TÜRKLÜĞÜ; “FARS’TIR”
VEYA “ARAP’TIR” DENİLEREK
YOK SAYILAN / GÖZ ARDI
EDİLEN DEV BİLİM ADAMLARIMIZ
“Bizden Çalınan Büyük Asyalı Bilim
Adamlarımız”
“İslam Bilim
Tarihi” Kapsamındaki Literatürde “Türk Bilim Adamlarının Yok Sayılması” Ve /
Veya “Türk” Olarak Nitelenmemesi Konusunda Bazı Görüşler
21.1.2018
Arka
kapak
Kitapçı, Zekeriya: Orta Asya Türklüğünün Arap
dili ve edebiyatına hizmetleri: Harzem Dil Ekolü. (Moğollar Devrine Kadar Orta
Asya Türk İslam Medeniyeti). Konya : Yedikubbe, 2004.
Büyük
Asya Kökenli Ünlü Bazı Türk Bilim
Adamları;
16 Bilim Adamı
·
Ali Kuşçu
·
Cabir Bin Hayyan
·
Cezeri
·
Biruni (Ebu
Reyhanü’l Bîrunî ) (Beyrunî)
·
Farabi
·
Fergani
·
Gazalî
·
Gıyâseddin Cemşîd
·
Harezmî
·
İbn-i Sina
·
İbn-i Türk
·
Tusi (Nasîrüddin
Tûsî)
·
Ömer Hayyam
·
Razi
·
Uluğ Bey
·
Zemahşerî
Konuyu ifade eden bazı kelimeler;
·
Adam yerine koymamak
·
Anmamak
·
Çalınan haklarımız
·
Çalmak
·
Görmezden gelmek
·
Gözden kaçırmak
·
Gözden uzak tutmak
·
Kabul etmemek
·
Layık görmemek
·
Öksüz
·
Reddetmek
·
Sahip çıkılmayan
·
Saymamak
·
Unutturulan
·
Yakıştırmama
·
Yok saymak
1/
“Eserleri.
1. Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri
(İstanbul 1314). Kendisini yayın âlemine sokan bu araştırması, uyandırdığı
akislerle Bursalı Tâhir’in adını daha ilk adımda şöhret haline getiren bir eser
olmuştur. Medeniyete büyük hizmetleri dokunmuş en ünlü İslâm âlim ve
mütefekkirlerinin büyük bir kısmının Türk olduğunu öne süren bu küçük kitap,
geniş bakış getiren önsözü ile birlikte âdeta bir ufuk açmıştı. Akın yapmak ve
kılıç kullanmaktan başka kendisine bir sıfat tanınmak istenmeyen Türklüğün
henüz medenî hüviyeti hakkında zihinlerde belirli bir fikir yokken, eserlerini
Arapça ve Farsça yazdıkları için Arap ve Acem kabul ve zannolunagelen Fârâbî,
Zemahşerî, İbn Sînâ, Cevherî, Buhârî, Tirmizî, Hakîm Senâî, Şevket-i Buhârî,
Emîr Hüsrev-i Dihlevî gibi nice İslâm ünlüsünün aslında Türk olduklarını ileri
sürmek suretiyle kendi içinden yetişmiş fakihleri, filologları, filozofları,
riyaziyeci, astronom, tabip, tabiat âlimleri, kimyacıları ile Türkler’in İslâm
medeniyetinde nasıl yükseltici bir rol sahibi bulunduklarını gösteren eser
hayretle karışık bir hayranlıkla karşılanmıştı. İsmini yeni duyuran
müellif, İslâm medeniyetine hizmet edenlerin yarısı değilse bile en aşağı üçte
birinin kesin surette Türklüklerinin sabit bulunduğuna, hele tefsir, hadis,
fıkıh, kelâm gibi İslâmî ilimler sahasında eserler ortaya koymuş büyük
müelliflerin hemen yarısının künyeleri ve yetiştikleri çevre bakımından
Türklüklerinin açıkça meydanda olduğuna ehemmiyetle işaret etmekteydi.
Kendinden önce Ali Suâvi’de daha küçük çapta ifadesini bulan (Ali Suâvi,
“Türkler’in Mesâî-i Zihniyyeleri”, Ulûm Gazetesi, Paris, nr. 8, 22 Rebîülâhir
1286, s. 1-18), fakat yaygınlaşamadan kalan bu görüşü çok daha zenginleştirip
delillendiren Bursalı Tâhir, sadece Osmanlı sahası ötesi ve öncesi Türk
müelliflerini söz konusu ettiği eserinde, İran’ın Horasan bölgesinin ve
Azerbaycan’ın etnik ve kültür yapısı yönünden Türk karakterine dikkat çekerek
bu bölgeden yetişen ilim ve sanat adamlarının hemen hepsinin Türk, kısmen de
Türk himayesine girmiş yabancılar olması gerektiğine kuvvetli bir sezgi ile
parmak basar. Onun, Türkler’i cahil ve medeniyetten uzak bir kavim olarak
görmek isteyen garazkâr görüşleri çürütmek gayesiyle, bugün artık umuma mal
olmuş bu gerçekleri henüz bundan tamamen habersiz bulunan bir çağ ve ortamda
dile getiren bu araştırması, Türkçülük cereyanına tesiri bakımından eserlerinin
en önemli rolü oynayanı sayılmıştır. Onun, kuvvetli bir rüknü olarak İslâm
medeniyetinin yükselmesindeki tesir ve hisselerini göstermek suretiyle
Türkler’in mâzileriyle övünmelerine hizmet ettiği kabul edilmektedir. 163
müellifin kısaca hal tercümeleriyle eserlerinin isimlerini veren bu çalışma
önce gazetede tefrika şeklinde yayımlanmış (İkdam, nr. 794, 25 Rebîülâhir
1314-21 Eylül 1312 – 3 Teşrînievvel 1896, nr. 795, 799, 801, 803, 804, 6
Cemâziyelevvel 1314 – 1 Teşrînievvel 1312 – 13 Teşrînievvel 1896), gördüğü ilgi
dolayısıyla 1897’de kitap haline konulduğu gibi II. Meşrutiyet’ten sonra da
bazı küçük ilâvelerle Türk Derneği’nin ilk kitabı olarak yeniden basılmıştır
(İstanbul 1327).”. BURSALI MEHMED
TÂHİR. İslam Ansiklopedisi, yıl: 1992, cilt: 6, sayfa: 452-461 Osmanlı Müellifleri adlı
eseriyle ünlü bibliyografya ve biyografi âlimi. Ömer Faruk Akün . http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c06/c060311.pdf
2/
Topbaş,
Kadir: “Araplar ve Batılı oryantalistler bilimsel yayınlarda Farisîler'in ve
Türkler'in İslam bilim tarihine yaptıkları katkıyı görmezden gelir. Ancak
Türkler özellikle 15. yüzyıldan sonra bu
konuda bayrağı devralmışlardır. Bu dönemde iki Türk şehri olan Semerkant ve
İstanbul, İslam dünyasının bilim ve felsefe merkezleri haline gelmişlerdir.
Birbirinin
çağdaşı olan iki Türk hükümdarı, Uluğ Bey ve Fatih Sultan Mehmed, çevrelerinde
bilim adamlarını ve filozofları himaye etmişlerdir. Osmanlı topraklarından
Türkistan'a giden Kadızade Rumi, Semerkant'taki rasathanede görev almış;
Semerkant'tan İstanbul'a gelen Ali Kuşçu da medreselerde ders vermiştir.
Uluğ Bey bugün bile yazdıklarına başvurulan
bir astronomdu. Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca bilen Fatih Sultan Mehmed,
döneminin önemli şairlerindendi ve çok zengin bir kütüphaneye sahipti. Fatih
Sultan Mehmed zamanında Osmanlı Sarayı'nda büyük bir fikir özgürlüğünün
olduğunu, çok ilginç felsefi tartışmaların yapıldığını biliyoruz.”. İçinde: Fuat Sezgin: İslamda Bilim ve Teknik. https://archive.org/stream/FuatSezginslamdaBilimVeTeknik/Fuat+Sezgin-%C4%B0slamda+Bilim+ve+Teknik_djvu.txt
3/
“Doğru Tanım
Doğu aydınlanması olarak tanımlanan uygarlık
gelişiminin öncülüğünü, büyük çoğunluğu Müslüman olan düşünürler yaptı. Bu
nedenle, bilim ve bilgelik alanındaki bu olağanüstü gelişmeye, İslam aydınlanması
denildi. Ancak, 9.yüzyıl aydınlanmasının öncülüğünü yapanlar içinde hemen her
dinden insan vardı. Müslümanlardan başka, bölgede yaşayan; Budist, Yahudi, Maniheist, Şaman ve Hıristiyan bilim
adamları, bu uygarlık içinde, sayıları az da olsa yer almıştı. Bu nedenle
dinsel tanımlama, olayı tam olarak anlatmıyordu.
Etnik yükümlenme de olası değildi. Aydınlanma
o denli geniş ve kapsamlıydı ki, olay etnik yapıların çok üstündeydi. Araplar, Türkler, Acemler, Suryaniler, Nestroyanlar ve
başka etnik kökenden düşünürler, bu devinimin içinde yer almış, katkı koymuştu.
Batı ya da Arap tarihçilerin, bugün kullanmakta oldukları Arap bilimi
tanımlaması da gerçeği yansıtmıyordu. Bu yaklaşım, uygarlığı yaratan başka
unsurları sok saymak demekti.
Dönemin bilim
yapıtlarının büyük bölümü Arapça yazıldığı için, bu uyanışa; kimi tarihçi Arap
bilimi ya da Arapçadaki bilim tanımını kullandı. Ancak, bu bilim içinde, Farsça
ve Türkçe başta olmak üzere, başka dillerde yazılmış yapıtlar da vardı. Etnik
tanımlamada uygun düşmüyordu. Bu nedenle, 9-14.yüzyıl uyanışını anlatan en
uygun tanım, herhalde Doğu aydınlanması olmalıdır. Tanım
uygunluğunun yanında bu yaklaşım, “Doğunun, bilimsel gelişme için,
hiçbir zaman uygun bir ortam oluşturmadığını”,“aydınlanmanın yalnızca
Avrupa’da yaşandığını” ileri süren kasıtlı Batı savlarına, en azından
tanım düzeyinde verilmiş bir yanıt olacaktır.
Türkler’in Durumu
Doğu aydınlanmasını “İslam uygarlığı” olarak
tanımlamasına karşın, Fransız tarihçiJean Poul Roux, konuyu gerçeğe
uygun olarak açıklayan ender Batılı bilim adamlarından biridir. Roux,
bu büyük uygarlığın ortaya çıkışını incelerken şu saptamaları yapmıştır: “İslam
uygarlığı bir merkezden doğmamıştır; merkezi devlette tüm yetkileri toplayan
halifelerin başkenti bile, İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. (Bu
uygarlık y.n.) Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey
Afrika, yani Tunus’ta ve daha sonra İspanya’da, yaratıcılığın doruğa ulaştığı
ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur... Bu uygarlığın
içinde, Orta Asya’nın önceliğini görmemek; ilk sırada yer alan, hatta belki de
ilk sırada yer alanların öncüsü olan Orta Asya’ya haksızlık olacaktır.
Doğru olan, bu topraklara borçlu olduğumuz herşeyin, bir bütün olarak ele
alınmasıdır...”1
Dinler ve uluslararası ortak bir ürün olan bu
büyük uygarlık atılımını tanımlarken, bu tanım içinde önemli bir yeri olan Türk
unsurlara özellikle dikkat edilmelidir. Türklerin Doğu bilimine yaptığı katkı, üst düzeyde
olmasına karşın, Batı ya da Arap tarihçilerce, dün olduğu gibi, bugün de yok
sayılmıştır.
Bu büyük gelişimi hazırlayan eğitim ve
kültür birikiminin kaynağı yeterince sorgulanmamış ve Türk bilim adamlarının,
bilim tarihine yön veren buluş ve görüşleri atlanmıştır. Arapça yazdıkları için
yalnızca yapıtları değil, kendileri de Arap sayılmış ve Batı kaynaklarında,
onlara kendi adlarından başka adlar verilmiştir.
Doğu
aydınlanmasına kaynaklık eden bilimsel birikim; Orta-Asya, İran ve Anadolu’da
yeterince vardı. Türk, İranlı ya da Süryani bilim adamları, eskiye giden köklü
kültürel gelenekleriyle, bilimi kilisenin tutuculuğundan korumuşlar ve
geliştirmişlerdi. Suryaniler, Bizans İmparatoru Justinyen’in
(Justinianos I), Suriye’ye sürdüğü Atina Okulu’nun düşünürlerini sahip çıkıp,
Antik Ege uygarlığı yapıtlarını Süryanice’ye çevirirken; Türk ve İranlı bilim
adamları, kendi yöresindekilerle birlikte Çin ve Hint uygarlığının ürünlerini
yaşatıp geliştirmişlerdi.”. http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/02/doguda-bilimin-altin-cagi-orta-asyadan.html *** https://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/02/doguda-bilimin-altin-cagi-orta-asyadan.html
4/
"Araplar
ve Batılı oryantalistler bilimsel yayınlarda Farisîler’in ve Türkler’in İslam
bilim tarihine yaptıkları katkıyı görmezden gelir. Ancak Türkler özellikle 15.
yüzyıldan sonra bu konuda bayrağı devralmışlardır. Bu dönemde iki Türk şehri
olan Semerkant ve İstanbul, İslam dünyasının bilim ve felsefe merkezleri haline
gelmişlerdir.
Birbirinin çağdaşı olan iki Türk hükümdarı, Uluğ Bey ve Fatih Sultan Mehmed, çevrelerinde
bilim adamlarını ve filozofları himaye etmişlerdir. Osmanlı topraklarından
Türkistan’a giden Kadızade Rumi, Semerkant’taki rasathanede görev almış;
Semerkant’tan İstanbul’a gelen Ali Kuşçu da medreselerde ders
vermiştir." https://leventeraslan.files.wordpress.com/2015/09/islam_da-bilim-ve-teknik-i.pdf
5/
“Gerçekte yani X. ve XI. asırlar hem
Orta-Asya Türklüğü hem de Arap İslâm dünyasının altın devrini yaşadığı
asırlardır. Bu asırlara Turan Yurdu ve Orta-Asya bozkırlarından bu ilmin yeni
dev temsilcileri çıkmış ve Orta Asyanın batıya karşı ilmi üstünlükteki
rekabetinin gerçek temsilcileri olmuşlardır. Bu dev temsilciler; Ebû-l Vefâ,
Mansur b. Arak, Beyrûnî ve İbni Sinâ olarak geliyorlardı. İşte bizim bu “Yeni
Çalışmamızda Orta Asya Türk-İslâm Medeniyetinin yalçın dağları ve onların dik
ve yüksek yamaçlarında bayrak açan bu Türk bilim adamları ve onların Çin
Seddinden, Endülüse kadar koca bir cihanı aydınlatan ilmî nurları yani eserleri
üzerinde durulacak ve onların güncel bir değerlendirmesi yapılacaktır.
Milli gururumuzu okşayan bu güzel
izahlar bir yana, hemen şunu itiraf edelim ki başta hilâfet ülkeleri olmak
üzere, Türkistanın birçok şehir ve kasabalarında yetişmiş ve sayıları ancak
binlerle ifade edilen Türk-İslâm Bilginleri, Matematik, Cebir vs. otoriteleri,
hulâsa bu ilâhî zincirin altın halkalarının çok azı müstesna, hemen hepsi
tarihin karanlık loş odaları ve küflü bucaklarında hâla oturup kaldıkları ve
çok azı müstesna, hiç bir himmet elinin onlara dokunmadığı görülmektedir. Zira
Temel Fen bilimlerinin her birinde ayrı bir yeri olan bu Türk-İslâm âlimlerinin
bir kaçı müstesna, onlar kendi tarih, kültür ve medeniyetimize henüz mâl
edilmemişlerdir. Bundan daha da acısı Türk ilim ve bilim adamları pek çoğunun;
onların, daha Türk olduklarını iddia edecek kadar medeni ve ilmi cesaretleri
bile yoktur. Bu ise kültür ve medeniyetlerin inadına kapıştığı bir bilgi
asrında ve yarınlara giden yolda, hem de gelecek nesiller için bizim ufkumuzu
karartmakta ve âdeta bizi kendi hür iklimimizde boğmaktadır.
Bununla beraber kendi kültür ve
medeniyetimize sahip çıkmamak ve onu yeni nesillere tanıtmamak için elimizden
geleni yapmak hususunda bizi kahreden bir büyük ihmal daha vardır. O da; Türk
asıllı bu büyük medeniyet ve kültür adamları ve ilim ve insanlık tarihinin bu
“Muallim-i Ûlâları” ve “İlim Öncüleri”nin daha resmi manada hiç bir kurum,
kuruluş, ilmi araştırma merkezleri ve enstitülere, hatta Üniversite, fakülte ve
yüksek öğretim kurumlarına verilmemiş olmasıdır. Türk Üniversiteleri ve bu
Üniversitelerde bulunan Edebiyat Fakültelerinin hiç birine “Mahmud Kaşgarî”nin
adı verilmediği gibi, hiç bir Tıp Fakültesine “İbn Sina” hiç bir Eczacılık
Fakültesine “Beyruni” ve hiç bir Fen Fakültesine “el-Harezmi” ve hiç bir
Siyasal Bilgiler Fakültesine “Yusuf Has Hacib”in adı verilmemiştir. Bunlara;
Fârabi, Zemahşerî, İmam-ı Ebû Mansur Mâtürîdi, İmam-ı Buharî ve İsmail b.
Hammad el-Cevheri gibi daha birçok Türk ilim ve fen adamlarını da ilâve etmemiz
gerekmektedir. Peki, bütün bunlar ne ile izah edilecektir?
Ne var ki, azgın Arap ve yorgun İran
milli şuuru, çoktan harekete geçmiş ve çoğu halde Türk asıllı olan bu büyük
ilim adamlarının karşısına dikilmiş ve Türk vatan coğrafyasında yaşayan bu
insanların kiminin Arap ve kiminin İranlı olduklarını iddia etmiştir.
Neylersiniz ki Arap-İran milli şuuru daha da ileri gitmiş ve bu ilim
adamlarının Türklerin yaşadığı ve Türkçenin bir ana dil olarak konuşulduğu bir
ülkede yetiştiğini, ana dillerinin asla Arapça olmadığını ve üstelik hepsinin
“es-Semerkandi”, “el-Buhari”, “el-Kaşgarî”, “el-Fârâbi” ve “el-Harzemi” gibi
Türk şehirlerinin nispet adıyla anıldıklarını ve bunun “et-Türki” anlamında
kullanıldığını anlamak bile istememiştir.
Zira onlara göre bu Türk bilge
kişilerinin birçoğunun isimleri Arap olduğu gibi, yine onlar eserlerini Arapça
ve Farsça yazmışlardır. Oysa bu büyük ilim, tarih ve kültür adamlarının; temel
İslamî kaynaklarda “O bir Araptı” veya “İran asıllı idi” diye hiç bir kayıt
olmadığı gibi onların hemen hepsi, “es-Semerkandi, el-Kaşgarî” gibi Türk
şehirlerinin nispet adıyla anılmışlardı. Arap-İran milli şuurunun bu tarihi,
vatanî ve etnik realiteyi inkâr etmesi ve koca bir medeniyet ve kültür tarihini
bir “yalancı şâhid” durumuna koyması kelimenin tam anlamı ile ancak bir tarih
sefaletidir.”. http://www.zekeriyakitapci.com/tr/bd/matematik-tip-ve-astronomi-gibi-temel-fen-bilimlerinin-gelismesi.html?I=10
6/
“Türklerin; değil
Arap dili ve edebiyatı, hatta bütünüyle
İslam tarih medeniyet ve kültürünün gelişmesine yapmış oldukları büyük
hizmetler ve onların bu önemli ve baş döndürücü gelişmelerdeki ciddi
yerleri, henüz tarih objekt!!inde
yeteri kadar incelenerek ilim alemine mal edilmiş değildir.
Bu
önemli konu ve medeni
gelişmelerin, yine medeni Türk milleti
ile ilgisi, öylesine ihmal edilmiş ve Türk milleti, bu büyük kültür ve medeniyet mirasının öylesine dışında
tutulmuşturki; Türklerin; Arap dili ve edebiyatının gelişmesine yaptıkları
önemli hizmetler bir yana; onlar
arasından, ilmi şahsiyeti herkes tarafından kabul edilmiş büyük Tefsir, Hadis,
ve Fıkıh alimleri, Arab dili ve edebiyatı otoritelerinin çıktığı bile hala
münakaşa konusu olmuştur. Bizler; kendi tarihimizi bir elinde
"kalkan" diğer elinde "kılınç" bir kahramanlar tarihi haline getirdiğimiz gibi, bizim
dışımızdaki sözde medeni dünyada, Türkün elinden o hunhar "kılıncı"
hiç bir zaman almamış ve onun eline bizim vermediğimiz "kalemi" o da,
vermemiştir.
…………….
……………
Evet! Cahiliye devri, Arap ırkçılığını
andıran bir şekilde bu meseleye yaklaşan
şövenist Arap yazarları; Türk asıllı
birçok İslam alimleri, Arap dili ve
edebiyatı ufkunda bir "Kutup
yıldızı" gibi parlayıp duran
bu ulu kişilerin, etnik kimliklerini
inkar etmekle kalmamış, onları "Araplaştırma" da adeta bir yarış başlatmışlar ve bunda büyük ölçüde muvaffakta olmuşlardır.
Şövenist Arap yazarları; bu konuda
öylesine fuzuli bir gayretkeşlik içine
girmişler ve o kadar ileri gitmişlerdirki; onlar Osmanlı
devrinin bir "sömürgecilik devri", Arap dili ve edebiyatı için
bir yıkım devri olduğunu iddia etmişler
ve böylece eşi az görülen
bir “cehalet'' hayır!
"dalalet'' örneği sergilemişlerdir.
Türk asıllı ilim ve kültür adamlarını kendilerine mal etme
yarışında, azgın Arap milli şuuru karşısında, yorgun ve bezgin Iran milli şuuru da hiç bir
zaman Araplardan geri kalmamış ve köklü tarihin derinliklerinden kopub
gelen ve kadim "Ariler''le "Turaniler" arasındaki tarihi
rekabete "Hayır!" Türk düşmanlığına dayanan Iran milli şuuru, yüzünü Araplar gibi Türk dünyası coğrafyası
ve "Turan yurdu"na çevirmiş ve
gözünü bu geniş topraklarda yetişen
İslam alimleri, büyük fikir ve kültür
adamları Arap dili ve edebiyatının Türk asıllı "Kutup Yıldızları"na
dikmiş ve onları İran tarih ve kültürüne
mal etmek için adeta bir seferberlik başlatmıştır. lran milli şuuru
bunda, şüphesiz büyük ölçüde başarılıda olmuştur. Bugün Turan Yurdunda yetişmiş
Türk asıllı bir çok ilim adamı, onların bu
fuzuli gayretleri sonucu Fars milli kültürüne mal edilmiş bulunmaktadır.
Bunlardan mesela; azgın Arap milli
şuuru, büyük Türk dahisi Zemahşeri’nin Araplığını iddia ederken adeta bize göre
bir deli saçmasını andıran mesela şu
iddialarda bulunmuş ve şöyle demiştir:
“Bir çok sebeblerden dolayı; çeşitli
asırlarda yaşamış, uzak ülkeleri
mekan tutmuş ve çeşitli kültürlere (etnik kimlik) sahib bir çok ulu
kişiler Araptır. Onlar; din, dil, kültür, fikri eserler, tarih ve
medeniyet bakımından Arapça ile özdeşmişler
ve hepsi, tamamen Arap olmuşlardır. O kadarki onların
bir çoğu Arap asıllı olmamalanna rağmen etnik kökenlerini unutmuş, hatta hatırlasalar bile onu mazının derinliklerinde kalmış bir hayal
olarak görmüşlerdir. Aradan geçen bu uzun asırlar içinde Arapça bir din,
bir kültür dili olmuş ve
Araplık artık onların damarlarına işlemiştir.” (*).
Bu zavallı mantığa göre; bir kişinin
müslüman olması, Arapçayı bilmesi ve eserlerini Arapça yazması, o
kişinin mutlaka “Arap
olması" için yeterli bir
sebebtir. Oysa bu kişiler, dün “Arap olmadığı" gibi, hele hele bugün hiçte
Arap değillerdir. Onlar kendilerine
kimlik olarak "İslamı"
seçmiş ve Kurani bir ifade ile "İbrahim milleti"nden olmuşlar ve etnik
kimliklerini (mesela Türklüklerini) hiçbir zaman unutmamışlardır. Bu samimi mümin
ve müslümanların, bugünlerin mantığı ve
zihniyeti ile “Arap olduklarını" iddia etmek, şövenizmden başka bir
şey olmadığı gibi, onların manevi
varlık ve etnik kimliklerine
yapılmış çok büyük bir saygısızlıktır.
Bir insanın etnik kimliğini inkar etmesi
zaten mümkün değildir.
Mamafih bu azgın Arap şövenizmi
karşısında Türkler; Orta-Çağ İslam kültür ve medeniyetinde nerede ise hiç bir
hak
-----------------.
(*)el-Hufi, s. 3. Prof. Dr. A.M. el-HuFi Mısırlıdır. Kahire Ün. Daru'I-Ulum Fakültesi öğretim üyelerinden
biri olduğu gibi, aynı zamanda "Arap Dili Akademisi"nin de üyesidir.
Buna rağmen el-Hufi; azgın Arap milli şuurunun Türklere
karşı diğer Mısırlılara göre, en ılımlılarından biridir. Osmanlıya ve müslüman
Türk'e kalemle hakaret etmek çekinmiştir. Ne varki onun büyük Türk alimi, Zemahşeri'nin hayatı
ve eserleri hakkında kaleme aldığı müstakil kitabı, onun bu manasız
çırpınışları ile doludur. Z.K.
----------------.
iddia edemez bir hale gelmişlerdir.
Öyle ya; Orta Çağ, İslam tarih, kültür ve medeniyetinin kurucuları, bu
burçların büyük mimarları, bu kuleleri yapan büyük mühendisler, bir diğer ifade
ile, başta Arap dili ve edebiyatı olmak üzere, Tefsir Hadis vs. gibi İslami ilimler, Felsefe, İslam
ilahiyatı, ayrıca tıp, matematik, fizik astronomi gibi müsbet ilim kollarında
yetişmiş ve şahsiyetlerinin gölgesi
bütün İslam ülkelerinin üstüne düşmüş olan yüzlerce, binlerce Türk alimleri bu Arap ve İran milli şuuru tarafından
paylaşılmış ve bu büyük kültür ve medeniyet mirasından bize hiç bir şey
bırakılmamıştır.
Türk tarihçi
ve ilim adamlarının çok azı müstesna; Arap ve İran
milli şuurunun bu azgın
"Türk yağmacılığı" karşısında sessiz kalmaları ve hiç bir iddia da
bulunmamaları, onlarla kıyasıya bir tarih muhakemesine girmekten kaçınmaları,
bir tarih ve kültür sefaletinden başka bir şey değildir.
Halbuki gerçek durum hiçte öyle değildir.
Zira bizim bundan önce hazırladığımız bir çalışmamızda, İslamın erken devirlerinden
itibaren "Moğollar Devrin"e
kadar büyük dalgalar halinde İslam ülkeleri ve
Arap şehirlerine gelen Türkler ve
onların "Arap Dili ve Edebiyatının gelişmesine yaptıkları
hizmetler" üzerinde durulmuştur. Söz konusu çalışmamızda ortaya çıkan manzara, kitabın asıl müellifini dahi
hayretler içinde bırakmıştır. Söz konusu
çalışmamızda, konu sadece Arap Dili ve Edebiyatı olarak değil, bir kültür ve
medeniyet konusu olarak ele alınmış
ve bu yönde emeği geçen Türk alimlerinin
hayatı ve eserleri bir bir zikredilmiş ve bu
kültür dokusunun "Türklük
yönü" belki de ilk defa
ortaya konulmuştur.
Bu
cümleden olmak üzere; Türk asıllı Arap dili ve edebiyatı otoriteleri,
bilge devlet adamlarının yüce hizmetleri bir kültür hareketi çerçevesinde incelenmiş, onların sadece Arap
dili ve edebiyatının gelişmesi değil, hilafet camiasındaki Türk
varlığı ve Türk kültürü açısından da çok büyük neticeler elde edilmiştir.
Basra, daha sonra Bağdad, bu büyük kültür hayatının asıl merkezi olarak
ele alınmış, Basra ve Bağdad'ın kültür
ve ilim hayatında Türk alim ve bilge
devlet adamlarının ilk def çok etkin bir rolü olduğu ortaya konulmuştur. Bu diğer
taraftan; Bağdad'ın Türk kültürü kimliğinin bütün güzelliği ile ortaya
konulması, onun Türklük yüzündeki örtünün kaldırılması idi. Bağdad'ın bu yönü üzerinde şimdiye hiç bir
şekilde durulmamıştır. Onun zengin kültür hayatında, Türk varlığının
bütünüyle ortaya konulması hiç bir kimsenin üstesinden gelemediği fevkalade bir
başarıdır.
Diğer taraftan, madalyonun bir de öbür
yönü vardır. O da konunun; Çin
Seddinden Hazar denizi kıyıları Tanrı dağları ve Seyhun nehri
yataklarından Ceyhun nehri ve Horasan yaylalarına kadar yayılan Orta-Asya ve
Turan yurdu boyutlarıdır. Zira
İslam dini; Turan yurdunda bir
hidayet fırtınası haline geldikten sonra, Arapça; "Hayır!" Allah'ın
kelamı bu yağız çehreli, yiğit insanların ikinci bir ana dili gibi onların
gönlünü doldurmuş, bütün ırkı mülahazaların dışında ilim, şiir, edebiyat hulasa bir coşku dili olmuştur.
Turan yurdunun büyük medreseleri
ve onların altın yıldızlı kubbelerinin
altında, her türlü ilimin tahsil Arapça yapıldığı gibi, yine bu sahalarda her
bir asırda yüzlerce binlerce Türk
asıllı Arap dili ve edebiyatı otoritesi
yetişmiş ve bu Türk otoriteleri tarafından Arap dili, luğat, sarf, nahiv, fasahat ve belağat
konularında yüzlerce, binlerce Arapça
kitap yazılmıştır. Bunlardan birisi de
Zemahşeri’ dir ki: O olmasaydı, Kuran'ın
manası keşfedilmediği gibi Arap dili ve
edebiyatı da Turan yurdunda yetim
kalırdı.
Ne hazin bir tecellidir ki; Azgın Arap
ve yorgun Iran milli şuuru, Turan
yurdunda bu Türk asıllı ilim adamları ve Arap dili ve
edebiyatı otoritelerinin, burada
da karşısına dikilmiş ve onların etnik kökenlerini inkar ederek, Arap
ve İran milli kültürüne mal etmek için
insafsız bir yarış başlatmışlardır.
Onlar bu emelleri de de neylersiniz ki,
Türk ilim adamlarının sessiz ve teslimiyetçi
tutumları sayesinde başarılı da
olmuşlardır. Azgın Arap milli
şuuru, başta Zemahşeri olmak üzere İbrahim el-Faribi ve Hammad elCevheri gibi, soyu, sopu, hasebi, nesebi
itibarı ile katıksız bir Türk olan büyük dahi, Arap dili ve
edebiyatı otoritelerini bile, Araplaştırmada herhangi bir sakınca
görmemiştir.
Bu çalışmamızda yine Moğollar devrine
kadar Orta Asya Türklüğü ve Turan Yurdunun Arap dili ve edebiyatının
gelişmesine yaptığı hizmetler ele alınmış ve
bu kudsi hizmete emeği geçen Türk
alimleri ve onların hizmetleri üzerinde
durulmuştur. Bu cümleden olmak üzere; azgın Arap ve yorgun İran
milli şuurunun karşısına ilk defa olgun Türk
milli şuuru ile çıkılmış, Turan
yurdu ve bu geniş coğrafyada yetişmiş Türk asıllı
Arap dili ve edebiyatı otoritelerine kendi kültürümüz açısından yaklaşılmış ve onlar Türk İslam
'medeniyet ve kültüründeki yerlerine oturtulmuştur.
Konuya ilk çalışmamızda olduğu gibi,
Turan Yurdunda da bir kültür, bir edebiyat ve bir yaşayış açısından yaklaşılmıştır.
Bu büyük ve baş döndürücü gelişmelerin asıl odağı ve bir
örnek olmak üzere, geniş Turan
yurdunda, üstelik Arap ve İran'ın etnik nüfuz ve dil etkisinden inadına
uzak bir bölge olarak Harzem deltası
seçilmiş bu defa Bağdad'ın karşısına “Harzem
ekolü" ile çıkılmıştır.
Başta Zemahşeri olmak üzere bu ekolün, Türk asıllı Arap dili ve edebiyatı
otoriteleri üzerinde durulmuş, onların hizmetlerinin genel bir
değerlendirilmesi ve ilk defa hem de kıyasıya
bir tarih muhakemesi yapılmıştır. Netice meydandadır. Manzaranın heybeti
ve yüceliği karşısında, insanların hayret ve
dehşet içinde kalmamaları mümkün değildir. Artık bundan sonra: Azgın
Arap, yorgun Iran milli şuurun karşısında dimdik ve olgun Türk milli şuuru
vardır.
Herkes şunu bilmelidir ki; Türkler
sadece parlak “kılınçları" ile İslam dininin gelişme yücelmesini sağlamak
ve onu kıtalar arası bir din haline getirmekle
kalmamışlar, "kalemleri" ile de sadece Arap dili ve edebiyatı değil,
İslam kültür ve medeniyetinin
gelişmesine de çok büyük hizmet etmişler ve onu kıtalar arası bir büyük kültür
ve medeniyet haline getirdikleri gibi, İslami ilimlerin her bir dalında onun en
büyük temsilcilerini yetiştirmişlerdir.
Bu
çalışmamızda, bu baş
döndürücü gelişmeler ve Türkün külli medeni karakteri ele
alınmış ve müslüman Türk'ün Tanrı
dağı kadar ulu ve yüce şahsiyeti ve onun Arap dili ve edebiyatı aynasındaki
yansıması bütün heybeti ile Türk
okuyucusunun önüne konulmuştur. Artık bundan sonra her türlü takdir Türk
okuyucusunundur. Her türlü başarı ve hidayet Allah'tandır.
Mayıs: 2004 KONYA Prof. Dr. Zekeriya
KİTAPÇI”.
İçinde: Kitapçı, Zekeriya: Orta Asya Türklüğünün Arap dili ve
edebiyatına hizmetleri: Harzem Dil Ekolü. (Moğollar Devrine Kadar Orta Asya
Türk İslam Medeniyeti). Konya :
Yedikubbe, 2004. 5-12ss. http://studylibtr.com/doc/3713099/prof.-dr.-zekeriya-kitap%C3%A7i
Arka kapak:
6.1/
“Harizmi o denli büyüktür ki, Batı ve
Arap tarihçiler, başka Türk bilim adamlarına yaptıkları gibi onu da Türk saymak
istemediler, etnik kimliğini ya açıktan yadsıdılar ya da hiç söz etmediler.
Kimileri, adını doğduğu bölgeden almasına karşın, Harizmi’li olduğunun şüpheli
olduğunu söyledi ve dayanaksız bu savı kanıtlamak için, “Harizmi’de doğan bir
insanın Bağdat’a gelmesinin çok zor olacağı” gibi akıl dışı gerekçeler ileri
sürdü. 2 Harizmi’yi, kaynaklarına
Arap-İslam bilgini olarak geçtiler.”. http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/04/turk-biliminin-dahileri-harizmi-ve.html#more
7/
“Orta Asya’da İran Faktörü
Hiç şüphe yok ki yeryüzündeki
milletler, insanlığa yön vermiş büyük adamlara âdeta sahip çıkma ve mümkünse
onu kendi halkından gösterme yarışı içindedir desek pek yanlış söylemiş olmayız. Öyle zannediyorum
ki, biz Türkler, diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da maalesef geri kalmış
durumdayız. Türk olduğu kesin olan büyük zatların bile Türklüğünü söylemekten
geri duruyor, hatta onlara sahip bile çıkmıyoruz. Ülkemizde ırk ve milliyet
konularını yanlış değerlendiren bir İslam anlayışı olduğu sürece, bu tavrımız
daha da devam edecektir. Hâlbuki her düşünürün bir milliyeti, bir kökeni
vardır. Düşünceleri üzerinde etkili olan, içinde yaşadığı bir kültürel çevre
vardır.
Bunların bilinmesi hem tarihî, hem de
bilimsel araştırmalar için gereklidir. Bazı milletler ise kendilerinden olması
muhtemel bile olsa pek çok düşünürü kendilerinden kabul ederek dünya çapında
yetiştirdiği ünlülerin sayısını artırma peşindedirler. Bu hususta
kaydedilebilecek ülkelerin başında İran gelmektedir. Öyle ki, kendi
coğrafyalarına yakın yerlerde doğmuş büyümüş, hatta İran’da okumuş veya bir ara
orada bulunmuş her mümtaz şahsiyeti kendinden gösterme çabası içindedir. Bu
elbette Fars kültürüne bir şekilde temas etmiş herkesi İranlı sayma
psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Şah döneminde olduğu kadar, Mollalar
döneminde de İran’ın bu politikası değişmedi. Kültürle etkileşim halinde olmak
ya da etkisinde kalmak başka, etnik aidiyet konusu başkadır. Mesela bugün dünya
Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altındadır dediğimiz zaman herkes batılıdır
demek istemiyoruz. Batı kültürünün etkisi altında kalmıştır demek isteriz.
Bugün dünyada önemli şahsiyetlerin
milliyetleri veya etnik kökenleri hususunda Batılı araştırmacıların çifte
standartları bilinen bir gerçektir. Çünkü onlar, eserlerini Arapça olarak
kaleme almış bulunan bütün yazarları, filozofları vd. hepsini “Arap yazarlar”
kategorisinde gösterirler. Hatta kaynakları Arapça diye İslam Felsefesini “Arap
Felsefesi” ismiyle anarlar. Hâlbuki kendileri, Latince yazan bütün yazar ve filozoflarını “Latin yazarlar”
kategorisinde değerlendirmezler. Kaynakları hep Latince olan Hıristiyan
felsefesine hiçbir zaman “Latin felsefesi” demezler. Hatta onlar, dönemin bilim
dili olan Arapça ile eserler vermiş her Doğulu düşünür hakkında “Arap filozofu”
veya “Arap yazar” diye bahsederken; Batının bilim dili olan Latince ile eserler
vermiş düşünür ve bilim adamlarına “Latin filozof” veya “Latin yazar” demezler.
Mesela; İngiliz Newton, Alman Leibniz ve Kant, Hollandalı Spinoza eserlerini
Latince vermiş olmalarına rağmen milliyetleriyle anılırlar. Keza günümüzde mensup
olduğu ırkın dilini bilimsel olarak kullanmayan, eserlerini İngilizce ve
Almanca veren Albert Einstein ile Sigmund Freud, Alman ve İngiliz değil, Yahudi
bilim adamları olarak anılırlar.
Bugün İran, kendisine yakın bir
coğrafyada yaşamış ve kendi dilini kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve
bunun için, kendi kültür tarihi ve edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz
şahsiyetleri uluslararası arenada da kabul ettirmiş bulunmaktadır. Malesef,
Türk dış işlerinde ve kültür politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip
çıkma gibi bir geleneğimiz olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen
hepsini sahiplenmiş ve dünya literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü
bir kaynak harcamıştır.
Mesela Şah dönemi İran’ın mümtaz
misafirlerinden olan Fransız Profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret
karşılığında hazırladığı dört ciltlik “İran Tarihi”nde Türk, Özbek, Azeri,
Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce, din ve tasavvuf adamı varsa hepsini yani
Türkistan-ı Kebîr’in bütün bilginlerini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir.
Sözgelimi, ünlü İşrak filozofu Azeri Türk’ü Şehabeddin Sühreverdî olsun, Özbek
Türk’ü olan İbn Sina olsun, sadece İran’a yakın bir coğrafyada yaşadıkları ve
Farsça risaleleri bulundukları için hemen İranlı yapılmıştır. Tabiî ki Şah da bunun altında kalmayarak, Corbin’e Hazar
Denizi’ne nazır tribleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan
geri kalmamıştır. Henry Corbin eğer Sühreverdî ve İbn Sina’nın fikirlerini
incelediği kadar, milliyetlerini de aynı titizlikle inceleseydi, doğruyu ifade
etmiş olurdu ama doğruyu yazabilir miydi? Eğer doğruyu yazsaydı, kendisini kim
ödüllendirirdi, Türkiye mi? Türklüğün aşağılandığı ve ırkçılık kabul edildiği
bir ülke tarafından mı? Kavram kargaşasının yaşandığı ve çarpık bir din
anlayışının hüküm sürdüğü bir ülke tarafından mı?
İran’ın uluslararası bu kültür
politikası, geçmişte Şah döneminde neyse, şimdiki mollalar döneminde de
aynıdır. İran dahi Ortaasya’da, özellikle Türkistan’da yetişmiş, Horasan ve
Maveraünnehir bölgesinin bütün önemli şahsiyetlerine sahip çıkmış ve dünya
arenasında onların İranlı olduklarını vurgulamaya çalışmaktadır. Bazı internet
sitelerinde ve özellikle Britanica ve Wikipedia gibi dünyanın tanınmış
ansiklopedilerinde konuyla ilgili maddelerinde Türk olduğu müsellem olan kişileri
bile İranlı gösterme gayretindedirler. En basit köylüsünden devlet başkanlarına
kadar hemen hemen herkes, etnik kökeni ne olursa olsun, İran kültürünün
uzandığı her yerde, ne kadar bilgin, filozof, mutasavvıf varsa hepsini İranlı
göstermek için âzamî gayret sarf etmekte ve bunun için de Batılı bilim adamı ve
araştırmacıları İran’a davet edip, onlara böyle çalışmalar yaptırmaktadırlar.
Kısaca, günümüzde İranlı yazarların ve bunları kaynak gösteren bazı Türk ve
Batılı yazarların Farsça risalesi olan hemen hemen bütün bilginleri İranlı
kabul etme gibi bir takıntıları vardır. Hâlbuki bu bilginler, devrinin ilim ve
tasavvuf dilleri olan Arapça ve Farsça ile yazmışlardır. Farsça o zamanlar
önemli bir dil olmasaydı, bir Türk devleti olan Selçukluların resmi dili Farsça
olmazdı.
Peki dilden dolayı Selçuklulara da mı
“İranlıların devletidir!” diyeceğiz!
Problem Nereden Kaynaklanıyor?
Konuyu tarihî bir realite olarak ele
almak zorundayız.
Burada söz konusu olan konu İran ile
Müslüman Türkler’in asırlardır iç içe yaşamış olmalarıdır. Türkler Müslüman
olmadan önce, İran İmparatorluğu’nun Türk devletleriyle arasında kesin bir doğu
sınırı vardı. Bu sınır Maveraünnehr’in berisinde idi. Persler, daha ziyade
Körfez çevresinde yoğundular. Zaten Farisî denen dil körfez bölgesinin dili idi
(Ş. Sami, Kâmusu’l-A’lâm, ilgili madde) ve aynı zamanda
Sanskritçe denen Hint dilinin büyük
bir lehçesiydi. Dolayısıyla Türkistan sınırı Maveraünnehr’in berisinden
başlıyordu. Bu sınırın doğu ve kuzeye doğru olan kısmı Türkistan’dı.
Türkler Müslüman oldukça, batıya
doğru, bugünkü ifadeyle İran içlerine doğru yoğun bir şekilde göç etmeye
başladılar. Aslında Türkler’in batıya göçüşü özelikle Küçük Asya’ya yani
Anadolu’ya göçleri İslamiyet’ten önce de vardı. İran içlerine Türkler’in
göçüşü, Müslümanlığı kabul ettikleri ilk yüzyıl ile ikiyüz elli yılları
arasında daha yoğun olmuştur (A. Sayılı, Was İbn Sina an Iranian or a Turk?, s.
8).
Dolayısıyla İran’la Türkistan
arasındaki sınır sürekli olarak doğuya ve kuzeye doğru doğal olarak kaymıştır.
Yakut Hamevî, Mu’cemü’l Buldan adlı eserinin muhtelif sayfalarında o bölgelerin
şehirlerinin tarihçesini verirken bunları görmek mümkündür. Çünkü Müslüman olan
Türkler kendi yöneticilerinin, kabile veya hükümdar sülalesinin adlarıyla
anılmaktaydı. Müslüman olmayan Türkler ise Türk adıyla Asya içlerine ötelenen
Türkistan sınırının doğusunda ve kuzeyinde kalıyorlardı. Bir diğer tabirle
Müslüman oldukça Türkler “Darü’l-İslam” adı verilen sınırın içine dâhil
oluyorlardı.
Türkistan adı verilen bölgeler ise
“Darü’l-harp” olarak görülüyordu. O zamanki Arap müelifleri, o bölgedeki
Türkler’i Kur’an’da geçen “Yecüc-Mecüc” gibi menfi sıfatlarla anıyorlar ve hatta İbn Miskeveyh
gibi bazıları da onları insan olarak bile görmüyordu. Bu sebeple Müslüman
Türkler bile kendilerine “Biz Türküz” diyemiyorlar, “Biz Karahanlıyız,
Kaşgarlıyız, Harezmşahlıyız, şuyuz, buyuz” diyorlardı ama bir türlü “Türküz”
demiyorlardı.
Çünkü o çağlarda Müslüman olmayan
Türklerin bölgesine Arapça “Diyar el-etrak”, İran’ın kuzeydoğusundakiler için
Farsça “Turan” deniyordu.
Müslüman oldukça, gayri Müslim kalan
ırkdaşlarından uzaklaşarak İran içlerine doğru göç eden Türkler, İran içinde
son derece yoğun bir Türk nüfusa sahip oldular ve pek çok Türk devletleri
kurdular. Bugün bile İran’da Fars (Pers) nüfusundan fazla Türk vardır. Ancak,
bu Türkler hem dil hem de kültür olarak Fars kültürünün yoğun etkisinde
kaldılar. Nitekim Türkçemizdeki namaz, oruç, abdest gibi temel dinî kavramlar
bile Farsçadır. İşte problemin özü, esası budur. İran kavramı aslında bir
coğrafya adıdır. Bunların hepsini Pers kabul etmek tarihî bir hata olur. Bugün
İranlılar, hepsine “İranlı” diyerek tamamının Pers kabul edilmesini
istemektedirler. Bu sebeple o coğrafyanın bütün yetişmiş değerlerini mütecaviz
bir sahiplenme psikolojisi içinde kendilerine mâl etme çabası içindedirler.
Batılı araştırıcıların hatası da
Dicle’nin doğusunda yaşayan bütün insanları tetkik etmeden “İranlı” kabul
etmeleridir.
Her ne kadar bu görüş yavaş yavaş terk
edilse de, gerek ilmî gerek popüler sahalarda bu söylemle karşılaşmak hâlâ
mümkün.
Zaman içinde Türkler’in kâhir
ekseriyeti Müslüman olunca Türkler hakkında Arapça olumlu sözler ve eserler de
verilmeye başlanmıştır. Türkistan adı da önceki sınırlarına, başta Maveraünnehr
olmak üzere Orta Asya’yı temsil eden bir isim olmuştur. Ancak önceki
“Yecüc-Mecüc” gibi o kötü vasıflandırmalar, putperestlik ve şamanlık vb.
gibi hususlar, eski kaynaklarda geçtiği
için, bugün bile onların kritiği yapılmadan, alınan bilgiler günümüz insanları
için son derece yanıltıcı olmaktadır. İşte bu sebeple hem klasik kaynakları hem
de ilmî ve tarihî verileri, yazılma şartlarını dikkatlice ele almak
gerekmektedir.”. https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/m/e/meshurlar-1483446083.pdf
8/
“Arap dilciliğinin gelişmesinde ve
zengin Arap leksikolojisinin öğrenilmesinde Ortaçağ
Türk bilim adamları büyük rol üstlenmişler. Çok ciltli ansiklopedik
sözlükler, Arapça-Türkçe sözlükler, Arap edebiyatının tanınmış yapıtlarına
yazılmış şerhler, Arap dilciliğinin Arapça'nın ses bilimine, biçim bilimine ve
söz dizimine ait yapıtlara Türk dilcilerin yazdığı şerhler Arap dilcilik tarihinde
kendine layık yer tutmaktadır ve günümüze kadar değerini kaybetmemiştir.
Ne yazık ki bu
dilcilerin eserleri şimdiye kadar yeterince incelenmemiş ve onların
yapıtlarının listesi bile tutulmamıştır.
Ancak bu yapıtlar Dünyanın birçok kütüphanelerinde ve el yazma hazinelerinde
korunuyor.
Bu çalışmada, dilcilik tarihinde ilk
defa, Ortaçağ Türk dil bilimcilerinin adları ve yapıtlarının listesi bilimimize
kazandırılmış, onların mevcut katalog ve ansiklopedilerde çok nadir bulunan
özgeçmişleri yazılmıştır..”. http://www.kitapyurdu.com/kitap/ortacag-turk-dil-bilim-adamlari/77516.html&filter_name=bilim%20adamlar%C4%B1
9/
İçinde:
Bilhan, Saffet: Orta Asya bilgin Türk hükümdarlar
devletinde eğitim-bilim-sanat / Saffet Bilhan. - Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı, 1988. 5.s.
10/
“Yakın
Doğu ve Orta Asya'dan, Kuzey Hindistan'a
kadar uzanan topraklardaki İslam öncesi var olan kültür ve medeniyet, İslam
aracılığıyla İspanya'ya aktarıldı. İslam ve Arap dilinin etkisiyle, bu
bölgelerdeki bilim ve teknoloji, muazzam bir şekilde gelişti ve ilerledi. İslam
medeniyeti yükselirken, Avrupa, bilimsel gelişme alanında çok gerilerde
kalmıştı. Charles Singer, "Bilim ve Teknoloji Tarihi" isimli
kitabının ikinci cildinde, şu gözlemini dile getirir:
"Yakın
Doğu, Batı'dan çok üstündü. Neredeyse teknolojinin her dalında en iyi ürünler
Batı'ya, Yakın Doğu'dan ulaşıyordu. Teknolojik olarak Batı'nın, Yakın Doğu'ya
sunabileceği pek az bir şeyi vardı.". http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/bilim_ve_teknoloji/islam_teknolojisinin_batiya_gecis_yollari.asp
11/
““İki
Çadır Üç At”
Doğu bilimine Batıdan yönelen yadsıma,
doğuluların tümünü ilgilendiren bir sorundur ancak bu sorun Türkleri iki
kez ilgilendirmektedir. Doğunun her düşüncesini felsefeden
atan anlayış; Türklere, felsefeden attığı Doğu düşüncesinde
bile yer vermez. Bu anlayışa göre; “iki çadır üç atla” ordan
oraya göçen “okuma-yazma, kitap-kalem bilmez cahil” Türklerin
bilim bir yana, “tarih içinde bile” yerleri yoktur; “1071’de,
uygar dünyaya sızan” bu “barbarlar”, “ait
oldukları yere, Orta Asya’ya gönderilmelidir”. Türklerin, “uygarlık
içinde ele alınabilecek bir kültürleri yoktur”, “kültür yaratmak
için ulus olmak gerekir, Türkler hiçbir zaman ulus olamamıştır.”
Batıda
binlerce yıl işlenen ve bugün de işlenmekte olan Türk imgesi budur. Oysa Türk
bilim adamları, Doğu aydınlanmasının önde gelen yaratıcıları
olmuşlar ve Batılıların Arap bilimi adını verdiği bu aydınlanmaya yön
vermişlerdir. Örneğin İbn Haldun, Arapların genellikle “uygarlıktan
yoksunluğu” temsil ettiğini, bütün milletler içinde “sanata en
az yatkın millet” olduklarını söylemiş; buna karşın Türkler’in hem“savaş
tekniklerinde” hem “sanat alanında” hem
de “bilimde ve bilime değer vermede”“takdire değer” olduklarını
ileri sürmüştür.1
Türklerin Durumu
Bilime ve gerçeklere her şeyden çok önem
veren İbn Haldun’un, Türkleri “sanat alanında ve bilime
değer vermede” övgüye değer bulması, yalnızca büyük bir bilim adamının
kişisel bir değerlendirmesi değil, nesnel bir saptamadır. Saptamaya neden olan
gerçeklik ise, Doğu aydınlanmasını ve ona temel oluşturan
düşünceyi büyük oranda Türk bilim adamlarının başlatmış ve geliştirmiş
olmasıdır.
Ordusu ve
devlet kadroları içinde Türkler’in etkin olduğu Abbasiler döneminde
ortaya çıkan düşünce varsıllığı, kendiliğinden ortaya çıkan bir olgu değildi. Doğu
aydınlanmasında önemli bir yeri olan bu varsıllık, Basra’da ortaya
çıkmıştı. Hz.Ömer döneminde kurulmuş olan bu yeni kente, Türk
illerinden bilim ve sanatla uğraşan ikibin genç aydın gelmiş
ve Basra’daki “düşünce patlamasını” bunlar
yaratmıştı. Doğu aydınlanmasına beşyüz yıl yön veren ve inancı
akılla birleştirerek yazgıcılığı reddedenMutezile felsefesi, Türk
illerinden getirilen bu aydınlar tarafından
yaratılmıştı.2
Tarihsel Sorumluluk
Doğu aydınlanmasında yer
alan Türk düşünürlerin sayı ve niteliği, özgür düşünceye yaptıkları öncülük,
dünya bilimine katkıları ve ürettikleri yapıtlar; ancak ve elbette, geçmişten
gelen büyük bir bilimsel birikimin ve kültürün ürünleriydi. Çok eskiden beri,
dünya bilimine yön verenler ve bilim dünyasının en tepesinde yer alanlar
onlardı.
Batılıların, “Millet bile olmadığını” ileri
sürdüğü Türklerin, bilim adamı, üstelik bu düzeyde bilim adamı yetiştirmesini
kabul etmek Batı için olanaksızdı. Böyle bir kabul,“binbir emekle” yarattıkları
tarihsel kurgunun çökmesi demekti.
Bunu önlemek, yani yanlışa dayalı tarih
anlayışını sürdürmek için, bilim
adamlarımızın etnik kimlikleriyle oynadılar; onları Arap ya da İranlı yaptılar
ya da hiçbir şey yapmayıp kimliksizleştirdiler. Türk bilim
adamlarını “kökeni belirsizler” içine aldılar, adlarını yok
saydılar, onlara Latince adlar taktılar. Buluşlarını ve düşüncelerini çaldılar,
kaynak göstermeden kitaplarında kullandılar...
Doğu-Batı
ilişkileri sorununun, Türkler’i başka doğululardan ayrımlı olarak, iki
kez ilgilendiriyor olmasının nedeni, etik dışı bu girişimlerin hala
süren etkisidir. Bu etki kırılmalıdır. Bunu başarmak, Türklerin yalnızca kendi
tarihlerine karşı değil, evrensel bilime karşı olan görevleridir.
DİPNOTLAR
1. “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”Prof.İlhan
Arsel, Ank.Üniv., Hukuk Fak. Yay., 1973, sf.59
2.
“Türkler’in Dini” Prof. Fuat Bozkurt Cem Yay., 1995,
sf.187-188”
12/
“Arap bilimi değil Arapça bilim
Bağdat,
Semerkand, İsfahan, Kahire’de,
Endülüs’teki çalışmalar
sayesinde Arapça, bilimin
evrensel dili olarak
Yunancanın tahtına oturdu. Bu
arada, söz ettiğimiz
iki kitapta da önemli bir
uyarı var: El-Halili
kitabında, “Arap bilimi” değil “Arapça
bilim” diyor. Arap,
İranlı, Müslüman ya da
Hıristiyan bilimciler olmasına
karşın, önemli olan o
sıralarda kullanılan ortak
dilin Arapça olması.
Jonathan Lyons’un
kitabının başLığı Araplar Batı
Medeniyeti’ni Nasıl Dönüştürdü?
olsa da, yazar “Arap ilmi”, “İslam
aydınlanması” gibi tanımlamalar
kullansa da “Okuyucu-
lara not”
diye koyduğu iki
sayfada, Bilgelik Evi’ndeki
eserlerin tamamının Araplara
ve Müslümanlara ait
olmadığını belirtme ihtiyacı
duyuyor. İranlılar, Yahudiler, Yunanlılar,
Süryaniler, Türkler, Kürtler
ve başkalarının da bu dönemde
bilim, teknoloji ve felsefenin
tüm alanlarında çok önemli roller
oynadığını vurguluyor.
Bilgelik Evi
geleneği içerisinde Farabi, İbn-i
Sina, İbn-i Bâce,
Kindi, İbn-i Heysem,
Ebu Bekr Zekeriyya
Razi, İbn-i Tufeyl
gibi dünya düşünce tarihinde
isimleri saygıyla anılan kişiler
yetişmiştir. Onlar ki, Rönesans
bilimcilerinden önce Güneş
Sistemi’nin temelini attılar,
tansiyonu, gözün- ışığın
yapısını tarif ettiler.
Hepsinden öte “bilimsel yöntem”i kullandılar.
Avrupa’da Alkindus
diye tanınan Kindi,
felsefesinde, Platon,
Aristo ve Plotinus’un
görüşlerinin bir sentezini
yapmıştır. Bugün dünyanın
her yerinde kullanılan
‘cebir’ sözcüğü Harezmi’nin El’Kitab’ül-Muhtasar fi
Hısab’il Cebri ve’l-Mukabele
(Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine
Özet Kitap) adlı
eserinden gelir. Avrupa’da
Avicenna olarak bilinen İbn-i Sina’nın Tıp Kanunu, 1600’lere
kadar standart bir Avrupa metni
olarak kaldı. Optik, kimya ve
coğrafyaya ilişkin Arap
kitapları da aynı
şekilde uzun
ömürlü
oldu. Bu büyük âlim bir nevi Aristo ile
Descartes arasındaki köprü oldu.
Aslında sadece o
değil hepsi 16. yüzyıl
ve ötesine uzanan etkileriyle Descartes, Kopernik,
Galileo ve Newton’ın
çığır açan çalışmalarını şekillendirdi.” (51-52ss.) İçinde: Atmaca,
Gül: Antik Yunan ile rönesans arasındaki köprü ortaçağ doğu aydınlanması ve
bilgelik evi. Bilim ve Gelecek / Aylık
Bilim, Kültür, Politika Dergisi, (96), Şubat 2012, 49-53.ss. Kaynakçası
vardır. 1. AYDINLAR. - 2. BİLİM HAYATI, İSLAMİYET. - 3. RÖNESANS. - 4. BİLİM. -
5. BİLİM TARİHİ. - 6. BİLİM TARİHİ, YUNAN. - 7. BİLİM TARİHİ, TÜRK. https://kupdf.com/download/bilim-ve-gelecek-_5986b5e5dc0d602907300d19_pdf
13/
“Özet
olarak, Oryantal despotizm teorisi sadece Asya’nın ‘geri kalmışlığını’
açıklamak için değil, aynı zamanda Avrupa kimliğinin ileri ve demokratik bir medeniyetin
beşiği olarak –geçmişte ve şu anda- oluşturulması açısından önem taşımaktadır.
Ve bu yolla teori Avrupalıları dünya tarihi içinde daima ilerleyen bir özne
konumuna yükseltirken Doğulu insanları da
gerileyen, pasif bir nesne konumuna getirtecektir…”(9).”. http://www.canmehmet.com/ingilizler-sanayi-devrimini-sahiplenmek-icin-hayali-bir-yunanistan-kurguladilar-4.html
Yukarıdaki
cümle sebebiyle bir soru: Biz Türklerin Büyük Asya kökenli bilim adamları için
ne gibi çarpıtmalar yapılmıştır…
14/
“Burada
acıda olsa Orta Asya Türk İslam Medeniyeti, Kültür ve Tarihi için tespit
edilmesi gereken bir hakikat vardır. O da; Batılı ve sömürgeci Avrupa’nın yine
sömürgeci müşterik zihniyetli tarihçileri ve araştırmacıları bir tarafa, bizim
kendi tarihçilerimiz, ilim ve kültür adamlarımızın, bu baş döndürücü medeni
gelişmeler karşısında inadına sessiz kalmaları ve bir çok hallerde tamamen
teslimiyetçi ve affedilmez bir ihmal içinde olmalarıdır. Daha açık bir ifade
ile Türk tarihçileri İlim ve Din Alimleri; Batılı oryantalistler (müşterikler)
kadar bile, Orta Asya Türk İslam Tarih Kültür ve Medeniyetine sahip
çıkmamışlar ve bundan daha da azısı bu büyük kültür ve medeniyetteki tartışılmaz
derecedeki üstün ve parlak yerimizi tamamen Arap ve İran Milli Şuuru’nun
insafına bırakmışlardır. Şimdi soruyoruz! Arap ve İslam Milli Şuuru
karşısında bu teslimiyetçi durum daha ne zamana kadar devam edecektir?”. İçinde:
Kitapçı, Zekeriya: Orta Asya Türk İslam
Medeniyeti Tefsir Ve Hadis İlminin Gelişmesinde Müslüman Türklerin Yeri. 2.
Baskı. Yedi Kubbe, 2016. http://www.kitapyurdu.com/kitap/orta-asya-turk-islam-medeniyeti-tefsir-ve-hadis-ilminin-gelismesinde-musluman-turklerin-yeri/127891.html
15/
“Yüzyıllar
önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen
kitaplar ve buluşlar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı
bilim adamları tarafından nasıl sahip çıkıldı?
Dekart,
Galile, Kopemik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli,
Kristof Kolomb, Vasco de Gama...
İçinizde
bunları tanımayan var mı? İlkokuldan başlayarak tanımaya başladığımız bu
yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun
"ilk" sahibi. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve
İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitaplar ilk bulan
alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı.
Günümüzde batılı bilim adamları bunları yer yer itiraf etmektedirler.
Mesela
"Newton'dan yerçekimini "ilk bulan" kişi diye bahsederiz. Oysa
yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir müslüman:
Razi'dir.”. http://www.bilimvetarih.com/node/13 ** http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/58/01/615899/dosyalar/2012_12/19112447_islambilginleri.docx ** http://tv.dunyavegercekler.com/musluman-bilim-adamlari-once-onlar-buldu-batililar-sahiplendi-.html
16/
“"Hatırlamak
gerekiyor ki; Batılılar –sadece bazı alanlarda- son 200 senede ciddi bir
ilerleme kaydetmişken, dünya tarihinde en az 900 yıl boyunca dünyanın en ünlü bilginleri ve düşünürleri İslam coğrafyasında
yetişmiştir. "
"Batılıların kendilerine mal ettiği
birçok önemli buluşun aslında Müslüman bilginlere ait olduğunu, neredeyse tüm
bilim dallarında ilk önemli eserlerin çoğu Türk
olan Müslümanlar tarafından yazıldığını,"
"Günümüzde Avrupalıların ve
Amerikalıların geliştirdiği bilim ve teknoloji ürünleri, Türk, Arap
ve İranlı Müslüman bilginlerin kitaplarından öğrendikleri bilgilerin
geliştirilmesi sayesinde ortaya çıkmıştır"
"Eğer Müslüman bilginler öncülük etmeseydi; günümüzde
değil bilgisayar, cep telefonu, tablet, gözlük, otomobil ve uçak görmek; Paris
çocuk oturaklı krallardan bile kurtulamamış, Londra gecekondu bile olamamış,
Berlin tahta arabadan başka araç görememiş, Amerika kıtası henüz keşfedilmemiş
olacak; Doğu ve Batı’da yaşayanlar her türlü mikropla can-ciğer olup, hep
birlikte hastalıklardan kırılıp dökülmeye devam edecekti.
Yakıcı gerçek bu iken; Batı sömürgeciliği, kültür
emperyalizmi yoluyla bu gerçeği uzun süre gizlemekte; şimdilerde bizim hiç bir
şey üretemeyeceğimiz, her alanda Batıyı taklit etmek zorunda olduğumuz yalanını
yaymaya özen göstermektedir. Bu yalanla bizi hem aşağılık duygusuna
itmeye, hem de bizden çaldıkları bilgileri gizlemeye çalışmaktalar.
Bu çalışmada ise, tarih boyunca -çoğu
Türkiye’nin kültürel hinterlandında yetişen- hepsi birbirinden önemli Müslüman
bilginler ve düşünürler tanıtılarak, Batı yalanı çürütülmekte ve gençlerimizin
kendilerine güvenmeleri için yeterli bir onurlu bir geçmişe sahip olduğu açık seçik ispatlanmaktadır.".
(16.01.2018). http://www.dokuzhaber.com/medya/ihsan-isik-in-ezberleri-bozacak-yeni-calismasi-yayimlandi-h5629.html
17/
-----------------.
18/
19/
Türklerin
bilime katkıları - Sayfa 10
https://books.google.com.tr/books?isbn=9751620880
Melek
Dosay - 2008 - Snippet görünümü
Bütün bu
tarihsel dönemlerde Türkler”in bilimsel başarılarını saptarken, sadece Türk bilim
adamlarını belirleyerek yetinmek doğru
bir tespit olmayacağından, milliyeti ne olursa olsunbilim
adamlarını destekleyen, onları himaye
eden Türk yöneticileri ve aileleri de
bu değerlendirmeye dahil ... Özellikle Ortaçağ İslâm Dünyası”nda Türkler, İranlılar ve Araplariçiçe yaşamış ve çalışmış olduklarından, bu uygarlık
çevresindeki çoğu bilginin milliyetini kesin olarak tespit etmek kolay
değildir.
----------.
20/
21/
Türk
düşünce tarihinde felsefe hareketleri - Sayfa 108
https://books.google.com.tr/books?id=X3cOAAAAIAAJ
Böylece
zamanında arapçanın bilim dili olarak önemini vurgulamıştır1. Harizm dolayları
çoğunlukla Türklerin oturduğu bölgelerdendir. Birunî'nin yazılarından henüz
gençken Türklerle konuştuğu anlatılmaktadır. Onun anadilinin Peçeneklerin
Türkçesinin etkisinde kaldığı kabul edilmektedir. Sonuç olarak Birunî'nin
Harizm dolaylarında yaşayan Türklerden olduğu günümüzde birçok bilim
adamları tarafından kaydedilmiştir.
Onun Arap ya da İranlı olduğu iddiaları doğru değildir.
22/
Ali Kuşçu
https://books.google.com.tr/books?id=nMPaAAAAMAAJ
Muammer
Dizer - 1988 - Snippet görünümü
Fakat
batılı birçok yazar Ortaçağ İslam bilimini Arap bilimi ve hatta bu bilime katkıda bulunanları Arap ve İranlı olarak tanımlar. Şüphesiz Ortaçağ İslam biliminin önem
kazanmasında Horasan ve Maveraünnehr bölgesinde yaşamış kişilerin büyük katkısı
olduğu bilinen bir gerçektir. Bilindiği gibi bu bölge halkının önemli bir
bölümü Türk kökenlidir.
Doğal olarak bu bölge doğumlu bilim adamlarının çoğunun Türk veya Türk kökenli oldukları kabul edilebilirse de milliyeti hakkında
kesin bir ...
Ali Kuşçu
Ön Kapak
Muammer
Dizer
Kültür ve
Turizm Bakanlığı, 1988 –
------------------
23/
“Türk
halklarının ortak kültürleri hakkında özellikle Ortaçağ dönemine ait çok sayıda
çalışma
mevcuttur. Ortaçağ‟da kültür, eğitim ve bilim dili
Arapça olması sebebiyle, Türk
topraklarından yetişen bilim adamları kendi çalışmalarını Arapça
yazmışlardır. Ancak eserlerin
yazarları Türk kökenli olmalarına rağmen, Arap kültürü
taşıyıcıları ve Arap bilim adamı olarak
sayılmıştır. Söz konusu dönemde baskın kültür Arap
kökenlilerin ortaya çıkardıkları kültürdü.
Ancak
E.Braun‟ın dediği gibi, bu devirlerde dünyaca ünlü 45 Arap bilim adamından 30‟u
farklı
soylardandı
(2). Buna “İkinci Aristo” olarak bilinen Ebu Nasır El Farabi, İbn-i Sina,
Mahmud
El-Horezmi,
Ebu Reyhan El-Biruni gibi bilim adamlarını örnek gösterebiliriz. Söz konusu
büyük
şahıslar bilim dünyasının çeşitli alanlarına katkıda bulunarak gelecek nesle
eşsiz miraslar
bırakmışlardır.
Örneğin, Farab şehrinden yetişen ulemalardan İshak el- Farabi‟nin çalışmasını,
bütün
Türk lehçelerinin karşılaştırmalı gramerinin temel taşı desek yanlış söylemiş
olmayacağız.
Bilindiği
üzere, İshak el-Farabi Arapça sözlük hazırlayan büyük bir bilim
adamıdır.”. http://www.tasam.org/Files/Icerik/File/ortacagdaki_ortak_turk_mirasi_ve_egitim_55a72d19-2df4-400e-b2c1-515f01b2b864.pdf
“Türkler İslam'ı kabul ettikten sonra hem dinî ilimlerde hem de
diğer ilim dallarında birçok bilgin yetiştirmiştir. Dünyaca ünlü bu bilginler,
bilimin gelişmesine ve yayılmasına önemli katkı sağlamışlardır.
Türkler yeni medreseler kurarak bilime katkı sağlamıştır. Bu
medreselerde ilim öğrenmek için her tür kolaylık sağlanmış ve talebelerin iyi
yetişmesine önem verilmiştir. İlmî gelişmelerde, Kur'an'ın "Oku!"
emrinin şüphesiz büyük katkısı olmuştur. İslam'ın ilimi teşvik eden öğütleri,
Müslüman Türkleri öğrenme ve öğretmeye sevk etmiştir. Bu amaca yönelik
olarak Semerkant, Taşkent, Buhara ve İstanbul gibi şehirler birer ilim merkezi hâline getirilmiştir. Buralarda yetişen bilim adamları bir taraftan öğrenci yetiştirmiş,
diğer taraftan da ölümsüz eserler yazmışlardır. Bu yollarla bilimin gelişmesine
ve yayılmasına katkı sağlamışlardır.
Müslüman Türkler, dinî ilimlerin yanında felsefe,
matematik, astronomi, tıp, fizik, kimya gibi sosyal ve fen bilimleri alanlarında
da önemli bilginler yetiştirmişlerdir. Bu ilim adamları çeşitli eserler kaleme
almışlardır. Bu konuda Atatürk, görüşlerini şöyle ifade etmiştir: "Bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden,
buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim." (sf.132). http://studylibtr.com/doc/4638092/ilk%C3%B6%C4%9Fretim---video.eba.gov.tr
“Ancak E.Bravn’ın dediği gibi, bu devirlerde
dünyaca ünlü 45 Arap bilim adamından 30’u farklı soylardandı [(2). Bk: Kaydar
A., Orazov M. Türkitanuğa Kirispe, Almatı: Arıs. 2004]. http://www.tasam.org/Files/Icerik/File/ortacagdaki_ortak_turk_mirasi_ve_egitim_55a72d19-2df4-400e-b2c1-515f01b2b864.pdf
24/
“Bu amaca yönelik olarak Semerkant, Taşkent, Buhara ve İstanbul gibi şehirler birer ilim
merkezi hâline getirilmiştir.
Buralarda yetişen bilim adamları bir taraftan öğrenci yetiştirmiş, diğer
taraftan da ölümsüz eserler yazmışlardır”
25/
26/
YAPILACAKLAR
Kitabın
Türkçesi: https://www.worldcat.org/title/turkluk-bilgisine-giris/oclc/837805805&referer=brief_results
niçin hazırladım:
“Bize
yıllarca ders kitaplarında Türk - Müslüman bilim adamı, filozof olarak
gösterilen İbn-i Sina, Biruni, Harezmi, Ömer Hayyam, Mevlana vs. hiçbiri Türk
değil.”. https://forum.donanimhaber.com/hic-turk-bilim-adami-filozof-sanatci-olmamasi--84813670
-----------------------.
Edward
Granville Browne
----------------------.
Kitap var mı?:
Bilim Merkezi Sermerkant /
Bilim Merkezi Taşkent /
Bilim Merkezi Buhara /
Bilimde Asya Kökenli Türk Bilim
Adamlarını Yok Sayan Yayınların Kaynakçası Yapılabilir.
origins-islamic-science BAŞLIKLI
yayınları aramalı.
http://www.dokuzhaber.com/medya/ihsan-isik-in-ezberleri-bozacak-yeni-calismasi-yayimlandi-h5629.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder