7 Mart 2019 Perşembe

Düşünce sentezi yapabilmek, Mahmud Erol Kılıç

12 Ağustos 2018, Pazar

Düşünce tarihi üzerinde çalışanlar iyi bilirler ki bazı düşünürlerin fikirleri başka bir düşünürün fikirleri ile bir araya geldiğinde daha tam ve açıklayıcı olabilmektedir. Tek başına bazen o görüş müphem, muğlak ve nâkıs bir halde iken bir diğerinin yardımıyla daha anlaşılır ve daha mükemmel olabilmektedir. Buna bir nevi düşünce sinerjisi demek mümkündür. Bir başka açıdan melezleme de denilebilir buna. Veyahut düşünce evlilikleri de diyebiliriz. Tıpkı cinsler arası evliliklerde olduğu gibi bu düşünce evlilikleri de peşi sıra yeni bazı doğumların müsebbibi olmaktadır ki nesiller böyle devam eder. Düşünce nesillerine ise Gelenek denir. Düşüncenin soy kütüğü..

Felsefe tarihinde bu yaklaşımın pek çok örneği bulunmaktadır. Platon, Aristo tarafından şerh edilir. Aristo da ‘Büyük Şârih’ İbn Rüşd tarafından şerhedilir. Bu düşünce teselsülü günümüze kadar devam ederek gelir. Meselâ muasır filozof Heidegger hayatının son günlerinde verdiği bir mülakatta, “Ben ancak Platon’a düşülmüş bir dipnot ve biraz da Sührevderdi’yim” samimi itirafında bulunmuştur. Büyük İslam filozofu Farabi ‘İki Hakîmin Görüşlerinin Arasını Cem Etmek’ isimli çalışmasında Platon ve Aristo’nun sentezini yapmıştır. Bazen şârih, şerhini yaparken esas müellife itirazda bulunur, onu tenkit eder ve kendi farklı görüşünü ileri sürer. Platon’un Demokrasi görüşünü Popper’in alıp tenkit etmesi gibi.

Dinler tarihinde de bu yaklaşımın pek çok misaline rast geliriz.

Mesela bir âyeti ancak bir diğer âyetle veyahut bir âyeti bir Peygamber hadisi ile açıklama durumları mantık olarak benzer durumlardır. Ayrıca Peygamber’in bazı sözlerinin de Ehl-i Beyt’i tarafından veyahut sahabesi tarafından şerh edildiği durumlar vardır. Onlardan sonra gelenler de onları açıklarlar. Bu, günümüze kadar gelir. Ferdî ve içtimâî düzeyde hukuka müteallik âyet ve hadis sözlü mirasını fakihler açıklamaya çalışarak bilahare adına mezhepler denilen hukuk ekolleri ortaya çıkar.

Buraya kadar verdiğimiz misallerde de hemen fark edilebileceği gibi hep kronolojik olarak önce geleni sonra gelen şerh eder gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Fakat bu, her zaman böyle olmayabilmektedir. Mesela dinler tarihinde, hususen fıkıh ilminde bazen bizden evvel geçen şeriatlarda bir şey aranır ve onunla bugüne dair bir problem çözülür.

İşte bu evrensel durumun bir benzerini İslâm irfan tarihinde de görmekteyiz. Yüksek metafizik bilgiler içeren âyet ve hadisleri, Ehl-i Beyt ve sahabe sözlerini, diğer kutsal kitaplarda yer alan benzer âyetleri bazı âriflerin şerh etmesi ile adına Tasavvuf ekolleri denilen yapılar ortaya çıkar. Bu meyanda bazı âriflerin görüşlerinin de bir başka ârif tarafından şerh, ta’lik, ta’dil veyahut tenkit edildiğine sıkça şahit oluruz.. Ca’fer Sâdık’ın, Hasan Basrî’nin, Cüneyd Bağdâdî’nin sözlerinin daha sonra gelen bazı âriflerce böylesi bir muameleye tabi tutulması gibi.

İrfan tarihi mahiyet itibarıyla yatay değil dikey bir ilim dalıdır. Yani tekâmülünü tarih içerisinde tamamlayan bir ilim değildir. Hakikat tarih üstüdür. Evrensel gerçeklikler zaman ve mekâna tabi olarak değişmezler. Bu sebepten burada öncelik-sonralık yoktur. Ancak daha mükemmel, orta mükemmel, az mükemmel diye bir meratib oluşur. Yani tarihsel olarak önce gelmiş bir ârifin bir görüşü kendinden sonra gelmiş bir ârifin o görüşünü açıklayabilir, tamamlayabilir. Henri Corbin buna ‘historisophia’ der. Yani hikmetin dikey tarihi.

Bunun en güzel misalini İslâm irfan tarihini kendinden evvel ve kendinden sonra diye adeta ikiye ayırmış bulunan Endülüslü büyük sûfî Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabi özelinde görmekteyiz. Getirmiş olduğu görüşler hem kendinden evvel geçmiş peygamberlerin, velilerin ve âriflerin görüşlerini daha da açar ve hem de kendinden sonra gelen bazı kimselerin görüşleri onun yardımıyla açıklanır.

Bazı edebiyat tarihçilerinin benimsemediği fakat meslekten tasavvuf araştırmacılarının pek mühimsediği böylesi bir husus da Sultanü’l-Âşıkîn denilen Mevlana Celaleddin Rumi’nin ve Muhammed Şemseddin-i Tebrîzî’nin görüşlerinin açıklanmasında Sultanü’l-Ârifîn denilen İbn Arabi’den istifade edilebilir mi yoksa edilemez mi? En güzel cevabı büyük Mesnevi şarihi İsmail Ankaravî Dede vermiş. “Biz iki anneden süt emdik: İbn Arabi ve Mevlânâ“. Farabi iki filozofun arasını cem etmeye çalışmış ama şimdikiler iki ârfifin arasını açmaya çalışıyorlar. Zira Gelenek’ten gelmiyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder