2 Şubat 2018 Cuma

MATEMATİK, TIP VE ASTRONOMİ GİBİ TEMEL FEN BİLİMLERİNİN GELİŞMESİ

MATEMATİK, TIP VE ASTRONOMİ GİBİ TEMEL FEN BİLİMLERİNİN GELİŞMESİ

Bunlardan meselâ; Matematik ve Cebir ilminin; İslâm ve insanlık tarihinde Muallim-i Ûlâsı; Muhammed b.Mûsa el-Harezmî adında bir Türktür. Harzem ufku, Matematik ve Cebir ilmi semasında bir “Güneş” gibi doğmuş ve dünyaları dolduran ve doyuran ilmi ile İslâm ve insanlık medeniyeti tarihinde bu ilmin, Türk asıllı “Muallim,i Ûlâsı” olmuştur. Zira Cebir ilmini metodik ve sistematik olarak ilk defa bu Türk Bilgini ortaya koyduğu gibi, Onun; uzun bir araştırma ve inceleme sonucu kaleme aldığı “el-Cebr vel-Mukâbele” adındaki kıymetli eseri de bu konuda yazılmış ilk derli toplu ve ciddi bir eser bir Cebir ve Matematik kitabıdır. Yine bu Türk Bilim adamı; Matematik ve Hesap ilminde ilk defa “sıfır”ı kullanmış, böylece Matematik ilminin sonsuza dek önünü açtığı gibi, bütün insanlığında sonsuza dek minnetini kazanmıştır. Bu bakımdan Cordanı; “Onu; dünyanın en büyük on iki dâhisi arasında” saydığı gibi, Rönesans devri Matematikçilerine göre ise; dünyanın en akıllı yedi kişisinden biridir." http://www.zekeriyakitapci.com/tr/bd/matematik-tip-ve-astronomi-gibi-temel-fen-bilimlerinin-gelismesi.html?I=10

" Türk Üniversiteleri ve bu Üniversitelerde bulunan Edebiyat Fakültelerinin hiç birine “Mahmud Kaşgarî”nin adı verilmediği gibi, hiç bir Tıp Fakültesine “İbn Sina” hiç bir Eczacılık Fakültesine “Beyruni” ve hiç bir Fen Fakültesine “el-Harezmi” ve hiç bir Siyasal Bilgiler Fakültesine “Yusuf Has Hacib”in adı verilmemiştir. Bunlara; Fârabi, Zemahşerî, İmam-ı Ebû Mansur Mâtürîdi, İmam-ı Buharî ve İsmail b. Hammad el-Cevheri gibi daha birçok Türk ilim ve fen adamlarını da ilâve etmemiz gerekmektedir. Peki, bütün bunlar ne ile izah edilecektir?" 




MATEMATİK, TIP VE ASTRONOMİ GİBİ TEMEL FEN BİLİMLERİNİN GELİŞMESİ
MATEMATİK, TIP VE ASTRONOMİ GİBİ TEMEL FEN BİLİMLERİNİN GELİŞMESİ VE TÜRK İLMİ DEHASININ HİZMETLERİ
Gerçekte Orta Asya Türklüğünün kendine has ilmi dehası yaratıcı gücü ve üstün idraki sadece; Tefsir, Hâdis, Fıkıh, Kelâm, Tevhid ve İslâm Felsefesi gibi Temel İslâmi ilimlere münhasır kalmamıştır. O; aynı deha ve medeni kabiliyetini Temel Fen Bilimlerinde de göstermiş ve bu ilimlerin gelişme ve yükselmesine çok büyük hizmetleri dokunmuştur. Nitekim Orta-Çağ Abbasîler devri kültür tarihinin önemli simalarından biri olan İbn Tıktıka, el-Fahrî adındaki kıymetli eserinde; “Türklerin; felsefe ve edebiyat ilimlerini bir tarafa bıraktıklarını ve ekseriye Matematik, Siyâkat, Tıp ve Astronomi gibi ilimlere çok ehemmiyet verdiklerini”söylemiş ve kendi devrine göre çok önemli bir tespitte bulunmuştur. Ne ilginçtir ki, Müslüman Türklerinilme karşı bu aşırı düşkünlükleri daha sonraki devirlerde Venedikli Papaz Toderinin de dikkatini çekmiş ve şöyle demiştir;
“Türkler ilme karşı istidatları bakımından çok talihlidirler. Eserleri, büyük bir servet teşkil etmektedir. Belki de dünyada Türkler kadar ilme müştak, mütemayil ve ilmi meselelerde Türkler kadar çalışkan bir millet yoktur. Türklerde ilim ve bilgi ile en büyük hürmet kazanılabilir. Gerek din, gerek devlet memuriyetlerinde en yüksek mevkilere çıkılabilir.”
Bu arada hemen şunu itiraf edelim ki, medeni Türk o üstün deha ve çok yüce ilmi yeteneğini; MatematikCebirGeometri gibi temel fen bilimleri, TıpEczacılıkŞifâlı bitkilerden yararlanma yani, sağlık bilimlerinde de göstermiş ve hele hele Astronomi ve Rasat ilminde daha da ileri gitmiş ve onlar arasından bu sahalarda ilmi şahsiyeti herkesçe kabul edilmiş ilmi deryaları ve şöhretleri dünyaları dolduran pek çok MatematikTıp, Astronomi bilgini ve Rasat uzmanları yetişmiştir. Her biri kendi devrinin ufuktaki parlak yıldızları olan bu değerli Türk ilim adamları; Orta-Asya, Turan Yurdu ve MüslümanTürkün tarihi akıcılık ruhu ve insanlığın yüce ideallerine hizmet etme gayesinin; İslamî İlimlerTemel Fen Bilimleriİnsan Sağlığı ve Astronomi yani Gök Bilimlerinin yeni temsilcileri olarak geliyorlardı.
Sanki Oğuz Handan itibaren Orta-Asya bozkırlarında boy gösteren “Göğüm Oğulları” yani, tarihi Turan Yurdunun bu yüce kahramanları yani, Mete Hanlar, Bilge ve İstemi Kağanlar, Bilge Tonyukuk Hanlar; Orta-Asyanın her devirde askeri üstünlüğünü koca bir cihana kabul ettiren bu destanî Türk Kahramanları, boz yeleli atlar üstünde yalın kılıçlı Cihan Fatihleri; yeni İslamî Devirde çoktan şekil değiştirmiş ve yeni bir misyonla ortaya çıkmışlardı. Onların bu yeni misyonları ise; Orta Asyada yeni bir Türk ve İslâm Medeniyeti inşa etmek ve Medeni Türkün ilmi gücü ve akli dehasını, bütün dünyaya ispat etmekti. Bu yeni misyonda Müslüman Türkün gönlünde; iman, dilinde Kurân elinde kalem olacak ve cihat meydanlarında İslâmın yüceliği uğrunda döktüğü şühedâ kanı kadar mübarek olan siyah mürekkebiyleOrta-Asya Türk İslâm Medeniyetinin altın sayfalarını yeniden yazacaktı.
Bu yeni medeniyet yolunda; Türkün medenî ruhu, insani ve tarihi karakterini temsil eden Alpler, Alperenler, Türk bilge kişileri meselâ: Aritmetik ve Cebirde; bir el-HarezmiTıp ve Hekimlikte; bir İbni SinaŞifâlı Bitkiler ve Eczâcılıkta bir BeyrûniAstronomi ve Gök Bilimlerinde bir Uluğ Bek gibi, elde kalem birer ilim kahramanları ve bu ilim dünyasının yeni Cihangir Fatihleri olarak geliyorlardı. Bu yeni kahramanlar bu defa Orta-Asyanın sadece askerî değil, ilim kültür ve yeni bir medeniyet kurmadaki üstünlüğünü bütün dünyaya göstermek için geliyorlardı. Bu kişiler; Türk akıncı ruhunun, bu yeni İslâmî devirde; Orta Asyanın Medeni Şehir ve Kültür Merkezlerinde AritmetikTıpAstronomi gibi Temel Fen bilimlerinde ve başı göklerde yeni Türk temsilcileri idi. İslâm, ilim, irfan ve medeniyetinin Türk asıllı bu fazilet erleri; asırlardır Türklerden söz ederken “Barbar Kavimler” diyen, onlara haksızlık eden asıl barbar ve eli kanlı vahşilerin karşısına dikilecek ve onların yüzüne, çok ağır tarihi bir şamar indireceklerdi.
Eski Turan kahramanları, nasıl ki parlak kılınçlarını bir “Nizam-ı Âlem” tutkusu ve bir “Kızıl Elma” coşkusu ve ideali için kullanmışlarsa yeni devir Temel İslâm ve Fen bilimlerinin Türk asıllı öncüleri ise bu defa, kalemlerini, aynı üslup, ustalık ve maharetle, MatematikCebirAritmetikTıpEczacılıkAstronomi ve diğer ilimlerin gelişme ve yücelmesinde kullanmışlar böylece, hem İslâm ve hem de insanlığın müşterek kültür ve medeniyetinin gelişme ve yükselmesine çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Nitekim Türkistandaki bu baş döndürücü ilmî gelişmeler üzerinde duran değerli bilim adamı N. Kemal Eyyubî, Hindli bir bilim adamı, bu konularda duyduğu hayranlığı şu parlak cümlelerde ifade etmiş ve şöyle demiştir:
Türkler; daima ilim aşığı bir millet olmuşlardır. Orta Çağlarda ilim; teoloji ile eş anlamda olduğundan, kısa bir zamandan sonra İslâm teolojisi onların dikkatini çekmiş ve Türk araştırıcıları, Matematiğin yanı sıra, Arap retoriği, Mantık, Felsefe, İslâm Tarihi, Hadis, Fıkıh, Kurân Tefsiri konularında çok değerli çalışmalar yapmışlardır. Ayrıca bugünkü modern Üniversiteleri andıran çok büyük medreselerde yine Türkler tarafından kurulmuştur. Türkler, diğer bilimlerinde aşığı olmuşlar ve temel bilimlerin bütün dallarında sivrilmişlerdir. Türklerin bilim tarihinde çok ayrı bir yeri olduğu gibi, bu ilimlerin gelişmesinde de çok büyük hizmetleri olmuş ve bu böyle uzun süre devam etmiştir. Bu bakımdan Türkler; (her devirde) gelişmiş bir kültür ve medeniyete sahip olmuşlardır”.
Gerçekte Turan Yurdunda fen bilimleri ve müspet ilimlerin bu derece gelişmesi ve bu sahalarda ünü cihanı dolduran birçok büyük ilim adamlarının yetişmesinde BaykentBuharaSemerkantHarzemFarab ve Kaşgardaki uluslar arası bir Üniversite görünümünde olan büyük medreselerin çok önemli bir yeri olmuştur. Zira Türkistanın büyük şehir ve ilim merkezlerinde kurulan ve hele hele Orta Çağ Avrupasında bile bir eşi ve benzeri olmayan bu ilim yuvaları ve Türk dünyası medreselerinde, hepimizin bildiği gibi; Temel İslâmi ilimler yanı sıra Temel Fen Bilimleri, MatematikCebir gibi hendesî ilimler, TıpEczacılık ve Hekimlik gibi Sağlık bilimleri, İlm-i NûcumRasat ve Astronomi gibi, Gök Bilimleri de okutulmuş ve onlara bu medreselerde çok ayrı ve müstesna bir yer verilmiştir. Bu sayede Temel Fen Bilimleri, Tıp ve Eczacılık ve İlm-i Nûcumun Türk yurtlarında ve her bir asırda ayrı ayrı pek çok temsilcileri çıkmıştır. Bugün onlar sadece Müslüman Türk Milleti ve Orta-Asyanın değil, belki bütün insanlığın müşterek kültür ve medeniyetinin ortak değerleri olmuşlar.
Biz bundan önceki bir çalışmamızda, Temel İslâmî ilimlerin gelişme ve yükselmesine Türklerin yaptıkları şerefli hizmetleri değerlendirmiş ve şöyle demiştik. Evet; Tefsir, Hadis ve Fıkıh gibi İslâmî ilimlerin birçoğunda, zirvelere tırmanmak, ufukta bayrak açmak isteyenler, bu ilimlerin Tanrı Dağları kadar yüce ve yalçın kayalar gibi dik zirvelerine, hem de bin bir meşakkat ve çok zorlu bir tırmanışla ulaştıkları zaman, bu zirvelerde kendilerinden çok daha önce buralara tırmanmış ve buraları kendilerine mekân tutmuş, ak saçlı, aksakallı, nur yüzlü ve nuranî bakışlı Türk-İslâm Âlimlerini bulmuşlar ve onlarla bu ilimlerin her türlü meselelerini hem de kıyasıya bir şekilde münakaşa etmişlerdir.
Bizim bu değerlendirmemiz şüphesiz Temel Fen Bilimleri içinde geçerlidir. Zira Matematik, Aritmetik, Cebir, Trigonometri, Tıp, Eczacılık ve Astronomigibi, Temel Fen bilimlerinin, yalçın kayaları andıran zirvelerine ulaşmak isteyenler buralara tırmandıklarında, bu ilimlerin zirvele-rinde bayrak açan ve kara kartallar gibi bu dik yamaçlı kayalarda kanat çırpan yine aksakallı, nur yüzlü ve nuranî bakışlı Türk bilginlerini bulacaklardır. Bunlar İslâm ve insanlık tarihine onun kültür ve medeniyetine isimleri altın harflerle yazılmış Türk ilim adamları ve bu ilimlerin hem de bütün insanlık için “Muallim-i Ûlâları-İlk Öncü Bilginleri” idiler.
Bunlardan meselâ; Matematik ve Cebir ilminin; İslâm ve insanlık tarihinde Muallim-i Ûlâsı; Muhammed b.Mûsa el-Harezmî adında bir Türktür. Harzem ufku, Matematik ve Cebir ilmi semasında bir “Güneş” gibi doğmuş ve dünyaları dolduran ve doyuran ilmi ile İslâm ve insanlık medeniyeti tarihinde bu ilmin, Türk asıllı “Muallim,i Ûlâsı” olmuştur. Zira Cebir ilmini metodik ve sistematik olarak ilk defa bu Türk Bilgini ortaya koyduğu gibi, Onun; uzun bir araştırma ve inceleme sonucu kaleme aldığı “el-Cebr vel-Mukâbele” adındaki kıymetli eseri de bu konuda yazılmış ilk derli toplu ve ciddi bir eser bir Cebir ve Matematik kitabıdır. Yine bu Türk Bilim adamı; Matematik ve Hesap ilminde ilk defa “sıfır”ı kullanmış, böylece Matematik ilminin sonsuza dek önünü açtığı gibi, bütün insanlığında sonsuza dek minnetini kazanmıştır. Bu bakımdan Cordanı; “Onu; dünyanın en büyük on iki dâhisi arasında” saydığı gibi, Rönesans devri Matematikçilerine göre ise; dünyanın en akıllı yedi kişisinden biridir.
Matematik ilminde olduğu gibi, Tıp ilminde de İslâm ve insanlık tarihinin “Muallim-i Ûlâsı” ise İbn Sina adında bir Türktür. Buhara ufku ve Türkistansemasında, Tıp ilminde hem de bütün insanlık için bir “Güneş” gibi doğmuş, dünyaları dolduran şan ve şöhreti, deryaları dolduran ilmi ile “Doğu” ve “Batı” ilim dünyasının Tıp ilminde “Muallim-i Ûlâsı” olmuş ve bu ilmi kimliğini asırlarca korumuştur. Bu Türk Bilgini; Tıp ilmindeki üstün şahsiyeti ve yüksek performansı ile bu ilmin gerçek öncüsü olduğu gibi, Onun bir ömrü dibine gömerek yazdığı “el-Kânun fit-Tıp” adındaki abidevi eseri ise, bu ilmin Batılılarca sanki bir “Kitab-ı Mukaddes”i yani İncili olmuş ve 600 seneden fazla bir süre Batı Üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Nitekim Dr. Sigrid Hunke bu Türk Tıp dâhisinden bahsederken aynen şöyle demiştir; “Türk-İslâm hususiyet ve başarısını meydana getiren herşey İbn Sinanın şahsiyetinde mevcuttur.”
Tıp ilminde olduğu gibi, Orta Çağlarda Eczacılık ve Hekimlik, bir diğer ifâde ile insan sağlığına hizmet etme ilminde, İslâm ve insanlık tarihinin “Muallim-i Ûlâsı” Beyrûnî adında bir Türktür. O da emsali birçok Türk Âlimi gibi Harzem ufku ve Eczacılık ilmi semasında tıpkı bir “Güneş” gibi doğmuş ve Eczacılık ilmindeki üstün deha ve ilmi şahsiyeti ile bütün Orta-Çağlar boyunca “Doğu” ve “Batı” dünyasının insan sağlığına hizmette onların yollarını aydınlatan bir meşale olmuştur. O da tıpkı İbn Sina gibi; Eczacılık, nebatat ve bitkilerden ilâç yapmadaki üstün dehası ile bu ilmin “Muallim-i Ûlâsı” olduğu gibi Eczacılık ve Hekimlik konusunda yazmış olduğu “K. es-Saydele fit Tıp” adındaki pek meşhur abidevî eseri ise, bu konunun temel kitabı olmuştur. Beyrûni bu eseri ile Orta-Çağ Eczâcılık ilminde fırtınalar estirmiş ve bundan da öte bir çığır açmıştır. Nitekim H.M.Said; Beyrûnînin bu eserini göklere çıkarmış ve bu eseriyle Onun; “Orta-Çağ İslâm dünyasında Eczacılığın babası unvanını kazandığını” söylemiştir.
Bütün bunlar gibi, Orta-Çağ Astronomi; Uzay Bilimleri ve Rasad ilminin, İslâm ve insanlık tarihindeki “Muallim-i Ûlâsı”da Uluğ Bey adındaki bir “Türk Bilge Hükümdarı”dır. O da emsali birçok büyük Türk Bilgini gibi, Semerkant ufku ve Türkistan semasında, Astronomi ve Rasat ilminde bir “Güneş” gibi doğmuş, dünyaları dolduran şan ve şöhreti, deryaları andıran ilmi ile Astronomi ve Rasat ilminin “Muallim-i Ûlâsı” olmuştur. Bu Türk Bilgesi; Orta Asya steplerinde kurduğu yeni bir “Rasathane” ile ellerini yıldızlara uzatmış ve kalemi ile hazırladığı yeni “Yıldız Katalogları” ile insanlara göklerin derinliğine giden yolu açmıştır. Uluğ Bey; birçok ilim adamına göre; kendi çağının en büyük Astronomi ve Rasad âlimi olduğu gibi, dünya tarihine ise XV. asrın en büyük Astronomu olarak geçmiştir.
Temel  Fen bilimlerinde olduğu gibi, hele hele Astronomi ve Rasat ilminde de Müslüman Türklerin çok ayrı bir yeri vardır. Müslüman Türkler bütün Orta-Çağlar boyunca Rasat ilminde çok büyük bir varlık göstermişler ve bu sahanın eli bayraklı birçok âlimi de yine onlar arasından çıkmıştır. Hele, hele Orta Çağda birer Uzay Araştırma Merkezleri olarak inşa edilen büyük Rasathanelerin Türk ilim adamları için çok ayrı bir yeri vardır. Bu Uzay Araştırma Merkezleri çoğu halde ya Müslüman Türk âlimleri için inşa edilmiş, birçokları ise bizzat bu ilmin cezbesine kendini kaptıran ve kanat takıp göklerin derinliklerine uçmak isteyen Türk Astronomi âlimleri tarafından yapılmış, yine onların çok büyük bir kısmı da bu ilmin gelişmesine önem veren Türk Sultanları ve Moğol Hanları tarafından bina edilmiş ve Müslüman âlimlerin din, dil farkı gözetilmeden hizmetlerine sunulmuştur. Bu yöndeki hayırlı gelişmeler bunlarla da sınırlı kalmamıştır.
Bu arada hemen şunu gururla kaydetmeliyiz ki; Türk Astronomi ve Rasat âlimlerinin bu ilimlerin gelişme ve yükselmesi için yaptıkları bu küllî hizmetler, insanlığın maşerî vicdanı ve kolektif idraki tarafından da takdir edilmiş ve hayırla anılmıştır. Bugünlerin değerli Uzay Bilim âlimleri; onlara olan şükran ve minnet borçlarını ödemek için, ayın yüzeyine bu büyük Türk Astronomi ve Rasat âlimleri ve buna gönül vermiş, hizmeti dokunmuş Türk Sultanlarınınadlarını vermişlerdir. Bu cümleden olmak üzere meselâ; Ahmed b.Kesîr, el-Fergâni, Ebûl-Vefa el-Bozcâni, Beyrunî, Uluğ Bey, Ali Kuşcu, Fatih Sultan Mehmed Han gibi daha birçok Türk Astronomi ve Rasat âlimlerinin, ayın bir kraterine ismi altın harflerle yazılmış ve onların bu yoldaki külli hizmetleri sonsuza dek anılmıştır.
Bu arada üzerinde önemle durulması gereken bir husus daha vardır. O da Temel İslâmî İlimler, yani Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilminde olduğu gibi, Temel Fen bilimleri yani Aritmetik, Matematik, Tıp, Astronomi ve Rasat bilimlerin-de de birçok “Türk Bilim Aileleri” çıkmıştır. Onların ilmi varlıkları uzun yıllar hatta bazı hallerde uzun asırlar devam etmiş ve bu ailelerden; Temel Fen Bilimlerinin her bir dalında eli bayraklı birçok kimseler yetişmiştir. Bunlardan meselâ;
İbn Türk el-Cîli ve onun soyundan gelenler, Musa Oğulları ve onların soyundan gelenler, Ebûl-Vefa el-Boz-cani ve onların soyları, Amâcur et-Türkî ailesive onların soyları, bizim burada isimleri ilk akla gelen şerefli, “Türk Bilge Aileleri”dir. Bunlara yeni yeni daha birçok Türk Bilge Aileleri” de ilâve etmemiz mümkündür. Bunlar; Müslüman Türk Milleti içinde, bir şeref ve gururdur. Neylersiniz ki gerek Temel İslâmi İlimler, gerekse Temel Fen Bilimlerindekendini göstermiş ve bu ilimlerin senelerce bayraktarlığı yapmış bu “Bilge Türk Aileleri” hakkında şimdiye kadar, hiç bir ciddi araştırma yapılmadığı gibi hiç bir ilim adamı da bu “Bilge Türk Aileleri”ne dikkatimizi çekmemiştir.
Bu temel ve ciddi araştırmalar yapılmadan Müslüman Türkün medeni karakteri ve onun Orta-Asya bozkırlarında yeniden inşa etmiş olduğu Türk İslâm Medeniyetinin önemini anlamamız mümkün olmadığı gibi, “Batılı” ilim bezirgânları tarafından Müslüman Türkün alnına vurulan “Barbar Yaftasını” da söküp atmamız mümkün değildir. Neylersiniz ki bu tarihi realitelere rağmen bugün bile “Müslüman Türkü” hâla eli kanlı, hâlâ onu medeniyet düşmanı olarak gören “Batılı” sözüm ona birçok azılı ilim adamı ve oryantalist bulunmaktadır. Bunlardan birisi ve belki de Avrupa oryantalistleri arasında en azılısı olan Alman bilim adamı Nöldekedir. Nöldeke; Müslüman Türkü, onun medeni karakterini, Orta-Asya bozkırlarında yeniden inşa ettiği muhteşem medeniyeti bir Yarasa kuşu gibi gözü kapalı olarak bütünüyle inkâr etmiş ve “Medeni İslâm dünyasına, Türklerin girmesini, bütün dünya tarihinde, hem de birinci derecede bir belâ ve musîbet olarak tasvir etmiştir”.
Bu arada hemen şunu ifade edelim ki; Türklerin Müslüman olmalarından belki yarım, belki bir asır sonra İslâm dininin Turan Yurtlarında bir kültür ve bir medeniyet hâline gelmesi gerek İslamî ve gerekse temel ilimler (Matematik, Cebir, Fizik, Astronomi vs.) kendi devirlerinde koca bir dünyaya meydan okuyan üstün yetenekli ve Türk asıllı birçok ilim adamlarının çıkması ve Türklerin her şeyden önce bu büyük kültür ve medeniyetin alt yapısını hazırlamaları fevkalade önemli bir olaydır. Nitekim A.Sayılı bu güzel gelişmeleri kendine has bir üslupla yorumlamış ve şöyle demiştir; “Özellikle Orta-Asyanın bu ilim ve tefekkür faaliyetinde çok önemli bir yere sahip olduğunu sarih bir şekilde görüyoruz. Orta Asya ise Türklerin Ana Yurdudur. Bu itibarla İslâm Orta Çağ tefekkür tarihinin bu yönünün bizi ilgilendirmesi tabiîdir. Ayrıca Türklerin; İslâm dünyası medeniyetine katkıları onun kökeninde ve başlangıçlarından itibaren büyük pay sahibi olmaları, büyük hizmette bulunmuş olmaları şeklindedir. Oluşmuş bir medeniyetle sonradan katılarak ona hizmet olmalarından ibaret olmaktan uzaktır”. Doğrusu Türklerin Müslüman olmalarından daha bir asır bile geçmeden ulaştıkları bu yüksek medeniyette, hele hele İslamî ve temel bilimlerdeki bu üstün seviyeye Arap İslâm Dünyası ancak üç asırda ulaşabilmiştir. Matematik, Cebir, Trigonometri hatta bundan da öte Fizik, Kimya, Biyoloji İlimleri, Türk Yurtlarında gelişmeleri bu birinci kuşak âlimlerinden sonra da baş döndürücü bir şekilde devam etmiş ve Turan Yurdunda çok büyük Matematikçiler çıkmıştır.
Bunlar Doğu Türklüğünü aklî deha ve medeni yetenek bakımından bu ilimleri kavramaya ne kadar ehil kimseler olduklarını göstermektedir. Bu cümleden olmak üzere büyük Türk düşünürü H.Z.Ülkenin de dediği gibi; “Trigonometri İslâm Medeniyetinde Türkler tarafından ortaya konuldu. Bu hususta İbn Türk el-Cîlî, el-Harezmi, Ebûl-Vefa el-Bozcânî Mahmûd el-Hocendinin eserleri bir birini tamamladı”.
Bundan önceki sayfalarda uzun uzun izah edildiği gibi, Orta-Asya ve Turan Yurdunda sadece Hadis, Tefsir, Kelâm ve Felsefe gibi nakli ve akli ilimler değil, Fen Bilimleri yani Hesap, Matematik, Cebir ve Geometri gibi ilimlerde gelişmiş, bu ilimlerin Türkler arasından birçok öncüleri çıkmış ve onlar sayesinde Orta-Asya Türk İslâm Medeniyeti yeni altın bir devir yaşamıştır. Ne ilginçtir ki Türklerin büyük kitleler hâlinde Müslüman olmaları ve bundan yarım asır hatta bir asır sonra İslâm dininin Turan Yurtlarında bir büyük kültür ve medeniyet hâline gelmesi gerek İslâm ve gerekse Fen Bilimleri yani Hesap, Matematik, Cebir, Geometri vs. ilimlerinin koca bir dünyaya meydan okuyacak üstün yetenekli ve Türk asıllı birçok ilim adamlarının çıkması ve böylece bu Türklerin her şeyden önce Orta-Asya İslâm Kültür ve Medeniyetinin alt yapısını hazırlamaları bize göre o asrın fevkalade büyük ve önemli bir olayıdır. Bu bakımdan merhum A.Sayılının da dediği gibi; “Bilgi birikimi medeniyet kurma faaliyetinin temel unsurudur. Böyle olunca tefekkür tarihine katkı, medeniyet kurma faaliyetine katkıların en başında geleni olmaktadır. Bu itibarla, Orta-Çağ İslâm Medeniyetini kurma işinde Türklerin büyük katkıya sahip olmaları, onları evrensel tarihte çok şerefli bir yere sahip olmaları açısından da büyük önem taşır.”
Bizim daha ziyade Orta Devir devirler dediğimiz, IX. X. XI. ve daha sonraki asırları kapsayan bu ikinci dönemde birçok Türk asıllı Temel Fen Bilimleri âlimleri yani bu ilimlerin Muallim-i Ûlâları yetişmiş ve onlar değil Türk-İslâm, belki koca bir cehalet asrı ve karanlıklar döneminde, hem de uzun asırlar Batı ilim dünyasının gök kubbesinin parlayıp duran yıldızları olmuş ve nurlu ışıkları ile onların karanlık kafalarını aydınlatmışlardı. Ne var ki Avrupa bugün olduğu gibi dün de İslam dinine karşı takındığı hasmane tavır ve yarı sömürgeci inatçı zihniyetinden hiç bir taviz vermemiş ve tarihte bu uğurda çok büyük mücrimlik örnekleri sergilemiştir. O; önceleri, “Doğuda” İslâmın geliştirdiği medeniyet ve onun nuruna koşacağı yerde bu medeniyetin temel dinamizmi ve motor gücü olan İslâm dinin özüne yönelmiş ve onu tümüyle yok etmeye çalışmış, bunun için dini manada “Haçlı Seferleri” düzenlenmiş ve bu böyle XX. asrın başlarına kadar devam etmiştir. Böylece Avrupa insanlık ve medeniyet tarihinin en büyük mücrimlerinden biri olmuştur.
Ne ilginçtir ki aynı mücrim zihniyet bu defa, yani yeni Çağın ilk başlangıç asırlarında Yeni Dünya Kıtaları yani bugünlerin Amerikasına yönelmiş ve İslâm dini ve Müslümanlara gösterdiği o vahşetin bir mislini bu yeni Dünya kıtasının zavallı suçsuz insanları ve onların kurduğu Aztek, İnka ve Maya medeniyetine göstermiştir. Hıristiyan, Avrupa ve bu yarı sömürgeci Haçlı zihniyeti sadece bu medeniyetleri değil, onun asıl kurucularını yani “Kızıl derilileri” de yok etmiş ve yine tarih ve insanlığın en büyük medeniyet mücrimlerinden biri olmuştur. Neylersiniz ki “Doğuda” bu sömürgeci zihniyetin karşısına Müslüman Türkler çıktığı gibi bu uzak batı da yani, yenidünyada bu vahşî zihniyet, bu defa da karşısında yine Türkleri bulmuş ve bir medeniyet ırkını tüketmiştir. Zira yeni araştırmalar “Kızıl derililer” olarak bilinen bu insanların asıl atalarının TÜRK oldukları ve “Bening Boğazı” yolu ile Orta, Asyadan geldiklerini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır.
Ne  var ki Avrupa “Haçlı zihniyeti” İslâm dinini, bütünüyle ortadan kaldırmak çıktığı bu bedbaht seferleri sırasında yeni ve muhteşem bir medeniyet yani İslâm Kültür ve Medeniyeti ile karşılaşmıştır. Avrupa o şeytanî dehasını burada da göstermiş ve bu parlak medeniyeti, kendi normları ve politik çıkarlarına âlet etmek için yeni bir medeniyet seferberliği başlatmıştır, bunların sahne önünde görünenleri ise “Oryantalist” dediğimiz sömürgeci zihniyetin yumuşak yüzlü temsilcileri idi. Bundan maksat İslâm dünyası ve Müslümanları daha yakından tanımak onları kendi silahları ile vurmak ve onları kendine mahkûm etmekti. Bu bağlamda, “Batı”nın sömürgeci vahşi zihniyeti yeni bir oryantalist zihniyeti ile Doğu İslâm dünyasının bütün medeni değerlerine sahip çıkmış, İslâmi ilimlerin her bir konusu ve Müslüman milletlerin her biri hakkında birçok araştırmalar yapmış ve kendi ülkesinde bir büyük İslâm kültür ve medeniyet bazı oluşturmuştur ki buna bir insanın şaşmaması mümkün değildir.
Ne var ki bütün bu İslâmi kültür birikimine karşı O; Hıristiyanlık haçlı zihniyetinden en ufak bir taviz vermemiş sadece İslamın ilim nurunu almış ve bu nurun ilâhî kaynağı “İslâm Hidayeti”ne hiç yönelmemiştir. Bu takdirde Müslüman ilim adamlarının bundan övünmesi ve gurur duy-masının ne anlamı vardır? Onlar sadece kafalarını değiş-tirmişler, kalp ve gönülleri her zaman İslâma karşı kara bir taş gibi kaskatı kalmış ve hiç değişmemiştir. Zaten Haçlı Seferleri de Batının; Doğunun ilim nurundan yararlandığı asırlarda başlamış ve XX. asrın ilk çeyrek asrına kadar devam etmiştir.
Gerçekte yani X. ve XI. asırlar hem Orta-Asya Türk-lüğü hem de Arap İslâm dünyasının altın devrini yaşadığı asırlardır. Bu asırlara Turan Yurdu ve Orta-Asya bozkırla-rından bu ilmin yeni dev temsilcileri çıkmış ve Orta Asyanın batıya karşı ilmi üstünlükteki rekabetinin gerçek temsilcileri olmuşlardır. Bu dev temsilciler; Ebû-l Vefâ, Mansur b. Arak, Beyrûnî ve İbni Sinâ olarak geliyorlardı. İşte bizim bu “Yeni Çalışmamızda Orta Asya Türk-İslâm Medeniyetinin yalçın dağları ve onların dik ve yüksek yamaçlarında bayrak açan bu Türk bilim adamları ve onların Çin Seddinden, Endülüse kadar koca bir cihanı aydınlatan ilmî nurları yani eserleri üzerinde durulacak ve onların güncel bir değerlendirmesi yapılacaktır.
Milli gururumuzu okşayan bu güzel izahlar bir yana, hemen şunu itiraf edelim ki başta hilâfet ülkeleri olmak üzere, Türkistanın birçok şehir ve kasabalarında yetişmiş ve sayıları ancak binlerle ifade edilen Türk-İslâm Bilginleri, Matematik, Cebir vs. otoriteleri, hulâsa bu ilâhî zincirin altın halkalarının çok azı müstesna, hemen hepsi tarihin karanlık loş odaları ve küflü bucaklarında hâla oturup kaldıkları ve çok azı müstesna, hiç bir himmet elinin onlara dokunmadığı görülmektedir. Zira Temel Fen bilimlerinin her birinde ayrı bir yeri olan bu Türk-İslâm âlimlerinin bir kaçı müstesna, onlar kendi tarih, kültür ve medeniyetimize henüz mâl edilmemişlerdir. Bundan daha da acısı Türk ilim ve bilim adamları pek çoğunun; onların, daha Türk olduklarını iddia edecek kadar medeni ve ilmi cesaretleri bile yoktur. Bu ise kültür ve medeniyetlerin inadına kapıştığı bir bilgi asrında ve yarınlara giden yolda, hem de gelecek nesiller için bizim ufkumuzu karartmakta ve âdeta bizi kendi hür iklimimizde boğmaktadır.
Bununla beraber kendi kültür ve medeniyetimize sahip çıkmamak ve onu yeni nesillere tanıtmamak için elimizden geleni yapmak hususunda bizi kahreden bir büyük ihmal daha vardır. O da; Türk asıllı bu büyük medeniyet ve kültür adamları ve ilim ve insanlık tarihinin bu “Muallim-i Ûlâları” ve “İlim Öncüleri”nin daha resmi manada hiç bir kurum, kuruluş, ilmi araştırma merkezleri ve enstitülere, hatta Üniversite, fakülte ve yüksek öğretim kurumlarına verilmemiş olmasıdır. Türk Üniversiteleri ve bu Üniversitelerde bulunan Edebiyat Fakültelerinin hiç birine “Mahmud Kaşgarî”nin adı verilmediği gibi, hiç bir Tıp Fakültesine “İbn Sina” hiç bir Eczacılık Fakültesine “Beyruni” ve hiç bir Fen Fakültesine “el-Harezmi” ve hiç bir Siyasal Bilgiler Fakültesine “Yusuf Has Hacib”in adı verilmemiştir. Bunlara; Fârabi, Zemahşerî, İmam-ı Ebû Mansur Mâtürîdi, İmam-ı Buharî ve İsmail b. Hammad el-Cevheri gibi daha birçok Türk ilim ve fen adamlarını da ilâve etmemiz gerekmektedir. Peki, bütün bunlar ne ile izah edilecektir?
Ne var ki, azgın Arap ve yorgun İran milli şuuru, çoktan harekete geçmiş ve çoğu halde Türk asıllı olan bu büyük ilim adamlarının karşısına dikilmiş ve Türk vatan coğrafyasında yaşayan bu insanların kiminin Arap ve kiminin İranlı olduklarını iddia etmiştir. Neylersiniz ki Arap-İran milli şuuru daha da ileri gitmiş ve bu ilim adamlarının Türklerin yaşadığı ve Türkçenin bir ana dil olarak konuşulduğu bir ülkede yetiştiğini, ana dillerinin asla Arapça olmadığını ve üstelik hepsinin “es-Semerkandi”“el-Buhari”“el-Kaşgarel-Fârâbi” ve “el-Harzemi” gibi Türk şehirlerinin nispet adıyla anıldıklarını ve bunun “et-Türki”anlamında kullanıldığını anlamak bile istememiştir.
Zira onlara göre bu Türk bilge kişilerinin birçoğunun isimleri Arap olduğu gibi, yine onlar eserlerini Arapça ve Farsça yazmışlardır. Oysa bu büyük ilim, tarih ve kültür adamlarının; temel İslamî kaynaklarda “O bir Araptı” veya “İran asıllı idi” diye hiç bir kayıt olmadığı gibi onların hemen hepsi, “es-Semerkandi, el-Kaşgarî” gibi Türk şehirle-rinin nispet adıyla anılmışlardı. Arap-İran milli şuurunun bu tarihi, vatanî ve etnik realiteyi inkâr etmesi ve koca bir medeniyet ve kültür tarihini bir “yalancı şâhid” durumuna koyması kelimenin tam anlamı ile ancak bir tarih sefaletidir.

Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı
www.zekeriyakitapci.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder