Hazreti Peygamber'in Kötü Alışkanlık ve Davranışlara Karşı Tavrı ve Kötü Davranışları Önleme Prensipleri
http://www.diyanetdergisi.com/diyanet-dergisi-16/konu-275.html
Hz. Muhammed (S.A.S), Allah'ın insanlara gönderdiği son peygamber olduğu gibi
aynı zamanda yeryüzünde yaşamış en mükemmel insandır. 0, Kur'anı Kerim'de insanlara
en güzel örnek olarak gösterilmiştir.(1) Allah Rasûlü, insanlar için hayatın her alanında
ideal alınacak tek modeldir. Zira o, örnek bir çocuktur, örnek bir gençtir, örnek bir
arkadaştır, örnek bir meslek adamıdır, örnek bir aile reisidir, örnek bir eştir, örnek bir
babadır. Hülasa, her yaşta ve her meslekten insanın kendisine model alabileceği yegane
şahsiyettir.
Allah Rasûlü insanlara öğüt verme, onları iyiliklere, güzelliklere sevk etmede örnek olduğu
gibi, onları hatalı söz, davranış ve alışkanlıklardan vazgeçirme, yahut hatalı davranışları
tashih hususunda da en mükemmel örnekliği göstermiştir.
İnsanlar içinde sadece peygamberler günah işlemekten korunmuşlardır. Zira Cenabı Hakk
onları İsmet (günah işlememe) özelliği ile muttasıf kılmıştır. Bu nedenle peygamberler
haricindeki bütün insanlar günah işleme ve hata yapma illeti ile malûldürler. Yüce dinimiz
İslâm, yasak olan fiilleri (günah) açıkça bildirmiş ve mü'minlere bu davranış ve
alışkanlıklardan uzak durmalarını emretmiştir. Kişi bu emirlere uyduğu takdirde kendisini
kurtaracak ve Allah'ın sevgili kulları arasına girecektir. Ancak müslümanın vazifesi sadece
yasak fiillerden kaçınmakla bitmez. Onun bir diğer görevi de, Allah'ın haram kıldığı
amelleri işleyen kardeşlerini bu davranış ve alışkanlıklardan vazgeçirmeye çalışmaktır. Biz
buna Ô'Emri bi'lma'ruf ve nehyi ani'lmünker'' diyoruz ki Cenabı Allah yüce kitabında
müslümanlar için bunun bir vazife olduğunu bildirmektedir.(2) Hz. Peygamber'in bu
konudaki tavrını şu hadisi şerif çok veciz şekilde ifade eder: Ô'Sizden bir kimse çirkin bir iş
görürse onu eliyle değiştirsin (düzeltsin), eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna
da gücü yetmezse kalben nefret etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir''(3).
Allah Rasûlü kötü alışkanlık ve davranışları önleme hususunda çeşitli metotlar tatbik
etmiştir. Biz burada onun kötülüklerden men etme yani Ô'nehyi ani'lmünker'' metotlarını
örneklerle açıklamaya çalışacağız.
Hz. Peygamber (S.A.S.), sürekli olarak ashabıyla bir araya gelir, onlara kendisine
vahyedilmiş olan yeni ayetleri duyurur ve dinin hükümlerini anlatırdı. Toplantılarında
mü'minlere güzel huy ve davranışları anlatıp, onları bu hususta teşvik ederken, aynı
zamanda kötü davranış ve huylardan bahsederek de ashabını bu gibi hallerden
sakındırmaya çalışırdı. Ô'Gıybet, kardeşini onun hoşlanmadığı bir vasıf ile zikir ve tavsif
etmendir. Eğer dediğin sıfat kardeşinde varsa işte o zaman gıybet olur; yoksa, ona bühtan ve
iftira etmiş olursun'' (4) sözleriyle gıybet etmeyi; "Ara bozmak için laf getirip götüren kimse
Cennet'e giremez" (5) diyerek dedikoduyu; Ô'Doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de Cennet'e
götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah nezdinde sıddıklar derecesine çıkar. Yalan
kötülüğe, kötülük de Cehennem'e götürür, İnsan yalancılık yapa yapa nihayet Allah katında
yalancılar defterine yazılır'' (6) sözleriyle yalan söylemeyi; Ô'Her kim, bir müslümanın
malını haksız yere almak için yalandan yemin ederse, Allah'ın azabına uğrar''(7) diyerek
yalan yere yemin etmeyi; Ô'Lânet etmek doğruların şanından değildir''(8), Ô'Hiç biriniz
diğerine, Allah sana lanet etsin, Allah'ın gazabma uğra, Cehennem'de yan gibi beddualarla
lanet etmesin''(9) sözleriyle lanet etmeyi; Ô'Hasedden sakının. Çünkü ateşin odunu ve otları
yokettiği gibi hased de güzel amelleri mahveder''(10) diyerek hased etmeyi; Ô'Ben, sarhoşluk
veren her şeyden sizi men ediyorum''(11), Ô'İçkiden sakınınız Allah'a yemin ederim ki, içki
ile iman bir yerde birleşmez, Yani biri diğerini çıkarır''(12), Ô'Üç grup cennete giremez
Bunlar minnet edici (başa kakıcı), annebabasına isyankar olan, içkiye devam
edenlerdir.''(13) Ô'Cenabı Hakk, şaraba, içene, dağıtana, satana, alana, saklamasını
isteyene, yüklenip götürene, satıp parasını yiyene lanet ediyor''(14), Ô'Şarhoşluk veren
şeylerin on zümreye zararı dokunur; Bizzat sarhoşluk veren şeye, ham maddesini ezen veya
sıkana, satıcısına, satın alana, nakliyesi ile uğraşana, kendisine götürülen kimseye, bütün
bu işlerden elde edilen kazancı yiyene, içene, içilmek üzere ikram edene''(15) sözleriyle de
içki içmeyi ashabına dolayısıyla biz ümmetlerine yasaklamıştır. Bu örnekleri daha da
çoğaltmamız mümkündür.
Hz. Peygamber, ashabı ile sohbet ederken, bazen geçmiş ümmetlerin kötü hareketlerinden
ve bu hareketlerinin sonuçlarından bahsederek, ümmetini de aynı davranışları
tekrarlamamaları hususunda uyarmıştır. Şimdi onun bu davranışına bir hadisi şerif
mealiyle örnek vermek istiyoruz: Ô'Beni İsrail arasında bozgunculuk şöyle başladı.
Onlardan biri günah işleyen bir adama rastladığı zaman ÔBe adam Allah'tan kork,
yapmakta olduğun işi bırak; zira o iş sana helal değildir' der. Ertesi günü yine o adama aynı
halde rastlar. Bununla beraber, o adamla yiyip içmekten ve onunla düşüp kalkmaktan
çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah onların kalplerini birbirine benzetti. Sonra,
Ôİsrailoğulları içinde kâfir olanlar, isyanları ve hududu aşmaları yüzünden, Davud ve
Meryem oğlu İsa diliyle lanetlendiler. Onlar yaptıkları günahlardan birbirini men etmeye
uğraşmazlardı(16) ayetini okudu. Arkasından şöyle dedi. ÔYa marufu emir ve münkerden
nehyeder, zalimi zulmetmekten men eder, onu hakka çevirir, hak üzerinde durursunuz; yahut
Allah kalplerinizi birbirine benzetir de sonra sizi de Beni İsrail'i lânetlediği gibi lânetler'(17)
Allah Rasûlü, ashabı içinde; muhatabını incitici sözler söyleyen veya hatalı hareket yapan
birini gördüğünde derhal müdahale eder ve uygun bir şekilde hatalı davranışta bulunan
şahsı uyarırdı. Hz. Peygamber bir gün namazda iken, cemaatten biri Malik b. Duhşüm'un
nerede olduğunu sordu. Orada bulunan biri, onun, Allah ve Rasûlü'nü sevmeyen bir münafık
olduğunu söyledi. Rasûlüllah o adama, böyle söylememesini, çünkü onun Allah'ın rızasını
isteyerek Lailahe İllallah dediğini, Allah'ın da böyle diyen bir kişiyi Cehenneme haram
kılacağını buyurdu.(18)
Ebû Mesud elBedrî, uşağını kamçı ile dövüyordu. Rasûlüllah onu gördü ve Ô'Ey Ebâ Mes'ud,
iyi bil ki senin bu köleye kudretinden, Allah'ın senin üzerindeki kudreti daha büyüktür''.
Bunun üzerine Ebû Mes'ud kölesini azad etti.(19)
Hz. Peygamber çevresinde, evinde ve özellikle mescidde insanları rahatsız edici maddeler
gördüğünde bir başkasından beklemeden bizzat eliyle bu maddeleri temizlerdi.(20) O,
Bununla birlikte kendisi de,''Şüphe yok ki, mescidler yalnız Allah'ı zikretmek ve Kur'an
okumak için tesis edilmiştir. Abdest bozmak vesair tiksindirici şeyler buraya yakışmaz''
derdi.(21)
Müslümanlar zaman zaman Hz. Peygamber'e gelerek dinin emir ve yasakları konusunda
soru sorarlardı. Ona güzel amellerin, kendilerine en fazla fayda sağlayacak ibadetlerin
hangileri olduğunu sordukları gibi, bazen de ondan en büyük günahların hangileri
olduğunu da öğrenmek isterlerdi. O da Allah'a şirk koşmak, yalan yere yemin etmek gibi
günahları sayarak insanları bu çeşit davranışlardan sakındırmaya çalışırdı.(22)
Ashab bazen Hz. Peygambere giderek yaptıkları bir işi ona haber verirlerdi. Allah Rasûlü
yapılan davranışı uygun bulursa onaylar, yanlış bulursa da bu davranışı yapan kişiyi uyarır
ve bu fiilini terk etmesini isterdi. Bu konuda ashabdan Numan b. Beşir şöyle bir olay
aktarmaktadır; Ô'Babam Beşir beni Rasûlüllah'ın huzuruna götürdü ve sahip olduğu köleyi
bana hibe ettiğini söyledi. Rasûlüllah, diğer kardeşlerime de köle verip vermediğini
sorduğunda hayır cevabını alınca, ÔAllah'tan korkunuz, in'am ve ihsan hususunda
çocuklarınız arasında adalet ve müsavata riayet ediniz', buyurdu. Babam da bu emre uyarak
köleyi bana hibe etmekten vazgeçti.''(23)
Hz. Peygamber'in hatalı alışkanlık ve davranışlara karşı tavrı ve bunları ıslahı hususundaki
uygulamalarını aktardıktan sonra, onun insanların hatalarını düzeltmedeki prensiplerinden
de kısaca bahsetmek istiyoruz.
Hz. Peygamber'in hataları düzeltmedeki ilk prensibi, hata yapan kişinin yüzüne vurmadan
onun yanlışını düzeltme yoluna gitmesidir. Allah Rasûlü bir kişide gördüğü davranışı
düzeltirken, o insanın şahsiyetini incitmemeye özen gösterir. Hatasını yüzüne vurmak ve
onu teşhir ederek mahcup etmekten sakınırdı.(24) Böyle durumda ya umumi bir tarzda
konuşarak, Ô'Bazıları neden böyle yapıyor?'' diye uyarır veya hoşnutsuzluğunu gösteren bir
tavır sergilerdi. Böylece Hz. Peygamberin bu davranışı beğenmediği anlaşılırdı. Enes b.
Malik anlatıyor: Ô'Bir gün zaferan (safran) sürmüş bir adam Rasûlüllah Ôın huzuruna
girdi. Biraz oturduktan sonra kalkıp gitti. Onu mahcup etmemek için yanında bir şey
söylemeyen Rasûlüllah yanındakilere dönerek: "Şuna söyleseniz de yüzündekini yıkayıverse"
(25) buyurdu. Tecridi Sarih mütercimi Ahmed Naim bu hadisi şöyle izah eder: Ô'Bir şeyden
sakındırıp korkuturken Ôbir takım kimselere ne oluyor ki' tarzında müphem ve şahıs tayin
etmeyen tabirleri kullanmak Nebiyyi Muhterem efendimizin adetiydi. İsimlerini söylemiş
olsa, azarlanan kimseler mahcup olurdu. Buna ise o yüce insanın yaratılışı, merhameti ve
üstün sevgisi elvermezdi. Bu nedenle insanlara öğüt verirken onların hatalarını görüp
azarlamak yerine, şahıs tayininden kaçarak "bazıları şöyle böyle ederler" hatta daha
mütevazi bir eda ile "biz şöyle yapıyoruz" şeklinde nasihat etmek gerekir. Zira bu yumuşak ve
şefkatli ifade hem tesir edici olur, hem de hiçbir kimse gücendirilerek, insanî zaafı gereği
nefsine uyup aksi istikamete sevk edilmemiş olur.''(26)
Allah Rasûlü'nün hataları ıslah etmedeki ikinci prensibi ise, muhatabını tatlı dille ve
yumuşak sözle uyarmasıdır.
Tatlı dil karşısında yumuşamayan insan yoktur.(27) Bu hususta Yunus şöyle der:
"Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz". Hz.
Peygamber muhataplarına daima tatlı dil ile muamele etmiştir. O karşısındakinin bir
yanlışını düzelteceği yahut ona bir şey söyleyeceği zaman önce onu yumuşatarak gönlünü
kazanır, sonra söyleyeceklerini söylerdi.
Bir gün Kureyş kabilesinden bir genç huzura geldi ve "Ya Rasûlüllah zina etmeme izin ver"
dedi. İslam terbiyesi ile bağdaştıramadıkları bu teklif karşısında ashabı kiram genci
susturmak için azarladılar ve üzerine yürüdüler. Rasûlüllah gayet sakin bir şekilde onu
yanına çağırdı ve oturmasını söyledi. Sonra delikanlı ile sohbet etmeye başladı.
"Söyle bakayım, bir başkasının senin annenle, kızınla, kız kardeşinle, halan yahut teyzen ile
zina yapmasını kabul eder misin? " Genç böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi.
Hz. Peygamber de "Öyleyse hiç kimse kendi annesi, kardeşi veya diğer akrabası ile zina
edilmesini istemez" buyurdu. Bu sözlerden sonra gencin hatasını kavradığını görünce, elini
onun omzuna koyarak, " Allah'ım bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah
işlemekten koru" diye dua etti. Hadisi nakleden sahabi o gencin bir daha böyle şeylerle hiç
ilgilenmediğini bildirmektedir.(28)
Yeni müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muaviye b.
Hakem, cemaatle namaz kılındığı bir sırada aksıran bir adama "Allah sana merhamet
eylesin" der. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muaviye şaşırır, "Ne
bakıyorsunuz, ben ne yaptım ki" diye konuşmaya devam eder. Bu defa namaz kılanlar onu
susturmak için elleriyle ayaklarına vurmaya başlarlar. Muaviye müslümanların kendisini
susturmak istediklerini anlayarak susar ve işin sonunu beklemeye başlar. Namaz bitince
Rasûlüllah cemaate döner ve şunları söyler: "Namaz kılarken dünya kelamı söylememek
gerekir, namaz, tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktan ibarettir". Hadiseyi bize anlatan
Muaviye der ki, "Anam babam Rasûlüllah'a feda olsun. Ne ondan önce ne de sonra onun
kadar güzel öğretim yapan bir muallim görmedim. Beni ne azarladı, ne dövdü, ne de sövdü."
(29) Bu hadis, bilmemelerinden dolayı camilerde yanlış hareket yapan insanlara karşı
göstermemiz gereken tavrı gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ensardan birinin hurma ağacını taşlayan küçük Rafi b. Amr, bahçe sahibi tarafından
yakalanarak Rasûlüllah'a getirilir. Peygamber çocuğa müşfik bir ifade ile hurma ağaçlarını
niçin taşladığını sorduğunda çocuk, aç olduğu için, karnını doyurmak niyetiyle ağaçları
taşladığını söyler. Allah Rasûlü yüzündeki tebessüm ile çocuğun başını eliyle okşayarak "Bir
daha ağaçları taşlama, yavrum. Altına düşenleri al ye, Allah seni doyurur" der, arkasından
da "Allah'ım bu yavrunun karnını doyur" diye dua eder.(30)
Yaşadığımız toplumda tasvip etmemiz mümkün olmayan birçok davranışa şahit olduğumuz
bir gerçektir. Bizlere düşen evvela bu davranışlardan kendimizi korumak, daha sonra da
yanlış davranış ve alışkanlık içinde olan insanları bu hallerinden vazgeçirmeye çalışmaktır.
Bu konuda da örnek modelimiz ve rehberimiz tabii ki yine Hz. Peygamber'dir. Şayet bizler
Allah Rasûlü'nün bu konudaki metot ve prensiplerine uygun olarak kötüler ve kötülüklerle
mücadele etme yolunda gayret gösterirsek, onun başardığı gibi ideal bir toplum meydana
getirme girişimlerimizde muvaffak olabiliriz.
DİPNOTLAR
1. Ahzab, 21.
2. Âli İmran, 104, 110.
3. Buhârî, Tevhid, 37; Müslim, İman, 78; Ebû Dâvûd, Salat, 242, Melâhim, 17; Tirmizi,
Fiten, 11; İbn Mâce, İkame, 155, Fiten, 20; Nesai, İman, 17; Ahmed b. Hanbel, III, 10, 20,
39, 653, 654.
4. Müslim, Birr, 70.
5. Müslim, İman, 168: Ahmed b Hanbel, V, 391. 396, 399, 406.
29.01.2016 Hazreti Peygamber'in Kötü Alışkanlık ve Davranışlara Karşı Tavrı ve Kötü Davranışları Önleme Prensipleri | diyanetdergisi.com
http://www.diyanetdergisi.com/diyanetdergisi16/konu275.html 5/6
6. Buhârî, Edeb. 69: Müslim, Birr, 103. 104, 105: Ebû Dâvûd, Edeb, 80;Tirmizi, Birr, 46; İbn
Mâce. Mukaddime, 7, Dârimî, Rikak, 7: Muvatta, Kelâm, 16; Ahmed b. Hanbel, I, 405, 433.
7. Buhârî, Tevhid, 24, Müslim, İman, 218: Tirmizî, Tefsiri sure, 3. 21; Nesaî, Kaza, 30; Ebu
Dâvûd, Büyu, 62; Muvatta, Akzıye, 11; Ahmed b. Hanbel, I, 189, 190, 416, V, 260, VI, 212.
8. Müslim, Birr, 84; Tirmizî, Birr, 72; Ahmed b. Hanbel, II, 337, 366.
9. Ebu Dâvûd, 45; Tirmizî, Birr, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 15.
10. İbn Mâce. Zühd, 22: Ebu Dâvûd, Edeb, 44.
11. Buhârî, Eşribe, 74; Ebu Dâvûd, Eşribe, 20.
12. Nesaî, Eşribe, 51.
13. Nesaî, Eşribe, 51.
14. Tirmizî, Eşribe, 20.
15. İbn Mâce, Eşribe, 3.
16. Maide, 77.
17. Ebu Dâvûd, Melâhim, 17.
18. Buhârî, Salat, 46, 65, Teheccüd, 36, Rikak, 6, Müslim, Mesâcid, 24; Zühd, 43: Tirmizî,
Nikah, 25; İbn Mâce, Cihad, 12.
19. Müslim, İman, 34, 35, 36: Ebu Dâvûd, Edeb, 124: Tirmizî, Birr, 30: Ahmed b. Hanbel,
IV, 120.
20. Buhârî, Salat, 34, 35, 36, 39, Ezan, 94, Edeb, 75; Müslim, Mesâcid, 50, 53, Zühd, 74;
Ebu Dâvûd, Salât, 22; Nesaî, Mesâcid, 32, 35; İbn Mâce, Mesâcid, 10, İkame, 61; Dârimî,
Salât, 116; Ahmed b. Hanbel. II, 6, 18, 29, 33.
21. Müslim, Tahâre, 100; Ahmed b. Hanbel, III, 191.
22. Buhârî, Edeb, 6, İman, 16. Diyât, 2, İstitabe, 1; Tirmizî, Tefsiri sure, 4, 6, 7; Nesaî,
Tahrim, 3, Kasâme, 48; Ebû Dâvûd, Diyât, 9; Ahmed b. Hanbel, II, 214, III, 490.
23. Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9, 10; Muvatta, Akziye, 39.
24. Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, IIV. İstanbul, 1986, II, 107.
25. Ebu Dâvûd, Edeb, 6.
26. Tecridi Sarih Tercemesi, IXII, Ankara 1981, II, 717718. Bu konuda bk. Kandemir,
Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, İstanbul 1986, s. 7173.
27. Cenabı Hakk Kur'anı Kerim'de Hz. Musâ'ya. Firavun'la bile yumuşak bir üslupla
konuşmasını emretmiştir. Tâhâ, 4344.
28. Ahmed b. Hanbel, V , 256.
29. Müslim, Mesâcid, 33; Ebu Dâvûd, Salât, 167; Nesaî, Ticaret, 67.
30. Ebu Dâvûd, Cihad, 86; Tirmizî, Büyu, 54; İbn Mâce, Ticaret, 67. Ayrıca bk. Kandemir,
Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 73 77.
Dr. Adem Apak Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Gör.
29.01.2016 Hazreti Peygamber'in Kötü Alışkanlık ve Davranışlara Karşı Tavrı ve Kötü Davranışları Önleme Prensipleri | diyanetdergisi.com
http://www.diyanetdergisi.com/diyanetdergisi16/konu275.html 6/6
247 246 245 241 240 239 238 237 236 235 234 233 232 231 230 229 214 144 143 142 141 140 139 138 137 136 135 134 133 132
131 130 129 128 127 126 125 124 123 122 121 120 119 118 117 116 115 114 113 112 111 110 109 108 107 106 105 104 103 102
101 100 99 98 97
Diyanet Dergisi
29 Ocak 2016 Cuma
Tefekkür Medeniyeti: Sümerce'den yayılan yazılı diller
Kaynak: Felsefe Atlası; Düşünmenin Mekânları ve Yolları,
Elmar Holenstein, Küre Yayınları, Haziran 2015
TÜRKÇE/TURKISH
Sümerce Türkçe Karşılaştırması, Muazzez İlmiye Çığ
Kök Dil Arayışı, Haluk Berkmen
Sümer Dili, Haluk Berkmen
Çivi Yazısından Harf Yazısına, Haluk Berkmen
Bel,Kybele, Hypatia, Kubilay; Haluk Berkmen
Dravidçe, Sümerce ve Türkçe; Haluk Berkmen
Sümerden Mısıra, Haluk Berkmen
ENGLISH
Towards Sumer and Elam, Haluk Berkmen
Hittite and Sumerian, Haluk Berkmen
The Sumerian Language, Haluk Berkmen
Yazar:SÜLEYMAN ERATALAY
Danışman: DOÇ. DR. MUSTAFA SARICA ; DOÇ. DR. YUSUF KILIÇ
Yer Bilgisi: Yüzüncü Yıl Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı / Türk Dili Bilim Dalı
Konu:Dilbilim = Linguistics ; Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri = Ancient Linguistics and Cultures ; Türk Dili ve Edebiyatı = Turkish Language and Literature
Dizin:Dil = Language ; Dilbilim = Linguistics ; Sümerce = Sumerian language ; Türk dili = Onaylandı
Doktora
Türkçe
2014
483 s.
Sümerce M.Ö. 3500 yılına dayanan, bilinen en eski yazının dilidir. Türkçenin ise tespit edilmiş ilk yazılı örneği M.S. VIII. yüzyıl ortalarına tarihlenen Orhun Abideleridir. Sümerce ile Türkçeyi biçimbilimsel ve sözdizimsel açıdan karşılaştırdığımız bu çalışma iki dilin birbirinden ayrı zamanlarda yazıya geçirilmiş olması nedeniyle artsüremli bir bakış açısına sahiptir. bu tür çalışmalar dillerin zaman içerisindeki evrimleri üzerine yoğunlaşır. İncelemeye tabi tutuğumuz bu dillerden Türkçe Ural-Altay dil ailesinde yer alırken Sümerce herhangi bir dil ailesine mensup değildir.
Her ne kadar söz konusu diller aynı dil ailesine mensup değilseler de biçimsel olarak bağlantılı dillerden oldukları bilinmektedir. Ülkemizde Sümerce ile Türkçe hakkında sözcüksel karşılaştırmalar yapılmış olmasına rağmen biçimbilimsel ve sözdizimsel özelliklerini ortaya çıkaracak yapısal bir karşılaştırma yapılmamıştır. Bu çalışmayla alandaki söz konusu eksikliklerin giderilmesi hedeflenmiştir. Çalışmamız, biçimbilimsel özellikler ve karşılaştırma ile sözdizimsel özellikler ve karşılaştırma olmak üzere iki ana bölümdeki incelemelere dayanmaktadır.
Bu incelemeler dağılımsal çözümleme yöntemleri kullanılarak karşılaştırmalı bir şekilde yapılmıştır. İki bölümde elde edilen veriler değerlendirme bölümünde bir araya getirilerek açıklanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre iki dilin oldukça ilginç ve önemli ortak noktaları ortaya çıkarılırken, bazı temel farklılıkları bulunduğu tespit edilmiştir. Bu tespitler sonuç bölümünde açık bir şekilde ortaya konmuştur.
Sumerian is known the oldest language type from 3500 BC, but the first written examples of Turkish, where have been identified Orkhon Inscriptions, are dated to the middle of the VIII century. In this study which we compares Sumerian and Turkish in morphologic and syntactic aspects has a diachronic point of view, because these two languages have been written at different times. This sort of studies are focused on the evolution of languages in time.
While Sumerian is not a member of any language family, our subject to review of Turkish language is included in Ural-Altaic family. Although the both languages are not belonged to the same language family; they are known to be agglutinated languages in stylistically. Although many lexical comparisons for Turkish and Sumerian are made in our country, have not been made any structural comparison to reveal morphologic and syntactic characteristics.
This study aimed to correct the deficiencies in this field. This study based on researches of two main sections which are morphological features and comparison, syntactic features and comparison. These researches are performed in using distributional analysis methods in a comparative manner.
The data obtained in two parts is described together at the evaluation part. According to the obtained results, while exposuring outstanding and important points in common of two languages, have identified some basic differences. These findings are set out clearly in the results section.
28 Ocak 2016 Perşembe
27 Ocak 2016 Çarşamba
Tefekkür Medeniyeti: Tefekkür Bilimden Önce Gelir
Tefekkür Bilimden Önce Gelir
www.aydinyaka.com
Bilimin hangi toplumsal şartlarda doğduğu ve hangi bireysel çabaların ürünü olduğu konusu eskiden beri incelenmiş, tartışılmıştır. Gerçekten bilimin filizlenmesi, gelişmesi belirli toplumsal, kültürel ve bireysel şartların, ön hazırlıkların varlığına bağlıdır. Bilim bu anlamda bir sosyal, düşünsel ve kültürel ortam meselesidir. Düşünce tarihi ve evrensel uygarlığın evrimi bize bunu göstermektedir. Çeşitli toplum ve kültürlerde bilim ve teknolojik ilerlemeler kendiliğinden doğmamıştır. İnsanoğlunun yoğun ve büyük bir hazırlık isteyen bu tür zihinsel eylemleri, üretimleri önemli bir birikimi, uzun bir zamana yayılan teorik çalışmaları gerekli kılmaktadır. Düşünsel bir hazırlık, süreklilik, kararlılık olmadan pratiğe dönük eylem ve işlemler yapılamaz. Hiçbir işte, çalışmada zihinsel bir tasarı yapılmadan uygulama aşamasına geçilmez. Bilimsel çalışmalarda da aynı kural işlemektedir.
Bu bakımdan Durkheim, çeşitli fenomenler kategorisinin bilimin objesi haline gelmeden çok önce, bu fenomenlerin insan zihninde kabaca şekillenmiş kavramlar halinde tasarlandığını belirterek, “Tefekkür (réflexion) bilimden önce gelir” demiştir. Durkheim’a göre burada bilimin yaptığı şey, sadece bu tefekkürden (derin düşünce) daha metotlu ve uygulamaya dönük bir biçimde yararlanmaktır (Durkheim, 1986: 51). Zaten, doğa ve insan bilimlerinin eskiden beri felsefenin açtığı teorik kulvar üzerinde ilerlediğine dikkat çekilmiştir (Weber, 1964: 2). Newton’a “Yer Çekimi Kanunu”nu nasıl buldunuz diye sormuşlar. O da, “Gece gündüz düşünerek” demiş. Dolayısıyla dünyadaki tüm önemli zihinsel ürünler, keşif ve buluşlar çok ciddi, yorucu ve derin düşüncenin sonucu olarak meydana gelmiştir. Düşüncenin çilesi çekilmeden bilimin meyveleri toplanamaz. Bilimin ilk aşaması da teorik bir çalışmayı gerektirir. Yani önce bazı ön bilgilerden, düşüncelerden hareketle birtakım kuramlar, hipotezler oluşturulur, sonra bunlar uygulamayla test edilir. Böyle bir zihinsel çaba, tasarı aşaması olmadan uygulamaya geçilebilir mi? Burada vurgulanmalı ki günlük pratiklerle ilgili basit düşünceleri tefekkürden ayırmak gerekir. Tefekkür, hedefsiz, boş boş düşünüş biçimi değildir; anlamlı, amaçlı, bilinçli bir düşünce eylemidir. Dolayısıyla bu tür düşünce bireyden yoğun bir çalışma, sebat, kararlılık ve enerji ister.
Ne yazık ki felsefeyi kültürümüzden yüzyıllar önce kovmuşuz. Ondan sonra da toplumumuz zihinsel ve bilimsel üretkenliğini kaybetmiştir. Tefekkür yani zihinsel yoğunlaşma, yaratıcılık olmadan güncel pratik eylemler, uygulamalar başarılı olabilir mi? Her türlü yaratıcılığın, buluşun temelinde düşünsel bir mayalanma, zihnin bir konu üzerinde odaklanması vardır. Böyle bir çaba harcamadan yeni şeyler üretmek mümkün değildir. Dünyayı düşünceler yönetir. Her şey zihinde başlar, zihinde biter. Ayrıca tefekkür, felsefe bilimin önünü açar, onun ilerlemesine engel olan taşları, önyargı ve tabuları temizler. Konunun niteliğine uygun usülün, yöntemin de oluşturulmasını sağlar. Örneğin Batı’da bu zorunlu aşamayı 17. yüzyılda Bacon ve Descartes gibi düşünürler, metot ustaları gerçekleştirmiştir. Arkasından 18. yüzyıldaki Aydınlanma felsefesi insan zihnini durulaştırmış, netleştirmiş dolayısıyla her türlü bilimsel ve teknolojik buluşlara kuramsal bir zemin hazırlamıştır. Sonuçta 18. ve 19. yüzyıllar Batı’da modern bilimler ve teknoloji açısından tam bir yenilenme, buluşlar ve keşifler çağına dönüşmüştür. Böylece insan doğa karşısında güçlenmiş, doğanın sırları bir bir çözülmeye başlanmıştır. İnsanların kullandığı ve sayısız faydalar sağlayan her pratik aracın, aygıtın, yöntemin, tekniğin, malzemenin gerisinde birçok insanın yoğun zihinsel emeği, çalışması vardır. Ancak sistemli, amaçlı ve yöntemli düşünüşün yani tefekkürün yaşandığı kültürler bilimde, sanatta ve her türlü toplumsal yaşam alanında yaratıcı olabilmektedirler. İnsan beyninde, kültürde kavram zenginliği olmadan, bu kavramlar zihinde yoğrulup olgunlaştırılmadan, işlenmeden yeni ve orijinal düşünceler oluşturulamamaktadır; bu durumda kültürde mekanik tekrarlar baş göstermekte ve toplum bir kısır döngü, sığ bir yaşam içinde debelenip durmaktadır.
Tefekkür zihni terbiye ve disipline eder, zihne bütünsel, tutarlılığı olan bir görüş, bir doğrultu kazandırır. Böyle bir düşünce tarzından mahrum olan ve bu tür bir zihin eğitiminden geçmeyen beyinler kısırdır. Zihnin tasarımları, kuramsal birikimleri olmadan yaratıcılığı da olamaz. Dolayısıyla ekonomide mal ve hizmet üretimi de önce zihinsel üretime dayanmaktadır. Ne yazık ki bizim kültürümüzde tefekkür, felsefe hep küçümsenmiş, yadırganmıştır. Ülkemizde inanç-din temelli tefekkür az çok vardır da, bilim temelli tefekkür yoktur. Tarihimizde de pek görülmez. Meriç’in ifadesi ile “ Bir elinde kılıç, bir elinde Kur’an tutan Osmanoğlu, düşüncenin kıpırdamasına izin vermez” (Meriç; 1993: 27). Ülkemizde düşünen insanlar hep dışlanmış hatta suçlanmıştır. Bu, düşünen adam heykelini bir akıl hastanesinin önüne koymamızdan da bellidir. Aslında bu heykel bir üniversitenin önüne yakışır. Hâlbuki insanın en önemli ve ayırıcı vasfı düşünme eylemidir. Düşünceden hep kaçmışızdır. Çünkü gene Meriç’in ifadesi ile söylersek, “Her düşünce bir kopuştur, bir bedduadır, rahatsız eder, yaralar” (Meriç,1993: 141). Bu bakımdan olsa gerek Henry Ford da “Düşünmek zor iştir, muhtemelen bu nedenle, çok az kişi düşünür” demiştir. Özetle tembel, uyuşuk, miskin olanlar ve merak duygusundan mahrum insanlar düşünmeden kaçarlar. Onlar sadece geleneklerle ve alışkanlıkları ile yaşarlar. Ayrıca insanların büyük çoğunluğu düşünmekten ziyade konuşmayı tercih ederler. Gerçekte değişmenin, gelişmenin temelinde de tefekkür vardır. Ne kadar düşünürsek o kadar yaratıcı olur ve değişiriz. Bu durum hem birey hem de toplumlar için geçerlidir.
Kaynaklar
Durkheim, Emile, Sosyolojik Metodun Kuralları, Çeviren, Enver Aytekin, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1986.
Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çeviren H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964.
Durkheim, Emile, Sosyolojik Metodun Kuralları, Çeviren, Enver Aytekin, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1986.
Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çeviren H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964.
Tefekkür konusundaki diğer yazıları:
24 Ocak 2016 Pazar
Tefekkür Medeniyeti: Gnostik Akıl - İsmail Yıldız
GNOSTİK AKIL
- gnostik akıl insanları ürettiği herşeyi insana karşı kullanan fayda temin etmeye çalışan bir yapı. dünyayı yöneten masadır.
- 1979 dan itibaren operasyonlara başladı
- humeyniyi irana getirdi. sovyetler afganistanı işgal etti. sovyetleri manipüle etti.
- dünyada tüm ülkeleri izleyen muazzam çalışan bir mekanizma var.
- islam dünyasının iç işleyişine yönelik ilk müdahale ile böylece islam dünyası da karıştı.
- rusya afganistana girince sosyalizm söylemi değişti, neo liberalizm geldi.
- batıyı islam dünyasını sosyalist bloğu uzak doğuyu çini tümüyle değiştirdiler. japonya hindistan avrupa ülkeleri hepsi değişti.
- merkez neresi net bilgi yok. buna kafa yoran çok fazla yok.
- bilenler var. yazmaktan korktular.
- insanların hiç duymadığı bir konuda alaya alınma korkusu yüzünden gnostizm konusu hep gecilkti.
- değişimin kaynağı gnostik akıl.
- bütün devletleri etkileyebilecek altyapı. muazzam birikim.
- dünyadaki en eski örgütlü yapı. 300-500 yıllık bir yapı değil.
- iktidarlarını sürekli kılma peşindeler.
- ciddi nefis terbiyesi almışlar. benliklerini öldürmüşler.
- kendilerini gizliliği sürekli kıldılar.
- milimetrik adımlarla teşhis mümkün olabilir.
- ifşa edildiğinde bile alaycı tebessüm.
- misyonları gizlilik.
- tetikleyici değişim biz olalım düşüncesindeler.
- değişimin getirilerinden azami faydalanalım.
- neredeler. izlerini bulabiliyorsunuz. netameli bir konuya girmeyelim düşüncesi hakim.
- insanüstü bir gayret ile 18 saat okuyor. inanılmaz çalışma. beyin fırtınaları.
- insanlığın teknolojinin zihin işleyişini teknolojiyi temel değerlerin yönünü belirleyen bir yapı.
- devletler ve insanlar bu yapı karşısında aciz.
- dünyanın en büyük devletleri inanılmaz hatalar yapabiliyor.
- bu kadar hata nasıl yapılabiliyor? herkes merak ediyor. cevabı gnostik akıl.
- normal insan değiller. kadim bilgiye sahipler. başka alemlerle başka varlıklarla irtibata girme frekans değiştirme konusunda ciddi iddia sahibiler.
- geçmişteki uygarlıklar özellikle mö 500 den önce çok farklı.
- ülkeler geçmişdeki bilgilere ulaşmak için inanılmaz paralar harcıyor.
- insan evrimleşmedi bilgi birikimi ile geldi. bu bilgi nerede. ellerinde inanılmaz bilgiler var. insanlık bu bilgilerden haberdar değil.
- gnostik yapının büyük arşivleri var. dünyanın en büyük arşivi. muazzam bilgi birikimi.
- acziyet. teşhis edememe. nasıl müdahele ettiklerini bilemiyoruz. büyük bir boşluk var burada. anlamsız diyorsunuz. geçmişteki mistik okullar anlamsız diyorsunuz. anlamsız hareketleri tetikleyebilen mekanizma. kayıtlar var manipülasyonlar konusunda.
- türkiyede batı ege tehlikede. koridor bölgesi ve mezopotamya potanın içinde. coğrafi özellikleri bilmiyoruz. gnostik akıl bunları biliyor.
- mezopotamya mısır fas civarı etopya çin kademeli olarak çok büyük operasyon yiyebilirler.
- mısır ırak mezopotamya iran orta amerika meksika peru projeye dahil ülkeler
- new york bu konunun öncülüğünü yapıyor.
- inşaatı gnostik akıl yapıyor. modülü avustralyada kurdular iyi sonuçlar aldılar.
- bazı ülkeler tarihten silinecek.
MISIR
- mısır mistik bir merkez. kadim bilgilerin merkezi. nufus azalacak. kadim bilgi merkezi olacak.
- mısırı islam dünyasından soyutlayacaklar. gnostik akılın en çok ilgilendiği ülke. babil gibi bir merkez olacak. ırak bağdat yeniden inşa edilecek.
- mısır,türkiye, iran üçlüsü. mısırı sacayağından çekme. mısır, islam olarak adlandırılmayacak.
- afrikadaki bazı ülkeler de operasyon yiyebilir.
- mısır üzerinde nasırdan beri çalışma yapıyorlar. sisi döneminde faklı bir yörüngeye girildi. bölge dışından nufuslar gelecek. devlet kalmayacak. ekabirler gelecek.
- piramitler ve arkeoloji yeni bir yapıda olacak.
- mısırın statüsü değişecek. belirli vasıfları taşıyan insanlar girebilecek.
- 15 yıl sonra ortada mısır ırak suriye gibi ülkeleri görmeyebiliriz.
- iran şii kutup.
- irana güç türkiyeye güç yüklemesi yapılıyor. manipülasyona gelmemek lazım.
- devletler, herkes manipüle edilebilir.
- sünni islamın karşısında bir güç oluşturma konusunda ciddi gayretler var.
- iran kendisini yeniden tanımlamak istiyor.
- bize de aynı yükleme yapılıyor.
- türk cihan hakimiyeti mefkuresi, islamiyette cihat; manipülasyonun istinat noktaları
- ülkeler, hezeyanlar ile inandırılıyor. kaddam ve saddam bu hezeyanlar ile etki altına alındılar.
- vehabilik şiilik kutuplaşması.
- geniş kesim sünni; şii ve vahhabi değil.
- orta doğu ve orta asya'da; türkiye ve iran 2 güçlü ülke.
- iranın milli kültürü ile şiilik harmanlanacak.
- türkiye oyunları bozabilecek bir ülke.
- türkiye özgün derin bir kültür. islamın en rafine yaşandığı bir ülke. islam dünyasında tanıtılabildiği anda bölgedeki operasyonları iptal edebilir.
- kıyafetimiz islam; sünnilik değil.
- islamın tüm dinamiklerini barındırabilen bir yapıdayız. tüm ekoller var. türkiyede ve türk dünyasında.
- mısırda etopya sudanda arap ülkelerinde afrikada zikir ilahını türkçe yapan ülkeler var.
- islama bakışımızdaki zenginlik ve toleransı küreselleştirdiğimizde dünyadan destek alırız.
- tahran ve riyad üzerinden yapılacak oyunlar boşa çıkabilir
- islamı eritme operasyonu.
- radikal azınlıklar (şii, vahhabi) üzerinden çoğunluğu eritme.
- iranın hatası kendisini islam lideri görmektir.
- şiilik iran için kanayan bir yaradır. makul bir çizgide olması gerekir. zihniyeti ve davranışının değişmesi lazım
- doğru yaklaşım, iranı suçlamaktan çok yönlendirmekten geçer bilgilendirmekten geçer.
- iranın içinde iletişim noktasını oluşturmamız gerekir.
- iran'ın avrupa uzantıları hakkında avrupa bilgi sahibi değil.
- avrupanın türkiyeyeye gelip bu ateşi birlikte söndürelim deyip itiraflarda bulunması lazım
- iranın ve türkiyenin mukayeseli üstünlükleri var.
- iranın savaş sürdürme kapasitesi ve doğal kaynakları daha çok.
- tütrkiye ve iranın ortadan kalkmasını isteyenler var
- teknolojik birçok alanda daha iyiyiz. ekonomi yelpazasi ve üretim daha iyi.
- türkiye; ekonomi, sanayi ve teknolojide en gelişmiş islam ülkesidir.
- kuveyt körfez ülkeleri umman ve suudi arabistanın güvenlik talebi var.
- güvenlik şemsiyesi kime karşı oluşturulacak. çok önemli bir soru.
- başabaş mukayeseli üstünlük.
- iran türkiye savaşı batıya sıçrar.
- iran ve türkiye başbaşa verip çalışma yapmalı. rekabet geriletir. birbirlerini tamamlayacak oyun serisi başlatabilirler. tecrübeleri var.
KÜRT MESELESİ
- hak ve çıkar argümanlarını kullanamadık hala.
- güneydoğuda, bölgedeki insanları bölgedeki yabancı ülkelerin planları hakkında bilgilendirme konusunda çok geride kaldık
- kürtler üzerinden bazı devletler maden buldu ve istismar ediyor.
- ortada bir stratejinin olması gerekiyor.
- suriye pyd ve kuzey ırak pkk sorununu bölgesel ve küresel siyasetle çözebilirsiniz.
- insanların zaaflarını, antropoljiyi nükleer güce dönüştürüyorlar.
- güneydoğuda vaadettikleri yeni dünyanın içi boş. beyin bu coğrafyaya topluma göre çalışıyor bu devletten ayrılamıyor.
- kasten devlet güneydoğuyu boş bırakmış. bugün bu coğrafyayı farklı şekilde doldurmamız lazım.
- bölge insanı ile iletişim en alt düzeyde. iletişim arttırmmız lazım.
- sorunu sebebi: beklentileri abartılmış ekabir bir yapı var.
- var ama hakim değil pkk. çözelim derken daha da büyük soruna yol açtık. pkk silahlı halk silahsız.
- kürtlük ve türklük tanımı bize ait değil. yabancı merkezler. fransız ihtilalinden itibaren derinleştirilen tanım. yabancıların tanımları teknikleri. tanım tuzağına düşmememiz lazım.
- operasyonlar bize değil kürtleredir. 1 milyon evlilik var.
- kardeşlik hukuku. benim devletimin vatandaşı.
- bizi en iyi anlayan topluluk türkler düşüncesini besleyemiyoruz.
- kürtler azınlık değil. kürtler dediğiniz anda sorun başlıyor.
- batı bölgelerinde de azınlık konusu. osmanlıyı azınlık düşüncesi ile parçaladılar. kardeşimizle bizi parçalayacaklar.
- güneydoğuda 175 örgüt, kuzey suriye ırak ve iranda 20 devlet faal.
- batıda ittifak yaptıkları ülkeler var.
- ateş avrupaya da sıçrar. türkiye bölünürse bütün balkanlar ve avrupa da bölünür.
- almanya, kadim bilginin en iyi işlendiği merkez.
- istihbarat teknoloji
- orta doğu, orta asya ve afrikada en az yıpranmış ülke.
- orta doğu boşluğunu doldurabilir.
- türkiyenin partneri de olabilir.
- avrupada da en iyi ortak.
- almanya; fransa ingiltere abd'den farklı bir siyaset yapabilir. batı da buna çok fazla ses çıkarmaz.
- gnostik akıl 2.dünya savaşında avrupayı çatıştırdı.
- ortadoğu boşalacak. ingiltere fransa abd rusya boşluğu biz veya almanya veya türkiye almanya işbirliği ile doldurulacak.
- almanlar, antropoloji, ideoloji, islam tarihini iyi biliyorlar.
- ortadoğu, orta asya ve afrikada almanya ile işbirliği yapılabilir.
- almanya ile diğer ülkeler ile ciddi işbirliği altyapı modülü. bunu yapmalıyız ama sahip değiliz.
- almanyanın elindeki bilgi bizden fazla.
- türkiye özellikle insani istihbarat konusunda çok güçlü. diaspora kuvvetli.
- kürt nufusu ve kürt talepleri abartılmıştır.
- ortada problem yok. güvenlik terör sorunu var.
- sorundan geçinen bir kürt kitle var.
- güneydoğuda yabancı istihbaratçılar barındırılıyor.
- türkiye ortadoğu ve ortaasyayı hiçbir zaman kaybetmez.
- sorunla yaşama yönetme tecrübesi olan ülkeler çok fazla değil.
- almanya kürt sorununda etkili olabilecek bir ülke. sorunlar oralara da yansır. batının hataları çok.
- diğerlerinn hatalarınla ayakta kaldık. biz 10 birimlik karşımızdakiler 50-60 birimlik hata yaptı.
- yeni bir dünya
- elimizdeki bilgiyi nitelikli haline getirip dünya ile paylaşmamız lazım.
- bu bilgi değerli.
- her milletin tarihinde ciddi anlamda varız.
- erdem fazileti temsil ediyoruz.
- bu gücümüzü kullanmamışız. bu birikimi kullanmamız lazım.
- stratejik nükleer güç burada.
Kaynak: Gözcü, Ülke TV 24-01-2016
Tefekkür Medeniyeti: Basra ve Maveraünnehir
“İbn Haldun‟un da dikkat çekip önemle vurguladığı gibi, Ortaçağ İslam dünyasında
bilim ve tefekkür alanında gerçekleşmiş olan atılımın, hamlenin, çok büyük ölçüde olmak üzere
Doğu İslam dünyasının eseri olduğu bilinmektedir. Doğu İslam dünyası denince akla Horasan ve
Mâverâünnehir bölgesi ve buradaki ilim merkezlerini temsil eden Buhara, Semerkant, TaŞkent,
Fergana gibi şehirler gelmektedir. Buralarda Türklerin de yoğun olarak yaşadığı bilinen bir
gerçektir. Hatta bu dönemde ortaya konan ilimlerin ilk öncüleri içinde Türkî olarak belirtilen ilim
adamlarının bulunması Ortaçağ İslam uygarlığının kurulmasında ve geliştirilmesinde Türklerin
rollerinin olduğunu göstermektedir. İncelediğimiz bu bölgelerin tümünde ilmî ve medenî durum,
gerek Arap gerekse diğer milletlere ait yazarlar tarafından ifade edilmiştir. Bu merkezlerin, ilim
ve medeniyetin zirvede olduğu bölgeler içinde olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede
yaşayan insanların çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu bilmekteyiz. Böyle olmasaydı bu
bölgelerin liderlerinin Türklerden olması beklenemezdi.
Tefekkür Medeniyeti: Türk Aydınlanması 800-1100
Orta Asyayı yeniden keşfetmek
Frederick Starr: ‘Rediscovering Central Asia’ FREDERICK STARR
Orta Asya, bir zamanlar ‘binlerce kentin bulunduğu topraklardı’ ve dünyanın en tanınmış bilim insanlarının, şairlerinin ve düşünürlerinin bir kısmı burada yaşıyordu.
Günümüzde bu bölge acımasız bir durgunluk içinde kalmıştır. Orta Asya’nın geleceğini hayal etmek için görkemli geçmişine yolculuk yapmamız gerekir.
Biruni (973-1048) ve İbni Sina (tahmini 980-1037)
M.S. 998 yılında birbirinden yaklaşık 300 kilometre uzakta, günümüzde Özbekistan ve Türkmenistan adıyla bilinen topraklarda yaşayan iki genç adam yazışmaya başlamıştı. 21inci yüzyıl laboratuvarlarına son derece uygun gibi görünecek sözlü bir dövüş ile tartıştıkları 18 sorunun bazıları bugün hâlâ büyük bir güçle yankılanmaktadır..
Yıldızların arasında başka güneş sistemleri var mı yoksa evrende yalnız mıyız? diye soruyorlardı. Avrupa’da bu sorular 500 yıl daha yanıtsız olarak kalacaktı ama bu genç adamlar yalnız olmadığımızdan emindiler. Yeryüzünün bütün ve tamamlanmış olarak mı yaratıldığını yoksa zaman içinden evrim geçirip geçirmediğini de sormuşlardı. Zamanın başı ya da sonu olmayan bir süreklilik olduğunu kabul etmişlerdi.
Bilim tarihinde, bugün geri kalmış olarak kabul edilen bölgede bin yıl önce ortaya atılan bu sorular kadar büyük bir cüretle geleceğe atılmış pek az tartışma vardır. Bir kaç kopyası elimize ulaştığı ve yaklaşık bin yıl sonra basıldığından bunları biliyoruz. Yirmi altı yaşındaki Ebu el-Reyhan el-Biruni ya da Biruni (973-1048) Aral Gölü kıyısında yaşıyordu ve coğrafya, matematik, trigonometri, kıyaslamalı din, astronomi, fizik, jeoloji, psikoloji, mineraloji ve farmakoloji dallarında öne çıkmıştı.
Ebu Ali Sina ya da İbni Sina (tahmini 980-1037) günümüzdeki Özbekistan’daki görkemli Buhara kentinde yaşıyordu ve tıp, felsefe, fizik, kimya, astronomi, ilahiyat, klinik farmakoloji, etik ve hatta müzik alanlarına damgasını vurmuştu. Daha sonraları İbni Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıb adlı yapıtı Latinceye çevrilince, Batı dünyasında çağdaş tıbbın başlangıcı tetiklenecekti. Antik çağ ile Rönesans dönemi arasında yaşamış olan en büyük bilim insanları arasında yer almaktadırlar.
Bugün çoğu kişi bu tartışmacı dahileri Arap olarak tanımaktadır. Her ikisi de Arapça (ayrıca Farsça) yazdıklarından dolayı anlaşılır bir durumdur ama İngilizce yazan bir Japon nasıl İngiliz sayılmazsa, Arapça yazan bir Orta Asyalı da, Arap sayılmaz.
Dünyanın Entellektüel Merkezi
Daha doğrusu her ikisi de günümüzde Orta Asya adını verdiğimiz bölgede yaşayan matematik, astronomi, tıp, jeoloji, dil bilim, siyaset bilimi, şiir, mimarlık ve uygulamalı teknoloji alanlarında dahi düzeyine ulaşmış etnik Türkler grubuna mensuptu.
800 ile 1100 yılları arasında Orta Asyalı bilim insanı, sanatçı ve düşünür topluluğu, bulundukları bölgeyi dünyanın entellektüel merkezi durumuna getirmiş ve etkileri Doğu Asya’dan Hindistan’a, Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya kadar yayılmıştı.
Oldukça görkemli bir ortamdı. Bin yıl önceki Orta Asyalıların zihinsel başarılarını saymaya nereden başlayacağını bilmek de oldukça zordur.
Matematikte oransız sayıları ilk kabul edenler, kübik denklemlerin farklı biçimlerini uygulayanlar, trigonometriyi icat edenler, ondalık sistemi ve Hint rakkamlarını (Batı dünyasında ‘Arap’ rakkamları olarak adlandırılır) yaygınlaştırıp kullananlar Orta Asyalılardı.
Astronomide dünyanın çapını son dönemlerle kıyaslanabilecek kadar büyük bir kesinlikle saptamışlar, çağdaş zamanların öncesinde en büyük gözlemevlerinin çoğunu inşa etmişler ve son derece kesin astronomik tabloları hazırlamak için kullanmışlardı.
Kimya alanında tepkimeleri ilk kez tersine çevirenler saflaştırmak için kristalizasyonu kullananlar, özgül yer çekimini ölçenler, Dmitri Mendelev’in 1871’de hazırladığı periyodik tabloyu çağrıştıran biçimde elementleri gruplayanlar yine Orta Asyalılardı. Bilgi ve bulguları toplayıp ekleyerek eski tıp bilimine katkıda bulundular, farmakoloji alanını genişletip Batı’ya ve Hindistan’a yaydılar. Teknoloji dalında yel değirmenlerini ve suyu kaldıran hidrolik makineleri icat edip zaman içinde batıda Ortadoğu ve Avrupa’ya ve doğuda Çin’e kadar yaydılar.
Yüzyıl kadar önce Leipzig’li düşünür Heinrich Suter bu bilim insanlarının çoğunun etnik Türk kökenli olduğunu ve Orta Asya’dan geldiğini ilk kez ortaya çıkardı.
El-Harezmi (tahmini M.S. 780-850)
Bu durum matematikçi ve astronom Muhammed bin Musa el-Harezmi (tahmini M.S. 780-850) için de geçerlidir.Tıpkı Biruni gibi o da Özbekistan-Türkmenistan sınır bölgesindeki Harizm yöresinden geldiğinden ‘el-Harezmi’ adıyla bilinir. Bir çok keşfinden biri olan algoritma hâlâ adının çarpıtılmış biçimiyle kullanılırken, ‘algebra’ (cebir) adı ise doğrudan doğruya matematik konusundaki ünlü kitabından gelmektedir.
Farabi (tahmini M.S. 872-961)
Aynı şekilde Aristotle etikleri konusundaki yaratıcı analizi, Thomas Aquinas dışındaki tüm Batılı düşünürlerin çalışmalarını aşmış olan, Batı dünyasında Alfarabius adıyla tanınan Ebu Nasr el-Farabi de (tahmini M.S. 872-961) Arap değil, günümüzde Kazakistan bölgesinde yaşayan bir Türk idi.
Abbasi Halifeliğini aslında Orta Asyalıların kurmuş olduğu göz önüne alınınca Orta Asyalı bu entellektüellerin Bağdat’daki önemli rolü pek de şaşırtıcı gibi gelmiyor.
Dahiler bölgesi Orta Asya
Böylesine ünlü dahiler yetiştirmiş olan ‘Orta Asya’ bölgesi hangi ülkeleri kapsıyor? 1991 yılında bağımsızlığını kazanan beş ‘istan’ yani Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ın bunların arasında bulunduğu kesindir.
Ayrıca günümüzde Afganistan’da bulunan Balkh, Herat gibi kentler de bu entellektüel gelişimin önemli noktalarıydı. İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Horasan eyaletinin başkenti Nişapur da sözünü ettiğimiz bereketli yıllarda bir çok yaratıcı kişi yetiştirmiştir.
‘Dahiler bölgesinin’ sınırları Çin’in batı bölgelerine kadar yayılıp eski Kaşgar kentini ve Orta Asya’nın kültürel yörüngesine girmiş diğer büyük merkezleri de kapsamaktadır.
Haritanın üzerine bir daire çizmek ile Büyük Orta Asya adı verilen bu bölgenin böyle bir kültür patlamasını nasıl yarattığını açıklamak farklı olgulardır. Gelişen kentler kültürel yaşam için yeni alanlar yaratıyordu, bir Arap gezgin ‘binlerce kentin bulunduğu topraklar’ adını verdiği günümüz Afganistan, Tacikistan ve Özbekistan yöresine hayran kalmıştı.
Bir zamanlar bu yörenin başkenti olan Balkh kalıntıları hâlâ Afganistan’ın Mazar-i Sharif yaylasının batısında kilometrelerce uzanmaktadır. En görkemli döneminde Balkh kenti, Paris, Roma, Pekin ya da Yeni Delhi’den daha büyüktü. Tüm bölgesel merkezler gibi Balkh’ın da akar suyu, hamamları, ve görkemli sarayları, saray dışında yaşayan halk için kerpiç tuğladan inşa edilmiş sağlam evleri vardı.
İpek Yolu
Orta Asya, Avrasya topraklarının büyük kültürlerini birbirine bağlayan yolların kesişme noktasıdır. Günümüzde ‘İpek Yolu’ adı verilen yol ağı şaşaalı döneminde her yöne çeşitli malların taşınması için kullanılıyordu.
Cam üfleme tekniği Ortadoğudan Çin’e Orta Asya vasıtasıyla yayılırken, kağıt ve ipek üretimi ters yönde Çin’den Batı’ya yayılmıştı.
Ama Orta Asyalılar pasif taşıyıcılar değildiler. Beş yüz yıl boyunca Ortadoğulular ve Avrupalılar, Semerkand üretimi kağıtları en kaliteli olarak değerlendirmişlerdi. Avrupa’nın ortaçağ katedrallerinin çoğu şimdi Özbekistanın Fergana Vadisinde üretilen ipek kumaşlarla bezenmişti.
Dinler
Tüccarlar ayrıca dinsel görüşleri de taşıyorlardı. Büyük İskender’i (M.Ö. 356-23) izleyen Yunanlı yerleşimciler Afganistan’daki yeni kentlerine Athena, Hercules ve Afrodit’in kültlerini getirmişlerdi.
Ardından Budizm bu bölgede kendine verimli topraklar bulmuş ve buradan Çin’e, Japonya’ya ve Kore’ye yayılmıştı. Yaklaşık aynı dönemde Yahudi toplumları da şekillenmiş, Suriye Hrıstiyan piskoposlukları kurulmuş ve bölgede Manichean toplumlar (hem Tanrı’ya hem Şeytan’a inanan bir mezhep) ortaya çıkmıştı.
Bunca farklı dinin altındaki katmanda bölgenin ana dini olarak iyi ile kötünün, cennet ile cehennmenin mücadelesine, ruhun kurtuluşuna dayalı olan Zerdüştçülük yatıyordu.
Milattan önce altıncı ya da yedinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Zerdüşt, Balkh bölgesinden gelmişti ama dinsel görüşleri batıya doğru yayılmış, Babil’de bu dinle tanışan Yahudiler etkisi altında kalmışlardı. Zerdüştçülük kavramları Yahudilikten sırasıyla önce Hrıstiyanlığa ardından İslama yayılmıştı.
Entellektüel Cesaret
Yedinci yüzyılın sonlarında İslam dini Arap ordularıyla buraya gelince, bugün kıyaslamalı din ve felsefe analizi diye adlandıracağımız konularda uzman olan bir toplumla karşılaştı. Orta Asyalıların çoğu din değiştirirken, geri kalanları en azından din değiştirmek için kültürel coşkunluk dönemi sona erene kadar beklemişti.
Astronom el-Harezmi, Hint rakkamları (ve sıfır kavramı) kullanımının yararlarını diğerleriyle kıyaslayan bir kitap yazarken, başkaları da iyi fikirler bulmak için Hint geometrisini, astronomisini, ve hatta takvim sistemlerini araştırıyorlardı. Dünyanın başka herhangi bir yerinde entellektüel açıdan böylesine açık bir bölgenin bulunduğunu hayal etmek bile zordur.
Orta Asyalıları, Çinlilerden ve Araplardan ayıran en önemli nokta, birden fazla dil bilmeleriydi. İnsanı şaşkına çevirecek sayıda farklı dilin ve alfabenin bulunduğu bir ortamda yaşamayı olağan kabul ediyorlar ve hangisine gereksinimleri varsa o konuda uzmanlaşmayı başarıyorlardı.
Yeni bir din taşıyan Arap orduları gelince, bazı görevlilerin ve entellektüellerin neler sunduğunu görmek için Arapların garip dilini öğrenmeleri son derece doğaldı. Ardından klasik Yunancadan tercüme edilmiş yazılarla tüccarlar gelmeye başladılar. Çoğunlukla Hrıstiyan Arapların tercümeleri Orta Asya’daki bilim ve felsefeye yeni fikirler getiren çalışmaları oluşturdu,. Zaman içinde halk bu konularda uzmanlaşacak ve eski Yunan akıl hocalarından daha ileriye gideceklerdi.
Bu yaratıcılık patlamasında din ne kadar önemli bir rol oynuyordu? Çoğu kişi için İslam önemli bir unsurdu. Buhari, yaşamboyu sürecek bilimsel çalışmalarına başlarken diğer bazı düşünürler gibi hiç kuşkusuz derin dindarlığın etkisi altında kalmıştı. Farabi, etik temelleri üzerinde yaptığı araştırmaların resmi dini sağlamlaştıracağından hiç kuşku duymamıştı. Bazıları gerçi Farabi ile aynı fikirdeydi ama dinin araştırmaları yönlendirip kısıtlaması yerine, özgür sorgulama ve araştırmaların dine yön vermesi gerektiğine inanıyordu.
Bu arada dinin sıradan kitleler için yararlı olduğuna ama entellektüeller için saçmalık olduğuna inanan septikler de vardı. Günümüzde daha çok şiirleriyle tanınan ünlü matematikçi Ömer Hayyam da (1048-1123) aynı fikirdeydi. Ömer Hayyam’ın şiirleri 19uncu yüzyılda Rubailer olarak tercüme edilip Batı dünyasına tanıtıldı.
Bütün bunlara dayanarak entellektüel cesaretin, dinin sundukları yerine sunmadıklarına daha fazla borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemde Batı’da din ile bilim arasında süren mücadeleye bakınca bu durum önem kazanmaktadır.
İnsan, diğer yapıtlarının yanısıra müzik kuramları üzerine önemli bir çalışma yapan Farabi gibi birinin dünyayı kendi avucundaymış gibi görmek için izin almaya ya da cesaretlendirilmeye gerek duymadığını düşünüyor.
Döneme özgün parlaklığını veren büyük beyinler birbirinden çok farklı olduğundan Orta Asya’nın altın çağının dayanak noktalarını tam olarak saptayabilmak çok zordur. Bir kısmı zengin toprak sahibi ailelere mensuptu ve arazilerinin geliriyle yaşayabiliyordu. İbni Sina ve Biruni gibileri ise bol kazançlı yüksek makamlara atanmışlardı. Ama bunlar ayrıcalıklı durumlardı. Düşünürlerin çoğu tam-zamanlı çalışan bilim insanlarıydı ya da en azından böyle olmayı arzuluyorlardı. Kendilerini destekleyecek bilim akademileri ya da üniversiteler olmadığından işleri hiç de kolay değildi.
Orta Asya’nın gücü belirli bir noktaya dayanıyordu. Bilim insanı olmak isteyen bir kişi Orta Asya doğumlu halife el-Memun’un Bağdat’ta kurduğu Beyt’ül Hikme (Bilgelik Evi) adlı bilim akademisine katılmayı umarak bu kente gidebilirdi. Üstelik batıdaki Iran’da olduğu gibi burada da çok sayıda yerel yöneticiler ve saraylar vardı. Hepsi Bağdat’a saygı duyarken kendilerini işlevsel açıdan bağımsız olarak görüyordu. Bu yöneticilerin tümü kendine göre birer halifeydi, topraklarını otoriter bir biçimde idare edip Türklerden oluşan bir orduyla savunuyordu. Aynı zamanda ticareti destekliyor, vergi topluyor, görkemli başkentler inşa ediyor, sanat ve bilim için büyük servetler harcıyordu. Böyle bir saray Biruni’nin çalıştğı Cürcan yakınında yer alıyordu. Bir başkası antik-duvarlı Semerkand kentindeydi. 850-1000 yılları arasında Samani hanedanlığı kentte harika bir kütüphane kurmuştu, bilginlerin Büyük Soruları tartıştığı salonları ve müzik ile şiir üzerine yoğunlaşmış canlı bir yaşamı vardı.
Gazneli Mahmud (971-1030)
Bazı yöneticilerin nazik ve kibar oldukları söylenemediği gibi bazıları da sanat ve bilim hamisi olarak yeterince sofistike değildiler. Doğu Afganistan’daki başkentinden Hindistan’dan çağdaş Iran’a kadar geniş bir imparatorluğu yöneten Gazneli Mahmud (971-1030) son derece zalimdi ve kültürü bir gereklilik yerine bir süs olarak görüyordu. Yine de Hindistan ve Hinduizm üzerine herhangi bir dilde yazılmış olan en kapsamlı çalışmayı yapan Biruni’ye iş vermişti. Mahmud aynı zamanda Şehname adlı yapıtı (tahmini 1000) İslam-öncesi Pers ülkesini anlatan ve Fransa kadar uzak topraklardaki gezgin ozanları etkileyen ve dünya edebiyatının klasikleri arasında yer alan ünlü şair Ebu’l-Kasım Firdevsi’yi de himayesine almıştı.
Selçuklu Türkleri
Orta Asya’nın son kültür patlaması 1037 yılından itibaren Selçuklu Türkleri yönetimi altında yaşandı ve yüz yıldan fazla sürdü. Çağdaş Türkmenistan’daki Merv ve Bugünkü Iran-Afganistan sınırındaki Nişapur adlı doğu başkentlerinde Selçuklular çeşitli alanlarda çalışan yenilikçileri desteklediler. Başarıları arasında büyük alanları çift kubbelerle örtme yönteminin keşfi de vardı. İlk çabalarının örneklerinin Merv’deki başkentin yıkıntılarının perişan manzarası arasından yükseldiği görülebilir.
Dolambaçlı bir yol izleyerek giden bu yenilik Filippo Brunelleschi’nin Floransa katedrali ve St Petersburg’daki St Nicholas katedralinin kubbesinden sonra ABD’nin başkenti Washington’daki Capitol binasının kubbesine kadar yayılmıştı.
Orta Asya’nın görkemli çağı niçin sona erdi?
Orta Asya’nın görkemli çağı niçin sona erdi? En yaygın açıklama Cengiz Han’ın 1218 yılında anayurdu Moğolistan’dan başlattığı istilalar sırasında entellektüel anaforların azaldığı biçimindedir. Moğol istilacıların Orta Asya’nın görkemli kentlerinin çoğunu yağmaladığı doğrudur ama bu savı çürüten üç karşı görüş vardır. Birincisi, bir kaç tanesi dışında kentlerin çoğunun ticaret sayesinde kısa sürede tekrar canlanmış olmasıdır. İkinci olarak Moğol istilasının bölgeyi yalnızlaştırmak yerine, Büyük Orta Asya ile hem Avrupa hem de Asya’nın geri kalanı arasındaki iletişimi güçlendirmiş olmasıdır. Çünkü Moğollar uçsuz bucaksız topraklarındaki tüm sınırları ve gümrük vergilerini kaldırmışlardı. 13üncü yüzyılda Marko Polo Çin’e giderken Afganistan’dan bir tek ‘vize’ ile geçmişti. Entellektüel canlılığın çok önemli bir unsuru olan kültürler-arası iletişim Moğollar döneminde en üst düzeye ulaşmıştı.
Üçüncü görüş ise 1221 yılında Moğolların özgür düşünceyi bastırmaya kalkışmış olsalar bile (ki böyle bir girişimde bulunmamışlardır) bunu yapmaya kesinlikle ihtiyaçları olmamasıydı. Yüzlerce yıl Orta Asya’ya enine boyuna yayılan kültür enerjisi zaten tam yüz yıl önce dağılmaya başlamıştı. Yine de 12nci yüzyılda Merv’de hâlâ bir düzine kütüphane vardı, içlerinden birinde 12,000’den fazla kitap bulunuyordu; Buhara’da ise 50’den fazla doktor yaşıyordu.
Eğer ‘katil kim?’ sorusu Moğolları işaret etmiyorsa, çöküşün nedeni ne olabilir? Orta Asya’nın büyük antik kentlerinin çoğu artık çöl güneşinde ısınan ıssız yıkıntılar biçimindedir ve umarsızlıkları ancak arasıra uçuşan adaçayı dallarıyla ortadan kalkar. Bu manzaraya bakınca insan, kultürel çöküşü iklim değişikliğine ya da farklı bir çevresel değişime bağlamayı düşünebilir. Ne var ki, bölgenin ekolojik tarihi üzerine yapılan çalışmalar en parlak yıllardaki iklimin günümüzle aynı olduğunu ve tek önemli değişikliğin bir zamanlar bölgenin iftihar nedeni olarak sulama sisteminin çürümesi olduğunu gösteriyor.
Moğollar ve ekoloji dışında bölgenin çöküşüne en az dört unsurun katkıda bulunduğu düşünülüyor.
Bunlardan birinci ve belki de en önemlisi hiçbir şeyin sonsuza kadar dayanmayacağı fikridir. Atina’nın altın çağı ancak yüz yıl kadar sürmüş ve kent daha az parlak olan gümüş çağına girmişti. Rönesans kentlerinin bir kaçı yalnızca yüz elli yıl kadar kültürel yaratıcılığın zirvesinde kalmıştı. Zirveye ulaştıktan sonra inişe geçmenin başlaması doğal ve kaçınılmazdır.
Orta Asya olayında, batıdaki Araplardan daha çok, orijinal düşünmeyi tetikleyen unsur antik Yunan, Ortadoğu ve Hindistan’dan bilinmeyen sınırsız düşünce yapılarını çözmek ve özümsemek arzusuydu. 1100 yılına gelindiğinde bu iş başarılmıştı ve bundan sonra, öncekilerle kıyaslanabilecek yeni öğretiler ortaya çıkmayacaktı.
Elbette Avrupa Rönesansı benzer bir dürtü sunmalıydı ama bu tarihe kadar uygarlıkları birleştiren büyük ticaret yolları parlak günlerini arkada bırakmıştı ve Orta Asya’nın yalnızlığı ve çöküşü kalıcılık kazanıyordu.
Ayrıca dinler, tıpkı parçası oldukları kültürler gibi dinamizm, özgüven ve deneycilikle başlayıp katı bir kalıplaşma döngüleri geçirir. Orta Asya’da bu durum zaten Zerdüstçülük ve Budizm’de yaşanmıştı. Islam dünyasında ise yaratıcı düşünce, erken bir tarihte, 800-1100 yılları arasında çiçek açmaya başlamıştı. Katı kalıplaşma olgusu da erken başlamış ama ancak 1100 yılında zirveye ulaşmıştı. Buna karşın yaklaşık yüz yıl daha entellektüel açıdan canlılığını yitirmeyen her yerden uzak bir kaç noktada varlığını sürdürebilmişti. Ama Türk ve Pers kökenli Orta Asya’da, Arap topraklarında ve Pers ülkesinde, sürekli sertleşen İslam kalıplaşmasının talepleri, özgür düşüncenin ve humanizmin uygulanabileceği alanı zaman içinde daralttı.
Sünni ve Şii ayırımı
Büyük Orta Asya’nın özgür entellektüel yaşamının kurumasına katkıda bununan bu ‘morfolojik’ gerçeklerin dışında üçüncü ve daha özgün bir unsur da iş başındaydı: İslam inancındaki Sünni ve Şii ayırımı.
Temel ayrışma Hz. Muhammed’in M.S. 632 yılındaki ölümünden ilk kuşak sonrasında ortaya çıkmıştı. Şam’da ilk halifelik yükselmeye başlarken, Sünniler İslam dünyasında etkili olmaya başlamıştı. Yalnızca 968-1171 yılları arasında Mısır’da hüküm süren Şii Fatımi hanedanlığı bu etkinin dışında kalmıştı. Ne var ki, Fatımilerin çöküşünden önce bile Şii mezhebinin mensupları doğuya doğru kovalanmaya başlamış ve dinsel çatışmaların merkez bölgesi İran’a ve Orta Asya’ya ilerlemişti. Aynı tarihlerde bölgedeki Sünni yöneticiler bölücü öğretilerle ilgilendiklerinden kuşku duydukları kişilerin üzerinde baskıyı arttırmışlardı,. İbni Sina gibi tanınmış yenilikçilerin çoğu Şii ailelere mensuptular ve artık ona benzeyen herkesden kuşku duyuluyordu.
Nizamülmülk (1018-92)
Bu değişim elbette özgür düşünce yanlılarına ağır bir darbe olmuştu ama Sünni çoğunluğu da etkilemişti. Orta Asya’nın batı kıyısında, günümüzde doğu İran’da yer alan Tus kentinden gelen iki kişi artık bu yeni yönü temsil ediyordu. Birincisi olan Nizamülmülk (1018-92) yetenekli bir yönetici ve dönemin en iyi siyaset bilimcilerinden biriydi. Nizamülmülk’ün hocaları onu Orta Asya rönesansının en üstün beyinleriyle tanıştırmıştı. Ama Selçuklu İmparatorluğunun veziri olarak atandığında, Şii bölücülüğüne karşı sürdürülen mücadele son hızla ilerliyordu.
Her tarafta yoldan sapmalar olmasından çekinen Nizamülmülk, medrese adı verilen bir okul ağı kurmayı, böylece kalıplaşmış Sünni İslamı yaymayı ve genç erkekleri bilgili, dinine bağlı sadık bireyler olarak yetiştirmeyi önerdi. Medrese mezunları yalnızca Şii bölücülüğünü reddetmekle kalmayıp, yerleşik kalıplardan saptığından kuşku duyulan tüm düşünme biçimlerine de karşı çıkacaklardı.
El-Gazali, (1058-1111)
İkinci değişimci olan felsefeci ve ilahiyatçı Ebu Hamid bin Muhammed el-Gazali, (1058-1111), sınırsız mantık uygulamacılığının ortaya attığı tehlikelere karşı bir cephe saldırısı başlattı. En önemli yapıtının adı zaten her şeyi anlatıyor: Tehafütü’l Felasife (Filozofların Tutarsızlığı). Feodor Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Büyük Sorgucu gibi, Gazali de düşmanını yakından tanıyordu. Bölgenin üstün beyinlerine çekici gelmiş olan Aristotle deneyimselliği en büyük düşmandı. Aristotle’e saldırarak tüm çağdaş rasyonalistlere saldırmış ve son derece yıkıcı bir etki yaratmıştı.
Üç yüz yıl önce Orta Asya’da bağımsız düşünce üzerinde yükselmiş olan perdeyi Nizamülmülk ile Gazali birlikte indirdiler.
Sufizm
Yine de Orta Asya halkı tipik yaratıcılığıyla yanıt verdi. İnancın dış biçimleri sertleşip kalıplaşırken, bireysel ruhsallığa yepyeni bir ilgi gösterdiler. Tanrı ile mistik bir deneyim yaşamak için kitaplara, hiyerarşilere, camilere gerek göstermeyen bireysel sisteme Sufizm adı verildi.
Hindistan Hinduizmi, zengin yerel Budizm, Suriye Hristıyanlığı ve hatta bölgenin ticaret merkezlerinde gelişmiş olan Yahudilik gibi inançlara yakınlığı nedeniyle Orta Asyalıların mistik ve özel ibadet biçimleri eksik değildi. Bu inançlarda yer alan mistik akımların Sufizme ne kadar katkısı olduğu tartışılabilir ama açıkça bilinen bir nokta var: gerçi ilk Sufiler Araplardı ama Orta Asya Sufizmin anayurdu oldu. İlk ve en önemli Sufi hareketleri orada ortaya çıktı ve İslam dünyasına yayıldı. Günümüzde Mevlana, Attar ve diğer Sufi şairlerin yapıtları Yeni Çağ taraftarlarını yakaladı ama o dönemde içe dönüşün, günlük yaşamdan uzaklaşmanın temsilcisi oldular.
Timur ve Babür
1100 yılından sonra Orta Asya dünyanın gözünden kaybolmadı. 14üncü yüzyılda Batıda Tamerlane adıyla bilinen Timur, Delhi’den Akdeniz’in doğu kıyısına kadar dünyayı fethetti ve bilim insanlarıyla yazarları yeniden inşa ettirdiği başkenti Semerkand’da topladı.
Yüz yıl sonra Fergana Vadisinde ortaya çıkan Babür, Hindistan’da Mughal hanedanlığını kurdu. Yetenekli bir yazar olan Babür, eski Orta Asya geleneğini sürdürüp yaratıcı yeteneklere sahip olanları sarayına çağırdı.
Ne var ki, Orta Asya 800-1100 yılları arasında sahip olduğu entellektüel parlaklığına bir daha kavuşamadı. Zenginliğin ve kültürler-arası iletişimin ortaya çıkmasını sağlamış olan altın yumurtalayan tavuğu yüksek yerel vergiler öldürdü. Dinsel katılaşma bölgenin en özgün düşünürlerini kısıtladı. Çöküş ilerlerdikçe, Orta Asya zaman içinde Avrasya’nın yüksek kültürünün merkezi olmaktan uzaklaştı ve her yerden uzak, ıssız, geri kalmış bölge statüsüne gömüldü.
Yeniden çiçek açan bir Orta Asya
1991-2001 yılları arasında Orta Asya’nın açılışı bölgenin entellektüel yapısını değiştirmeye başlıyor. Onbinlerce öğrenci uzaklardaki en iyi üniversitelere gidiyor. Bin yıl önceki atalarının aydınlanma hareketine benzer bir kararla Özbekistan ve Kazakistan hükümetleri bu gençlerin en çağdaş bilgileri edinip ülkelerine getirmeleri için masraflarını ödüyor. Gençler de yaşadıkları bölgeyi küresel dünya fikirleriyle birleştirme tutkusuyla geri dönüyorlar. Önümüzdeki on yıl içinde bu genç erkekler ve kadınlar kendi toplumlarında ve bütün olarak bölgede liderlik rollerini üstlenecekler. Süregiden yolsuzlukları ya da fikirleri üzerinde Sovyet-tipi denetimleri normal kabul edeceklerini düşünmek artık çok zor.
Doğal olarak bu gençler ‘Biz kimiz?” sorusunu soruyorlar. Yanıtlar her yönden çığ gibi geliyor. Ortadoğulular ve hatta Batılılar onlara içinde yetiştirildikleri inançla şekillendikleri için Müslüman olduklarını söylüyorlar. Buna karşılık bazı uzmanlar bölgenin umarsızca gerileyen siyasetini açıklamak için kabile ya da aşiret mirası kavramlarını uyandırmaya çabalıyorlar. Bu arada yerel vatanseverler, Kırgız, Özbek ya da Tacik gibi çeşitli ulusal etnik kimliklerini yüceltip her birinin özgün olduğunu ve birbirine benzemediğini ısrarla iddia ediyorlar.
Önerilen kimliklerin belki gerçekte bazı temelleri olabilir. Ama bu durum yeni yetişen kuşakların ufkunu daraltacağı gibi, kendilerinden beklentilerini de kısıtlayacaktır. Gençlerin köktendinci kuruluşlara ya da dar fikirli milliyetçi gruplara yakınlaşması da kaygı vericidir. Ama Orta Asyalıların bireyleri yükselten, mantık ve bilgelik açısından her bireyi tanımlayan ve o bireyi küresel gelişmelerin ana eksenine yerleştiren son derece anlamlı bir geçmişi var. Bu büyük gelenek 300 yıl boyunca o bölgeyi dünya entellektüelizminin merkezi yapmıştı. Niçin Orta Asyalılar ve yurt dışındaki dostları bazı dar görüşlü dinsel ya da milliyetçi ideolojiler yerine bu inanılmaz mirası bugünkü politikalarının temeltaşı yapmasınlar?
Bunun anlamı, büyük ticaret yollarını yeniden açmaları, sınırlarını daha serbest bırakmaları, vergileri düşürmeleri ve hükümetlerin işe karışma oranını azaltmaları için bizim ve kendilerinin desteğine odaklanmaktır. Serbest alışveriş aynı zamanda fikir dünyasına da uzanmalıdır. İbni Sina ve Biruni’nin yaradılışçılık yerine evrim üzerine kuramlar getirmesini ve hatta başka dünyaların varlığını düşünmesini sağlayan özgür zihinsel mekanın yeniden sağlanması demektir. İkisi de farklı hükümetlerin idaresi altında yaşadıkları halde kimse onların mektuplarına el koymamış, aykırı düşüncelerini sansürlememişti. Daha doğrusu yöneticiler onların çalışmalarına destek olmak için birbiriyle yarışmıştı.
Bunlar günümüzde Orta Asya’da gerçekleşebilir mi? Bölgedeki hükümetlerin çoğu kısıtlanmamış kıtalararası ticaretten söz etmekten çok memnun ama özgür fikir alışverişi önerisini dizginliyor. Yine de bölgedeki her ülkede çağdaş İbni Sinaların ve Birunilerin yükselmesine olanak tanıyacak açık fikirliliğe sahip çok üstün kişiler bulunuyor. Yeni kuşak ortaya çıktıkça bu gibi kişilerin hükümetlerdeki sayısı artacak. Yeniden çiçek açan bir Orta Asya fikri çok uzak gibi görünebilir ama özellikle Orta Asyalılar kendi zengin miraslarını tanıdıkça ve bugün için dünün geçerli derslerini aldıkça, olanaksız da değildir.
Eğer günümüzün bölge halkları bunu başaracaksa, onların uluslararası ortakları, bölge ülkelerini, satranç tahtasında oradan oraya itilecek cansız nesneler gibi görmek yerine egemen ülkeler gibi görmek zorundadırlar. Onları ‘hammadde kaynağı olarak ilgi alanımız ya da Kabil’e giderken yakıt ikmali noktamız’ olarak görmek yeterli değildir. Daha iyi bir seçenek, bu halkların DNA’sında büyük imparatorlukları yönetmek, daha da büyük ticaret bölgelerini geliştirmek, dünya kültürünün diğer merkezleriyle eşit düzeyde etkileşime girmek, özgün coğrafi pozisyonlarıyla uygarlıklar arasında bir köprü oluşturmanın yattığını kabul etmektir. Böyle bir farkındalık tüm taraflarda beklentileri yükseltecek, bölgenin uluslararası ortaklarının burayı bir jeopolitik oyun nesnesinin ötesinde görmelerini sağlayacaktır.
Elbette bu da kolay olmayacaktır ama Orta Asya’nın geçmişini daha iyi bilmek bir başlangıc noktasıdır.
Makalenin dönüştüğü kitap:
http://www.amazon.com/S.-Frederick-Starr/e/B001HD3U6U
Makalenin İngilizce Orijinali http://archive.wilsonquarterly.com/sites/default/files/articles/WQ_VOL33_SU_2009_ARTICLE_03.pdf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)