ANKARA'DA EŞRAF VE İLERİ GELENLERE KONUŞMA*
(28 ARALIK 1919)
Gazi Mustafa Kemal
Paşa Hazretlerinin Ankara'yı İlk
Teşriflerinde
Memleket Eşraf ve İleri Gelenlerine
İrat Buyurdukları
Nutkun Suretidir.
Muhterem Efendiler!
Âcizane heyetimizi,
Ankara'ya geldiğimiz gün, bütün ahalinin erkek, kadın, çocuk tekmil halkın samimi ve vatanperverane
fevkalade gösterileriyle taltif buyurdunuz. Bugün topluca ziyaretiniz
şerefiyle de bahtiyar kıldınız. Bu münasebetle de âcizane heyetimizin
derin hürmet ve teşekkürlerini takdim etmekle kıvanç duyarım.
Muhterem vatandaşlarımızı böyle toplu bir halde selamlamak bizim için
kıymetli bir fırsattır. Müsaade buyurursanız, bu fırsattan istifade ederek
kısa bir hasbıhalde bulunmak
isterim.
Efendiler!
Hepinizin
malumudur ki harbin son devresinde Amerika Reisicumhuru Vilson,1 on
dört maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı. Bu program, milletlerin kendi mukadderatına hâkimiyetini temin ediyordu.
Programın on ikinci maddesi ise yalnızca Türkiye'ye, devletimize ve milletimize aittir. Vilson bu madde ile Türkiye'nin, milletimizin, tam hâkimiyete sahip olması lüzumunu ortaya
koyduktan sonra buna bir iki kayıt da eklemiştir. O kayıtlar şunlardır:
Aramızda yaşayan Müslüman olmayan
unsurların emniyetlerini ve gelişme serbestilerini temin etmek. Bir de Boğazlar'ın
açık bulundurulmasıdır. Bütün İtilaf devletleri Vilson'un prensiplerini kendi
menfaatları için uygun gördükleri gibi, bizim devletimiz de bu on ikinci
maddeyi kabulde hiçbir beis görmedi. Ve kabul
etti. Hakikaten kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü Mister
Vilson'un istediği, Müslüman olmayan unsurların can ve mal emniyetleri ve her
türlü haklan ve gelişme vasıtaları için icap eden her şeye zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz tarafından
riayet edilmiş idi. Hakikaten Müslüman olmayan unsurların Osmanlı Devleti ve
milleti bağrında mazhar oldukları imtiyazlar üç asrı aşan bir zamandan beri ziyadesiyle mevcuttur. Dolayısıyla bu
kayıt bizim için yeni bir şey değildir.
*
Gazi Mustafa Kemal Tarafından, Nutuk, c.III, Vesikalar, Devlet Matbaası,
İstanbul, 1934, Vesika No: 220, s.252-262; Kemal Atatürk, Nutuk, c.III, Vesikalar, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1961, Vesika No: 220, s.l
178-1190. Konuşmanın büyük bir bölümü, Vakit gazetesinin 11 Ocak 1920
tarihli sayısında yayımlanmıştır. (Y.N.)
1 VVılson. (Y.N.)
Boğazlar'ın
serbestisi meselesine gelince:
Bu güzergâhta
payitahtımız, devletimizin can evi vardır. Bunun emniyetini sağladıktan sonra genel ticarete hazır olarak
açılması da lüzumlu görülür. İşte devletimiz ancak bu esaslar dairesinde muharebeden çıkmak ve mütareke yapmak
kararını verdi. Bunun neticesi olarak İtilaf devletleriyle 30
Teşrinievvel 1918'de [30 Ekim 1918'de]
Mütareke imzaladı. (Mütarekenameyi göstererek) Malumunuz olan Mütarekename budur. Tabii hepiniz bunun muhteviyatını
bilirsiniz. Muhteviyatı ile tatbikatı arasında ne kadar büyük farklar
olduğunu bir daha herkesin nazarı dikkatine koymak isterim. Mütarekename'nin
bazı mühim maddelerini hatırlatacağım:
Mesela beşinci
maddeye göre, sınırların muhafazası ve dâhili asayişin devamı için lüzum
görülecek askeri kuvvetlerden başkası terhis olunacak.. İşbu kuvvetlerin miktar
ve vaziyetleri iki tarafın görüşmesiyle kararlaştırılacak idi.
Pek mühim olan yedinci madde, "İtilaf devletlerinin herhangi
stratejik noktayı işgal hakkına sahip olmalarını, Müttefiklerin
emniyetlerini tehdit edecek vaziyet ortaya çıkışında" açık şartıyla tayin
etmiştir.
Onuncu madde,
yalnız "Toros tünellerinin Müttefikler tarafından işgali"ne ilâ..
ayrılmıştır.
On ikinci madde, "hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere telsiz
telgraf ve kabloların
denetimine ilâ..." izin veriyor.
On beşinci maddede, "Osmanlı toprakları dâhilindeki
demiryollarının" yalnız ve ancak denetimi söz
konusudur. On altıncı maddede "Kilikya'daki ordularımızdan mahallinin inzibatı
için gereken kuvvetin orada terki ve kalanının beşinci maddeye göre terhisi" pek açık olarak belirtilmiştir.
Ve bundan başka hiçbir kayıt ve şart yoktur.
Yirmi dördüncü madde "Vilâyâtı Sitte'nin1 herhangi bir
kısmının işgali hakkını İtilaf
devletlerine muhafaza ettiren sebep, bu vilayetlerde karışıklık ortaya çıkması
hali olacağı" açıktır.
İşte efendiler; Mütarekename'nin en çok nazarı dikkati
çeken noktalan bunlardır.
Bu maddelerin anlamlarıyla tatbikatı arasında uygunluk var mıdır?
Mesela Mütarekename'nin ilk imzalandığı zamanlarda İngilizler
Musul'u işgal etti. Mütarekename imzalandığında bizim ordumuz Musul'da,
İngilizler güneyde idi. Mütareke'den sonra
oradaki kumandanla aldatırcasına temas ederek askerlerini Musul'a soktular.
İstanbul'u kara ve deniz
kuvvetleriyle işgal ettiler. Bu hususta Mütarekename'de müsaade var
mıdır?
Adana havalisini, Urfa'yı, Ayıntap ve Maraş'ı evvela İngilizler ve
ardından Fransızlar işgal ettiler. Buna dair de Mütareke'de bir madde yoktur.
Kilikya'da bizim askeri kuvvetlerimizden beşinci madde icabınca mahalli
inzibatını temin edecek kadarı bırakıldıktan sonra
fazlası terhis edilecekti. O halde bu tatbik edilmiş olan şekil nedir?
İtalyanlar Antalya'yı işgal ettiler, muharip bulunmadığımız Yunanlılarda
İzmir ve havalisini işgal ettiler, kısacası Mütarekename'yi
baştan başa hurdahaş ettiler; bu tecavüzlere, bu haksız
muamelelere karşı İstanbul'daki merkezi hükümetler ne yazık ki âciz bir vaziyet
aldı. Hatta yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir.
1 Erzurum, Van, Harput
(Mamüretülaziz), Sivas, Bitlis ve Diyarbekir'i içine alan altı vilayet. (Y.N.)
Evet, İstanbul'un,
Antalya'nın, Kilikya'nın haksız işgallerini protesto dahi etmemişlerdir. Bunu yapmadıktan başka İstanbul'da
mesela henüz barış yapmadığımız bir milletten,
jandarmamıza kumandan tayin ettiler. Kömür tedarikindeki müşkülatı yenememek aczi yüzünden İstanbul'un tramvaylarını,
su kumpanyasını, bütün şimendifer
hatlarımızı henüz mütareke halinde bulunduğumuz İtilaf devletlerinin idaresi altına
verdiler. Hâlbuki biliyorsunuz, Mütarekename'de yalnız şimendiferler için kontrol
söz konusudur. Yoksa idaresini, barış yapamadığımız İtilaf devletlerine vermek,
akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği
hususlardandır. Hatta Efendiler! Büyük bir üzüntüyle söylemeye mecburum
ki, Babıâli'nin muhafazasını bile Ferit Paşa son zamanlarda yabancılara terk etmiştir. Memleketin dâhili asayişini,
sınırlarını temin ve muhafaza için
lüzumu kadar asker silah altında terk edilecekti. İlk zamanlarda seksen bini aşan bir kuvvet kâfi görüldü. Daha sonra İtilaf
devletleri kırk üç bine indirdiler, bir müddet sonra da birçok vasıtalarla bu miktarın da altına indirildi.
Bütün silahlarımızın sürgü kollarını çıkararak sandıklarla gönderdiler.
Milletimizi, memleketimizi tamamen müdafaasız bırakmak maksadını takip
ettiler.
Görülüyor ki Efendiler! İtilaf devletleri iki noktada yemini bozmuş
bulunuyorlar. Birincisi: Vilson prensiplerini Versay Konferansında kabul ve
ilan ettiler. Buna göre on ikinci maddeyi ve bunun hükmünce bizim hukukumuzu
kabul ettiler. Hâlbuki fiili hareketleriyle Vilson
prensiplerini, Türkiye'nin hayat ve
mukadderatının garantisi ve kefili olan on ikinci maddeyi
nazarı dikkatten uzak tuttular. İkincisi: Şeref ve namusları üzerine imza etmiş oldukları Mütarekename'nin hiçbir noktasına
riayet etmedikten başka, on ikinci maddenin hükümlerine muhalif olmak üzere
devletimizi manda altına almak ve hatta büsbütün parçalanmaya uğratmak
kararlarına kadar ileri gittiler.
Bittabi Efendiler, bu hal dikkat çekicidir. İtilaf devletlerinde büyük
bir zihniyet değişikliği görülüyor. Mütarekename'nin imzalanmasında, hür ve
bağımsız yaşamaya layık bir Osmanlı milleti kabul ettikleri halde,
aradan bir iki ay geçtikten sonra bu kanaatlerden
uzaklaşıyorlar. Başka renk ve manada kararlar veriyorlar. Bunun sebebi şu
şekilde izah olunabilir: Yabancılar kendi iktisadi ve siyasi menfaatlarını
tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki görüşü yürütmeye
başladılar, bu görüşlerden birincisi, güya milletimizin, Müslüman olmayan
unsurları eşitlik ve adalet ilkesine uygun olarak idareye gayri muktedir olduğu.
İkincisi de, güya
milletimiz, tamamıyla kabiliyetten mahrum bulunduğundan bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabe yerine
çevirmiş. Birincisi ile millete
zalimlik atıf ve isnat ediyorlar. İkincisi ile kabiliyetsizlik... Eğer bu iki
görüş cidden varit olsa idi,
milletimizin bağımsız yaşamaya hakkı iddia olunamazdı. Hakikaten zulüm,
medeniyetle birleştirilemez. Kabiliyetsizlik de affedilecek bir şey olamaz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin
hakiki sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o arazide
bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün insanlığı istifade ettirmekle
mükelleftirler. Bu düstura göre,
bundan âciz olan milletler süreklilik ve bağımsızlık hakkına layık olamamak
lazım gelir.
Hâlbuki bu görüşler bizim hakkımızda katiyen varit değildir. Her ikisi
de sırf iftiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı, tarihen ve mantıken
sabittir. Bunun delili-
ıi yine
yabancıların kendi muamelelerinde bulabiliriz. Avrupa devletleri, Mütarekeden evvel ve Mütareke anında Mütarekename ile "kendi milli sının dâhilinde
yaşamaya la-yık Türkiye kabul
etmişlerdir", aradan bir sene geçmeden nasıl oluyor da bir millet zalim ve kabiliyetsiz oluyor. Ve bundan dolayı hayat hakkından mahrum
edilmek isteniliyor. Avrupa devletleri milletimizi evvelce bilmiyorlar mıydı?
Vilson prensiplerini kabul ve Mütarekename'yi imza ettikleri zaman altı asırlık
bir milletin mahiyeti, kabiliyeti hakkındaki malumatları
noksandı da bir iki ay zarfında mı tamamladılar? Hakkımızda tatbik edecekleri kararlan bilmiyorlardı da sonra mı hatırlarına
geldi?
Hâlbuki düşününüz Efendiler! Milletimiz ufak bir aşiretten; anavatanda
bağımsız bir devlet tesis ettikten başka Batı âlemine, düşman içine girdi ve
orada büyük müşkülat içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bir
imparatorluğu altı yüz seneden beri büyük bir şevket ve azametle devam
ettirdi. Buna muvaffak olan bir millet elbette yüksek siyasi ve idari
niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle vücuda
gelemezdi. Cihanın malumudur ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına
ordusunu fevkalade sürat ile ve tamamen donanmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce
iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilatının
değil, bütün idari şubelerin fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin
kabiliyeti olduğuna delildir.
Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sırf iftiradan,
katıksız yalandan
ibarettir.
Efendiler, hiçbir
millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların inançlarına ve âdetlerine
riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinler erbabına dinine ve
milletine riayetkâr olan yegâne millet bizim milletimizdir.
Fatih İstanbul'da
bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum patriği, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi
Hıristiyan dini reisleri imtiyaz sahibi oldu. Kendilerine her türlü
serbesti bahşedildi.
İstanbul'un
fethinden beri, Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten
dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en
açık delildir.
Milletimize bu isnatlarda bulunan muarızlar insaf etsinler de dünyanın
en büyük ve medeni milleti olduğunu iddia edenlerden, İslam dinini
resmi olarak tanımayan, İslamları pazar gününü tatil ve
mübarek günü suretinde tanımaya zorlayan ve İslamların mahsus günü olan cuma
gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar.
Memleketimizde
yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve
imtiyazlarını suiistimal ederek vahşiyane surette takip ettikleri
ayrılma siyaseti neticesidir.
Her halde Türkiye'de ortaya çıkmış arzu edilmeyen
bazı ahval birçok sebeplere ve mazerete
dayanmaktadır. Bunu da kati olarak arz edebilirim ki, bu ahval, Avrupa devletlerinde
mazeretsiz işlenmiş bunca haksızlıktan pek aşağı bir mertebededir.
Rusya'nın Polonya'ya karşı bir buçuk asır müddet takip ettiği kan
dökücü siyaset, Kafkasya'da
Çerkezlere ve Pogrom namıyla Musevilere tatbik ettiği zulümler, bunlar
arasında sayılacak misallerdendir.
Tekrar ediyorum,
aleyhimizde öne sürülen görüşler yanlıştır. Bu hakikat tarihen ve mantıken sabittir. Bu hususu yalnız Batıya
değil, hatta vatandaşlarımıza da ehemmiyetli
bir surette ihtar etmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü nadirattan olmakla beraber üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini
okumamış veya milli histen mahrum kalmış olması lazım gelen bazı şahıslar,
yabancıların aleyhimizde öne sürdükleri ithamları reddetmedikten başka, vatanlarını, milletlerini kabahatli
göstermekten çekinmiyorlar. Hâlâ bugün, Sultanî Mektebinin1
salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için yabancılara açık
bulunduranlar var, bu gibilere lanet...
Efendiler! Düşmanlarımız hakkımızda icat ettikleri iftiralarını bir
aralık Paris Konferansına da kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi
olarak daha muharebe esnasında birbiriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve
teati ettikleri sözlerin tatbikatına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana,
Ayıntap, Urfa ve Maraş'ın işgalleri hep bir karşılıklı taahhütler neticesi olsa
gerek... Hâlbuki haktan, adaletten bahseden İtilaf
devletlerinin bu gibi muamelelerde bulunmamaları lazım gelirdi, medeniyet ve insaniyetten
bahsedenlerden bu beklenmezdi.
Fakat Efendiler! Her halde âlemde bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin
üstündedir. Şu kadar ki, milletin haklarını idrak etmiş olup, müdafaa
ve muhafazası emrinde her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair âleme bir kanaat
vermek lazım gelir. İşte düşmanlarımızın bu
hareketi, milletimizi bu idrakten ve bu fedakârlık hissinden mahrum zannettiklerinden
çıkmıştır.
Fakat doğrusunu
söylemek lazım gelirse, Mütareke'den beri birbirini takip eden hükümetlerimizin memleketin maruz kaldığı
haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri aleyhimizdeki yanlış
fikirleri teyide yaramıştır. Mesela Tevfik Paşa vatanımızın bir kısmını
Ermenistan'a eklemede bir beis görmemekte idi. Ferit Paşa resmi beyanatında Doğu vilayetlerinde geniş bir
Ermenistan muhtariyetinden bahsettiği gibi, Paris'te de güney sınırımızın Toros olabileceğini söylemişti.
Toros'un güneyinde Arapça
konuşulduğunu zannediyor. Ve Toros'tan da Antakya'ya kadar olan bölgenin Türklerle meskûn ve bin seneden beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu
bilmiyordu. İşte bu gibi
hükümetlerin tavır ve hareketleridir ki, milletimizi mazisini unutmuş, milliyetin
ve hususi medeniyetlerin bahşettiği hukuktan bihaber, kansız, miskin bir millet
olarak tanınmasına yol açılmıştı.
Milletimizin kendini bu şekilde kabule meydan vermesinde pek büyük bir
kabahati
vardı. Milletimizin o kabahati, efendiler, merkezi hükümetin icraatı ile Avrupa'nın
namusuna aşın itimat göstermiş olmasıdır. İşte bu kabahatten dolayı, kendi
kıymetini, mahiyetini, faziletlerini unutturmak derecesine düşmüştür.
İzmir faciasından
sonra idi ki, milletimiz hakikaten üzüldü ve aklını başına topladı. Ve derin bir uçuruma sürüklendiğini idrak
etti. Ve onun ardından haklarını bizzat müdafaaya karar verdi, tabii bunu
yapabilmek için bir şekil almak, teşkilatlanmak lazım gelirdi. Zaten her taraftan teşkilat ve şekillenme daha evvel
başlamış idi. Fakat evvela Erzurum ve ardından Sivas kongrelerinde genel
birliğimiz vücuda geldi. Erzurum ve Sivas kongrelerinin bütün cihana karşı
olan Beyannamesi ve Nizamnamesi muhteviyatı
ehemmiyet taşımaktadır. Esasen muhteviyatı hepinizce malumdur. Fa-
1 Galatasaray Lisesi. (Y.N.)
kat müsaade
ederseniz her ikisinden bazı noktaları burada tekrar hatırlatmak isterim:
Nizamnamenin teşkilata ait sayfasında görülüyor ki, maksat, "Osmanlı
vatanının bütünlüğünü ve yüce hilafet ve saltanat makamının ve milli
bağımsızlığın dokunulmazlığını
temin konusunda Kuvayi Milliye'yi hâkim kılmaktır."
Efendiler! Bir millet mevcudiyeti ve haklan için bütün kuvvetiyle,
bütün fikri ve maddi kuvvetleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine
dayanarak mevcudiyet ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun
oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Milli hayatımız, tarihimiz ve son
devirde idare tarzımız buna pek güzel delildir. Bu sebeple teşkilatımızda Kuvayi Milliye'nin etken ve milli iradenin hâkim
olması esası kabul edilmiştir. Bugün, bütün cihanın milletleri yalnız
bir hâkimiyet tanırlar: Milli hâkimiyet. Teşkilatın diğer teferruatına bakacak
olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından,
yani fertten başlıyoruz. Fertler fikir sahibi olmadıkça, haklarını idrak etmiş bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete, herkes tarafından
iyi veya fena istikametlere
sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için, her ferdin mukadderatı ile bizzat alakadar olması lazımdır. Aşağıdan
yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen
böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan
yukarıya doğru olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zarureti vardır.
Birincisinin tecellisinde bütün insanlık için gayeye ulaşmak
kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddi imkânı henüz bulunamadığından
bazı müteşebbisler, milletlere
verilmesi lazım gelen istikametin verilmesinde yol göstericilik ediyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir.
Biz memleketimiz dâhilindeki seyahatlerimizde bittabi birinci tarzda başlamış
olan milli teşkilatımızın hakiki başlangıca, ferde kadar indiğini ve
oradan tekrar yukarıya doğru hakiki şekillenmelerin başladığını büyük bir
şükranla gördük. Bununla beraber olgunluk derecesine ulaştığını iddia edemeyiz.
Bunun için özel olarak aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin ortaya çıkması gayesine özel olarak mesai sarf
etmemiz, milli ve vatani bir vazife kabul edilmelidir.
Beyanname'mizin de
bazı noktalarından tekrar bahsetmek isterim. Osmanlı İmparatorluğu'nun
muharebeden evvelki sınırı malumunuzdur. Harbi Umuminin neticesi, birtakım
fedakârlık yapılmasına devletimizi mecbur kılıyor, buna göre devlet için milli yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır
Beyanname'mizin birinci maddesinde açıklanmıştır. Teferruat itibariyle
bilmeyenler olabilir. Ve bittabi mazurdurlar.
Bu
sınır ortaya çıkarken işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim:
Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu.
Bu sınır, İskenderun körfezi güneyinden Antakya'dan Halep ile
Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur.
Oradan Dirzor'a1 iner; daha sonra doğuya uzatılarak, Musul, Gerkük,2
Süleymaniye'yi ihtiva eder. Bu sınır ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu
gibi, aynı zamanda Türk ve Kürt
unsurlarıyla meskûn vatan kısımlarımızı
sınırlar. Bunun güney kısımlarında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır dâhilinde kalan
memleket kısımlarımız Osmanlı camiasından ayrılmaz bir bütün olarak
kabul edilmiştir. Beyannamenin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz,
bizimle beraber yaşayan Müslüman olmayan unsurları
1 Nutuk'un 1961 basımında "Deyrzor". (Y.N.)
2 1961 basımında "Kerkük". (Y.N.)
aynı hukuk ve aynı salahiyette
kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin Müslüman ve Müslüman olmayan unsurları dâhil olarak aynı şekilde tebaasıyız. Ve bu
itibarla hepimizin hukuku birdir. İçimizde yaşayan Müslüman olmayan
vatandaşlarımıza bizim siyasi hâkimiyetimizi ve toplumsal dengemizi
ihlal edecek fazla birtakım imtiyazlar veremeyiz.
Bu madde, dâhili siyasetimizdeki genel kanaatimizi izah etmektedir. Yedinci
madde; harici siyaset hakkındaki görüşümüzü bildirir. Her halde devlet ve milletimiz
dâhilen ve haricen bütün manasıyla bağımsız kalacaktır. Bize başka bir idare tarzı tatbik edilemez. Bu konuda birçok muhtelif
sebeplerin başında en büyük ve mühim sebep şudur: Dinen dahi bağımsız
olmak mecburiyetindeyiz. Yalnız geniş olan memleketimizi seri bir şekilde imar
edebilmek için ve milletimizin az zamanda ilim ve marifetini asrın icaplarına göre yükseltmek için muhtaç olduğumuz
hususları takdir ederiz. Ancak bu hususta bize yardım edebilecek devletin
nasıl olabileceği yedinci maddede açıklanmıştır. Böyle bir devletin
yardımını iyi kabul ederiz.
İşte Efendiler!
Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilen esaslar ve görüşler başlıca
bunlardan ibarettir. Bu esaslar sayesinde bütün milletimiz birleşmiş bir hale
gelmiştir. Bu mukaddes maksadın temini ile meşgul olunduğu bir sırada pekâlâ
ha-tırlarınızdadır ki, Ferit Paşa buna mani olmaya kalkıştı. Bu teşebbüsleri
memleket dâhilinde kötüye yormaya uğraştı.
İttihatçılıktır dedi. Bu isnat dâhili ve harici kamuoyunda muvaffak olamadı. Bunu gördükten sonra yeni
bir silah aradı. Bolşeviklik dedi. Resmi telgraflarında Bolşeviklerin
Karadeniz'den takım takım Samsun, Trabzon ve
dâhile doğru yürüdüğünü, memleketi altüst ettiğini resmen yaydı. Bunlar da
tesirli olamadı. Ferit Paşa ve kabinesi daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde
İslam ahaliyi aldatarak üzerimize sevk etmek, millet için, vatan için
çalışanları imha etmek kastında bulundular.
Tabii bunlarda da muvaffak olamadılar. Fakat nihayet millet Ferit Paşa'ya itimatsızlık
göstermeye mecbur oldu. Kabine düşürüldü. Milli birlik sağlamlaştı.
Milli teşkilatın ortaya çıkarmış olduğu dâhili ve harici vaziyet ile
eski vaziyet arasında
fevkalade farklar mevcuttur. Dâhilen emniyet ve asayiş bakımından karşılaştırılamaz değişiklikler vardır. Haricen
yabancıların hakkımızda verdikleri ve verebilecekleri imha ve idam kararının
pek yanlış olduğu artık bütün İtilaf devletlerince takdir olunmuş ve milli teşkilatın kıymet ve
ehemmiyeti inkâr edilemez görülmüştür. İtilaf devletlerinden ihtimal bazısı henüz özel menfaatlarını temin etmek
için milletten başka bir yerde dayanak noktası arıyor. Millet birlik ve
azminde sebat ettikçe bu gibilerin de hakikati
kabul edeceklerinde şüphe yoktur. Şimdi lazım olan, milletimizin sebatkârane
bir surette azminde devam etmesi ve İstanbul'da yakında toplanacak mebuslarımızın
kanun yapma vazifelerini hakkıyla yapabilmesidir. Her halde millet hükümetin
bekçisi olmak lazım gelir. Çünkü hükümetlerin icraatı olumsuz olup da millet
itiraz etmez ve düşünmezse, bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir. Ferit
Paşa Paris'e gittiği zaman aldığı cevabi
nota tamamen arz ettiğim mealdedir. Hakikaten şunun bunun oyuncağı olabilen milletler, haklarını idrak etmemişler
demektir. Ve böyle bir millet denetim altında bulundurulmaya müstahak
olur.
Millet Ferit
Paşayı düşürdükten sonra yerine gelen Ali Rıza Paşa milli emeller dairesinde
milletle ortaklaşa çalışmayı kabul etti. Ferit Paşanın düşmesiyle Ali Rıza Paşanın geçmesi meselesinde milletin alakası
bittabi birinciyi düşürmededir. Bundan başka bir şey yapamazdı. Vekiller
reisini bittabi zatı şahane1 seçer. Ve adı geçen de
1 Padişah. (Y.N.)
arkadaşlarını.
Bu yeni kabineye eski kabineden bazı zevat dâhil olmuştu. Bu sebeple Heyeti
Temsiliye'miz mütereddit kaldı. Birtakım şartlar öne sürmek mecburiyeti görüldü. Nihayet anlaşıldı. Hükümetle yapılan
İtilafname'de1 üç noktaya dayanılıyordu. Kuvayi Milliye'nin
meşruiyetinin tasdiki, Milli Meclis'in toplanmasına kadar millet
mukadderatı hakkında kati ve son taahhütlerde bulunulmaması, Sulh Konferansı'nda milletin mukadderatını müdafaa edecek
delegelerin eskisi gibi millet ve memleket menfaatlarını idrak etmemiş
olanlardan seçilmemesi. Hükümet bu üç noktayı kabul etti. Ve teferruat üzerinde
daha ziyade anlaşabilmek için Bahriye Nazırı Salih Paşayı gönderdi. Bahriye
Nazın Amasya'da Heyeti Temsiliye ile görüştü. Adı geçen ile vuku bulan görüşmede ben de bulundum. (Göstererek)
Bu Beyanname ve Nizamname'mizin her satın beraber okundu. Tamamen fikir
birliği hâsıl oldu. Bu görüşmeler
esnasında diğer mühim bir meselenin söz konusu edilmesine lüzum görüldü. Milli Meclis'in toplanma mahalli! İstanbul'un bugün
içinde bulunduğu acı şartlar içinde Meclisi Mebusan'ın, milletvekillerinin
vazifelerini tam bir serbesti ile yapıp yapamayacağı, düşünmeye değer görüldü. Bunun için Meclis'in hariçte
toplanması düşünüldü. Salih Paşanın İstanbul'a dönmesinden sonra merkezi
hükümet bu fikre katılmadı. Bittabi bütün sakıncalarına rağmen İstanbul'da
toplanması lazım geldi. Bununla birlikte Heyeti Temsiliye'ce sakıncalara karşı
icap eden tedbirler alınmıştır.
Efendiler! Milli
teşkilatımızın bugün takip ettiği gaye, vatanın parçalanmaktan ve milletin esaretten
kurtarılmasına yöneliktir. İnşallah yakın zamanda milli teşkilat bu gayenin
elde edilmesiyle üstlendiği vatani vazifesini yapacaktır.
Fakat vazifesini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da pek
mühim vatani ve milli vazifemiz vardır. Bilhassa dâhili
ahvalimizi ıslah ile medeni milletler arasında faal bir uzuv olabileceğimizi
fiilen ispat etmek lazımdır. Bu gayede muvaffak olmak için siyasi mesaiden
ziyade toplumsal mesaiye ihtiyaç vardır. Milli teşkilatımızın böyle
bir gaye için nasıl bir şekil almak lazım geleceğini şüphesiz milletimizin genel emelleri tayin ve tespit edecektir.
Şimdilik Heyeti Temsiliye, mebusların tam
bir emniyetle vazife yaptıkları tahakkuk edeceği güne kadar eskisi gibi
vazifesine devam edecektir.
Efendiler! Ümit
ederim ki, müsait bir barış yapılmasından sonra vaziyetimiz iyi idare edilirse,
evvelki sınır dâhilindeki vaziyetimizden daha iyi olur. Bu noktada bir fikir
izah etmek istiyorum: Cemiyetimiz görüşüyle çizdiğimiz sınır haricinde kalan dindaşlarımızla, bu muhterem kardeşlerimizle aynı
sınır dâhilinde asırlardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her
tarafta, Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de, Doğu'da kendi dâhillerinde mevcudiyeti muhafaza ve bağımsızlığı temin için
mesai sarf ediyorlar. Bütün bu İslam parçalarının bağımsızlığa mazhar olmaları
İslam âlemi için ne büyük bahtiyarlık olur. Bunun ortaya çıkışında İslam
âleminin vaziyetinin ne kadar sağlam
olacağını şimdiden tasavvur etmekle pek büyük saadet hissediyorum. Uyanıklığa
mazhar olduğuna şüphe kalmayan İslam âleminin muvaffakiyetini o kadar kuvvetli
görüyorum ki, bu imanla hissiyat izah eylediğimden dolayı duyduğum vicdani zevk pek büyüktür. Fazla rahatsız etmek
istemem, beni dinlemek lütfunda bulunduğunuzdan dolayı hassaten
teşekkürlerimi arz ederim.
1 Anlaşma metni. (Y.N.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder