[ Ziggurat, Piramit, Ehram, Maya, Etrüsk, Elam ]
|
|||
|
30 Nisan 2017 Pazar
Etrüskler; Haluk Berkmen
İngilizler ve Türkler
16 yıldızı beğenmeyenler meselâ Birleşik Krallığın bayrağı olan Union Jack’i düşünsünler. Bu bayrak İngiltere’nin azizi St. George,İskoçya’nın azizi St. Andrews ve İrlanda’nın azizi (aslında İngiliz olan) St. Patrick’in kırmızı şeritlerinden oluşur. Peki bu arada Galler niye yoktur? İrlanda artık bağımsız bir devlet olmuşken St. Patrick’in Birleşik Krallık bayrağında hâlâ ne işi vardır (Unutmayalım, St. Patrick Katolikti, Protestan değil)? Hattâ bir ara İngiltere’de bayrağı ifade eden Union Jack teriminin sadece donanma için geçerli olduğu konusunda bir tartışma alevlenmişti. Ee ne oldu? İngilizler Union Jack’ten vaz mı geçtiler?
Celal Şengör
Güneş batmayan İmparatorluk ya da Büyük Britanya denildiğinde akla ismini bile bilmediğimiz pek çok ülke geliyordu! İngiliz Kraliyet ailesi MÜSLÜMAN ülkeler dışındaki sözünü dinleyen ülkelere AZİZ ANDREAS HAÇI'nı götürüyordu! Bunu da o ülkelerin bayraklarında görüyorduk!
Union Jack'e yani Birleşik Krallık Bayrağı'na geldiğimizde iş değişiyordu!
- Mavi zemindeki beyaz haç, Ortodokslar'ın sembolü ve azizi olan St Andreas'ı yani İskoçya'yı temsil ediyordu! (İskoçya Ortodoks demeyin hemen!)
- Beyaz zemin üzerindeki kırmızı haç (artı şeklinde) Protestanların azizi St. George'u yani İngiltere'yi temsil ediyordu!
- Beyaz zemin üzerindeki kırmız haç, İrlanda'nın azizi St. Patrick'i simgeliyordu. Yani Katolikleri...
29 Nisan 2017 Cumartesi
Düşünsel Yoksulluk
"Fikir yok, ilim yok, bir hedef yok, plan-proje yok ama sırf hareket var ortada."
Mahmud Erol Kılıç
“Son yıllarda sayıları gittikçe artan bu gençler hikmet ve irfan konularına meraklılar. Yani eskilerin tabiri ile âlî konulara meraklılar. Eskiden daha çok politik ve ideolojik sorular soran bu gençler artık daha derinlere iniyor. Metafizik olmadan fizik olamayacağını, derin tefekkür olmadan siyasetin de kalıcı bir siyaset olamayacağını müdrikler bu gençler. Artık sloganlara, başlıklara, protokollere bakmadan doğrudan muhtevaya bakıyorlar. Yoksa dindar muhafazakar çevrelerin vakıf, dernek gibi kuruluşlarının sayısı kemiyet olarak yüzlerce, belki binlerceye ulaşmış vaziyette.. Ama bu gençler yıllardır Müslümanların destekleri ile ayakta duran bu kuruluşların kendilerine pansiyonculuk, otelcilik hizmetinden başka bir şey vermediklerinden dert yanıyorlar. Bu hizmetleri küçümsemiyorlar, reddetmiyorlar ama aradıkları bundan daha öte şeyler. Bu kuruluşların isimleriyle müsemma olup olmadıklarını soruyorlar bana. Mesela şimdiye kadar hangi İlmi yaydıkları, hangi birliği sağladıkları, hangi talebeleri birleştirmiş olduklarını sorguluyorlar. Keşke hikmet ve irfan ocakları olsalardı da vakitlerimiz sadece sabaha kadar hükümet kurup hükümet yıkmakla geçmeseydi diyorlar. O yerlerin bize fikri manada hiçbir şey katkısı olmadı diyorlar. Tabii ki bunun sebebi onlar değil, büyükler. Üst kuşaklar. Cemiyetçilik, teşkilatçılık diye bir meslek icat ettiler. Fikir yok, ilim yok, bir hedef yok, plan-proje yok ama sırf hareket var ortada.”
“Gençler artık bununla kanmıyorlar. Fikri ve manevi doyum olmayan hareketlerden zevk almıyorlar. Entelektüel konulara merak duyuyorlar. Bu da beni ümitlendiriyor”
“Anadolu'da her yerde, Ankara'da, Adana'da, Kayseri'de, Antalya'da, Bursa'da, İzmir'de, Muğla'da böylesi küçük oluşumlar var. Samimi bir şekilde hikmet ve irfan araştırıyorlar. Bunların sayısının artması için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Çünkü donmuş, pıhtılaşmış, hedefsiz, ruhsuz ve son yıllarda aşırı şımaran vakıflar ve dernekler enflasyonu yanında bunlar hakikaten bir istikbal vadediyorlar.”
İl (Devlet)'deki Dil
İl, değişik
eylemler bildiren sözcüklerin kökenidir. “İl: İlçe, İlişki, İlinti, İlgi, İle, İleri, İlerlemek, İletişim, İletmek,
İletken, İlgi, İlmek, İlik, İlişmek, İlk, İlke, El, Elli, Elçi, Elti,
Elverişli, Elvermek, Elemek, Ellemek, Elek, Eleştiri” İsmet Zeki
Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1995, ss. 226-230,
342-344,
“Süper
güçler arasındaki ilişkileri “tam” anlamak, bunlar üzerinden vazgeçilmez
ilişkiler/bağlar örmek sizi süper güç yapabilir mi? Adı geçen her ülke ve
birbirlerini boğan/tutan bağları için daha yüzlerce örnek verebilirim. Biz
nerede duracağız? Kimi zaman o ağları çekelim.. Kimi zaman da çözelim...Ama
önce (b)ağları görmeyi öğrenelim. Süper güç olmak için süper güç şartlarını
yerine getirin, sakıncası yok.. Ama süper güçler arasındaki bağları da tutun, o
da sizi süper güç yapar...Süper değil mi?” http://www.yenisafak.com/yazarlar/alisaydam/bir-deli-bir-kuyuya-bir-tas-atarmis-2037601
“Eski Türkler
devlet mefhumunu “İl” (el) kelimesi ile ifade etmişlerdir. İl’in hakiki manası
teşkilatlanmış siyasi camia ve devlettir.Bütün Türk lehçelerinde il kelimesinin
doğrudan doğruya veya zımnen ilgi, bağ, iyi münasebet, rabıta, manalarını
içerdiği örneklerden anlaşılmaktadır. Bu bağ, rabıta, münasebet manalarındaki
kelime (il), bir insan kütlesine tatbik olunduğu zaman ancak "bağlanmış
(teşkilatlanmış) halk, teşkilatlanmış millet" manasını ifade edebilir.
Teşkilatlanmış halkın hukuki ismi ise "devlet" dir. Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, ss.259-260, Ankara Türk Tarih
Kurumu, 2014.
İlk ve Orta Zamanlarda Türklerde Devlet, Ülke ve Millet Fikri / Selim Karakaş https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=367497&/%C4%B0lk-ve-Orta-Zamanlarda-T%C3%BCrklerde-Devlet,-%C3%9Clke-ve-Millet-Fikri-/-Selim-Karaka%C5%9F-
26 Nisan 2017 Çarşamba
Türk Düşünürleri: Sadri Maksudi Arsal
http://m.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/591461.aspx
http://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/sadri-maksudi-ataturk-ve-turkce-2803#
http://www.magazinkolik.com/ibb-olumunun-60-yilinda-maksudi-arsali-anacak-54287h.htm
https://arsivgtt.files.wordpress.com/2015/11/tc3bcrk-dili-ic3a7in.pdf
Kitaplar
- Maksudi, S. (1898). Maişet, Kazan. İkinci baskı: 1914.
- Maksudi, S. (1912). İngiltereye Seyahat, Kazan.
- Maksudi, S. (1927). Hukuk Tarihi Dersleri, Ankara: Ankara Hukuk Fakultesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1928). Türk Hukuk Tarihi, Ankara: Ankara Hukuk Fakultesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1930). Türk Dili İçin, Ankara: Türk Ocakları Yayınları.
- Maksudi, S. (1933). İskitler-Sakalar, Ankara: Türk Tarihinin Anahatları Serisi, No. 5.
- Maksudi, S. (1934). Orta Asya Türk Devletler, Ankara: Türk Tarihinin Anahatları Serisi, II, No. 19.
- Maksudi, S. (1937). Hukukun Umumi Esasları, Ankara: Ankara Hukuk Fakultesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1941). Umumi Hukuk Tarihi, Ankara: Ankara Hukuk Fakultesi Yayınları. İkinci baskı: 1944. Üçüncü baskı: 1948.
- Maksudi, S. (1946). Hukuk Felsefesi, İstanbul: İstanbul Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyet Yayınları.
- Maksudi, S. (1947). Türk Tarihi Ve Hukuk, İstanbul: İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1955). Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul. İkinci baskı: 1975. Üçüncü baskı: 1979.
- Maksudi, S. (1940). Teokratik Devlet ve Laik Devlet, İstanbul – İstanbul Üniversitesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1940). İngliz Amme Hukukunun İnkişafı Safhaları, İstanbul – İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1945). Farabi’nin Hukuk Felsefesi, İstanbul – İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları.
- Maksudi, S. (1947). Kutadgu-Bilig, İstanbul – İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları.
Makaleler
- Maksudi, S. (1911). “Büyük milli Emeller”, Türk Yurdu, sayı 1, sahife 8.
- Maksudi, S. (1911). “Büyük milli Emeller”, Türk Yurdu, sayı 2, sahife 33.
- Maksudi, S. (1924). “S. Maksudof Çin tarihlerindeki Kuzey Uygurlarla Tokuz Oğuzları ayniliği hakkında bir bildiri okuyor”, Journal Asiatique, sahife 37.
- Maksudi, S. (1924). “Çinlilerin ve Moğolların Hüvey-Hu’ları ve Orhon Türk yazıtlarındaki Tokuz Oğuzlar”, Journal Asiatique, sahife 141.
- Maksudi, S. (1925). “Türk tarihinin telkinatı”, Türk Yurdu, cilt 1, sayı 4.
- Maksudi, S. (1925). “Türk tarihinin telkinatı”, Türk Yurdu, sayı 14, sahife 377.
- Maksudi, S. (1925). “Çinliler ile Moğolların Hüvey-Hu ve Uygurları ile Orhon Türk kitabelerindeki Oğuzların ayniyeti”, Türk Yurdu, sayı 7, sahife 27.
- Maksudi, S. (1925). “Türk Birliği”, Türk Yurdu, sayı 11, sahife 396.
- Maksudi, S. (1925). “Lisanların inkişaf ve tekâmülünde Akademilerin rolü”, Türk Yurdu, sayı 12, sahife 525.
- Maksudi, S. (1925). “Çinlilerin Huvey-hu dedikleri halkın Orhon kitabelerindeki Oğuzların ayni olduğuna dair izahat”, Türk Yurdu, sayı 13, sahife 218.
- Maksudi, S. (1914). “Emeller üstadı İsmail Gaspıralı”, Tercüman, sayı 2121.
- Maksudi, S. (1925). “Ankara Hukuk Mektebinin tarihî ehemmiyeti”, Hakimiyet-i Milliye, 14 Eylül, sahife 3.
- Maksudi, S. (1926). “Yeni Ankara”, Hakimiyet-i Milliye, 5 Mart, sahife 3.
- Maksudi, S. (1929). “Güne bakan aşk peygamberi”, Hakimiyet-i Milliye, 29 Kasım, sahife 2.
- Maksudi, S. (1925). “Lisanların tekâmül ve inkişafında Akademilerin rolü”, İkdam, 5 Ekim.
- Maksudi, S. (1925). “Lisanların tekâmül ve inkişafında Akademilerin rolü”, İkdam, 6 Ekim.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 1”, Milliyet, 28 Eylül, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 2”, Milliyet, 29 Eylül, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 3”, Milliyet, 30 Eylül, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 4”, Milliyet, 2 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 5”, Milliyet, 3 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 6”, Milliyet, 4 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 7”, Milliyet, 5 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 8”, Milliyet, 6 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 9”, Milliyet, 7 Ekim, sahife 4.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 10”, Milliyet, 9 Ekim, sahife 5.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 11”, Milliyet, 11 Ekim, sahife 5.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 12”, Milliyet, 13 Ekim, sahife 5.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 13”, Milliyet, 14 Ekim, sahife 5.
- Maksudi, S. (1928). “Lisan ıslahı meselesi 10”, Milliyet, 9 Ekim, sahife 2.
- Maksudi, S. (1929). “Ga nin en büyük eseri nedir?”, Milliyet, 9 Temmuz, sahife 2.
- Maksudi, S. (1945). “Dünyada iki türlü telâkki karşı karşıya”, Tasvir, 21 Ekim.
- Maksudi, S. (1945). “Demokrasi ve Hukuk”, Tasvir, 29 Ekim, sahife 2.
- Maksudi, S. (1945). “Siyasî Partilerin ideolojileri”, Tasvir, 6 Aralık, sahife 2.
- Maksudi, S. (1945). “Demokrasinin ilmî ve ruhî esasları”, Tasvir, 10 Aralık, sahife 2.
- Maksudi, S. (1945). “Demokrasinin istinad ettiği ilmî ve felsefî esaslar”, Tasvir, 23 Aralık, sahife 2.
- Maksudi, S. (1945). “Demokrasi ve Müsavat esası”, Tasvir, 30 Aralık, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Demokrasi ve Hürriyet”, Tasvir, 6 Ocak, sahife 2.
- Maksudi, S. (1946). “Edebî Barış ve milletler birleşmesi”, Tasvir, 11 Ocak, sahife 2.
- Maksudi, S. (1946). “Demokrasi ve Hürriyet”, Tasvir, 6 Ocak, sahife 2.
- Maksudi, S. (1946). “Milli ideoloji ve yabancı ideolojiler”, Tasvir, 13 Ocak, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “İlim ve Hürriyet”, Tasvir, 17 Şubat, sahife 3-4.
- Maksudi, S. (1946). “Kadim Yunan’da ilmî muhtariyet”, Tasvir, 24 Şubat, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Üniversite Muhtariyeti”, Tasvir, 3 Mart, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Üniversite Muhtariyetini zarurî kılan sebepler”, Tasvir, 10 Mart, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Müsbet ilimler ve felsefe”, Tasvir, 24 Mart, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Tarihte veto hakkının menfî rolü”, Tasvir, 31 Mart, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “İnsanların manevî hayatında gaye ve ideallerin rolü”, Tasvir, 7 Nisan, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Milletlerin hayatında fikir ve ideallerin rolü”, Tasvir, 14 Nisan, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Avrupa medeniyetinin istikbali”, Tasvir, 21 Nisan, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Medeniyet mahsulleri ve kültür kıymetleri zail olmaz”, Tasvir, 21 Nisan, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Demokratik seçim usulünün beş mühim esası”, Tasvir, 5 Mayıs, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Ruhî ve manevî hayatın zenginliği ve yaş”, Tasvir, 12 Mayıs, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Arap Birliği ve büyük Arap milletinin istikbali”, Tasvir, 19 Mayıs, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Amerika Birleşik Devletlerinde felsefî cereyanlar”, Tasvir, 26 Mayıs, sahife 13.
- Maksudi, S. (1946). “Milletlerin hayatında Yüksek Öğrenimin rolü ve Profesörler sınıfının dilekleri”, Tasvir, 2 Haziran, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Atomun felsefî tarihi”, Tasvir, 9 Haziran, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “İngilterede Demokrasinin ruhu ve tarihî temelleri ”, Tasvir, 16 Haziran, sahife 3.
- Maksudi, S. (1946). “Beşerî camiaların hayatında propagandaların rol ve kudreti”, Tasvir, 30 Haziran, sahife 3.
- Maksudi, S. (1948). “Medenî milletlerde ilim dili yaratma tarihine bakış”, Cumhuriyet, 5 Ekim, sahife 2.
- Maksudi, S. (1948). “İlmî usullerle yaratılmış Türkçe ve müstakil bir ilim dili lâzımdır”, Cumhuriyet, 19 Ekim, sahife 2.
- Maksudi, S. (1948). “Dil ıslahı ve Dil Kurumu”, Cumhuriyet, 23 Ekim, sahife 2.
- Maksudi, S. (1950). “Demokrasinin kapısı önündeyiz”, Cumhuriyet, 2 Mayıs, sahife 2.
24 Nisan 2017 Pazartesi
Çağımızın İbni Sina'sı: Prof.Dr.İsmail Hakkı Aydın
Çağımızın
İbni Sina'sı: Prof.Dr.İsmail Hakkı Aydın
“Bütün İslam aleminin
medarı iftiharı olan İbni Rüşd'ler, İbni Sina'lar, İmam Gazali'ler, Farabi'ler
gibi yüksek düşünceli simaların milletimizin ulema sınıfı içinde nurlu
beyinleriyle mevcudiyet arzedeceklerine eminim.”
Gazi Paşa, Konya Sultani Mektebi'nde Nutuk, 22 Mart 1923
Gazi Paşa, Konya Sultani Mektebi'nde Nutuk, 22 Mart 1923
Muhterem
İsmail Hakkı Aydın hocamız her ne kadar Beyin Cerrahisi alanında uzmanlaşmış
bir Tıbbiyeli ise de kendileri kurucu 20 düşünürümüzün (1) en seçkinlerinden
olan Buhara doğumlu Türk tıp adamı İbni Sina (980-1037) gibi çok yönlü tıp insanlarının çağımızda yaşayan temsilcisidir.
“İbni Sina tıp ve gökbilim alanındaki bilgileri sistemleştirme yoluna
gitti. Sistemleştiriciler bu yolda belki de gereğinden fazla başarılı
olmuşlardı. İbni Sina'nın derlediği gibi, son derece kapsamlı bir meslek el
kitabı yazıldıktan sonra, geriye bir tıp doktorunun yapacağı pek fazla
araştırma kalmıyordu.”. (William
H. McNeill: Dünya Tarihi, s.383, İmge Kitabevi, Eylül
2003, Ankara)
İbni Sina Tıp ve Felsefe
alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kitap yazmıştır. İsmail Hakkı
Aydın Hocamız 11 Kitap, 31 bilimsel tebliğ, 180 makale, 3 güfte, 5 şiir kitabı;
halihazırda 200’ü aşkın esere imzasını atmıştır.
Prof.
Dr. İsmail Hakkı Aydın, bu güne kadar birçok Doktor, Beyin Cerrahı, Yrd. Doç.,
Doçent ve Profesör yetiştirmiştir. Ayrıca, dünyanın önde gelen bilim
adamlarınca, yurt dışında gerek kitaplarda ve gerekse makalelerde bir çok kez
kaynak olarak gösterilmiş, geliştirdiği cerrahi teknikler klasik kitaplarda yer
almıştır.
Farabi (870-950) ile İbni
Sina (980-1037); Türkistan pınarlarından (Kazakistan ve Özbekistan) Türkiye’yi
besleyen, felsefe ve bilimin aydınlığı ile sonsuzluğa ulaşmış en büyük
düşünürlerimizdendir.
Nasıl
İbni Sina; Felsefe, Tıp, Astronomi, Kimya bilimlerinde çığırlar açmış ise, Hocamız
da İbni Sina gibi Tıp adamlığının yanısıra, yazar, düşünür ve bilim
insanıdır, hattat ve şair olarak da eserleri mevcuttur. Güfteler
(klasik Türk musikisi), şiirler,
hat çalışmaları, karikatür, musiki
felsefesi, nörofilozofi, edebiyat ve teoloji alanlarında kitaplar (hekimlik), konferanslar ve söyleşiler
ile bizlere AYDIN’lığını yansıtmaktadır.
Düşünürlerimiz
arasında pek de rastlanmayan bir meziyet olarak da hem doğu (Arapça, Farsça) hem da batı (Fransızca, İngilizce)
dillerini bilmektedir.
_________________________________________________________________
(1)
Oğuz Kağan, 234-174 (MÖ); Tonyukuk, 646-724;
Bilge Kağan, 683-734; Kültigin, 684-731; Ebu Hanife, 699-767; Musa El Harezmi,
780-850; İmam Maturidi, 852-944; Farabi, 872-951 (Farabi ilk İslam filozofudur); El Biruni,
973-1048; İbni Sina, 980-1037; Kaşgarlı
Mahmud, 1008-1105; Yusuf Has Hacib, 1017-1077; Nizamülmülk, 1018-1092; Ömer
Hayyam, 1048-1131; Gazzali, 1058-1111; Ahmet Yesevi, 1093-1166; Şeyh Edebali,
1206-1326; Mevlana, 1207-1273; Hacı Bektaşı Veli, 1209-1271; Yunus Emre,
1240-1321.
Ailesi bir üniversite gibidir; bilim insanları
ile doludur. Esas hocası, zamanın büyük âlim, müderris ve mutasavvıflarından dedesi
Hacı Hafız İsmail Hakkı Efendi Trabzon Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’ni kuranlardandır; dedesinden
yirmi yıl müddetle Kur’an-ı Kerim, Arapça, Farsça, Kelam, Fıkıh, Tefsir, Hadis,
Tasavvuf, Belagat, Felsefe, Mantık, Musıki ve Edebiyat dersleri aldı. Tıp eğitiminden staj yaparken bile torununa hocalık
yapmayı sürdürerek, İsmail Hakkı Aydın Hocamızın ilme irfana, kaleme mürekkebe ilgisi
için destek olmuştur. Babası Maçka Müftüsü Halit Aydın'dan hat, İslam Hukuku ve Fransızca
öğrendi.
Düşünürün, düşünce üretmenin öneminden söz etmek ve Hocamızın düşünür
yönüne, hekim filozoflara değinerek, çığır açıcı eserlerinden bahsetmek
istiyorum.
Adaşlarından birisi alim, mutasavvıf, şair, hafız, bestekâr ve hattat İsmail
Hakkı Bursevi (14 Eylül 1652-1725)’dir. Bir diğeri de; 19. yüzyılda Türk Düşünce
Tarihi'nin araştırılması çalışmalarını başlatan Türk felsefeci ve dinler tarihi
araştırmacısı, İslam
dininde, özgür düşüncenin gelişme getireceğini eserlerinde işleyen, ilk dönem
İslam felsefecilerin düşüncelerini tahlil eden, 60 üzerinde kitap yazan verimli
düşünürlerimizden Ord.Prof.Dr.İsmail Hakkı İzmirli (1869 -
1946)’dir. Bu değerli iki kişi Prof.Dr.İsmail Hakkı Aydın’ın adaşları değildir
sadece, Devlet-i Ali'nin İlmiye (ilim ve bilim) geleneğinden soylu
atalarıdır.
Darülfünun Tıp Fakültesi mezunu
Düşünür Hekimlerimiz’den Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver (1898-14
Şubat 1986)’i ve ilgi alanlarını da unutmayalım; tezhip, ebru, minyatür sanatı,
tıp tarihi, ressam, minyatürcü, tezyinatçı, hattat, arşivci, neyzen.
İlk müslüman düşünürler
kendi dışındakilerin kültürlerini incelediler. Klasik İslam Düşünce Geleneği, dışlayıcı
ve etiketleyici değildi. İsmail Hakkı Aydın Hocamız da, klasik İslam düşünce
geleneğinin İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi, Gazali gibi üstadlarından biridir;
benzer şekilde düşünmektedir. Bizlere, Klasik İslam düşünürlerinin dilini hatırlatmaktadır.
Lice, Diyarbakır doğumlu Prof.Dr. Mahmut Gazi Yaşargil (d.1925) ve öğrencisi Maçka, Trabzon doğumlu (d.1954) Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın da, bilimin aydınlığını ülkemizden dünyaya yansıtmakta ve uluslararası çapta başarı ve ödüller ile bizleri buluşturmaktalar. Hocası Gazi Yaşargil’in üstün ekolünü devam ettirmektedir. Usta-çırak ilişkisinin insan yetiştirmedeki önemi konusunu tekrar bizlere hatırlatmaktadır.
Hocamızın beslendiği kadim
kökler; Farabi - İbni Sina - Gazali Çizgisi’ndeki 250 Altın Yıldır (870- 1111),
Horasan Aydınlığı’nın ışıttığı Tefekkür Medeniyeti’mizdir.
Hocamız ülkemizde pek
rastlanmayan bir ekolün de temsilcisidir. Ayrılmaz bir ikili olan İlim (Din)
ile Bilimin kopukluğunu gidermiştir; her birini birlikte yaşamaktadır.
Hocamız AKIL’ı merkeze alan
İlim ve Bilim birlikteliğini ve aralarındaki nüans farklarını aşağıdaki şekilde
açıklamaktadır.
“Bilim, insanlığın yararına; daha müreffeh daha iyi daha huzurlu daha güzel
yaşanabilmesi, toplumsal değerleri yüceltebilmesi ve medeniyete katkı
sağlayabilmesi açısından gerekli olan şeylerin, gerek saha laboratuvarından
gerekse deney laboratuvarlarından elde edilen bilgileri geçmiş müktesebatımızla
sentezleyip insanlığın hizmetine sunmaktır. Ancak bilimde nassın ve dogmanın
herhangi bir yeri yoktur. Ayrıca bilimde süreklilik, eleştirilebilirlik,
ayıklanabilirlik ve tekrar edilebilirlik olmalıdır. İlave olarak, bugün doğru
olan yarın yanlış, yarın yanlış olan bugün doğru olabilir. Nitekim geçmiş
bilgiler her zaman kaynak ve esas teşkil etmez. Esas gayesi, insanın mutlu bir
hayat sürmesidir.
İlim ise ana hedef olarak hakikati ve aşkı gaye edinir. Hakikati
bulmaya çalışır. Bilimin kullandığı enstrümanlar yanında aklı, nassı ve dogmayı
da delil olarak kabul eder. Stabil bir progresyon takip eder. Bilimde,
akılla bilim atbaşı giderken ya da akıl bir adım önde iken, ilimde akıl atbaşı
gitmese bile genellikle bir adım geriden gider. Bilimde, akıl ve felsefe
birkaç adım önde gitmesine karşın, ilimde, hakikatin arkasından koşmakla, “Kelâm” ilmi
(İslâm Felsefesi) hâline gelir. Ayrıca, bilim felsefesinin kırmızı
çizgileri yok iken, ilmi felsefede dogmatik kırmızı çizgiler söz konusudur.
İlim adamı bu çizgilere dikkat etmek mecburiyetindedir.”
Kendileriyle ülkemizin
yegane düşünce kuruluşu ASAM Avrasya Bir Avrupa Asya Birliği’nin 1994 den
buyana klasikleşmiş konferansları esnasında tanıştım. Nefessiz iki saati aşkın
süre içinde verdiği en son Konferans en yüksek derecede tek başına bir bilim
şöleni idi. (İnternetten indirebilirsiniz; Musiki ve Enigmatik Beyin, ASAM
Konferansı, Prof. Dr İsmail Hakkı Aydın, 25.02.2017)
Hocamızın üstün özellikleri
saymakla bitmeyecektir; Şahsi değerlendirmemde bir beyin cerrahının sadece
mesleği olan sahada, beyin cerrahisinde değil, beynimizin ürettikleri
(fikirler, bilim, sanat, bilgelik) hakkında / konusunda zengin bir zihin
dünyasına sahip olması, konferanslarında sürekli Kuran-ı Kerim’den ve Düşünürlerimizden
referanslar vermesi, rahmani özellikler
taşıyan mütevazı kişiliği ile sadece ülkemiz insanlarına değil, tüm insanlığa
bir örnektir.
İnşallah hocamızın ‘Düşünce
Dünyamız ve Düşünürlerimiz’ ile ilgili konferans ve makalelerini en kısa
zamanda kitaplaştıracağız, kendileri ile bu yönde kapsamlı söyleşiler
gerçekleştirerek, Hocamızın zihin dünyasında ve belleğindekileri kayda
geçirerek, yazılı hale getireceğiz.
Hocamız beynimizin
sırlarına intisap ediyor, cerrahi müdahaleler için beyinleri açıp kapatıyor.
Kendilerinin özgünlüğü, beynimize cerrahi müdahalelerde bulunmadan da, mütefekkirlerimizin,
alimlerimizin, ariflerimizin, dervişlerimizin, allamelerimizin beyin gücünü
bizlerle paylaşması, aktarması; güncel sorunlarımıza çözümler getirerek,
yeraltı beyin hazinelerimizi, bıkmadan usanmadan bizlere hatırlatmasıdır.
Hocamızı okumakla
dinlemekle yetinmeyelim eserlerini yabancı dillere doğu ve batının dillerine de
tercüme ettirelim, hakkında Armağan Kitabını gecikmeden yayınlayalım.
İslamiyet ile tanışan
Türkistan düşünürlerinin özgüvenleri, kendi zihinlerinde; Rönesans ile birlikte
Batı’nın temellerini teşkil edecek olan Aristo, Eflatun gibi Helen
düşünürlerini de içselleştirmiştir. Yorumları ve incelemeleri sayesinde Farabi
ortaçağ İslam aydınları arasında Muallim-i Sânî ya da Hace-i Sâni (İkinci
Üstad) olarak bilinir. Hace-i Evvel (Birinci Üstad) ise Aristo'dur.
İsmail Hakkı Aydın Hocamız
ilk dönem İslam düşünürlerinin özgüvenini taşımaktadır.
İlim ve Bilim birlikteliği
Ebu Hanife’den (5 Eylül 699-14 Haziran 767) itibaren 700-1700 yılları
arasındaki bin yıl boyunca bizleri güçlü kılmıştı. 21.yüzyıl ile birlikte bu
bağların tekrar kurulması yolunda ilerlenmektedir. Son 300 yıllık dönemde İlmiye sınıfının bu kopukluğu bir
türlü giderememesi neticesinde bugünlere kadar gelinmiştir. Cumhuriyet
döneminde de bu kopukluk devam etmiştir.
İşte bu noktada İsmail
Hakkı Aydın Hocamız, soyadına ve İlmiye Sınıfından gelen soyağacına yaraşır bir
bileşimi gerçekleştirerek; hem İlim hem de Bilim yollarına koyularak, günümüz
İlmiye sınıfının temsilcileri olan Bilim
İnsanları (Aydınlar) ve İlim İnsanları (İlahiyat, Diyanet) için örnek
alınacak yeni bir ekol
(İlim&Bilim ) başlatmıştır.
Umulur ki, Hocamızın açtığı bu özgüvenli yol ülkemizde İlahiyat ve
Bilim’in birbirine entegre olacağı yeni bir anlayışı mümkün kılsın; Hocamızın İslam
Teknik Üniversitesi önerisi hayata geçirilsin.
Bilim ve
düşünce insanlarımızın Hocamızın idealizmini, gayretkeş heyecanını
taşımalarını, uluslararası bilim camiasında yüksek skorlar elde etmelerini,
insanlığa hizmetkar olmalarını temenni ediyorum.
Hocamızın
Konferanslarda dile getirdiği gibi, evrenin ve insan beyninin çalışma
sistematiğinin tıpatıp aynı olduğu, güncel bilimsel çalışmalar ile ortaya
çıkarılmıştır.
O halde
düşünen beyinler bu aynılıktan nasıl sonuçlar çıkaracaklardır?
Sorular
sorarak ilerlenebilir belki de; Hocamızın değerli kitabının ve bugüne kadar
yazdıklarının, söylediklerinin aşağıdaki sorulara vesile olacağına, bu
soruların cevaplarının aranmasına yol açacağına inanıyoruz.
1. Doktorlar felsefeyle neden ilgilenmeli?
2. Doktorların felsefeyle ilgilenmesi ne fayda sağlar?
3. Doktorların neden mütefekkir yönü de olmalı?
4. Tarih boyunca bazı doktorlar neden felsefeyle ilgilendiler?
5. Tarihimizde felsefeyle ilgilenen doktorlarımız kimlerdir?
6. Hekim filozoflar ne yaparlar?
7. Hem hekimlik yaparlar hem de tıbbi konularda filozofluk mu yaparlar?
8. Hekimlik yapmaları yanında tıp dışı konularda da filozofluk (düşünürlük) mu yaparlar?
9. Hocamız hangisini yapıyor? İkisini de mi yapıyor?
Hocamızın eserlerinden
(kitap, makale, konferanslar) tesadüfi yöntemle derlediğimiz aşağıdaki 100’ü
aşkın kavram, soru ve tespitlerin alfabetik dizilimi; İlim ve Bilimin içiçeliğinin
nice anlamlarla dolu bir özeti değil midir?
“1000 Yıllık Müktesebat, A.B.D. Beyin Tümörleri Konseyi, A.B.D.
Nöroşirürjide Sürekli Tıp Eğitimi Kredi Ödülleri, ABD Beyin Cerrahisi Birliği
(CNS), Abdülkadir Meragi, Ah Bu Doktorlar!, Ah Bu Hastalar, Akıl Zeka
Etkileşimi, Akıl, Allame Bi Kalem, Anaksimendros, Anaksimenes, Aristo, Avrupa
Strok Bilim Konseyi, Bakara Suresinin 3.Ayeti, Batılılar, Berberler Cerrahlar
Cemiyeti, Beyin Cerrahisinde “Yaşargil Otobanı”, Beyin Fırtınası, Beyin, Beyin,
Beyin-Damar Tıkanıklıklarının Operasyonları, Beynin Şifresi, Bilim Nereye
Koşuyor, Bilim ve Azim, Bilim ve Saygı, Bilim-İnsan-Din ve Tarih İlişkisi,
Bilimsel Makale, Bir Beyin Cerrahının İslam'a Bakışı, Bir Felsefi Yolculuk,
Caber, Eflatun, Cerebrovascular Surgery Section, Congress Of Neurological
Surgeons, El Harbu Hiletün, Eleştirel Akıl Ekolü, Elif Lam Mim; İlim,
Entelektüel Sermayemiz, Evvelayı Tefekkürü, Fahrettini Razi, Farabi, Fatır Suresi, Fetenahtı Ruhu, Fikir
ve Kozmik Alem, George Sarton, Hac Suresi 47, Hayesn, Hayrül Nas, Hekim,
Felsefe Ve Mantık, Hicran, İbniRüşd, İbni Sina, İhtilafi Ümmeti Rahmetün,
İlahiyat Fakültesinde Matematik ve Fizik Yok,
İlim Farzdır, İlim, Sanat ve Kuran, İlk Rektör: Gazali, İmamı Azam, İmamı
Rabbani, İslam Teknik Üniversitesi, İslam'da Bilimin Yeri, İttekü Rabbekü,
Kalemin Gücü, Konektör, Kristal Küre, Ksenophon, Kuranı Kerimi Neden Notalara
Dökmedik? Makamlar, Lawrence, Matematik ve Düşünce, Medinetül Fazıla, Mesnevi,
Mevlevilik Hadisesi, Mikronöroşirürji, Mikronörovasküler, Min Nefsin
Vahidettin, Minelvin Ne Tiven Nas, Muhiddin Arabi, Musiki ve Enigmatik Beyin,
Müşteşrikler, Nas, Neden Musikimizde Bu Kadar Makam vardır?, Neden Tefekkür
etmiyorsunuz?, Nefes, Nefis, Newton, Nisa Suresi 1.Ayet, New York Bilimler
Akademisi, Nizamiye Medresesi,
Nörobalans, Onlar mı, bizler mi Müslüman?, Nörofilozofi, Nöroşirürji,
Nöroşirürjide Sürekli Eğitim Ödülü, Öfke Kontrolü ve Motivasyon, Öğretilmiş Cehalet, Performans
mı, Eğitim mi?, Rabbim beni Doktorlardan
Koru, Rahmani, Richard Feyman, Ruh,
Sanat Olarak Nöroşirürji, San'at
ve İnanç, Serebro-Vasküler
Mikro-Cerrahi, Suz-i Dilara, Şeytan,
Şuuraltı, Takva Ne Demektir, Tarikatlar,
Teakkul, Tefekkür, Teknolojik
Tababet!, Tesla, Tezekkür, Tıp ve Sanat,
Tıpta İhtisas Kurulları, Tıpta Uzmanlık Eğitimi (Nöroşirurji), Toplumsal
Frontal Lob Sendromu!, Türk Mûsıkîsi San'at Gecemiz, Türk Musikisinde Bir Altın
Halka Prof. Dr. Alaeddin Yavaşca, Türk Müziğinde Doktor ve Eczacı Sanatçılar,
Türk Nöroşirürji Akademisi, Türk Nöroşirürji Araştırma Ödülü, Türk Nöroşirürji
Ödülü, Uluslararası Nöroşirürji Dergisi, Uluslararası Skull Base Cerrahisi
Kongresi, Üniversitelerde Taban Puan Gerekli mi?, Ve Haleve Zevceha, Vel
Kebere Reddenahu, Vicdan, Vuslat,
Ya Hayy! & Rubailer, Yunus’ta Estetik ve Mikrosanat, Yüksek Lisans ve
Doktora Pazarı! Zeka, Zihin kontrol ve
terör.”
TÜZDEV (Türkiye Üstün Zekalı ve Dahi Çocuklar Eğitim
Vakfı) Başkanı Kemal Tekden’in, özlü değerlendirmesi ile " Medeniyetler
temelinde Bilim, Sanat ve Din ayrılmaz
bir bütündür".
İnsansız
Hava Araçları’nı (İHA) ülkemiz
İsmail Hakkı Aydın’da (İHA) simgeleşen Beyin Gücü ile geliştirmektedir.
Beyin
Gücü; Bey’lerin Gücüdür, Bey olabilen ama Beylik heveslisi olmayanların rahmani,
üretken ve enerji dolu gücüdür.
Gazzali (1058-1111), Gazi Paşa (1881-1938) ile Gazi
Yaşargil HOCA’nın (d.1925) mükemmel bir (G3) İlim&Bilim sentezidir; Muhterem Hocamız
İsmail Hakkı Aydın.
Hocamızdan
bir özdeyiş ile düşüncelerimizi nihayete erdirelim.
“En büyük hazinemiz olan beyin. İnsanı farklı yapan ne geni, ne kromozomu
ne de aklıdır. Beynidir, Beyni!”
Ömrünüze Bereket Sevgili Hocam!
3 Nisan 2017 Pazartesi
Balkan Jeopolitiği, Ömer Özkaya
Balkanlar, irrasyonel aidiyetlerin Osmanlı’yı yok ettiği, Batı’yı da darmadağın ettiği bir coğrafya. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya, Fransa, İngiltere, İtalya, Rusya ve Osmanlı’nın askeri, siyasi, ekonomik ve dinsel üstünlük kurma arenası. Orta ve Uzak Doğu’nun kapısı. Ege’ye, Akdeniz’e, Orta, Doğu ve Batı Avrupa’ya açılan kapı. Slav Birliği’nin, Türk ve Avrupa Birliği’nin, Ortodoks Birliği’nin içindeki çok yönlü-çok işlevli coğrafya.
Yukarıdaki coğrafya olmasa Balkanlar, tüm dünyayı kendisine çeken jeopolitik ve jeostratejik önemi tabii ki yakalayamazdı. Dolayısıyla yukarıdaki coğrafi koordinatlandırma yapılmazsa Almanya’nın ve Avusturya’nın; Slovenya, Hırvatistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’a yaptığı siyasi, ekonomik ve diplomatik dev yatırımların anlaşılması mümkün olmaz.
Özellikle birliklere siyasi, ekonomik, askeri ve istihbâri yatırım yapmayı meslek addeden İngiltere’nin Yugoslavya ve Tito’ya yaptığı yatırımın arka planı böylece ortaya çıkmıştır.
Rusya’nın İstanbul-Yeşilköy önlerine, Karadeniz ya da Kafkasya üzerinden değil Balkanlar'dan geldiğini, Osmanlı’nın Viyana önlerine, Baltık Denizi’ne ve İskandinav ülkelerine Balkanlar’dan gittiğini bir kenara not edelim. İngiltere’nin Yunanistan ve Sırbistan’a ayırdığı seçkin konumun sebebi belki şimdi biraz daha netleşmeye başlamıştır.
Balkanlar, Rusya’nın Slav Birliği ve ırkdaşlığı ile Ortodoksluk üzerinden Akdeniz’in göbeğine, Ortadoğu’nun kapısına ve Afrika’nın damına, Cebelitarık’ın boğazına konumlanmasını, konumlanma arzusunu sağlayan kara parçasıdır.
Böylece Fransa’nın, İtalya’nın, Hollanda’nın, İskandinav ülkelerinin, ABD, NATO ve Çin’in Balkanlar’a yaptığı siyasi, ekonomik, dinsel, jeopolitik, jeostratejik ve ideolojik yatırımlar yelpazesinin küçük kısmının sebepleri kendisini göstermeye başlar. Suudileri, İran’ı, Mısır’ı, Suriye’yi, İspanya’yı, Hindistan’ı ve ulus-üstü yapıları da listeye eklersek ve bunları sonsuz sembolü ile çarparsak, Türkiye’yi, dünyanın en stratejik noktası olarak bulmuş oluruz.
Soğuk savaş döneminde Balkanlar’da SSCB Sırbistan çelik çekirdeği ve Bulgaristan ile, Çin Arnavutluk ile, İngiltere Yugoslavya-Tito ile, Almanya Hırvatistan ve Slovenya ile, Türkiye Bosna-Hersek, Makedonya ve Türk etnik unsurları ile, ABD ve NATO Yunanistan ile, ulus-üstü diğer dev yapılar ise İskandinav ülkeleri, Almanya, Hollanda, Belçika gibi devletler üzerinden bölgede konuşlanmıştı.
Balkanlar’ın; Türkiye, İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya, İskandinav ülkeleri, Rusya, Çin, Lübnan, Suriye, İspanya, Kuzey ve Güney Kıbrıs, NATO, AB ve ABD, dünya deniz ve hava taşımacılığı, kara lojistiği, enerji nakil hatları, dünya finans sistemi, birçok devlet, pakt, sektör ve dinsel merkezleri aynı anda karıştıracak potansiyele ve unsurlara sahip olduğunu göz önüne getirirsek, ne tür bir anahtar coğrafya ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılacaktır.
Buraya kadar yazdıklarımız, Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Türk Ortodoks Patrikhanesi, Rus Ortodoks Patrikhanesi, Suud Selefiliği, İran Şiiliği, Türk-İslam yapıları Bektaşilik, Batınilik, Protestanlık, Evanjelizm, Yahudilik gibi dinsel unsurların tam olarak analizini içermeyen, etnik-kültürel tarihi ayrıntıların işlenmediği, ezoterik ve hanedansal ilişkilerin ortaya konmadığı, Balkanlar coğrafyasının önemini anlamaya giriş için yapılmış çok özet bir çizimdir. Detaylara girecek olursak, tarihin, diplomasinin, istihbaratların yeniden harmanlanmasıyla çıkacak hasadın büyüklüğünü tasavvur edebiliriz.
Bu bağlamda uluslararası ilişkilerde “ihanet” kavramı yer almaz. Çünkü bu alan, ahlâk, aidiyet, vicdan ve merhamet gibi parametreler ve moral değerleri olabildiğince kaba ve incelikli kullanan, fakat bunlara zerrece prim vermeyen, tümüyle çıkarlar yelpazesi üzerine bina edilmiş bir alandır. Bu kısa koordinatlandırmadan sonra Balkanlar dosyasına kısa-yoğunlaştırılmış bir göz atma işlemine başlayabiliriz.
Batı, zaten Batı’da, az daha ötesi deniz, dolayısıyla Batı’nın, başta Kadim Bilgi olmak üzere aradığı her şeyin var olduğu Doğu’ya gitmekten başka çaresi yoktu. Almanlar ve İngilizler Doğu’ya doğru, Ruslar Akdeniz’e doğru giderken yolları Balkanlar’dan ve Türkiye’den geçmek zorundaydı. Bu zorunluluk Almanların “Doğu’ya Doğru” politikasını ve stratejisini oluşturmalarını sağladı. Bu politika ve stratejinin uygulanmaya başlandığı yer Balkanlar’dı. Balkanlar tarih boyunca, dinlerin, mezheplerin, stratejilerin, casusların çatışma alanı oldu.
İngiltere, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını hızlandırmak maksadıyla, bilahare de Almanya’nın Doğu’ya, Türkiye’nin Batı’ya geçmesine ve de Rusya’nın Adriyatik’e inmesine karşı kullanmak üzere bir duvar inşaa edecek, bu duvarın adı Yugoslavya olacaktı. Devam eden yıllarda da çok amaçlı İngiliz çakısı gibi çeşitli misyonları yerine getirecek olan bu duvarın/Yugoslavya’nın temeli, 1. Dünya Savaşı’nın hemen başında, görünürde “Slav Birliği”ni temin etmek üzere, Londra’da kurulmuş Yugoslav Komitesi tarafından atıldı.
Tito, önce Yugoslavya’nın lideri, sonra da gerçekte arkasında İngiltere’nin bulunduğu, NATO ve Varşova’ya alternatif olması düşüncesiyle kurgulanmış ve 100’den fazla üye ülkenin çoğunluğunu İngiltere’nin eski sömürgelerinin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu genel sekreteri olacaktı. Tito, 4 Mayıs 1980 günü öldüğünde de, Kraliçe Elizabeth’in emriyle İngiltere’de hükümet binaları ve askeri kuruluşlardaki bayraklar yarıya indirilecekti! Neden? Tito, İngiliz devlet adamı mıydı ki? İngiltere, Tito’nun arkasındaki asıl güç müydü?
Oyun içinde oyun vardı, bu coğrafyada sıradan istihbarat, strateji ve analizlerle var olmak, ayakta durmak mümkün değildi. İngilizler, Balkanlar’da bir ağırlığa sahip olabilmek için Ruslarla ve Türklerle işbirliği yapmak zorundaydı. “El, elden, akıl, akıldan üstündür” atasözü, hükmünü her zaman icra etmiş ve İngiliz aklını İngilizlere karşı kullanan ülkeler ve stratejik akıllar ortaya çıkmıştır. Bunun en güzel örneği de Tito’dur. Tito, Varşova ve Sosyalist Blok ile Bağlantısızlar Hareketi’nin içinde bir SSCB aparatı olarak son derece iyi işlev görmüş ve İngiltere’nin birçok projesini SSCB ile paylaşmış ve yine SSCB’nin de özellikle bilinmesini istediği operasyon bilgilerini öncelikle İngilizler’le paylaşmıştır. Tito her iki tarafın da çıkarlarını ve stratejilerini kendince orijinal bir biçimde değerlendirmiş ve çift taraflı değil ama çok taraflı casusluğun üstadı ve rafine stratejiler oluşturma ve geliştirme ve bunları özgün şekilde uygulama konusunda haklı bir ayrıcalıklı diplomat-casus-devlet adamı olma imtiyazını elde etmiştir.
Tito, 1. Dünya Savaşı’nda Bukovina cephesinde savaşırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır yaralanmış ve Ruslara esir düşmüştür. Bolşevikler’in yanında 1917 Devrimi ve İç Savaşı’na katılmış, 1919’de bir Rus kadını Pelagija’yla evlenmiş olarak Yugoslavya’ya dönmüştür. Pelagija Rus asıllı olarak bilinir, değildir, aslında İngilizdir ve/ama Rus gizli servisi NKVD hesabına çalışmaktadır. Bu evliliğin 20. Yılında Tito ölümcül derecede zehirlenir, şüpheler Pelagija’nın üzerinde toplanır, boşanırlar, oysa Tito’yu zehirleyenler Almanlardır. 1 Yıl sonra Tito, Herta Haas’la evlenir. Herta, 1914’te Avusturya İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak bugünkü Slovenya’da doğmuştur ama Sloven ya da Alman değildir, tahmin edilemeyecek bir ırka mensuptur ve o da Almanya hesabına çalışmaktadır! Tito, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, Alman zehirinden kurtulmuş ama Herta’ya yakalanmıştır! Velhasıl büyük güçlerin Tito’nun yatak odasına kadar girebilmelerine rağmen O, bunların hepsiyle oynamasını bilmiştir.
İngilizler, “İngilizlerin yetiştirmesi” olarak bilinen Tito’yu uzun süre çözememiş ve birçok devlet adamına duymadıkları saygıyı Tito’ya duymuş ve göstermişlerdir. Bugün yavaş yavaş Tito’nun bir İngiliz aparatı değil, özgün bir balkan stratejisti olduğu ortaya çıkmaktadır. Çocukluğunda bir çilingirin yanında çıraklık yapan Tito, SSCB’ye göz kırpıp Batı’ya gider gibi yapmış, fakat Yugoslavya’yı bir ve bütün olarak tutabilmek için İngiliz aklını da aşan stratejiler uygulamayı başarmıştır. İngilizler gerçekten olağanüstü bir kimlik ile çalışmak ve ondan istifade etmek konusunda başarılı olmuşlardır. Fakat bugün bakılınca, aynen yakın tarihteki bazı liderler gibi Tito da İngilizlere ve Batı’ya yakın durup kendi ülkesinin istiklal ve istikbali için çalışmıştır.
Balkanlar’da başarılı olmak ve Balkanları anlamak için Tito’yu, Aliya İzzetbegoviç’i dönüp dönüp tekrar okumak zorundayız. Balkanlar ve Türkiye, bin bir türlü stratejinin uygulandığı ve çoğu zaman başarısızlığa uğradığı bir coğrafyadır.
Özel değerlendirmeler yapıldığı zaman hanedanlarla milletlerin birebir temsilcileri olmadıkları Balkan ve Türklerin tutumlarından anlaşılabilir. Bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç ve Tito’nun anlatım ve eserleri, dünün hanedanlıklarını ve dünyasını anlamakta anahtar rol oynayacaktır.
Tito, akıl almaz stratejilerle Yugoslavya’yı inşa edip ve sürdürürken Aliya İzzetbegoviç de Bosna Hersek’i kurma ve kurtarma misyonuyla Balkan barışını tesis etme ve Batılı diplomatik, stratejik, istihbari ve askeri düzenbazlıklarla başa çıkmada birçok parametreyi inanılmaz maharetle kullanmış ve Batı’yı Batı’nın silahı ile vurabilmiştir.
Aliya İzzetbegoviç’in Osmanlı analizlerini bugün Batı’da yapacak tarihçi ve devlet adamı yoktur. Aliya İzzetbegoviç’in Osmanlı’ya yönelik analiz ve sitemleri de yürek yakıcı ve fakat ne yazık ki gerçektir. Balkanları neden kaybettiğimiz ve neden kazanamayacağımız Aliya İzzetbegoviç’in anı ve analizlerinde fazlasıyla mevcuttur.
Balkanlardaki her etnik topluluk, tarihin eğittiği bilince sahiptir. Karşılaştığınız her Balkanlı, duruş, konuşma ve bakışlarınızdan niyetinizi ve hedefinizi görecek tarihi bir derinliğe ve tecrübeye sahiptir.
Yugoslavya, SSCB emperyalizmine ilk bayrak açan ve bu konuda hayli fazla reddiye üreten bir siyasal maziye sahiptir. Yugoslavya sadece SSCB emperyalizmini değil diğer emperyal devletleri de çok iyi analiz etmiş ve bunu bireysel ve ülkesel çıkarları için kullanmıştır.
Dağıldığında içinden yedi devlet çıkaran, en az 26 etnik grubu içinde barındıran, rıza ile bir araya gelmemiş ve rıza ile bir arada durmayan bir yapı olan Yugoslavya, bir İngiliz dayatmasıydı. Yugoslavya Ortodoks, İngiltere ise, Ortodoksların ezelden beri nefret ettiği Protestan’dı. Yugoslavya’nın bütün olarak devam etmesi zaten reşyanın tabiatına aykırıydı.
“Avrupa’daki düşmanımız Fransa, dünyadaki düşmanımız İngiltere’dir” diyen ve bunu bir devlet politikası olarak benimsemiş olan Almanya, Yugoslavya’nın dağılmasını yalnızca desteklemedi, dağılmanın gerçekleşmesi için İngiltere’yle çatıştı da. Almanya, İngiltere’nin Balkanlar’daki ağırlığını kendisine karşı bir kuşatma hareketi olarak görüyordu. Yugoslavya’nın İngiltere’yle olan ilişkileri, Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Ön Asya’ya açılmasının önünde engeldi. Almanya, İngiltere’nin aklını hafife aldığının farkındaydı ve bunu keyifle izledi. İngiltere’nin Almanya’nın aklıyla alay etmesinin bedeli ağır oldu.
Yugoslavya’nın kurucusu İngiltere, yıkıcısı ise Almanya’dır. Yugoslavya’nın dağılması Batı’nın hayrına olmamıştır. Dağılan Yugoslavya, Avrupa ve Batı olgusuna öylesine ağır bir balyoz indirmiştir ki tekrar Avrupa ve Batı’nın eski imajını yakalaması mümkün değildir. Burada en ağır darbeyi İngiltere’nin yediği şüphesizdir. İngiltere buradaki kayıplarını hiçbir şekilde telafi edemez.
Batı, Balkanlar’da yaptığı zincirleme hatayı Türkiye’de de yapmakta ve onulmaz yaralar almaktadır. Bu durumda Almanya’nın Balkanlar’da elde ettiği kazanımlar kalıcı olacak fakat Türkiye, Ortadoğu ve Orta Asya’daki kayıpları da kalıcı olacaktır.
Türkiye’nin Batı’nın bu genelleşmiş bocalamasından yararlanabilmesi için hazırlıklarını artırması gerekmektedir. Yunanistan bile AB ve ABD konusunda Türkiye’nin fevkinde bir çalışma ile iflastan kurtulmuştur. Yunan entellektüel yapısı, AB, ABD, İngiltere ve Almanya ile ilgili çok kaliteli araştırma ve analizlere imza atmıştır. Sırp, Hırvat ve Sloven basınında ve akademik hayatında ciddi Bati ve Bati ülkeleri analizleri vardır, biz bunları takip edemedik.
Almanya, Hollanda, Avusturya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin Balkanlar’daki stratejileri, Türkiye için de bir erken uyarı sistemi görevi görebilmeliydi. Bölgemizde ve dünyada olup bitenleri, Balkan dağılması öncesi ve sonrası Balkan entellektüel siyaset ve devlet adamları açısından dahi baksak, elde edeceğimiz çok şey vardır.
Tito’nun, İngiltere gibi bir devle oynadığı oyunu yazsak aslında dünya siyasetine büyük katkı yapmış oluruz. İngiltere, Tito’nun yasını tutmuş mudur, yoksa İngiltere kendi yasını mı tutmuştur? Bunu tam olarak İngilizler yazmadan öğrenemeyiz.
Tekrar eski bütünü oluşturmaktan yoksun parçalar söz konusu olduğunda akla gelecek ilk ‘Birleşik Devletler’den birisi Yugoslavya’dır. Yugoslavya’yı taşıyan ana unsur olarak hiçbir topluluk öne çıkmaz. Bir liderin birleştirdiği ve ölümü ile de dağılan devletlerdendir Yugoslavya. Tito bu devleti kurarken tabii ki ciddi yardımlar aldı. Almanya’nın, İngiltere’nin, Rusya’nın, İtalya’nın, Fransa’nın, Yunanistan’ın, Türkiye’nin, ABD’nin ve daha birçok devlet üstü kuruluşun inşaatında yer aldığı bu devlet, yani Yugoslavya, değişik milletlerin, rızaları hilafına nasıl birleştirilip dağıtıldığına mükemmel bir örnektir. Almanya, Rusya, İngiltere ve Türkiye’nin ana kurucu devletler olması önemlidir.
Yugoslavya önemli ölçüde İngiltere lehine kurulmuş fakat Almanya lehine dağıtılmış bir birliktir. Uluslararası arenada “Adın çıkacağına canın çıksın” kuralının en çarpıcı şekilde çalıştığı bölgelerden biri de Balkanlar’dır. İngiltere kadar saman altından su yürütme kabiliyetine sahip bir başka devlet de Almanya’dır. Bu niteliği bugün her geçen gün daha da öne çıkmaktadır. Rusya ise Tito’yu İngiltere’den daha etkin çalıştırarak ve Yugoslavya içindeki anti SSCB hareketini organize ederek, SSCB sistemini; Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da beklenenden uzun süre ayakta tutmayı başarmıştır.
Almanya’nın, siyasal ve ulusal birliğini en son tamamlayan Avrupa devletlerinden biri olarak son dönem devletsel birlikleri kurup dağıtma bilgisinde İngiltere’den daha güncellenmiş ve geliştirilmiş bilgiye sahip olduğunu değerlendirmeye yarayacak epey veri vardır.
Yugoslavya gibi bugünkü Büyük Britanya Birliği’ni devam ettirecek ana unsur olarak öne çıkacak “bir millet” Britanya adasında şu anda yoktur ve bu sebeple İngiltere de dağılma sendromu yaşamaktadır. Devletlerin hangisinin güç yitimine uğradığını anlamak için küresel bazı elitleri izlemek yeterlidir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın Avrupa’da en çok vurduğu birlik İngiltere olmuştur. İngiltere’nin AB’den çıkma sebebi önemli ölçüde bu şarta bağlıdır. “Hürriyet ve Özerklik” vaatleriyle onlarca devleti ve imparatorluğu parçalayan İngiltere, şimdi kendisi, bir zamanlar bayraktarlığını yaptığı bu değerlerin beslediği parçalanma tehditiyle yüz yüzedir.
Yugoslavya ve İngiltere’nin kaderinin böylesine iç içe olabileceğini İngiltere’nin bile düşünememiş olması büyük olasılıktır. İşte tam bu nokta, Hollanda’nın sahne almaya başladığı noktadır. İngiltere’nin -tarihte de bugün de- genellikle Hollanda ve İngiliz elitleri üzerinden dizayn edildiğini görmek, Avrupa’da neyin neden olduğunu anlamaya yarayacak en önemli şifrelerdendir. Hollanda’nın İngiltere’yi konumlandırma gücü, Hollanda’nın İngiltere için de bazı rolleri oynadığı gerçeğine ulaştırır Türkiye’yi.
Her Balkan bireyi, birçok önemli devletin özel eğitilmiş diplomatlarına ve istihbaratçılarına fark atacak “tarihi tecrübeye” sahiptir. Bu derinlik, bölgenin, tarihte en çok oynanan coğrafyalardan en önde geleni olmasıyla ilgilidir.
Tito’nun hem SSCB hem Büyük Britanya birliklerinin uzun süre devam ettirilmesinde kilit rol oynadığı açıktır. Bu bağlamda İngiltere’nin son dönem gösterdiği uluslararası ilişkilerdeki büyük atağın İngiltere’nin bütün olarak kalmasına ve eski dominyonlarının korunmasına yönelik olduğunu tespit etmek önemlidir.
İngiltere’nin birçok önemli misyonu şimdi Almanya’nın eline geçti. Anglo-Saksonlar’ın, yani Almanlar’ın ve İngilizler’in aynı kökten geldiklerinin altını çizmek gerekir. “Wall Street+Pentagon+London City=Dünya Hakimiyeti” denklemindeki London City’in yerini Frankfurt’un ya da Berlin’in alması süreci yaşanıyor bugün.
İskoçya, Galler, İrlanda ve İngiltere arasındaki birlikteki siyasal, ekonomik ve sair ağırlık oranlarının yeniden pazarlığı yapılıyor bugün. İngiltere’nin uluslararası ilişkilerdeki ve Britanya adasındaki birikimini yadsımadan ve İngiltere’nin tarihini çok iyi irdelemeden, Almanya’nın sahnede yenik gözüküp perde arkasında hep kazanmasından çıkaracağımız dersler var.
Osmanlı, Balkanlar’ı kaybettikten sonraki 10 yıl içinde, Anadolu hariç, tüm imparatorluğunu kaybetti. Peki Osmanlı, Balkanları kaybedince neyi kaybetti ki her şeyini kaybetti?
Balkanlar, Osmanlı’nın akıl merkeziydi. Osmanlı, “Balkan Aklı”yla büyüdü, Balkanlar’ı kaybedince de küçüldü. Osmanlı’nın adaleti ve hoşgörüsü, Balkanların, silah kullanılmasına gerek kalmadan fethini sağlamış, silah sadece zorbalık edenlere karşı kullanılmıştı. Osmanlı, aklını, silahsız elde ettiği Balkanlar’ı silahla elinde tutmaya kalkışınca perişan etti. Aklını kaybeden Osmanlı, imparatorluğunu kaybetti.
“Balkan Aklı”, İsa’dan Önce 9. Asır’a dayanır, Edirne bu aklın merkezidir. Maykopça bilen Rusya, Edirne’nin öneminin anlaşılmaması için Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesine destek verdi. Osmanlı’nın Edirne’yi terk etmesi, Osmanlı’nın çökmesiyle sonuçlandı. Rusya, Maykopça bilgisi sayesinde Edirne’nin önemine çok önceden vakıf oldu. Edirne’den çıkan Kirilce tabletler, Edirne’nin önemini daha da artırdı. Bu arada Maykop, Adıge Cumhuriyeti’nin başkentidir. Adigeler, Kafkaslar’da yaşarlar. Peki Kafkaslara nereden gittiler?
İstanbul, 1204 yılında, Vatikan’ın önderliğinde ele geçirildi ve “Konstantinopolis Latin İmparatorluğu” kuruldu. Şehir, Katolik Latin’lerce yağma edildi, burada Hıristiyanlığa ait ne varsa hepsi Vatikan’a götürüldü ve halen buradalar. Tarihi yağmadan sonra Vatikan, İstanbul’dan kendiliğinden çekildi ve hayat normale döndü. Bu hadiseden 249 yıl sonra, Vatikan, Ortodoks İstanbul’a tekrar geldi, ama bu kez ordularıyla değil, din adamlarıyla…
Kuşatma altındaki Bizans İmparatoru, Türklere karşı Vatikan’dan yardım istemiş, Papalık da bazı şartlar karşılığında bu talebe “olur” demiş, Vatikan’ın isteği üzerine Ortodoks Patrikliği resmen kapatılmış, Ayasofya’da Paskalya Ayini’ni, Papa’nın gönderdiği bir Katolik Kardinal icra etmişti. Bu durum, Ortodokslar arasında infiale sebep olmuştu. Rusya, bu yapılanın dine karşı bir ihanet olduğuna inandı. Rus kilise çevrelerinde hala hâkim olan ve “Bizans, dine ihanet etmiştir” şeklinde ifade edilen kanaatin kökeni işte bu hadiselerdir.
Bu şartlar altında Rus Aklı, İstanbul’un fethine, Bizans’a yardım göndermeyerek, destek verdi. Böylece Rus Aklı, İstanbul’a, ahlâken çökmüş Vatikan yerine Türklerin yerleşmesini tercih ederek, hem Ortodoksluğu, hem de Edirne’yi kurtardı.
Osmanlı, Rusya’nın Edirne’ye verdiği önemin farkına varamadı. Edirne-Rumeli, Osmanlı’nın entelektüel insan kaynağıydı. Rusya, Edirne’ye İngiltere’den daha çok yatırım yaptı. İngiltere, Edirne’yi Osmanlı’dan daha fazla önemsedi.
Fetihten sonra Osmanlı’nın başkentini Edirne’den taşıması, basit bir coğrafi hadise değildir. Peki Osmanlı’yla beraber İstanbul’a gitmeyen, Edirne’de kalan nedir?
Edirne’nin toplumsal yapısı, coğrafi konumu ve tarihsel geçmişi, burada farklı dinamiklerin gelişmesini sağlamış ve sonuçta tarihin derinliklerinden süzülen özgün bir akıl oluşmuştur. Edirne, İsa’dan Önce Keltler’in vatanıydı. Keltler, Edirne’de en yüksek medeniyeti inşa etmişlerdi. Edirne, İngiliz aklının kaynaklarından biri, İngilizlerin amcalarının memleketi, Keltler’in ilminin gömülü olduğu yerdir.
Daha önce bir yazımızda İngiliz Hanedanı’nın akrabalarından çoğunun Türkiye’de olduğunu fakat bunları İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bile bilmediğini yazmıştık. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin Tükiye’deki akrabaları, ileride İngiltere’de tahta çıkabilir.
Keltler’in Türkiye’den gittiğine dair araştırmalar geçmişte de gündeme getirilmişti. Yine Almanların da Hattuşaş’tan yani Anadolu’dan gittiğine dair de ciddi bulgular olduğu iddia ediliyor. 1 ve 2. Dünya Savaşları’nda Almanlar’ın, Ege ve İç Anadolu’da kökenlerini aradığını biliyoruz. Keltler’in ve Almanlar’ın, Anadolu toplulukları olma olasılığı da bu bağlamda Batılılara göre oldukça yüksek. Türklerin Anadolu’ya geliş tarihinin 1071 olmadığı, Anadolu’da 8 veya 10 bin yıldır yaşadığına dair görüşler var.
İstanbul’u fetheden Edirne medeniyetidir, Osmanlı İstanbul’a taşındı ama İstanbul, imparatorluğu taşıyamadı. İstanbul, parayla beraber fitnenin de bol olduğu, idaresinde İngiltere aklının etkin olduğu bir yerdi. İstanbul, Türklerin yükünü çektiği, emniyeti için canını verdiği ama nimetlerini yabancıların yediği bir şehirdi. İstanbul, Edirne’ye nazaran daha kozmopolitti, bu durum, imparatorluğun huzurunun bozucusu oldu. İstanbul, Edirne’ye göre entelektüel derinlik bakımından zayıftı, İstanbul’da gösteriş ve güzellik vardı, Edirne’de ise derinlik! İstanbul’un, Edirne’ye gönderdiği alay, Güney Doğu’lu seçilmiş gaddar karakterli insanlardan oluşuyordu, bölge halkına çok kaba davranıldı, bu alay, Osmanlı’nın bölgedeki sonu oldu.
http://www.gunes.com/yazarlar/omer-ozkaya/balkan-jeopolitigi-5-776788
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)