29 Nis 2018, Pazar
Sait Başer’in düşünce dünyası, şüphesiz tümüyle önemli. İsteyen dilediği yerden dilediğini kadarını almaya azmedebilir. Ben, henüz, genel sistematiğini yakalamaya çalışıyorum ve çok az kimsenin yaklaşmaya cesaret gösterebildiği dil-anlam, akıl-duygu-inanç konularında kafa yormalarında konaklıyorum.
Son dönemde gündemde epey yer tutan “güncelleme” kavramı Sait Başer için hem pratik hayatta hem düşünce hayatında vazgeçilmez önemde. Düşünürümüze göre anlama, miras bırakılamaz. “Özünde ‘inanma’ ve ‘anlama’ bulunan hiçbir değer tevarüs etmiyor… Geleneğimiz, sanatlarımız, dinimiz, tasavvufumuz… Bunların her kuşakta ‘yeniden anlaşılması, kurulması’ şart!” (Yitik Yurdun İçinde, s. 85). Bu yenilenmede, insanın içine doğduğu dilin payı büyük. Dili esas alan bu perspektifi nedeniyle olsa gerek, İmam Mansur Maturidi’ye ait olan “İnsanlar kendilerine bir peygamber gelmese bile Hakk’ı bilmekle mesuldürler” sözünü çok önemser Başer. Türkler, Müslüman olmadan önce de Hakk’ı biliyorlardı; son ve ekmel din olan İslam ile şereflenmeleri ufuklarını daha da açtı demeye getirir.
Hoca ile en temel ayrım noktamız, tam da burası. Tüm kadim dil ve topluluklar için doğru kabul edilmesi gereken bu tezi neden sadece Türkçe’ye ve Türklere uyguluyor, anlamış değilim. Şüphesiz “Türklük”, ona göre etnik bir tasnif değil, bir zihniyet ve davranış biçimi. Bu yüzden Türklüğü önceliyor Başer. Ayrıca Türklerin baştan beri “sınıfsız” bir toplum olmalarına hep vurgu yapıyor, sanki Türklüğün özgünlüğünü orada görüyor.
Yeri geldiğinde daha uzun konuşmak üzere, farklılıklarımızı bir yana koyalım. Sait Başer üstat ile anlamanın ve dilin önemi konusunda tamamen mutabıkız. O yüzden Türkçe ile ilgili bakışına hayranlığımı belirterek ve örneklendirerek bitireceğim bu yazımı.
“Bilmek fiilinin derin anlamı; ‘olarak, duyarak, bittecrübe ve bilfiil öğrenmişlik hali’ demek. Bilhassa yardımcı fiil durumundaki kullanımlarda o anlamın gücü, olanca derinliğiyle ortaya çıkar. Yapa-bilmek, ede-bilmek, duya-bilmek, düşüne-bilmek… gibi. Bir iktidar ve şuur kıvamının adı bu kelime. Aynı kökten türemiş ‘bilge’ kelimesinin haber verdiği bir kıvam!” (Yitik Yurdun İçinde, s.129)…
“Türk mantalitesi düş(mek) kökünden (-n ekiyle) dönüşlü yapıp kendine tatbik ettiği bir kelimeyle ‘kendi içine, özüne, hakikatine, gönlüne düşmek’ manasına ‘düşünmek’ kelimesini kullanmış, tefekkür yerine ‘kendi kendiyle biliş tutmak’ işaretini verircesine düş(ü)nmenin ancak kendi hakikatine düşmekle mümkün olacağını ikaz edercesine. Düşünmeyi gönül olmadan görüşünü bu kelimeyle sırlamış” (Selam Söyle, s.66)…
“Okumak! Bu kelimenin Arapçası üzerinde hep duruldu. Ya peki Türkçesi ne demek? İlaveten ‘yazmak’ nedir? Eski Türklerde ‘ok’ bağlılığı, tabi oluşu; yay da hâkimiyet ve Tanrı iradesini temsil ederdi. Hakan kendisine bağlamak istediği boy’a bir ok yollar ve bağlılığa çağırırdı. O sebeple ok ‘davet, itaate çağrı’ anlatır ve ‘okuntu’ davetiye manası taşırdı. Okumak ‘bir şifreyi çözmek’ manasının yanında ve ötesinde, aynı zamanda bir hakikate davet manasında ilmin, okuyana bağlanmasını da anlatan bir kelimedir.
Yazmak ise yay’ın zamanla ‘yaz’ şekline dönmüş şekli ve ilmin, hakikatin hâkimiyetini tesis iradesinin adıydı. Çünkü Kök Tengri yay idi. ‘O’ndan ‘kut’ almış hakan da yay idi. Okumak, hakikate talip olmak, hikmeti özüne bağlamak; yazmak ise bu hakikatin âlemdeki hâkimiyetini tesis etmekti. ‘Kendini tutan eli unutmadan…” (Selam Söyle, s. 70)…
“Türkçe’de akıl kavramının iki adı vardır… İki akıldan ilki ‘us’, ikincisi ‘ök’tür. Us, gafillere ve çocuklara has, henüz okumayı gerçekleştiremeyen; ök ise ancak hikmet kavramına aslına ulaşan insana has ve ‘öğrenme’nin de kökü olan akıldır. Öğrenme aklın büyütülmesidir. Öğrenen kimse giderek varlığın geneline hükmettiğine inanılan Külli Akıl’a kadar yükselmekte, onunla bütünleşen bir olgunluğa ulaşmaktadır… Türkçe’deki ‘öğünmek fiili kibir ve benliğin olumsuzluğunu anlatmaktadır. O da “ök” kökünden gelir. Ök, aynı zamanda anne demektir, ök-süz, anne-siz… Yani hep ‘arada olmaklık’ gerekiyor. Akletmeden akıl ve kişilik teşekkül etmezken akletmeyi de bir kibre sebep kılmamak” (Yitik Yurdun İçinde, s. 28, 74)…
“Türk mantalitesi, Arapça’daki ‘kalb’ kelimesinin hem maddi hem manevi merkez yerine kullanılmasına mukabil kendi içinde bu iki merkezi ayırmak ihtiyacı duymuş; ‘Yürek’ ve ‘gönül’ diye. Batı dillerinde yok gönül kelimesinin karşılığı. Türk insanı yüreği küçümsememiş tabii. Ona da mecazi anlamlar yüklemiş. Cesaretin şahikasına ‘yüreklilik’ demiş. Amma gönül başka. Gönül apayrı! ‘Kö-’ kökündeki yanmak ve parlamak anlamları sebebiyle bu kökten türettiği ‘köngül’ kelimesine ‘insan içinde yanan Tanrı ocağı’ anlamını vermiş. Bütün hayatının mihengi saymış gönlü… Medeniyetimiz toptan bir ‘gönül medeniyeti’ vesselam” (Selam Söyle, s.79-80)…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder