- data: veri
- information : malumat
- knowledge: bilgi
- intelligence: akıl, zeka, anlayış, zeka sahibi,
- insight: anlayış, bir şeyin iç yüzünü kavrama
25 Ekim 2014 Cumartesi
KNOWLEDGE AND IMAGINATION
KNOWLEDGE PROCESSES/
8 Ekim 2014 Çarşamba
Elveda Büyük Sanatçı.. Elveda Volkan Saraçoğlu
Volkan Bey'i tanıdığımda İGEME de de görevliydi.
beni ziyarete gelmişti.
İGEME nin Şişli ofisini ziyaret etmiştim.
O da bana gelmişti.
Allah rahmet eylesin, güleryüzlü, iyi kalpli bir insandı.
Sanatçılar, ülkemizde nadir yetişen insanlar.
24 Eylül 2014 Çarşamba
Çin ile İslam arasında Türkler
sözü, Bernard Lewis'e bırakalım.
"Batılılaşma hareketleri bütün başarısızlıkları ve hayal kırıklıklarıyla devam ediyordu ve Türk halkı bir uygarlık buhranına - uzak ve yarı unutulmuş bir zamanda Orta Asyalı atalarının Çin ile İslam arasında bir tereddüt geçirdikten sonra yine Batı şıkkını seçmelerine benzer bir şekilde, yönü itibariyle, tarihlerinde bir dönüm noktasına - gelmişti." (sayfa 233)
"Türklerin Devrimlerinde giriştikleri esas değişiklik Batılılaşma idi. - Türk halkının 1.000 yıl önce Çin'den vazgeçip İslamlığa döndükleri zaman başlamış olan Batıya doğru yürüyüşünde diğer bir adım. " (sayfa 479)
Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, 1996"
SORULARLA ÇİN'DE TÜRKLER
SORULARLA ÇİN'DE TÜRKLER
Soru 1 : Anadolu'daki ilk köy yerleşmesini Çatalhöyük'ü
biliyoruz ama Türklerin ilk köy yerleşmeleri nerededir? Asya'nın
nerelerindedir? Hep göçebelikten bahsediyoruz ama Anadolu'dan önce ne zaman
köylerde yaşamaya başladık?
Soru 2: Çincenin ‘Batıdan gelen’ anlamındaki ‘T’kue’
veya ‘Tu-ku’ sözlerinden türemiş ‘Türk’ kelimesi http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=268104
Bu bilgi doğru mudur?
Soru 3: Göktürk İmparatorluğundan düşünce adamları, düşünürler miras kaldı mı
bizlere?
Soru 4: Köy sözcüğü nereden geliyor?
“Çince kyei veya kuei karakterinden
geldiği sanılan kuy kelimesi Tuncer Baykara’ya göre köy kelimesinin ön şekli
olmalıdır ve (Göktürk ve Uygur devrinde) savaşa giden Türk erkeklerinin
kadınlarının korunduğu yer ile veya Türkler’le evlenen Çinli hanımların sürekli
iskân edildikleri yerler ile ilgili olarak kullanılmış olmalıdır. Bu nedenle
şehircilik tarihimizle ilgili olarak bu kavramın önemi vardır. Bu tip yerlerin
Hun devrinde de görüldüğünü daha evvel belirtmiştik.” (Yaşar Çoruhlu, Çin
Simgeleri Sözlüğü, s.376)
Soru 5: Hayvanlı
takvim Türk takvimi midir?
Soru 6: Tonyukuk
Çin bilgesi midir?
Soru 7: Nerelerde asimile olduk? Türkler nerelerde asimile oldular? Sarı
Nehirin dirsek yaptığı Ordos düzlüğü ve Hinterlandı'nda mı asimile olduk?
·
Ningxia
·
Shanxi
·
Shaanxi
·
Henan
·
Hebei
·
Inner Mongolia
Soru 8: Mançurya'da da asimile olduk mu?
·
Heilongjiang
Soru 9: Beka Sorunu: Çin İmparatorluğu hiç parçalanmadı, Osmanlı Avrupasından
elimizde sadece 3,5 vilayet kaldı.. Çin'in çeperleri etnik Çinli de değil ve
özerk bölge. Bizi tarihte bir tek Çinliler mi yendi?
Soru 10: Xionghu ile Tujue aynı mı? Çin'deki Türkler, sadece Batı Çin'de mi
yaşamaktalar?
Batı Çin
·
Xinjiang
·
Gansu
·
Qinghai
..........................................................................................................................................
NOTLAR:
Peyrefitte: Türkler ve Çinliler
Salarlar
Yugurlar
Shatou
Turgesh
Huns
Xionghu
Xueyantou
UZAK KOMŞULAR: TÜRKLER VE ÇİNLİLER
Pasifik'ten Atlantik'e, sürekli bir hareketlilik içinde, hem öz Türk kültürü, hem de karşılaşılan topluluklarıin kültürünün yoğrulmasıyla zenginleşen
'yatay kültür' de Asya ve Çin kültürünün etkileri nelerdir?
Türk kültürünun Asya boyutu ve Türkler ile Çinliler arasında tarih boyunca gerçekleşen karşılıklı kültürel etkileşim konusunda
neler söylenebilir?
1. Çinliler, Türklerin en eski komşularıdır.
Ünlü Fransız Sinolog Alain Peyrefitte'nin deyişiyle "Türkler ve Çinliler, aynı dev kıtanın iki ucunda birbirlerine taban tabana aykırı bir konum içinde gibidirler. Yine de birbirlerini anlamalari icin pek çok neden vardır. Türkmen atlıları yirmi yüzyıl boyunca Asya'yı dolaşmıstır. Aynı Orta ve Güney Asya steplerinden gelmişler, Anadolu yaylalarında oldugu gibi Huang Ho (Sarı Nehir) vadilerinde de tarihe yön vermişlerdir. Türkmen kervanları yüzyıllar boyunca, Çin ile Batı toprakları arasında tek bağlantıyı meydana getirmişlerdir. Bugün bile, Çin'de Çinli olmayanların yaşadığı en geniş ve en kalabalık bölgelerden biri, Anadolu Türklerinin kan hısımlarının yaşadığı Çin Türkistanı'dır."
Dünya'daki ilk ve en önemli buluşların kaynağı Çin'di. Matbaa, ilk basit saatler, pusula, barut, fırın ve başka birçok önemli buluş Çin İmparatorluğu'nda yaratılmıştı.
Matbaa yuzyıllardan beri Türklerce biliniyordu. Ondördüncü yüzyılda İran'ın Moğol hükümdarları, açıkça Çin örneklerinin taklidi olarak, kağıt para bastırmış ve cıkarmışlardı. Daha önceki bir tarihte de Çin sınır topraklarındaki Türk budunları Uzak Doğu'da yaygın olan tahta-basmanın bir türünü kullanmışlardı. Fakat bütün bunlar uzun zamandan beri unutulmuşlardı… Türkler hangi uygarlığa mensuptu ve gelecekleri hangi uygarlıkta bulunuyordu? Uzak ve yarı unutulmuş bir zamanda Türklerin Orta-Asyalı ataları Çin ile İslam arasında bir tereddüt geçirdikten sonra tarihlerinde bir dönüm noktasına gelmişler ve Batı alternatifini seçmişlerdi…Türk halkı 1000 yıl önce Çin'den vazgeçip İslamlığa döndükleri zaman, Batı'ya doğru yürüyüşler baslamıştı.
Türkler ile komsuları Çinliler arasında birçok mücadele olmasına rağmen, Çinlilerin 8nci asıra kadar dünyanın en ileri medeniyetlerinden birini de kurmuş oldukları inkar edilemez. Bu sebeple Çinlilerin Türkler uzerinde yapıcı etkileri de olmuştur. Türklerin Çin usulu basılmiş sikkeleri vardı. Çinlilerden ipekciliği, çiniciliği, kağıtıçlığı öğrenmişler ve sanata kıymet vermişlerdir.
Türklerin, Anadolu'da İznik'te çinicilikte en üstün seviyeye gelmiş olmalarında herhalde Orta Asya'dan gelen bilgi ve tecrübenin payı olmuştur. 15 ci asırda İznik'te 330 çini imalathanesinin bulunması dikkate değer.. Bütün 17 ci yuzyıl boyunca Çin'den o kadar çok porselen ithal edilmişti ki, bugün hala müzelerde gözlerimizi kamaştıran zarif İznik çinileri bu rekabete dayanamayarak piyasadan çekilmişti.
Diğer bir örnekte Osmanlıların Bursa'yı başşehir yapmalarından sonra ipekçiliğin bu şehirde en ileri boyutlara ulaşması da yine eski bir birikimin ürünleridir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde çaydan sözetmiş ve böylece günümüzün bu ulusal içeceğinin Anadolu'daki tüketimiyle ilgili belki de en eski belgelerden birini aktarmıştır. Çay kesin olarak Çin'den Rusya yoluyla ya da Güneydoğu Asya ve Hicaz yoluyla gelirdi. Çayın yaygınlaşmasıyla birlikte büyük miktarda Çin porseleni de Osmanlı İmparatorluğu'na girmişti.
Medeniyet bakımından en ileri durumda bulunan en yakın komşuları Çinlilerin mağmur şehirleri, türlü zarif eşyaları, harika porselenleri, bilinçli silahları, araçları ve Bat'da israrla aranan başta ipek olmak üzere zengin ürünleri, Türkleri etkiliyordu. Bunda da haklı idiler. Barut, kağıt, pusula hep Çin'de icat olunan eşyalar değil midir? Hatta matbaa..
2. Türkçedeki Çince Unsurlar:
Türkçedeki Çince unsurlar üzerinde henüz çalısılmamıstır. Bu yolda şimdiye
kadar yapılan tek şey, Çin yazılı Türkçe kelime ve cümleler, sahıs ve yer adları,
kısacası Çin harfleriyle transkripsiyonlanmış Türkçe ile ilgilenmek olmuştur.
Türkçeye geçmis, herhangi bir bölgede, herhangi bir devirde Türkçenin malı olmuş,
Türk düşüncesinin yapı taşlarından biri haline gelmiş Çince unsurlar, bilimin
ölçüleri içinde arastırılmamıştır. Bu konuda elimizde bulunan, ancak, çeşitli
sözlük yazarlarının Türkçedeki varlığını açıklayamadıkları bazı kelimeleri özel
bir çaba harcamaksızın Çinceye yakıştırmalarından ibârettir. Meselâ, M. Rä sä
nen, sözlüğünde 147 kelimeyi Çince kaynaklğ göstermistir; fakat ne bu sözlükte
Çince asıllı gösterilen kelimelerin hepsinin Çince oldukları, ne de bu 147 sayısı
kesindir. Yeni devirlerin Çincesinden Türkçeye geçmiş unsurları işleyen bir çalışma,
1970 yılında, Moskova'da yayımlandı . Tabiî ki diller arasındakı alıntıların
tesbiti, yazının yaygınlik kazandığı yeni devirler söz konusu olduğunda, eski
devirlerle kıyaslanamayacak kadar kolaydır. Nitekim daha ilk çalışma olmasına
rağmen, bugünkü Uygur Türklerinin dilinde 1873 Çince kelime ve sekil tesbit
edilmistir. Bu çalışma, dediğimiz gibi Moskova'da, 1970 yılında Rahimoviç
tarafindan "Uygur dilinde Çince Unsurlar" adıyla yayımlandı.
3. Çincedeki Türkçe Unsurlar:
Çincedeki Türkçe unsurlar sözü bile maalesef kolay söylenebilen bir söz değildir.
Çincede Türkçe unsurların bulunabileceği bir çok arastırmacılarca düşünülmemiştir.
Bunun, tabiî ki bazı sebepleri vardır. Bu sebeplerin en önemlisi, elimizdeki en
eski yazılı Türkçe belge ile Çinçenin ilk yazıya geçirildiği devir arasında bin
yıllık bir sürenin bulunuşudur.
4. Türk Kültüründeki Çin Öğeleri:
Türk Kültür Tarihindeki kültür degişmeleri olgusu ile
ilgili bilgi eksikliğinin giderilmesine ve Türk kültüründe Arap ve İran oğelerinin
etkisi oldukça bilinen bir konu iken, Orta-Uzak Asya ve Çin öğelerinin sözkonusu sentezdeki etkilerinin tespitine yönelik bir arayış gündemde canlı tutulmalıdır.
KÜLTÜREL ETKİLEŞİM
TÜRKLER'DEN ÇİNLİLERE ÇİNLİLERDEN TÜRKLERE
SANAT
Cin Kemanı (Huqin) Çintamani (Ejder Motifi)
Çini
Porselen
Yin-Yang
Hatayi(sitilize çiçek)
DİL Çay, bez, tahta, ipek, mandalina
YİYECEK Mantı (Mantou) Çay
Huntun (Wanton) Kayısı, Mandalina, Portakal
Şarap (Yakut Türkleri) Makarna
MATERYAL
Deri İpek
Demir Kağıt
19 Eylül 2014 Cuma
Dünya İthalat Hacmi ve 2023 İhracat Hedefimiz: Gerçek Hedef Ne Olmalı?
3 BÜYÜKLERE 2013 İHRACATIMIZ: ÇİN, ABD, ALMANYA
- Çin ithalatı: 2 trilyon dolar
- ABD ithalatı: 2,3 trilyon dolar
- Almanya ithalatı: 1,2 trilyon dolar
Toplam: 5,5 trilyon dolar
- Çin'in Türkiye'den ithalatı: 4,5 milyar dolar
- ABD'nin Türkiye'den ithalatı: 7 milyar dolar
- Almanya'nın Türkiye'den ithalatı: 16,3 milyar dolar
Toplam: 27,8 milyar dolar
TÜRKİYE'NİN PAYI: % 0,5
Dünya ithalat hacminden 2013 yılında %0,81 pay alan Türkiye'nin, Çin'in ithalat hacminden aldığı pay ise %0,23 seviyesinden yukarı çıkamamaktadır.
Türkiye, Çin'in ithalatında ancak 50.sırada kendine yer bulabilmiştir.
Dünya ithalat hacminden aldığımız payın aynısını Çin'den de almamız durumunda, Çin'e ihracatımız 4,5 milyar dolar seviyesinden 16 milyar dolar seviyesine çıkacaktır ki; bu da toplam ihracatımızın; % 10'una karşılık gelmektedir.
DÜNYA İTHALAT HACMİ VE TÜRKİYE İHRACATI
- 2002 yılında Dünya ithalattoplamı: 6,6 trilyon dolar
- 2013 yılında Dünya ithalattoplamı: 18,8 trilyon dolar
- 2002 yılında Türkiye ihracat toplamı: 35,8 milyar dolar
- 2013 yılında Türkiye ihracat toplamı: 152 milyar dolar
- 2002 yılında Türkiye payı: % 0,54
- 2013 yılında Türkiye payı: % 0,81
Dünya ticaret hacmi, gelecek 10 yıl içinde, geçmiş 10 yıldaki tempo ile artış gösterir ise; 57 trilyon dolara ulaşır ki; 500 milyar dolarlık ihracat hedefi; dünya ithalat hacminden %1 pay almak demektir, ki bu, hedeflenen bir pay olmamak gerektir.
Hedef; dünya ithalat hacminden daha hızlı artan bir ihracat gerçekleşmesi olmalıdır; geçmiş 10 yılda Türkiye'nin ihracat artışı, dünya ithalat hacmi artışının altında kalmıştır; eğer en azından aynı oranda artış yaşanmış olsa idi; 2013 yılı ihracatımız 300 milyar dolar seviyesinde gerçekleşme durumunda olurdu; mevcut 152 milyar doların bir katı..
Yeni Akdeniz’de yerimizi almalıyız, Turkish Time, Mayıs 2004
Levent Ağaoğlu bir ihracat profesyoneli.
1997 yılında, çalıştığı Şişe Cam firması onu Hong Kong’daki ofisine yönetici olarak atadı. Şişe Cam bünyesinde faaliyet gösteren Soda Sanayi’nin deri kimyasalları ürünleri başta olmak üzere Şişe Cam’ın tüm ürünlerinin o bölgeye satışını artırmak amacıyla gönderilen Ağaoğlu, beş yıl kaldığı Çin’de sadece kendi sektörü değil diğer sektörler ve pazar yapıları hakkında da ciddi bir izlenim edinmiş ve analizler yapmış.
Ağaoğlu’nun Uzakdoğu yılları tam da Türk iş adamlarının Uzakdoğu’yu keşfetme yıllarına denk geliyor. Böylelikle Türkiye için orada var olan potansiyelleri ve bunların nasıl değerlendirilemediğini yakından izlemiş bir profesyonel. Bölgeyi gören ve insanlarıyla temas etme fırsatı bulan birçok kişiye nazaran o, Çin’in tarihi ve kültürel yapısının Türk iş adamlarının ilişki kurması açısından bir dezavantaj değil avantaj olduğunu vurguluyor. Ağaoğlu’nun dikkat çektiği bir başka önemli nokta ise bölgenin dünya ticari hareketindeki payı. Akdeniz’in tarih boyunca devam eden ticari misyonunun bugün Uzakdoğu’da olduğuna işaret ediyor.
>>TURKISHTIME: Çin ve Türkiye iki ayrı dünya… Zorluk çekmediniz mi Çin pazarını incelerken?
>>LEVENT AĞAOĞLU: Çinliler ile biz çok uzak coğrafyalarda yaşasak da, uzak kültürlerin adamı değiliz aslında. Birçok kimse kültürel farklılıktan dolayı iş bağlantısı kurmanın çok zor olduğunu söylüyor. Ben böyle düşünmüyorum. Onlar ne kadar doğuluysa biz de o kadar doğuluyuz. Bin yıl önce ilişkimiz kopmuş, ama aslen kültürümüz ve insan ilişkilerimiz çok yakın. Her şeyden önce iki millet de gayet sıcak. Bugün günlük hayatta pek farkında olamasak da onlardan aldığımız birçok şey var. Onların da bizden aldığı bir o kadar tabii… Biz Çinlilerden çini, kayısı, portakal, çay, mandalina, makarna, ipek ve kağıdı, onlar da bizden deri, demir, şarap ve mantıyı almışlar mesela. Eski dünyanın milletleriyiz biz. O gözle bakıyorlar Türklere. Geleneklerimiz en az 2500 yıl gerilere dayanıyor. Her iki millet de tarihlerinde önemli bir süre dünya medeniyeti konumuna yükselmişler. Çinliler 8. yüzyıla kadar, Türkler de 15.-18. yüzyılları arası büyük medeniyetler oluşturmuşlar.
>>Ama bugün baktığımızda Çin çok çok ilerilerde dünya ticaretinde.
>>Bir zamanlar dünya ticaretinin büyük kısmının döndüğü yer Akdeniz’di. Bütün ülkeler için o ticaret alanı dahilinde bir faaliyette bulunmak çok önemliydi. Bu dönemin aktörleri Cenevizliler, Venedikliler ve tabii Osmanlılardı. Bugünün ise "Yeni Akdeniz"i Pasifik’in batı kıyılarında yaşanmakta.
>>Nedir bu bağlantıyı kurmanıza dayanak?
>>Akdeniz dünyası endüstriyel yenilikçi faaliyetlerin ve müteşebbis inisiyatiflerinin birleştiği bir potaydı. Bölge; sermaye akışının, ticaretin bir araya toplanmasının ve alt yapı bağlantılarının ürettiği kuvvetlerin kıyı bölgelerini ana karalarından ayırdığı ve bu mekanı diğer güç yönlerine doğru yeniden yapılandırdığı çok yüzlü bir alandı. Akdeniz dünyası aynı zamanda farklı medeniyet bölgeleri arasında bir bağlantıydı. Yeni Akdeniz, artık Asya'da canlanmakta. Belli başlı limanları ise dünyadaki en büyük 10 limandan ilk dördü olan Hong Kong, Singapur, Busan ve Kaohsiung ile 6.sırada yer alan Şangay. Bu limanların üçü Çin ekonomik alanında; Hong Kong, Kaohsiung ve Şangay.
>>Mesafenin uzak olmasından dolayı başka ülkeler karşısında Çin’e ihracatta avantajımız olmadığı söylenir.
>>Buna katılmıyorum. Çünkü Çin’in en büyük ticari partnerleri aslında Pasifik’in öbür yakasında, yani Amerika kıtasında ve onlar da hemen hemen bizim kadar uzaklar. Bizim Çin’le tarihten gelen bir ticari geçmişimiz var: İpekyolu. Bugün İpekyolu’nun canlandırılması için ciddi girişimler var. Her şeyden önce bu yol 1998’de havadan sağlanmış durumda. Çin’e direkt uçak seferleri var. Böylelikle iş adamları çok rahat bir ulaşım ortamı buluyor.
>>Bu çabalar sanki Çin’e mi daha çok yarıyor?
>>Bir potansiyel olarak Çin, Türkiye’nin gündemine geldiğinde yüzlerce, belki binlerce iş adamı ve girişimcimiz Çin’e gitti ihracat yapmak için. "1.3 milyarlık Çinli ayda bir şundan alsa tamamdır" türünden bir mantıkla giden arkadaşlarımız bir süre sonra ithalatçı olarak döndüler. Şimdi hükümetlerin yapması gereken bir şey var. Gerçek İpekyolu’nun alt yapısını tekrar hazırlamak. Şangay’dan Roterdam’a bir demiryolu projesi gündemde. Bunun gerçekleşmesi ticaret konusunda Türkiye’ye çok ciddi bir misyon yükleyecek. Anadolu toprakları yine tarihte olduğu gibi ticari lojistik önemine kavuşacak. İstanbul neden bir Hong Kong, Dubai, Singapur olmasın? Türkiye ayrıca yakın ülkeler stratejisi kapsamında yakın komşularıyla geliştirdiği türden ilişkileri uzak komşusu Çin ile de geliştirmeli.
>>Ama diğer taraftan da Çin Türkiye’nin sanayisini tehdit ediyor.
>>Bu bir "win-win" (kazan-kazan) tarzı ilişkiye çevrilebilir. Her iki ülkenin uluslararası vizyonlarını göz önünde bulundurursak geniş bir hinterlanda sahip olduklarını görüyoruz. Her iki ülke de ABD tarafından "Dünyanın Gelişen 10 Pazarı" arasında sayılıyor. Türkiye AB yolunda kararlı adımlarla yürüyen bir ülke ve Gümrük Birliği’nin de bir üyesi. Aynı zamanda Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin de katılmasıyla 41 ülkeyi bulan "Avrupa-Akdeniz Serbest Bölgesi"nin üyesi ve tam da ortasında. Çin için ise en önemli pazar AB. Diğer yandan Çinliler Orta Asya’ya ayrı bir önem veriyorlar, ama kültürel ve siyasi sorunlardan dolayı bu konuda pek başarılı bir girişimleri yok. Türkiye’nin ise dünyanın en hızlı gelişen pazarı Uzakdoğu’ya (ASEAN+Çin+Japonya+G.Kore) ihracatı çok düşük seviyelerde. Türkiye hızla üretimini artıran Çin için Avrupa ve Orta Asya’ya açılmada iyi bir stratejik partner olabilir. Aynı durum Türkiye için Uzakdoğu’da geçerli. Bu noktada Türkiye tarihten gelen misyonunu tekrar kazanabilir ve yine doğunun batıya zenginliğini taşıdığı bir bölge olabilir.
>>Ürettiği ucuz mallarla Türkiye’nin ticaret pastalarından aldığı küçük payları dahi çalan Çin’den değil, başka bir Çin’den bahsediyorsunuz sanki siz.
>>Çin son yıllara kadar belki sadece üretim gücüyle dünya piyasalarını etkiliyordu. Ama artık tüketim gücüyle de etkiliyor. Bugün Çin’in ithalatı da dünya piyasalarını ciddi etkilemeye başladı. Hem hızla büyüyen sanayisine hammadde yetiştirmek, hem de gelişen orta ve üst sınıfının ihtiyaçlarını karşılamak için ithalatını hızla artırıyor. Hem AB ülkelerinin hem de ABD’nin en büyük ticari partneri olmasına az kaldı. Çin’in demir-çelik ihtiyacının hızla artmasından dolayı dünya piyasalarında ve tabii dolayısıyla Türkiye’de de fiyatlar arttı.
>>Oraya gideceklere ne tavsiye edersiniz?
>>Bir kere Çin’e bu satılmaz, şu satılmaz diye düşünmesinler. Elimizde çok mantıklı örnekler var. Mesela mermer ve demir-çelik gibi yapı malzemeleri… Bir de bizim sattığımız deri kimyasalları var. Bunlar fırsatların değerlendirmesi sonucu olmuş hammadde satımları. Mermer ve demir-çelik mal yetiştiremiyor. Ancak demir-çelik ürünleri hariç tutulduğunda Türkiye ve Yunanistan'ın Hong Kong'a ihracatı ne yazık ki aynı değerde.
>>Son mamullerde ve tüketici mallarında herhalde aynı şeyi söyleyemeyiz.
>>Yabancı firmaların Çin pazarında doğrudan pazarlama ve satış işlemlerinde bulunmalarına bugün için izin verilmiyor. 1979’da başlayan ama 1990’larda kendini ciddi ciddi hissettiren değişim ve büyümenin çok uzağında kaldı Türkiye. Bu süreci takip edememesi Türkiye’nin çok büyük dezavantajı oldu. Bugün Çin’i bir pazar olarak görüyorsanız, mutlaka insanlarından tüketim kültürüne kadar incelemelisiniz. Bu şekilde mesela Fındık Tanıtım Grubu başarılı olmuştur. Son zamanlarda haberlerini de alıyoruz.
>>Bir avantajımız var mı pazar konusunda?
>>Pazar konusundaki belki de en büyük avantajımız birçok ülkede Türk malları hakkında haksız yere oluşmuş kötü imajın burada olmaması. Türk malı hakkında eksik bilgiye sahip olan Çin pazarı, iyi bir tanıtım ile büyük başarıların kaynağı olabilir.
>>Başka potansiyeller var mıdır ticaret dışında?
>>Bunların yanında kaçırmamamız gereken bir diğer önemli fırsat da turizm. Önümüzdeki dönemde dünyanın en fazla turist gönderen ülkesi olacak olan Çin; Mayıs 2002’den beri resmi turist destinasyonlarına Türkiye’yi de ekledi. 2008 Pekin Olimpiyatları için yapılan alt yapı yatırımları da müteahhitlik sektörümüz için önemli bir fırsattı, ama maalesef onun da iyi değerlendirilemediğini görüyoruz. Ama tabii Çin’le bu kadar ilgileniyorsanız doğal olarak olabildiğince iyi bir bilgi akışı sağlamalısınız. Bunun da kaynağı tabii ki batının araçları değil, kendi kaynaklarımız olabilir. Türkiye’de herkes, dünya trendlerinin önemli bir aktörü olan Çin’i, Çin’de olup bitenleri yakından gözlemlemeli. ?
Yeni Akdeniz’de yerimizi almalıyız
Özgür Sağmal F>Yavuz Meyveci
Turkish Time, Mayıs 2004
http://www.turkishtime.org/28/tr_40_4.asp
1997 yılında, çalıştığı Şişe Cam firması onu Hong Kong’daki ofisine yönetici olarak atadı. Şişe Cam bünyesinde faaliyet gösteren Soda Sanayi’nin deri kimyasalları ürünleri başta olmak üzere Şişe Cam’ın tüm ürünlerinin o bölgeye satışını artırmak amacıyla gönderilen Ağaoğlu, beş yıl kaldığı Çin’de sadece kendi sektörü değil diğer sektörler ve pazar yapıları hakkında da ciddi bir izlenim edinmiş ve analizler yapmış.
Ağaoğlu’nun Uzakdoğu yılları tam da Türk iş adamlarının Uzakdoğu’yu keşfetme yıllarına denk geliyor. Böylelikle Türkiye için orada var olan potansiyelleri ve bunların nasıl değerlendirilemediğini yakından izlemiş bir profesyonel. Bölgeyi gören ve insanlarıyla temas etme fırsatı bulan birçok kişiye nazaran o, Çin’in tarihi ve kültürel yapısının Türk iş adamlarının ilişki kurması açısından bir dezavantaj değil avantaj olduğunu vurguluyor. Ağaoğlu’nun dikkat çektiği bir başka önemli nokta ise bölgenin dünya ticari hareketindeki payı. Akdeniz’in tarih boyunca devam eden ticari misyonunun bugün Uzakdoğu’da olduğuna işaret ediyor.
>>TURKISHTIME: Çin ve Türkiye iki ayrı dünya… Zorluk çekmediniz mi Çin pazarını incelerken?
>>LEVENT AĞAOĞLU: Çinliler ile biz çok uzak coğrafyalarda yaşasak da, uzak kültürlerin adamı değiliz aslında. Birçok kimse kültürel farklılıktan dolayı iş bağlantısı kurmanın çok zor olduğunu söylüyor. Ben böyle düşünmüyorum. Onlar ne kadar doğuluysa biz de o kadar doğuluyuz. Bin yıl önce ilişkimiz kopmuş, ama aslen kültürümüz ve insan ilişkilerimiz çok yakın. Her şeyden önce iki millet de gayet sıcak. Bugün günlük hayatta pek farkında olamasak da onlardan aldığımız birçok şey var. Onların da bizden aldığı bir o kadar tabii… Biz Çinlilerden çini, kayısı, portakal, çay, mandalina, makarna, ipek ve kağıdı, onlar da bizden deri, demir, şarap ve mantıyı almışlar mesela. Eski dünyanın milletleriyiz biz. O gözle bakıyorlar Türklere. Geleneklerimiz en az 2500 yıl gerilere dayanıyor. Her iki millet de tarihlerinde önemli bir süre dünya medeniyeti konumuna yükselmişler. Çinliler 8. yüzyıla kadar, Türkler de 15.-18. yüzyılları arası büyük medeniyetler oluşturmuşlar.
>>Ama bugün baktığımızda Çin çok çok ilerilerde dünya ticaretinde.
>>Bir zamanlar dünya ticaretinin büyük kısmının döndüğü yer Akdeniz’di. Bütün ülkeler için o ticaret alanı dahilinde bir faaliyette bulunmak çok önemliydi. Bu dönemin aktörleri Cenevizliler, Venedikliler ve tabii Osmanlılardı. Bugünün ise "Yeni Akdeniz"i Pasifik’in batı kıyılarında yaşanmakta.
>>Nedir bu bağlantıyı kurmanıza dayanak?
>>Akdeniz dünyası endüstriyel yenilikçi faaliyetlerin ve müteşebbis inisiyatiflerinin birleştiği bir potaydı. Bölge; sermaye akışının, ticaretin bir araya toplanmasının ve alt yapı bağlantılarının ürettiği kuvvetlerin kıyı bölgelerini ana karalarından ayırdığı ve bu mekanı diğer güç yönlerine doğru yeniden yapılandırdığı çok yüzlü bir alandı. Akdeniz dünyası aynı zamanda farklı medeniyet bölgeleri arasında bir bağlantıydı. Yeni Akdeniz, artık Asya'da canlanmakta. Belli başlı limanları ise dünyadaki en büyük 10 limandan ilk dördü olan Hong Kong, Singapur, Busan ve Kaohsiung ile 6.sırada yer alan Şangay. Bu limanların üçü Çin ekonomik alanında; Hong Kong, Kaohsiung ve Şangay.
>>Mesafenin uzak olmasından dolayı başka ülkeler karşısında Çin’e ihracatta avantajımız olmadığı söylenir.
>>Buna katılmıyorum. Çünkü Çin’in en büyük ticari partnerleri aslında Pasifik’in öbür yakasında, yani Amerika kıtasında ve onlar da hemen hemen bizim kadar uzaklar. Bizim Çin’le tarihten gelen bir ticari geçmişimiz var: İpekyolu. Bugün İpekyolu’nun canlandırılması için ciddi girişimler var. Her şeyden önce bu yol 1998’de havadan sağlanmış durumda. Çin’e direkt uçak seferleri var. Böylelikle iş adamları çok rahat bir ulaşım ortamı buluyor.
>>Bu çabalar sanki Çin’e mi daha çok yarıyor?
>>Bir potansiyel olarak Çin, Türkiye’nin gündemine geldiğinde yüzlerce, belki binlerce iş adamı ve girişimcimiz Çin’e gitti ihracat yapmak için. "1.3 milyarlık Çinli ayda bir şundan alsa tamamdır" türünden bir mantıkla giden arkadaşlarımız bir süre sonra ithalatçı olarak döndüler. Şimdi hükümetlerin yapması gereken bir şey var. Gerçek İpekyolu’nun alt yapısını tekrar hazırlamak. Şangay’dan Roterdam’a bir demiryolu projesi gündemde. Bunun gerçekleşmesi ticaret konusunda Türkiye’ye çok ciddi bir misyon yükleyecek. Anadolu toprakları yine tarihte olduğu gibi ticari lojistik önemine kavuşacak. İstanbul neden bir Hong Kong, Dubai, Singapur olmasın? Türkiye ayrıca yakın ülkeler stratejisi kapsamında yakın komşularıyla geliştirdiği türden ilişkileri uzak komşusu Çin ile de geliştirmeli.
>>Ama diğer taraftan da Çin Türkiye’nin sanayisini tehdit ediyor.
>>Bu bir "win-win" (kazan-kazan) tarzı ilişkiye çevrilebilir. Her iki ülkenin uluslararası vizyonlarını göz önünde bulundurursak geniş bir hinterlanda sahip olduklarını görüyoruz. Her iki ülke de ABD tarafından "Dünyanın Gelişen 10 Pazarı" arasında sayılıyor. Türkiye AB yolunda kararlı adımlarla yürüyen bir ülke ve Gümrük Birliği’nin de bir üyesi. Aynı zamanda Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin de katılmasıyla 41 ülkeyi bulan "Avrupa-Akdeniz Serbest Bölgesi"nin üyesi ve tam da ortasında. Çin için ise en önemli pazar AB. Diğer yandan Çinliler Orta Asya’ya ayrı bir önem veriyorlar, ama kültürel ve siyasi sorunlardan dolayı bu konuda pek başarılı bir girişimleri yok. Türkiye’nin ise dünyanın en hızlı gelişen pazarı Uzakdoğu’ya (ASEAN+Çin+Japonya+G.Kore) ihracatı çok düşük seviyelerde. Türkiye hızla üretimini artıran Çin için Avrupa ve Orta Asya’ya açılmada iyi bir stratejik partner olabilir. Aynı durum Türkiye için Uzakdoğu’da geçerli. Bu noktada Türkiye tarihten gelen misyonunu tekrar kazanabilir ve yine doğunun batıya zenginliğini taşıdığı bir bölge olabilir.
>>Ürettiği ucuz mallarla Türkiye’nin ticaret pastalarından aldığı küçük payları dahi çalan Çin’den değil, başka bir Çin’den bahsediyorsunuz sanki siz.
>>Çin son yıllara kadar belki sadece üretim gücüyle dünya piyasalarını etkiliyordu. Ama artık tüketim gücüyle de etkiliyor. Bugün Çin’in ithalatı da dünya piyasalarını ciddi etkilemeye başladı. Hem hızla büyüyen sanayisine hammadde yetiştirmek, hem de gelişen orta ve üst sınıfının ihtiyaçlarını karşılamak için ithalatını hızla artırıyor. Hem AB ülkelerinin hem de ABD’nin en büyük ticari partneri olmasına az kaldı. Çin’in demir-çelik ihtiyacının hızla artmasından dolayı dünya piyasalarında ve tabii dolayısıyla Türkiye’de de fiyatlar arttı.
>>Oraya gideceklere ne tavsiye edersiniz?
>>Bir kere Çin’e bu satılmaz, şu satılmaz diye düşünmesinler. Elimizde çok mantıklı örnekler var. Mesela mermer ve demir-çelik gibi yapı malzemeleri… Bir de bizim sattığımız deri kimyasalları var. Bunlar fırsatların değerlendirmesi sonucu olmuş hammadde satımları. Mermer ve demir-çelik mal yetiştiremiyor. Ancak demir-çelik ürünleri hariç tutulduğunda Türkiye ve Yunanistan'ın Hong Kong'a ihracatı ne yazık ki aynı değerde.
>>Son mamullerde ve tüketici mallarında herhalde aynı şeyi söyleyemeyiz.
>>Yabancı firmaların Çin pazarında doğrudan pazarlama ve satış işlemlerinde bulunmalarına bugün için izin verilmiyor. 1979’da başlayan ama 1990’larda kendini ciddi ciddi hissettiren değişim ve büyümenin çok uzağında kaldı Türkiye. Bu süreci takip edememesi Türkiye’nin çok büyük dezavantajı oldu. Bugün Çin’i bir pazar olarak görüyorsanız, mutlaka insanlarından tüketim kültürüne kadar incelemelisiniz. Bu şekilde mesela Fındık Tanıtım Grubu başarılı olmuştur. Son zamanlarda haberlerini de alıyoruz.
>>Bir avantajımız var mı pazar konusunda?
>>Pazar konusundaki belki de en büyük avantajımız birçok ülkede Türk malları hakkında haksız yere oluşmuş kötü imajın burada olmaması. Türk malı hakkında eksik bilgiye sahip olan Çin pazarı, iyi bir tanıtım ile büyük başarıların kaynağı olabilir.
>>Başka potansiyeller var mıdır ticaret dışında?
>>Bunların yanında kaçırmamamız gereken bir diğer önemli fırsat da turizm. Önümüzdeki dönemde dünyanın en fazla turist gönderen ülkesi olacak olan Çin; Mayıs 2002’den beri resmi turist destinasyonlarına Türkiye’yi de ekledi. 2008 Pekin Olimpiyatları için yapılan alt yapı yatırımları da müteahhitlik sektörümüz için önemli bir fırsattı, ama maalesef onun da iyi değerlendirilemediğini görüyoruz. Ama tabii Çin’le bu kadar ilgileniyorsanız doğal olarak olabildiğince iyi bir bilgi akışı sağlamalısınız. Bunun da kaynağı tabii ki batının araçları değil, kendi kaynaklarımız olabilir. Türkiye’de herkes, dünya trendlerinin önemli bir aktörü olan Çin’i, Çin’de olup bitenleri yakından gözlemlemeli. ?
Yeni Akdeniz’de yerimizi almalıyız
Özgür Sağmal F>Yavuz Meyveci
Turkish Time, Mayıs 2004
http://www.turkishtime.org/28/tr_40_4.asp
12 Eylül 2014 Cuma
500 +yıl: 11 Büyük Türk Düşünürü (699-1273)
ELİF LAM MİM; İLİM düsturunu ilk uygulayan düşünürlerimiz, Maveraünnehir'de ilimler geliştirdiler.
Hemen hemen hepsi de Bağdat yollarında gidip geldiler..
Neden sonrası gelmedi.?
EBU HANİFE MUSA EL HAREZMİ | maveraünnehir maveraünnehir | 699-767 780-850 |
İMAM MATURİDİ | maveraünnehir | 852-944 |
FARABİ | maveraünnehir | 872-951 |
EL BİRUNİ | maveraünnehir | 973-1048 |
İBNİ SİNA | maveraünnehir | 980-1037 |
KAŞGARLI MAHMUD | 1008-1105 | |
YUSUF HAS HACİB | 1017-1077 | |
NİZAMÜLMÜLK | horasan | 1018-1092 |
AHMET YESEVİ | maveraünnehir | 1093-1166 |
MEVLANA | horasan | 1207-1273 |
Konvansiyonlar: Rum ve Rumeli
KONVANSİYONLAR: RUM VE RUMELİ
Dr.Tamer Yılmaz
Dr.Tamer Yılmaz
Amac nedir? Rumelinin Turkiyeye ait oldugunun saglamlastirilmasi degil midir? Bunun birden fazla yolu vardir.
Rumeli'yi Turkeli yapalim sonra biz bunu kullaniyoruz diye diretelim ki herkes yerli yabanci bu yeni kelimeyi kullansin, sirf biz istiyoruz diye. Oysa bizim uydurdugumuz bir seyi kabul etmeleri, kendi yanlis olarak
yaptiklari bir kullanimi kabul edip degistirmelerine oranla cok daha zordur.
yaptiklari bir kullanimi kabul edip degistirmelerine oranla cok daha zordur.
Rum kelimesinin gomulmesi yerine tarihsel ve bilimsel olarak dogru platforma oturtulmasi bence daha uygun olur.
Rum = Romali demektir. Tarihte dogu Roma diye bir devlet yoktur. Sadece Roma vardir. Bizans sehir devleti dahi sonuna kadar Roma Imparatorlugu adini tasimis, bu adla sikke bastirmis, senetler, tapular, hukuki yazilar hep bu kelimelerle ifade edilmistir. Dogu Roma ve Bizans imparatorlugu 17. yuzyildan itibaren batili tarihciler tarafindan kullanilmaya baslanmistir. Bunun da sebebi Roma imparatorlugunu kendilerine uygarlik bazi olarak kabul ettikleri zaman Kutsal-Roma-Germen imparatorlugu altinda Istanbul'a rakip bir Roma yaratmalarindan kaynaklanmaktadir. Kutsal Roma Germen Imparatorlugu Roma'yla alakasi olmayan franklar, germenler, gotlar, vb tarafindan kurulmuslardir. Bu gelismeye Istanbul buyuk itiraz gostermis kendilerinden baska bir olusumun bu adi devlet olarak kullanamayacaklarini bence hakli olarak savunmuslardir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet Roma Imparatoru olarak tac giymistir. Vatikan bile bunu kabul edecegini ancak Fatih'in Italyadaki Vatikani Hristiyanligin tek temsilcisi olarak tanimasini istemistir. Bilindigi Gibi o tarihlerde Vatikanda Roma Katolik Kilisesi, Anadolu'da da Roma Ortodoks Kilisesi var idi. Fatih Tebasinin destegini saglamak icin Ortodoks kilisesine destek vermistir. Roma Ortodoks Kilisesinin Turkcedeki bugunku adi Rum Ortodoks kilisesidir. Ama her nedense 20. yuzyildan itibaren bu ad Ingilizceye "Greek Ortodoks Kilisesi" olarak tercume edilmektedir ki asil duzeltilmesi gereken, hem de birlesmis milletler ve uluslararasi platformlarda duzeltilmesi gereken ad budur.
Rum adi sade "Anadolu Rumu" gibi bir basite indirgenemez, "Anadolu Yunani" terimi de zaten yanlistir. Bu indirgenme bilhassa bati ve ozellikle Grekler tarafindan yapilmistir. Cunku onlar Grek, Yunan, Rum, Hellen, Kibrisli gibi farkli kavramlarin hepsini birbirine katarak uluslararasi platformlarda "Greek" kelimeisini konvansiyon yapmislardir. Gercek Yunan = Yonan = Ionan = Ionian seklinden turemistir. O halde bir tek bizim kullandigimiz Yunanistan dahi yanlistir ve asil gomulmesi gereken kelime budur.
Anadolu'da Galatlar, Frigyalilar, Capadoccialilar, erken zamanda goc etmis Turkilere hep Roma vatandasligi verilmis ve bunu kiyi kasabalarindaki Hellenlerin Anadoluluyu kucumsemelerine karsi bir tepki olarak seve seve yapmislardir. Yani Rumluk gercek anlamiyla Yunanliliga tepki olarak dogmustur. Anadolu Selcuklu Devletinin gercek adi, senetlerde, tapularda ve resmi yazismalarda kullandigi ad "Anadolu Rum Sultanligi" idi. Okul kitaplarinda bu konular yanlis olarak ogretilmekte, sonucta bu bilgilerle buyuyen gencler maalesef "Rum" sozune karsi antipati beslemektedirler.
Rumeli'ni sirf ideolojik nedenden oturu Turkeli gibi uydurma bir adla degistirmek yerine Rum adinin dayanagi ve anlami herkese anlatilirsa ve gelisi-guzel olarak "Grek" kelimesi ile esdeger olarak kullanilmasina karsi hakli bir mucadele verilirse bence bu daha etkili olur. Yoksa kendi kendimize gelin-guvey olmusuz, kimin umurunda. Rum kelimesi batinin yaptigi tarafgirli yorumlarin ve incelemelerin karsisinda duran anahtar bir kelimedir. Bu kelime giderse, batinin bize besledigi bilgilerin aksini ispat etmek zorlasir.
Uluslararasi konvansiyon yapilan kelime "Helen" kelimesidir. Bu ise ozellikle Ingilterenin marifetidir. Greklerin bu konvansiyona sarilmasi tam anlamiyla armut pis agzima dus olmustur. Ne yapalim Allah kimine petrol veriyor kimine kelek yedirtiyor.
Hatta Grekler, 2. dunya savasini takiben BM'e basvurup isimlerinin "Helenya" olmasi icin dilekce vermislerdir. Ancak Bati devletleri "Dunya uygarligi butun dunyaya aittir" dusuncesi altinda bunu red etmislerdir. Bugun bile Grekistan posta pullarinda "Ellas" yazar ki bu resmi olarak kimse tarafindan taninmaz. Su var ki, Onasisler ve ABDli gocmen Grekler ve Grek asiki batili yazarlar tarafindan Helen = Grek yazmak gayri resmi bir konvansiyon haline gelmistir. Boylece Anadolu'daki hemen her sey de Helen semsiyesi altina sokulmustur. Grek, Yunan, Helen, Rum kullanislari cok guc olmakla birlikte tarihsel ve gercekci bir konvansiyona once Turkcede donusturulmelidir.
Bizim kendi konvansiyonumuz ne olacak? Var olan konvansiyon Batinin bizim icin elimize verip tutusturdugu Orta Asya milliyetciligidir. Bu simdiye kadar hic bir ise yaramamis ve hatta Turkiye'de ve Osmanli'da boluculuk yaratmissa da yeni jeopolitik gelismelerden hem de eskinin ataletinden dolayi kolay kolay vazgecemeyecegimiz bir konvansiyondur. Dikkat ederseniz, Turki cumhuriyetlerle iyi kotu gelismekte olan iliskilerimiz var. Ve meyvalarini da topluyoruz. Ve ileride daha buyuk yararlarini gorecegiz insallah. Simdiye kadar dokunulmamis olan iki adet daha konvansiyonumuz var: Osmanli Imparatorlugu ve Bati ile kultur ve genetik baglarimiz.
Osmanli Imparatorlugu komsularimizla baglarimizin artmasi, iliskilerimizin gelismesi icin bir kaynak olabilir. Mesela kulturel anlamda bir "Commonwealth" benzeri olayin baslatildigini dusunelim. Belirli zaman araliklariyla Osmanli yad edilir, torenler duzenlenir bu torenlere eski "sancak beyleri" davet edilir. Ve Osmanliya yaptiklari katkilardan oturu temsili olarak taltif edilir. Eger komsularimiza onurlandirici bir sekilde yaklasirsak, Osmanli Imparatorlugu eskinin bir baski unsuru olarak gorulmekten ziyade bir kultur olayi, bir araya gelmek icin bir bahane olur.
Bati ile yaklasim ise ayri bir konvansiyon gerektirir: bu konvansiyonu iki alt-konvansiyona ayirayim: Roma ve Keltler. Roma batinin eskiden beri taptigi bir uygarlik. Ketller ve Keltlik nostaljisi ise son 30 yildir tapilan bir olgu. Bizler Galatlar vasitasiyla da Bati ile akrabayiz ki buda yapilan arastirmalarda P5 geni (?) sayesinde kanitlanmistir. Roma derseniz, halk olarak neredeyse 1500-2000 yila yakin uzun bir beraberligimiz var.
Sonucta hangi tarafa yaklasiyorsak ona uyan bir konvansiyon sahibi olmaliyiz. Bunda utanilacak bir durum yok. Bu icinde bulundugumuz ve "artik bolunemez olan" bu karisimimizin, yani gercegin ta kendisi. Tabii bu simdiye kadar bizim ideolojik anlamda alisamadigimiz bir durum. Ne var ki tarihsel, jeolojik, politik, ekonomik velhasil hangi gercekci acidan bakarsak bakalim Turkiye bir koprudur. Turkiye'nin cografi olarak kopru oldugunu nedense kabul etmisiz de genetik, kulturel, linguistik, dinsel, tarihsel, dusunsel olarak kopru oldugunu henuz kabul etmemisiz. Bunun nedeni de "saflik" "irkcilik" teorileridir. Oysa yine Darwinin teorisine siginip karismanin aslinda guzel ve yararli bir sey oldugunu savunabilirz. Aksine kendi icine kapali kalmanin, "ic uremenin" toplumlara her bakimdan bir piclik ve yozlasma getirecegi aciktir. Yani en zayif yanimiz "konvansiyonsuzlugumuz" aslinda en guclu yanimiz olabilir.
Biz ne kadar Turki isek, hemen hemen ayni miktar Batiliyiz, Ortadoguluyuz, Romaliyiz, Keltiz,vb. Sicilya koylerinde "guma" 2. hanim (bkz Sopranolar dizisi) demekse, peynir Anadolu'nun gobeginden Irlandaya kadar "kesh" ise artik bati ile akrabaligimizi inkar etmenin de bir anlami yoktur. Belki bunlarin hepsini bir konvansiyonda toplayarak "En buyuk (yada en zengin) Karisim" diyebiliriz. Turkey: The Great Divide or the Great Union"
Aslinda benim butun bunlari soylememe hic gerek bile yok. Cunku Turkiye'de genel gidisat o yonde. El yordamiyla da olsa olmasi gereken seyler yavas yavas oluyor. (Bu sizin Balkanpazar.net'den dahi goruluyor.) www.galloturca.com da benim sayfam.
Dr.Tamer Yilmaz
Hatta Grekler, 2. dunya savasini takiben BM'e basvurup isimlerinin "Helenya" olmasi icin dilekce vermislerdir. Ancak Bati devletleri "Dunya uygarligi butun dunyaya aittir" dusuncesi altinda bunu red etmislerdir. Bugun bile Grekistan posta pullarinda "Ellas" yazar ki bu resmi olarak kimse tarafindan taninmaz. Su var ki, Onasisler ve ABDli gocmen Grekler ve Grek asiki batili yazarlar tarafindan Helen = Grek yazmak gayri resmi bir konvansiyon haline gelmistir. Boylece Anadolu'daki hemen her sey de Helen semsiyesi altina sokulmustur. Grek, Yunan, Helen, Rum kullanislari cok guc olmakla birlikte tarihsel ve gercekci bir konvansiyona once Turkcede donusturulmelidir.
Bizim kendi konvansiyonumuz ne olacak? Var olan konvansiyon Batinin bizim icin elimize verip tutusturdugu Orta Asya milliyetciligidir. Bu simdiye kadar hic bir ise yaramamis ve hatta Turkiye'de ve Osmanli'da boluculuk yaratmissa da yeni jeopolitik gelismelerden hem de eskinin ataletinden dolayi kolay kolay vazgecemeyecegimiz bir konvansiyondur. Dikkat ederseniz, Turki cumhuriyetlerle iyi kotu gelismekte olan iliskilerimiz var. Ve meyvalarini da topluyoruz. Ve ileride daha buyuk yararlarini gorecegiz insallah. Simdiye kadar dokunulmamis olan iki adet daha konvansiyonumuz var: Osmanli Imparatorlugu ve Bati ile kultur ve genetik baglarimiz.
Osmanli Imparatorlugu komsularimizla baglarimizin artmasi, iliskilerimizin gelismesi icin bir kaynak olabilir. Mesela kulturel anlamda bir "Commonwealth" benzeri olayin baslatildigini dusunelim. Belirli zaman araliklariyla Osmanli yad edilir, torenler duzenlenir bu torenlere eski "sancak beyleri" davet edilir. Ve Osmanliya yaptiklari katkilardan oturu temsili olarak taltif edilir. Eger komsularimiza onurlandirici bir sekilde yaklasirsak, Osmanli Imparatorlugu eskinin bir baski unsuru olarak gorulmekten ziyade bir kultur olayi, bir araya gelmek icin bir bahane olur.
Bati ile yaklasim ise ayri bir konvansiyon gerektirir: bu konvansiyonu iki alt-konvansiyona ayirayim: Roma ve Keltler. Roma batinin eskiden beri taptigi bir uygarlik. Ketller ve Keltlik nostaljisi ise son 30 yildir tapilan bir olgu. Bizler Galatlar vasitasiyla da Bati ile akrabayiz ki buda yapilan arastirmalarda P5 geni (?) sayesinde kanitlanmistir. Roma derseniz, halk olarak neredeyse 1500-2000 yila yakin uzun bir beraberligimiz var.
Sonucta hangi tarafa yaklasiyorsak ona uyan bir konvansiyon sahibi olmaliyiz. Bunda utanilacak bir durum yok. Bu icinde bulundugumuz ve "artik bolunemez olan" bu karisimimizin, yani gercegin ta kendisi. Tabii bu simdiye kadar bizim ideolojik anlamda alisamadigimiz bir durum. Ne var ki tarihsel, jeolojik, politik, ekonomik velhasil hangi gercekci acidan bakarsak bakalim Turkiye bir koprudur. Turkiye'nin cografi olarak kopru oldugunu nedense kabul etmisiz de genetik, kulturel, linguistik, dinsel, tarihsel, dusunsel olarak kopru oldugunu henuz kabul etmemisiz. Bunun nedeni de "saflik" "irkcilik" teorileridir. Oysa yine Darwinin teorisine siginip karismanin aslinda guzel ve yararli bir sey oldugunu savunabilirz. Aksine kendi icine kapali kalmanin, "ic uremenin" toplumlara her bakimdan bir piclik ve yozlasma getirecegi aciktir. Yani en zayif yanimiz "konvansiyonsuzlugumuz" aslinda en guclu yanimiz olabilir.
Biz ne kadar Turki isek, hemen hemen ayni miktar Batiliyiz, Ortadoguluyuz, Romaliyiz, Keltiz,vb. Sicilya koylerinde "guma" 2. hanim (bkz Sopranolar dizisi) demekse, peynir Anadolu'nun gobeginden Irlandaya kadar "kesh" ise artik bati ile akrabaligimizi inkar etmenin de bir anlami yoktur. Belki bunlarin hepsini bir konvansiyonda toplayarak "En buyuk (yada en zengin) Karisim" diyebiliriz. Turkey: The Great Divide or the Great Union"
Aslinda benim butun bunlari soylememe hic gerek bile yok. Cunku Turkiye'de genel gidisat o yonde. El yordamiyla da olsa olmasi gereken seyler yavas yavas oluyor. (Bu sizin Balkanpazar.net'den dahi goruluyor.) www.galloturca.com da benim sayfam.
Dr.Tamer Yilmaz
7 Eylül 2014 Pazar
The first known human settlement is in Çatalhöyük, Turkey
FIRST TURKEY FIRST: MAGICAL COUNTRY OF THE "FIRSTS"
* The first known human settlement is in Çatalhöyük, Turkey (7 Millenium B.C.). Mesopotamia has long heen considered as the first home of civilization in the Old World, about the fifth millennium BC, but the so-called neolithic revolution or transition to so-called agricultural society about 10,000 BC probably occurred first in Anatolia. The origin and ethnic derivation of the most ancient inhabitants of Anatolia are not known, but it is certain that they were among the first if not the first, to have built a city. Before that, between 15,000 and 13,000 BC, we know only of nomadic hunters, as at Lascaux. At Çatal Höyük in the middle of the Anatolian plateau, a cluster of the firstreal houses was discovered on an area of thirteen hectares. They were constructed from clay bricks, the walls were regularly colour-washed on the outside, and certain of them were covered on the inside with wall paintings, similar to cave drawings but fulfllling an aesthetic function. Linked together in tiers, the upper houses opened onto the flat roofs of the ones below. The fourteen levels built up there correspond to a little more than one thousand years of occupation, from 6750 BC to about 5600 BC, that is to say, during the Neolithic period. These first 'town dwellers’ were primarily farmers. They lived in family groups of five to seven persons, and were already cultivating wheat and vines, raising sheep and goats, and keeping dogs. They grew and wove flax, and possessed weapons of copper and lead, both for hunting and defence. They also traded with distant countries. At Çatal Höyük objects have been found made of volcanic glass and apatites which were unknown locally. We also know that they worshipped a Mother-Goddess, a goddess of fertility, whose terra cotta statuettes decorated their domestic altars.
* The first Neolithic paintings found on man-made walls are in Çatalhöyük, Turkey.
* Çatalhöyük is a center of "firsts” -first ceramic pots, first mirrors, first examples of woven materials, first wooden bowls, first wallpaints, among many other firsts.
* The influence of the Hittite deities on the Greek gods is quite clear. It was in Crete and Anatolia that the anthropomorphic development of the gods reached its conclusion's. The cult of the Mother-Goddess, with a dying and resurrected god as consort and son, is very important in Crete. This cult, which was born in Anatolia, spread throughout the Middle East and the West right up until the corning of Christianity. Like so many things Minoan, the cult of the bull symbol -representing strength and fertility - probably came originally from the East. This 'East' implies Anatolia more particularly Neolithic Çatalhöyük, for sanctuaries in Cretan palaces, like those in Çatalhöyük, have bull-horns everywhere frescoes display bulls, and the doors of burial places are filled in with bull skulls.
* Modern Europe is a venture of civilization that has evolved over three thousand years, and present-day Turkey at its geographical heart Modern Europe was born in the Eastern Mediterranean with roots in Egypt, Syria-Palestine-Asia Minor, Greece and Italy. This civilization has evolved over three thousand years. Present-day Turkey lies at the geographical heart of the region. It was largely in Turkey that belief in a single God came into being and spread, giving rise to the Judeo-Hellenic synthesis that is central to contemporary civilization. Today, Turkey is home to the most magnificent works of the Hellenistic-Roman era, which are daily reminders of this extraordinary heritage. Indeed, it is a synthesis of the legacies of Ancient Egypt, Mesopotamia and Anatolia.. Civilization began in Anatolia around 6000 B.C. with the Neolithic town of Çatal Höyük. This
NEW MEDITERRANEAN: Port-city network in East and South-East Asia: towards the emergence of a “Mediterranean Sea” model of interdependence
Port-city network in East and South-East Asia: towards the emergence of a “Mediterranean Sea” model of interdependence
François Gipouloux
Map 1: Maritime Asia Economic Corridor
Copyright Gipouloux 2000, China Perspectives
Nowadays, global cities illustrate the extent to which world trends deeply penetrate into the interior of national territory and devices traditionally controlled by the state. The different port-cities (Tokyo-Yokohama, Osaka-Kobe, Pusan, Kaohsiung, Singapore, Hong Kong, Macau, Shanghai, Xiamen, Tianjin, Dalian) situated on the periphery of this Mediterranean Sea forms a system characterised by the intensity of their economic linkages, a differentiated relationship with their hinterland, and a specific level integration in the world economy.
The concentration of control functions goes along with the dispersion of manufacturing capabilities (at the regional, national and global levels). Thus Hong Kong, but also Singapore, or the Tokyo-Yokohama conurbation, for instance, implements a new logic of agglomeration and takes part in a new geography of centrality and marginality. What emerges then is a transnational urban system, whose frame is found on the periphery of a maritime corridor, stretching from Vladivostok to Singapore.
The concept of a Mediterranean sea makes it possible to grasp the dynamics of economic flows, the emergence of gravity centres, the evolution of hierarchies. It indeed forms an urban system in this Asian corridor, i.e. a system of cities characterised by a functional division of the work and responsibilities within a polycentric region. The network configuration of port-cities finally leads to a questioning of the new attributes of sovereignty. The example of Hong Kong shows that sovereignty no longer rests exclusively upon the territory itself, but on the functions performed by a given area. In that sense, it also depends on the capacity to model economic spaces, to create and to impose technical, financial and legal norms.
Main hypotheses
1. Transnational entities (Sea of Japan Economic Zone, Yellow Sea Economic Zone, Sea of China Economic Zone) are the core of economic spaces in East Asia.
2. Production, trade and innovation are structured by new forms of flexible organisation such as networks, more than by the national policies only.
3. Major actors of this configuration are cities, more than governments or Nation-States. Major Asian port-cities are not only centres of exchanges. Since the mid-1980s, they have become world-wide-oriented centres for production, trade and research. Thus, they tend to return to what they were before the eighteenth century: prominent actors of international trade, elaboration centres of new forms of sociability.
While one would have thought that the dispersion of production sites, made possible by information technology, would have made urban agglomerations lose their importance, the globalisation of economic activity has transformed cities into nodes, concentrating control functions. In particular, cities have become sites for the post-manufacturing production in advanced technologies, finance and high value-added services. They have, equally, been transformed into transnational markets where firms and governments can buy financial instruments and specialised services.
4. The growing intensity of the service function in the organisation of industries ends with the formation of a new urban economy, characterised by the very strong growth of high value-added services, the dramatic progression in export-linked services and the stagnation of the services linked to the physical handling of the freight.
The category “service” is, however, too large to be relevant. It covers the wholesale and retail trade, import-export activity, hotel and restaurant businesses, transportation, warehousing and communications, finance, insurance, real estate, business services, personal and social services. In addition, the location of services is highly differentiated. While services for consumption or community services can be dispersed, and are linked to the population density, services for production (project design, advertising, auditing, accounting expertise, legal advice, etc.) are far more concentrated geographically.
Integrating AND disintegrating effects on China’s territory of an “Asian Mediterranean”
As 80% of direct investment in China originates from countries in the region, we might wonder if, in the final analysis, the appearance of this boundary within the country might not be the result of outside influences rather than the consequence of the endogenous development of Chinese capitalism. If we look at it from another angle, focusing not on China, but on the East Asian economic corridor, the picture appears in a different light.
The border referred to earlier clearly divides China in two and underlines the relatively heterogeneous nature of the two economic situations. But this border also inserts China in a different economic zone, one that is more wide reaching, where intra-Asian exchange is the driving force. In short, this border integrates as well as separates. It is perhaps necessary to look at China from an outside perspective in order to interpret the dynamics at work on the Chinese mainland. And it is on the edge of this “Asian Mediterranean”, whose forms and flows need to be identified, that we must look to find one of the sources of Chinese development.
“The Mediterranean” is not only the title of one of Fernand Braudel’s most celebrated works, but also a concept which carries wider significance, providing its author with a means of illustrating the dynamics of European capitalism in the 16th century. Applying it to a completely different context, Denys Lombard provided a brilliant illustration of this concept in his study of the South China Sea. Braudel’s attention was focused on the cities situated on the shores of the Mediterranean Sea, and we are no longer living in the sixteenth century. Nevertheless there are four aspects of the “Mediterranean” concept that deserve to be highlighted inasmuch they may help us understand what is at stake and which economic forces are at work today in the corridor running from the strait of La Perouse to the strait of Malacca.
1. In spite of its etymology, “Mediterranean” does not define a closed space. That was not the case for the Mediterranean world in the era of Philip II, nor is it the case for the East Asian corridor today. Trade with North America, on the one hand and with Europe, on the other, are two fundamental dimensions that characterise the opening up of this zone. The massive re-locations that took place all through the 1990s, first in ASEAN countries and then in the Chinese coastal areas, resulted in a manufacturing crescent, the vocation of which was to reach out to the world and conquer distant markets.
2. A “Mediterranean” world is a melting pot for industrial undertakings, innovative activity and entrepreneurial initiatives. It is a laboratory for experimenting with new social norms and new ways.
3. As a consequence, a “Mediterranean” world is a multi-faceted space in which the flows of capital, the concentration of trade, the network of infrastructures all produce specific forces that wrench the coastal zones from their continental heartland and reorganise the space in China according to other directions of power, blurring the tight lines of control defined by bureaucratic planning.
4. A “Mediterranean” world is a link between different areas of civilisation; more precisely, through the development of trade around the Sea of Japan, the Yellow Sea and the South China Sea, the obstacles created by very diverse economic and social systems have been neatly avoided.
This view contains several implications for our perception of economy, space and territory, as well as international economic relations. However, we should avoid any form of geographic determinism. Here, the actors are more important than the structures. The entrepreneurs and their networks, and perhaps, in the final analysis, the structures providing informal dialogue for defining technical norms, such as the Pacific Basin Economic Council (PBEC), carry more weight than governments. The port cities, which could also be defined as major platforms for the flow of goods and services, as well as information, count more than the shape of the space thus defined.
1. This economic corridor in East Asia has a centrifugal effect on China. The coastal zones are “sucked up”, so to speak, by intra-Asian trade, investment flows and regional dynamics. China is violently split up by this corridor, then re-assembled by forces that partly escape the control of central government. The border between coastal China and inland China is also determined by this “Mediterranean” region, where it occupies a position at the western extremity and separates it from the Asian hinterland.
2. The corridor considerably changes the physiognomy of the coastal areas: Xiamen, in 1997, recorded a considerable inflow of investment, in particular in the area of port infrastructures (Hutchison Delta Ports) built in anticipation of establishing direct links with Taiwan. Likewise, Korean investments in Qingdao have transformed Shandong, as have Japanese investments in Dalian, by bringing these areas into the intra-Asian network. Not to mention the synergy between Hong Kong and the Pearl River Delta ports.
All in all, FDI in China has a three-fold effect on regional economic investment.
Firstly, it accelerates the differentiation of China’s economic areas. We can reasonably predict that the future implantation of FDI will not be influenced solely by matters of cost or potential for a particular market, but will also be oriented according to the two forces working on the economic geography of China, of which it is a part: the extent of the dismantling of public ownership and the diversification of the urban fabric, or more precisely the revival of the city’s role in trade.
Secondly, it underlines the invisible border that divides China into two distinct macro-regions. Both work according to their own logic: open to exchange in one case; relatively autarchic in the other, primarily on account of the particular inertia that state ownership brings about.
Thirdly, it encourages integration of the coastal zones into a network of international subcontracting led by the “Four Dragons”, Japan and, to a certain extent, American and European companies. These zones are clearly oriented towards exports: what is happening in the Pearl River Delta, the Shanghai-Nanjing-Hangzhou triangle and, to a lesser extent, the Gulf of Bohai is the constitution of a manufacturing crescent aiming to conquer distant markets in Europe or the United States. Indeed, the role played by Dalian in Japanese re-exportations is remarkable in this respect.
Seen in this light, the emergence of an “Asian Mediterranean” world confirms the reality of what many foreign companies practice today: direct investment is no longer a flow of capital enclosed in a purely bilateral dimension (for example, between Japan and China), but rather part of a multilateral movement that includes several countries or trans-national regions.
A key question remains concerning the economic partition of China. It can be divided into two parts: the question of rising provincial protectionism and the closely related issue of burgeoning new macro-regions that will become the centres of gravity for tomorrow’s China. The problem of Chi Ch’ao-ting (24)—the creation followed by the decline of key economic zones are major movements in the history of China—, as well as that of Skinner—the hierarchy of the trade centres in China determine the revival of a centre-periphery structure in each of the macro-regions in question (25)—have been turned upside down by the economic practices of the last 20 years. “Useful” China has moved to the east as a result of a transfer that undermines the Communist Party’s nationalistic determination to establish or maintain central control over economic development. Paradoxically, in an age of opening up to the world, dynamics of this sort re-establish links with the imperial model and its fluctuating sovereignty, flexible networks, fluctuating boundaries, as well as its ambition to extend real geo-political and economic power beyond the confines of China.
=======================
Fernand Braudel, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, Paris, Armand Colin, 1949. On a more recent theme, see Thomas Rohlen, “A ‘Mediterranean’ Model for Asian Regionalism: Cosmopolitan Cities and Nation States in Asia”, Working Paper, Asia Pacific Research Center, Stanford University, May 1995.
Cf. the special edition of “L’Espace Géographique” devoted to the concept of the Mediterranean model, Montpellier, 1995.
François Gipouloux
Map 1: Maritime Asia Economic Corridor
Copyright Gipouloux 2000, China Perspectives
Nowadays, global cities illustrate the extent to which world trends deeply penetrate into the interior of national territory and devices traditionally controlled by the state. The different port-cities (Tokyo-Yokohama, Osaka-Kobe, Pusan, Kaohsiung, Singapore, Hong Kong, Macau, Shanghai, Xiamen, Tianjin, Dalian) situated on the periphery of this Mediterranean Sea forms a system characterised by the intensity of their economic linkages, a differentiated relationship with their hinterland, and a specific level integration in the world economy.
The concentration of control functions goes along with the dispersion of manufacturing capabilities (at the regional, national and global levels). Thus Hong Kong, but also Singapore, or the Tokyo-Yokohama conurbation, for instance, implements a new logic of agglomeration and takes part in a new geography of centrality and marginality. What emerges then is a transnational urban system, whose frame is found on the periphery of a maritime corridor, stretching from Vladivostok to Singapore.
The concept of a Mediterranean sea makes it possible to grasp the dynamics of economic flows, the emergence of gravity centres, the evolution of hierarchies. It indeed forms an urban system in this Asian corridor, i.e. a system of cities characterised by a functional division of the work and responsibilities within a polycentric region. The network configuration of port-cities finally leads to a questioning of the new attributes of sovereignty. The example of Hong Kong shows that sovereignty no longer rests exclusively upon the territory itself, but on the functions performed by a given area. In that sense, it also depends on the capacity to model economic spaces, to create and to impose technical, financial and legal norms.
Main hypotheses
1. Transnational entities (Sea of Japan Economic Zone, Yellow Sea Economic Zone, Sea of China Economic Zone) are the core of economic spaces in East Asia.
2. Production, trade and innovation are structured by new forms of flexible organisation such as networks, more than by the national policies only.
3. Major actors of this configuration are cities, more than governments or Nation-States. Major Asian port-cities are not only centres of exchanges. Since the mid-1980s, they have become world-wide-oriented centres for production, trade and research. Thus, they tend to return to what they were before the eighteenth century: prominent actors of international trade, elaboration centres of new forms of sociability.
While one would have thought that the dispersion of production sites, made possible by information technology, would have made urban agglomerations lose their importance, the globalisation of economic activity has transformed cities into nodes, concentrating control functions. In particular, cities have become sites for the post-manufacturing production in advanced technologies, finance and high value-added services. They have, equally, been transformed into transnational markets where firms and governments can buy financial instruments and specialised services.
4. The growing intensity of the service function in the organisation of industries ends with the formation of a new urban economy, characterised by the very strong growth of high value-added services, the dramatic progression in export-linked services and the stagnation of the services linked to the physical handling of the freight.
The category “service” is, however, too large to be relevant. It covers the wholesale and retail trade, import-export activity, hotel and restaurant businesses, transportation, warehousing and communications, finance, insurance, real estate, business services, personal and social services. In addition, the location of services is highly differentiated. While services for consumption or community services can be dispersed, and are linked to the population density, services for production (project design, advertising, auditing, accounting expertise, legal advice, etc.) are far more concentrated geographically.
Integrating AND disintegrating effects on China’s territory of an “Asian Mediterranean”
As 80% of direct investment in China originates from countries in the region, we might wonder if, in the final analysis, the appearance of this boundary within the country might not be the result of outside influences rather than the consequence of the endogenous development of Chinese capitalism. If we look at it from another angle, focusing not on China, but on the East Asian economic corridor, the picture appears in a different light.
The border referred to earlier clearly divides China in two and underlines the relatively heterogeneous nature of the two economic situations. But this border also inserts China in a different economic zone, one that is more wide reaching, where intra-Asian exchange is the driving force. In short, this border integrates as well as separates. It is perhaps necessary to look at China from an outside perspective in order to interpret the dynamics at work on the Chinese mainland. And it is on the edge of this “Asian Mediterranean”, whose forms and flows need to be identified, that we must look to find one of the sources of Chinese development.
“The Mediterranean” is not only the title of one of Fernand Braudel’s most celebrated works, but also a concept which carries wider significance, providing its author with a means of illustrating the dynamics of European capitalism in the 16th century. Applying it to a completely different context, Denys Lombard provided a brilliant illustration of this concept in his study of the South China Sea. Braudel’s attention was focused on the cities situated on the shores of the Mediterranean Sea, and we are no longer living in the sixteenth century. Nevertheless there are four aspects of the “Mediterranean” concept that deserve to be highlighted inasmuch they may help us understand what is at stake and which economic forces are at work today in the corridor running from the strait of La Perouse to the strait of Malacca.
1. In spite of its etymology, “Mediterranean” does not define a closed space. That was not the case for the Mediterranean world in the era of Philip II, nor is it the case for the East Asian corridor today. Trade with North America, on the one hand and with Europe, on the other, are two fundamental dimensions that characterise the opening up of this zone. The massive re-locations that took place all through the 1990s, first in ASEAN countries and then in the Chinese coastal areas, resulted in a manufacturing crescent, the vocation of which was to reach out to the world and conquer distant markets.
2. A “Mediterranean” world is a melting pot for industrial undertakings, innovative activity and entrepreneurial initiatives. It is a laboratory for experimenting with new social norms and new ways.
3. As a consequence, a “Mediterranean” world is a multi-faceted space in which the flows of capital, the concentration of trade, the network of infrastructures all produce specific forces that wrench the coastal zones from their continental heartland and reorganise the space in China according to other directions of power, blurring the tight lines of control defined by bureaucratic planning.
4. A “Mediterranean” world is a link between different areas of civilisation; more precisely, through the development of trade around the Sea of Japan, the Yellow Sea and the South China Sea, the obstacles created by very diverse economic and social systems have been neatly avoided.
This view contains several implications for our perception of economy, space and territory, as well as international economic relations. However, we should avoid any form of geographic determinism. Here, the actors are more important than the structures. The entrepreneurs and their networks, and perhaps, in the final analysis, the structures providing informal dialogue for defining technical norms, such as the Pacific Basin Economic Council (PBEC), carry more weight than governments. The port cities, which could also be defined as major platforms for the flow of goods and services, as well as information, count more than the shape of the space thus defined.
1. This economic corridor in East Asia has a centrifugal effect on China. The coastal zones are “sucked up”, so to speak, by intra-Asian trade, investment flows and regional dynamics. China is violently split up by this corridor, then re-assembled by forces that partly escape the control of central government. The border between coastal China and inland China is also determined by this “Mediterranean” region, where it occupies a position at the western extremity and separates it from the Asian hinterland.
2. The corridor considerably changes the physiognomy of the coastal areas: Xiamen, in 1997, recorded a considerable inflow of investment, in particular in the area of port infrastructures (Hutchison Delta Ports) built in anticipation of establishing direct links with Taiwan. Likewise, Korean investments in Qingdao have transformed Shandong, as have Japanese investments in Dalian, by bringing these areas into the intra-Asian network. Not to mention the synergy between Hong Kong and the Pearl River Delta ports.
All in all, FDI in China has a three-fold effect on regional economic investment.
Firstly, it accelerates the differentiation of China’s economic areas. We can reasonably predict that the future implantation of FDI will not be influenced solely by matters of cost or potential for a particular market, but will also be oriented according to the two forces working on the economic geography of China, of which it is a part: the extent of the dismantling of public ownership and the diversification of the urban fabric, or more precisely the revival of the city’s role in trade.
Secondly, it underlines the invisible border that divides China into two distinct macro-regions. Both work according to their own logic: open to exchange in one case; relatively autarchic in the other, primarily on account of the particular inertia that state ownership brings about.
Thirdly, it encourages integration of the coastal zones into a network of international subcontracting led by the “Four Dragons”, Japan and, to a certain extent, American and European companies. These zones are clearly oriented towards exports: what is happening in the Pearl River Delta, the Shanghai-Nanjing-Hangzhou triangle and, to a lesser extent, the Gulf of Bohai is the constitution of a manufacturing crescent aiming to conquer distant markets in Europe or the United States. Indeed, the role played by Dalian in Japanese re-exportations is remarkable in this respect.
Seen in this light, the emergence of an “Asian Mediterranean” world confirms the reality of what many foreign companies practice today: direct investment is no longer a flow of capital enclosed in a purely bilateral dimension (for example, between Japan and China), but rather part of a multilateral movement that includes several countries or trans-national regions.
A key question remains concerning the economic partition of China. It can be divided into two parts: the question of rising provincial protectionism and the closely related issue of burgeoning new macro-regions that will become the centres of gravity for tomorrow’s China. The problem of Chi Ch’ao-ting (24)—the creation followed by the decline of key economic zones are major movements in the history of China—, as well as that of Skinner—the hierarchy of the trade centres in China determine the revival of a centre-periphery structure in each of the macro-regions in question (25)—have been turned upside down by the economic practices of the last 20 years. “Useful” China has moved to the east as a result of a transfer that undermines the Communist Party’s nationalistic determination to establish or maintain central control over economic development. Paradoxically, in an age of opening up to the world, dynamics of this sort re-establish links with the imperial model and its fluctuating sovereignty, flexible networks, fluctuating boundaries, as well as its ambition to extend real geo-political and economic power beyond the confines of China.
=======================
Fernand Braudel, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, Paris, Armand Colin, 1949. On a more recent theme, see Thomas Rohlen, “A ‘Mediterranean’ Model for Asian Regionalism: Cosmopolitan Cities and Nation States in Asia”, Working Paper, Asia Pacific Research Center, Stanford University, May 1995.
Cf. the special edition of “L’Espace Géographique” devoted to the concept of the Mediterranean model, Montpellier, 1995.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)