın tanınmış ansiklopedilerinde konuyla ilgili maddelerinde
Türk olduğu müsellem olan kişileri bile İranlı gösterme gayretindedirler. En
basit köylüsünden devlet başkanlarına kadar hemen hemen herkes, etnik kökeni ne
olursa olsun, İran kültürünün uzandığı her yerde, ne kadar bilgin, filozof,
mutasavvıf varsa hepsini İranlı göstermek için âzamî gayret sarf etmekte ve
bunun için de Batılı bilim adamı ve araştırmacıları İran’a davet edip, onlara
böyle çalışmalar yaptırmaktadırlar. Kısaca, günümüzde İranlı yazarların ve
bunları kaynak gösteren bazı Türk ve Batılı yazarların Farsça risalesi olan
hemen hemen bütün bilginleri İranlı kabul etme gibi bir takıntıları vardır.
Hâlbuki bu bilginler, devrinin ilim ve tasavvuf dilleri olan Arapça ve Farsça
ile yazmışlardır. Farsça o zamanlar önemli bir dil olmasaydı, bir Türk devleti
olan Selçukluların resmi dili Farsça olmazdı.
Peki dilden dolayı Selçuklulara da mı “İranlıların devletidir!”
diyeceğiz!
Problem Nereden Kaynaklanıyor?
Konuyu tarihî bir realite olarak ele almak zorundayız.
Burada söz konusu olan konu İran ile Müslüman Türkler’in
asırlardır iç içe yaşamış olmalarıdır. Türkler Müslüman olmadan önce, İran
İmparatorluğu’nun Türk devletleriyle arasında kesin bir doğu sınırı vardı. Bu
sınır Maveraünnehr’in berisinde idi. Persler, daha ziyade Körfez çevresinde
yoğundular. Zaten Farisî denen dil körfez bölgesinin dili idi (Ş. Sami,
Kâmusu’l-A’lâm, ilgili madde) ve aynı zamanda
Sanskritçe denen Hint dilinin büyük bir lehçesiydi. Dolayısıyla
Türkistan sınırı Maveraünnehr’in berisinden başlıyordu. Bu sınırın doğu ve
kuzeye doğru olan kısmı Türkistan’dı.
Türkler Müslüman oldukça, batıya doğru, bugünkü ifadeyle İran
içlerine doğru yoğun bir şekilde göç etmeye başladılar. Aslında Türkler’in
batıya göçüşü özelikle Küçük Asya’ya yani Anadolu’ya göçleri İslamiyet’ten önce
de vardı. İran içlerine Türkler’in göçüşü, Müslümanlığı kabul ettikleri ilk
yüzyıl ile ikiyüz elli yılları arasında daha yoğun olmuştur (A. Sayılı, Was İbn
Sina an Iranian or a Turk?, s. 8).
Dolayısıyla İran’la Türkistan arasındaki sınır sürekli olarak
doğuya ve kuzeye doğru doğal olarak kaymıştır. Yakut Hamevî, Mu’cemü’l Buldan
adlı eserinin muhtelif sayfalarında o bölgelerin şehirlerinin tarihçesini
verirken bunları görmek mümkündür. Çünkü Müslüman olan Türkler kendi
yöneticilerinin, kabile veya hükümdar sülalesinin adlarıyla anılmaktaydı.
Müslüman olmayan Türkler ise Türk adıyla Asya içlerine ötelenen Türkistan
sınırının doğusunda ve kuzeyinde kalıyorlardı. Bir diğer tabirle Müslüman
oldukça Türkler “Darü’l-İslam” adı verilen sınırın içine dâhil oluyorlardı.
Türkistan adı verilen bölgeler ise “Darü’l-harp” olarak
görülüyordu. O zamanki Arap müelifleri, o bölgedeki Türkler’i Kur’an’da geçen
“Yecüc-Mecüc” gibi menfi sıfatlarla
anıyorlar ve hatta İbn Miskeveyh gibi bazıları da onları insan olarak bile
görmüyordu. Bu sebeple Müslüman Türkler bile kendilerine “Biz Türküz”
diyemiyorlar, “Biz Karahanlıyız, Kaşgarlıyız, Harezmşahlıyız, şuyuz, buyuz”
diyorlardı ama bir türlü “Türküz” demiyorlardı.
Çünkü o çağlarda Müslüman olmayan Türklerin bölgesine Arapça
“Diyar el-etrak”, İran’ın kuzeydoğusundakiler için Farsça “Turan” deniyordu.
Müslüman oldukça, gayri Müslim kalan ırkdaşlarından uzaklaşarak
İran içlerine doğru göç eden Türkler, İran içinde son derece yoğun bir Türk
nüfusa sahip oldular ve pek çok Türk devletleri kurdular. Bugün bile İran’da
Fars (Pers) nüfusundan fazla Türk vardır. Ancak, bu Türkler hem dil hem de
kültür olarak Fars kültürünün yoğun etkisinde kaldılar. Nitekim Türkçemizdeki
namaz, oruç, abdest gibi temel dinî kavramlar bile Farsçadır. İşte problemin
özü, esası budur. İran kavramı aslında bir coğrafya adıdır. Bunların hepsini
Pers kabul etmek tarihî bir hata olur. Bugün İranlılar, hepsine “İranlı” diyerek
tamamının Pers kabul edilmesini istemektedirler. Bu sebeple o coğrafyanın bütün
yetişmiş değerlerini mütecaviz bir sahiplenme psikolojisi içinde kendilerine
mâl etme çabası içindedirler.
Batılı araştırıcıların hatası da Dicle’nin doğusunda yaşayan bütün
insanları tetkik etmeden “İranlı” kabul etmeleridir.
Her ne kadar bu görüş yavaş yavaş terk edilse de, gerek ilmî gerek
popüler sahalarda bu söylemle karşılaşmak hâlâ mümkün.
Zaman içinde Türkler’in kâhir ekseriyeti Müslüman olunca Türkler
hakkında Arapça olumlu sözler ve eserler de verilmeye başlanmıştır. Türkistan
adı da önceki sınırlarına, başta Maveraünnehr olmak üzere Orta Asya’yı temsil
eden bir isim olmuştur. Ancak önceki “Yecüc-Mecüc” gibi o kötü
vasıflandırmalar, putperestlik ve şamanlık vb. gibi hususlar, eski kaynaklarda geçtiği için,
bugün bile onların kritiği yapılmadan, alınan bilgiler günümüz insanları için
son derece yanıltıcı olmaktadır. İşte bu sebeple hem klasik kaynakları hem de
ilmî ve tarihî verileri, yazılma şartlarını dikkatlice ele almak
gerekmektedir.”. https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/m/e/meshurlar-1483446083.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder