22 Nisan 2020 Çarşamba

ATATÜRK: ANKARA'DA EŞRAF VE İLERİ GELENLERE KONUŞMA (28 ARALIK 1919)


ANKARA'DA EŞRAF VE İLERİ GELENLERE KONUŞMA*
(28 ARALIK 1919)
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin Ankara'yı İlk
Teşriflerinde Memleket Eşraf ve İleri Gelenlerine
İrat Buyurdukları Nutkun Suretidir.
Muhterem Efendiler!
Âcizane heyetimizi, Ankara'ya geldiğimiz gün, bütün ahalinin erkek, kadın, ço­cuk tekmil halkın samimi ve vatanperverane fevkalade gösterileriyle taltif buyurdu­nuz. Bugün topluca ziyaretiniz şerefiyle de bahtiyar kıldınız. Bu münasebetle de âci­zane heyetimizin derin hürmet ve teşekkürlerini takdim etmekle kıvanç duyarım.
Muhterem vatandaşlarımızı böyle toplu bir halde selamlamak bizim için kıymet­li bir fırsattır. Müsaade buyurursanız, bu fırsattan istifade ederek kısa bir hasbıhalde bulunmak isterim.
Efendiler!
Hepinizin malumudur ki harbin son devresinde Amerika Reisicumhuru Vilson,1 on dört maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı. Bu program, milletlerin kendi mukadderatına hâkimiyetini temin ediyordu. Programın on ikinci maddesi ise yalnızca Türkiye'ye, devletimize ve milletimize aittir. Vilson bu madde ile Türkiye'nin, milletimizin, tam hâkimiyete sahip olması lüzumunu ortaya koyduktan sonra buna bir iki kayıt da eklemiştir. O kayıtlar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan unsurların emniyetlerini ve gelişme serbestilerini temin etmek. Bir de Boğazlar'ın açık bulundurulmasıdır. Bütün İtilaf devletleri Vilson'un prensiplerini ken­di menfaatları için uygun gördükleri gibi, bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir beis görmedi. Ve kabul etti. Hakikaten kabul edilebilecek bir prensip­tir. Çünkü Mister Vilson'un istediği, Müslüman olmayan unsurların can ve mal em­niyetleri ve her türlü haklan ve gelişme vasıtaları için icap eden her şeye zaten öte­den beri devletimiz ve milletimiz tarafından riayet edilmiş idi. Hakikaten Müslüman olmayan unsurların Osmanlı Devleti ve milleti bağrında mazhar oldukları imtiyazlar üç asrı aşan bir zamandan beri ziyadesiyle mevcuttur. Dolayısıyla bu kayıt bizim için yeni bir şey değildir.
* Gazi Mustafa Kemal Tarafından, Nutuk, c.III, Vesikalar, Devlet Matbaası, İstanbul, 1934, Vesika No: 220, s.252-262; Kemal Atatürk, Nutuk, c.III, Vesikalar, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1961, Vesika No: 220, s.l 178-1190. Konuşmanın büyük bir bölümü, Vakit gazetesinin 11 Ocak 1920 tarihli sayısında yayımlanmıştır. (Y.N.)
1 VVılson. (Y.N.)


Boğazlar'ın serbestisi meselesine gelince:
Bu güzergâhta payitahtımız, devletimizin can evi vardır. Bunun emniyetini sağ­ladıktan sonra genel ticarete hazır olarak açılması da lüzumlu görülür. İşte devletimiz ancak bu esaslar dairesinde muharebeden çıkmak ve mütareke yapmak kararını ver­di. Bunun neticesi olarak İtilaf devletleriyle 30 Teşrinievvel 1918'de [30 Ekim 1918'de] Mütareke imzaladı. (Mütarekenameyi göstererek) Malumunuz olan Mütare­kename budur. Tabii hepiniz bunun muhteviyatını bilirsiniz. Muhteviyatı ile tatbika­tı arasında ne kadar büyük farklar olduğunu bir daha herkesin nazarı dikkatine koy­mak isterim. Mütarekename'nin bazı mühim maddelerini hatırlatacağım:
Mesela beşinci maddeye göre, sınırların muhafazası ve dâhili asayişin devamı için lüzum görülecek askeri kuvvetlerden başkası terhis olunacak.. İşbu kuvvetlerin miktar ve vaziyetleri iki tarafın görüşmesiyle kararlaştırılacak idi.
Pek mühim olan yedinci madde, "İtilaf devletlerinin herhangi stratejik noktayı iş­gal hakkına sahip olmalarını, Müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek vaziyet orta­ya çıkışında" açık şartıyla tayin etmiştir.
Onuncu madde, yalnız "Toros tünellerinin Müttefikler tarafından işgali"ne ilâ.. ayrılmıştır.
On ikinci madde, "hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere telsiz telgraf ve kabloların denetimine ilâ..." izin veriyor.
On beşinci maddede, "Osmanlı toprakları dâhilindeki demiryollarının" yalnız ve ancak denetimi söz konusudur. On altıncı maddede "Kilikya'daki ordularımızdan ma­hallinin inzibatı için gereken kuvvetin orada terki ve kalanının beşinci maddeye gö­re terhisi" pek açık olarak belirtilmiştir. Ve bundan başka hiçbir kayıt ve şart yoktur.
Yirmi dördüncü madde "Vilâyâtı Sitte'nin1 herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf devletlerine muhafaza ettiren sebep, bu vilayetlerde karışıklık ortaya çıkması hali olacağı" açıktır.
İşte efendiler; Mütarekename'nin en çok nazarı dikkati çeken noktalan bunlardır.
Bu maddelerin anlamlarıyla tatbikatı arasında uygunluk var mıdır? Mesela Müta­rekename'nin ilk imzalandığı zamanlarda İngilizler Musul'u işgal etti. Mütarekename imzalandığında bizim ordumuz Musul'da, İngilizler güneyde idi. Mütareke'den son­ra oradaki kumandanla aldatırcasına temas ederek askerlerini Musul'a soktular. İstan­bul'u kara ve deniz kuvvetleriyle işgal ettiler. Bu hususta Mütarekename'de müsaade var mıdır?
Adana havalisini, Urfa'yı, Ayıntap ve Maraş'ı evvela İngilizler ve ardından Fran­sızlar işgal ettiler. Buna dair de Mütareke'de bir madde yoktur. Kilikya'da bizim aske­ri kuvvetlerimizden beşinci madde icabınca mahalli inzibatını temin edecek kadarı bı­rakıldıktan sonra fazlası terhis edilecekti. O halde bu tatbik edilmiş olan şekil nedir?
İtalyanlar Antalya'yı işgal ettiler, muharip bulunmadığımız Yunanlılarda İzmir ve havalisini işgal ettiler, kısacası Mütarekename'yi baştan başa hurdahaş ettiler; bu te­cavüzlere, bu haksız muamelelere karşı İstanbul'daki merkezi hükümetler ne yazık ki âciz bir vaziyet aldı. Hatta yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir.
1 Erzurum, Van, Harput (Mamüretülaziz), Sivas, Bitlis ve Diyarbekir'i içine alan altı vilayet. (Y.N.)


Evet, İstanbul'un, Antalya'nın, Kilikya'nın haksız işgallerini protesto dahi etme­mişlerdir. Bunu yapmadıktan başka İstanbul'da mesela henüz barış yapmadığımız bir milletten, jandarmamıza kumandan tayin ettiler. Kömür tedarikindeki müşkülatı yenememek aczi yüzünden İstanbul'un tramvaylarını, su kumpanyasını, bütün şimendi­fer hatlarımızı henüz mütareke halinde bulunduğumuz İtilaf devletlerinin idaresi al­tına verdiler. Hâlbuki biliyorsunuz, Mütarekename'de yalnız şimendiferler için kont­rol söz konusudur. Yoksa idaresini, barış yapamadığımız İtilaf devletlerine vermek, akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği hususlardandır. Hatta Efendiler! Büyük bir üzün­tüyle söylemeye mecburum ki, Babıâli'nin muhafazasını bile Ferit Paşa son zaman­larda yabancılara terk etmiştir. Memleketin dâhili asayişini, sınırlarını temin ve mu­hafaza için lüzumu kadar asker silah altında terk edilecekti. İlk zamanlarda seksen bi­ni aşan bir kuvvet kâfi görüldü. Daha sonra İtilaf devletleri kırk üç bine indirdiler, bir müddet sonra da birçok vasıtalarla bu miktarın da altına indirildi. Bütün silahlarımı­zın sürgü kollarını çıkararak sandıklarla gönderdiler. Milletimizi, memleketimizi ta­mamen müdafaasız bırakmak maksadını takip ettiler.
Görülüyor ki Efendiler! İtilaf devletleri iki noktada yemini bozmuş bulunuyorlar. Birincisi: Vilson prensiplerini Versay Konferansında kabul ve ilan ettiler. Buna göre on ikinci maddeyi ve bunun hükmünce bizim hukukumuzu kabul ettiler. Hâlbuki fiili hareketleriyle Vilson prensiplerini, Türkiye'nin hayat ve mukadderatının garantisi ve kefili olan on ikinci maddeyi nazarı dikkatten uzak tuttular. İkincisi: Şeref ve namus­ları üzerine imza etmiş oldukları Mütarekename'nin hiçbir noktasına riayet etmedik­ten başka, on ikinci maddenin hükümlerine muhalif olmak üzere devletimizi manda altına almak ve hatta büsbütün parçalanmaya uğratmak kararlarına kadar ileri gittiler.
Bittabi Efendiler, bu hal dikkat çekicidir. İtilaf devletlerinde büyük bir zihniyet değişikliği görülüyor. Mütarekename'nin imzalanmasında, hür ve bağımsız yaşama­ya layık bir Osmanlı milleti kabul ettikleri halde, aradan bir iki ay geçtikten sonra bu kanaatlerden uzaklaşıyorlar. Başka renk ve manada kararlar veriyorlar. Bunun sebe­bi şu şekilde izah olunabilir: Yabancılar kendi iktisadi ve siyasi menfaatlarını tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki görüşü yürütmeye başladılar, bu görüş­lerden birincisi, güya milletimizin, Müslüman olmayan unsurları eşitlik ve adalet il­kesine uygun olarak idareye gayri muktedir olduğu.
İkincisi de, güya milletimiz, tamamıyla kabiliyetten mahrum bulunduğundan bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabe yerine çevirmiş. Birincisi ile millete zalimlik atıf ve isnat ediyorlar. İkincisi ile kabiliyetsizlik... Eğer bu iki görüş cidden varit olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamaya hakkı iddia olunamazdı. Haki­katen zulüm, medeniyetle birleştirilemez. Kabiliyetsizlik de affedilecek bir şey ola­maz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakiki sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem ken­dileri istifade eder ve dolayısıyla bütün insanlığı istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstura göre, bundan âciz olan milletler süreklilik ve bağımsızlık hakkına layık ola­mamak lazım gelir.
Hâlbuki bu görüşler bizim hakkımızda katiyen varit değildir. Her ikisi de sırf if­tiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı, tarihen ve mantıken sabittir. Bunun delili-


ıi yine yabancıların kendi muamelelerinde bulabiliriz. Avrupa devletleri, Mütarekeden evvel ve Mütareke anında Mütarekename ile "kendi milli sının dâhilinde yaşamaya la-yık Türkiye kabul etmişlerdir", aradan bir sene geçmeden nasıl oluyor da bir millet za­lim ve kabiliyetsiz oluyor. Ve bundan dolayı hayat hakkından mahrum edilmek isteni­liyor. Avrupa devletleri milletimizi evvelce bilmiyorlar mıydı? Vilson prensiplerini ka­bul ve Mütarekename'yi imza ettikleri zaman altı asırlık bir milletin mahiyeti, kabili­yeti hakkındaki malumatları noksandı da bir iki ay zarfında mı tamamladılar? Hakkı­mızda tatbik edecekleri kararlan bilmiyorlardı da sonra mı hatırlarına geldi?
Hâlbuki düşününüz Efendiler! Milletimiz ufak bir aşiretten; anavatanda bağımsız bir devlet tesis ettikten başka Batı âlemine, düşman içine girdi ve orada büyük müş­külat içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bir imparatorluğu altı yüz se­neden beri büyük bir şevket ve azametle devam ettirdi. Buna muvaffak olan bir mil­let elbette yüksek siyasi ve idari niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle vücuda gelemezdi. Cihanın malumudur ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu fevkalade sürat ile ve tamamen donanmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilatının değil, bütün idari şubelerin fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delildir.
Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sırf iftiradan, katıksız yalan­dan ibarettir.
Efendiler, hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların inançlarına ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinler erbabına dinine ve milletine riayetkâr olan yegâne millet bizim milletimizdir.
Fatih İstanbul'da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum patriği, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hıristiyan dini reisleri imtiyaz sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbesti bahşedildi.
İstanbul'un fethinden beri, Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu ge­niş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en açık delildir.
Milletimize bu isnatlarda bulunan muarızlar insaf etsinler de dünyanın en büyük ve medeni milleti olduğunu iddia edenlerden, İslam dinini resmi olarak tanımayan, İslam­ları pazar gününü tatil ve mübarek günü suretinde tanımaya zorlayan ve İslamların mahsus günü olan cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar.
Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşiyane surette takip ettikleri ayrılma siyaseti neticesidir.
Her halde Türkiye'de ortaya çıkmış arzu edilmeyen bazı ahval birçok sebeplere ve mazerete dayanmaktadır. Bunu da kati olarak arz edebilirim ki, bu ahval, Avrupa devletlerinde mazeretsiz işlenmiş bunca haksızlıktan pek aşağı bir mertebededir.
Rusya'nın Polonya'ya karşı bir buçuk asır müddet takip ettiği kan dökücü siyaset, Kafkasya'da Çerkezlere ve Pogrom namıyla Musevilere tatbik ettiği zulümler, bun­lar arasında sayılacak misallerdendir.


Tekrar ediyorum, aleyhimizde öne sürülen görüşler yanlıştır. Bu hakikat tarihen ve mantıken sabittir. Bu hususu yalnız Batıya değil, hatta vatandaşlarımıza da ehem­miyetli bir surette ihtar etmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü nadirattan olmakla be­raber üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya milli histen mahrum kalmış olması lazım gelen bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde öne sürdükleri it­hamları reddetmedikten başka, vatanlarını, milletlerini kabahatli göstermekten çekin­miyorlar. Hâlâ bugün, Sultanî Mektebinin1 salonlarını aleyhimizde konferans verdir­mek için yabancılara açık bulunduranlar var, bu gibilere lanet...
Efendiler! Düşmanlarımız hakkımızda icat ettikleri iftiralarını bir aralık Paris Konferansına da kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi olarak daha muha­rebe esnasında birbiriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve teati ettikleri sözlerin tatbi­katına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Ayıntap, Urfa ve Maraş'ın işgalleri hep bir karşılıklı taahhütler neticesi olsa gerek... Hâlbuki haktan, adaletten bahseden İti­laf devletlerinin bu gibi muamelelerde bulunmamaları lazım gelirdi, medeniyet ve in­saniyetten bahsedenlerden bu beklenmezdi.
Fakat Efendiler! Her halde âlemde bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin üstündedir. Şu kadar ki, milletin haklarını idrak etmiş olup, müdafaa ve muhafazası emrinde her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair âleme bir kanaat vermek lazım gelir. İşte düş­manlarımızın bu hareketi, milletimizi bu idrakten ve bu fedakârlık hissinden mahrum zannettiklerinden çıkmıştır.
Fakat doğrusunu söylemek lazım gelirse, Mütareke'den beri birbirini takip eden hükümetlerimizin memleketin maruz kaldığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri aleyhimizdeki yanlış fikirleri teyide yaramıştır. Mesela Tevfik Paşa vata­nımızın bir kısmını Ermenistan'a eklemede bir beis görmemekte idi. Ferit Paşa resmi beyanatında Doğu vilayetlerinde geniş bir Ermenistan muhtariyetinden bahsettiği gi­bi, Paris'te de güney sınırımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros'un güneyinde Arapça konuşulduğunu zannediyor. Ve Toros'tan da Antakya'ya kadar olan bölgenin Türklerle meskûn ve bin seneden beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükümetlerin tavır ve hareketleridir ki, milletimizi mazisini unutmuş, milliyetin ve hususi medeniyetlerin bahşettiği hukuktan bihaber, kansız, miskin bir millet olarak tanınmasına yol açılmıştı.
Milletimizin kendini bu şekilde kabule meydan vermesinde pek büyük bir kaba­hati vardı. Milletimizin o kabahati, efendiler, merkezi hükümetin icraatı ile Avru­pa'nın namusuna aşın itimat göstermiş olmasıdır. İşte bu kabahatten dolayı, kendi kıymetini, mahiyetini, faziletlerini unutturmak derecesine düşmüştür.
İzmir faciasından sonra idi ki, milletimiz hakikaten üzüldü ve aklını başına top­ladı. Ve derin bir uçuruma sürüklendiğini idrak etti. Ve onun ardından haklarını biz­zat müdafaaya karar verdi, tabii bunu yapabilmek için bir şekil almak, teşkilatlanmak lazım gelirdi. Zaten her taraftan teşkilat ve şekillenme daha evvel başlamış idi. Fakat evvela Erzurum ve ardından Sivas kongrelerinde genel birliğimiz vücuda geldi. Er­zurum ve Sivas kongrelerinin bütün cihana karşı olan Beyannamesi ve Nizamname­si muhteviyatı ehemmiyet taşımaktadır. Esasen muhteviyatı hepinizce malumdur. Fa-
1 Galatasaray Lisesi. (Y.N.)


kat müsaade ederseniz her ikisinden bazı noktaları burada tekrar hatırlatmak isterim: Nizamnamenin teşkilata ait sayfasında görülüyor ki, maksat, "Osmanlı vatanının bü­tünlüğünü ve yüce hilafet ve saltanat makamının ve milli bağımsızlığın dokunulmaz­lığını temin konusunda Kuvayi Milliye'yi hâkim kılmaktır."
Efendiler! Bir millet mevcudiyeti ve haklan için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi kuvvetleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak mevcu­diyet ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Milli hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız buna pek güzel delildir. Bu se­beple teşkilatımızda Kuvayi Milliye'nin etken ve milli iradenin hâkim olması esası ka­bul edilmiştir. Bugün, bütün cihanın milletleri yalnız bir hâkimiyet tanırlar: Milli hâ­kimiyet. Teşkilatın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından, yani fertten başlıyoruz. Fertler fikir sahibi olmadıkça, haklarını id­rak etmiş bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete, herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için, her ferdin mukadderatı ile bizzat alakadar olması lazımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükse­len böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağı­dan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zarureti vardır.
Birincisinin tecellisinde bütün insanlık için gayeye ulaşmak kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddi imkânı henüz bulunamadığından bazı müteşebbisler, milletlere verilmesi lazım gelen istikametin verilmesinde yol göstericilik ediyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir. Biz memleketimiz dâhilindeki seya­hatlerimizde bittabi birinci tarzda başlamış olan milli teşkilatımızın hakiki başlangı­ca, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakiki şekillenmelerin baş­ladığını büyük bir şükranla gördük. Bununla beraber olgunluk derecesine ulaştığını iddia edemeyiz. Bunun için özel olarak aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin ortaya çıkması gayesine özel olarak mesai sarf etmemiz, milli ve vatani bir vazife ka­bul edilmelidir.
Beyanname'mizin de bazı noktalarından tekrar bahsetmek isterim. Osmanlı İmparatorluğu'nun muharebeden evvelki sınırı malumunuzdur. Harbi Umuminin neti­cesi, birtakım fedakârlık yapılmasına devletimizi mecbur kılıyor, buna göre devlet için milli yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır Beyanname'mizin birinci maddesinde açıklanmıştır. Teferruat itibariyle bilmeyenler olabilir. Ve bittabi mazurdurlar.
Bu sınır ortaya çıkarken işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim:
Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu sı­nır, İskenderun körfezi güneyinden Antakya'dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur. Oradan Dirzor'a1 iner; daha son­ra doğuya uzatılarak, Musul, Gerkük,2 Süleymaniye'yi ihtiva eder. Bu sınır ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi, aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan kısımlarımızı sınırlar. Bunun güney kısımlarında Arapça konuşan din­daşlarımız vardır. Bu sınır dâhilinde kalan memleket kısımlarımız Osmanlı camiasın­dan ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmiştir. Beyannamenin dördüncü maddesine bakalım! Bu madde ile biz, bizimle beraber yaşayan Müslüman olmayan unsurları
1  Nutuk'un 1961 basımında "Deyrzor". (Y.N.)
2  1961 basımında "Kerkük". (Y.N.)


aynı hukuk ve aynı salahiyette kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin Müslüman ve Müslüman olmayan unsurları dâhil olarak aynı şekilde tebaasıyız. Ve bu itibarla he­pimizin hukuku birdir. İçimizde yaşayan Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasi hâkimiyetimizi ve toplumsal dengemizi ihlal edecek fazla birtakım imtiyazlar veremeyiz. Bu madde, dâhili siyasetimizdeki genel kanaatimizi izah etmektedir. Ye­dinci madde; harici siyaset hakkındaki görüşümüzü bildirir. Her halde devlet ve mil­letimiz dâhilen ve haricen bütün manasıyla bağımsız kalacaktır. Bize başka bir idare tarzı tatbik edilemez. Bu konuda birçok muhtelif sebeplerin başında en büyük ve mü­him sebep şudur: Dinen dahi bağımsız olmak mecburiyetindeyiz. Yalnız geniş olan memleketimizi seri bir şekilde imar edebilmek için ve milletimizin az zamanda ilim ve marifetini asrın icaplarına göre yükseltmek için muhtaç olduğumuz hususları tak­dir ederiz. Ancak bu hususta bize yardım edebilecek devletin nasıl olabileceği yedin­ci maddede açıklanmıştır. Böyle bir devletin yardımını iyi kabul ederiz.
İşte Efendiler! Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilen esaslar ve görüşler başlıca bunlardan ibarettir. Bu esaslar sayesinde bütün milletimiz birleşmiş bir hale gelmiştir. Bu mukaddes maksadın temini ile meşgul olunduğu bir sırada pekâlâ ha-tırlarınızdadır ki, Ferit Paşa buna mani olmaya kalkıştı. Bu teşebbüsleri memleket dâhilinde kötüye yormaya uğraştı. İttihatçılıktır dedi. Bu isnat dâhili ve harici kamu­oyunda muvaffak olamadı. Bunu gördükten sonra yeni bir silah aradı. Bolşeviklik de­di. Resmi telgraflarında Bolşeviklerin Karadeniz'den takım takım Samsun, Trabzon ve dâhile doğru yürüdüğünü, memleketi altüst ettiğini resmen yaydı. Bunlar da tesir­li olamadı. Ferit Paşa ve kabinesi daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde İslam ahaliyi al­datarak üzerimize sevk etmek, millet için, vatan için çalışanları imha etmek kastında bulundular. Tabii bunlarda da muvaffak olamadılar. Fakat nihayet millet Ferit Paşa'ya itimatsızlık göstermeye mecbur oldu. Kabine düşürüldü. Milli birlik sağlamlaştı.
Milli teşkilatın ortaya çıkarmış olduğu dâhili ve harici vaziyet ile eski vaziyet ara­sında fevkalade farklar mevcuttur. Dâhilen emniyet ve asayiş bakımından karşılaştı­rılamaz değişiklikler vardır. Haricen yabancıların hakkımızda verdikleri ve verebile­cekleri imha ve idam kararının pek yanlış olduğu artık bütün İtilaf devletlerince tak­dir olunmuş ve milli teşkilatın kıymet ve ehemmiyeti inkâr edilemez görülmüştür. İti­laf devletlerinden ihtimal bazısı henüz özel menfaatlarını temin etmek için milletten başka bir yerde dayanak noktası arıyor. Millet birlik ve azminde sebat ettikçe bu gi­bilerin de hakikati kabul edeceklerinde şüphe yoktur. Şimdi lazım olan, milletimizin sebatkârane bir surette azminde devam etmesi ve İstanbul'da yakında toplanacak me­buslarımızın kanun yapma vazifelerini hakkıyla yapabilmesidir. Her halde millet hü­kümetin bekçisi olmak lazım gelir. Çünkü hükümetlerin icraatı olumsuz olup da mil­let itiraz etmez ve düşünmezse, bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir. Ferit Paşa Paris'e gittiği zaman aldığı cevabi nota tamamen arz ettiğim mealdedir. Hakika­ten şunun bunun oyuncağı olabilen milletler, haklarını idrak etmemişler demektir. Ve böyle bir millet denetim altında bulundurulmaya müstahak olur.
Millet Ferit Paşayı düşürdükten sonra yerine gelen Ali Rıza Paşa milli emeller dairesinde milletle ortaklaşa çalışmayı kabul etti. Ferit Paşanın düşmesiyle Ali Rıza Paşanın geçmesi meselesinde milletin alakası bittabi birinciyi düşürmededir. Bundan başka bir şey yapamazdı. Vekiller reisini bittabi zatı şahane1 seçer. Ve adı geçen de
1 Padişah. (Y.N.)


arkadaşlarını. Bu yeni kabineye eski kabineden bazı zevat dâhil olmuştu. Bu sebep­le Heyeti Temsiliye'miz mütereddit kaldı. Birtakım şartlar öne sürmek mecburiyeti görüldü. Nihayet anlaşıldı. Hükümetle yapılan İtilafname'de1 üç noktaya dayanılıyor­du. Kuvayi Milliye'nin meşruiyetinin tasdiki, Milli Meclis'in toplanmasına kadar mil­let mukadderatı hakkında kati ve son taahhütlerde bulunulmaması, Sulh Konferansı'nda milletin mukadderatını müdafaa edecek delegelerin eskisi gibi millet ve mem­leket menfaatlarını idrak etmemiş olanlardan seçilmemesi. Hükümet bu üç noktayı kabul etti. Ve teferruat üzerinde daha ziyade anlaşabilmek için Bahriye Nazırı Salih Paşayı gönderdi. Bahriye Nazın Amasya'da Heyeti Temsiliye ile görüştü. Adı geçen ile vuku bulan görüşmede ben de bulundum. (Göstererek) Bu Beyanname ve Nizamname'mizin her satın beraber okundu. Tamamen fikir birliği hâsıl oldu. Bu görüşme­ler esnasında diğer mühim bir meselenin söz konusu edilmesine lüzum görüldü. Mil­li Meclis'in toplanma mahalli! İstanbul'un bugün içinde bulunduğu acı şartlar içinde Meclisi Mebusan'ın, milletvekillerinin vazifelerini tam bir serbesti ile yapıp yapama­yacağı, düşünmeye değer görüldü. Bunun için Meclis'in hariçte toplanması düşünül­dü. Salih Paşanın İstanbul'a dönmesinden sonra merkezi hükümet bu fikre katılmadı. Bittabi bütün sakıncalarına rağmen İstanbul'da toplanması lazım geldi. Bununla bir­likte Heyeti Temsiliye'ce sakıncalara karşı icap eden tedbirler alınmıştır.
   Efendiler! Milli teşkilatımızın bugün takip ettiği gaye, vatanın parçalanmaktan ve milletin esaretten kurtarılmasına yöneliktir. İnşallah yakın zamanda milli teşkilat bu gayenin elde edilmesiyle üstlendiği vatani vazifesini yapacaktır.
Fakat vazifesini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da pek mühim vatani ve milli vazifemiz vardır. Bilhassa dâhili ahvalimizi ıslah ile medeni milletler arasında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen ispat etmek lazımdır. Bu gayede muvaf­fak olmak için siyasi mesaiden ziyade toplumsal mesaiye ihtiyaç vardır. Milli teşki­latımızın böyle bir gaye için nasıl bir şekil almak lazım geleceğini şüphesiz milleti­mizin genel emelleri tayin ve tespit edecektir. Şimdilik Heyeti Temsiliye, mebusların tam bir emniyetle vazife yaptıkları tahakkuk edeceği güne kadar eskisi gibi vazifesi­ne devam edecektir.
Efendiler! Ümit ederim ki, müsait bir barış yapılmasından sonra vaziyetimiz iyi idare edilirse, evvelki sınır dâhilindeki vaziyetimizden daha iyi olur. Bu noktada bir fikir izah etmek istiyorum: Cemiyetimiz görüşüyle çizdiğimiz sınır haricinde kalan dindaşlarımızla, bu muhterem kardeşlerimizle aynı sınır dâhilinde asırlardan beri va­tandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her tarafta, Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de, Doğu'da kendi dâhillerinde mevcudiyeti muhafaza ve bağımsızlığı temin için mesai sarf edi­yorlar. Bütün bu İslam parçalarının bağımsızlığa mazhar olmaları İslam âlemi için ne büyük bahtiyarlık olur. Bunun ortaya çıkışında İslam âleminin vaziyetinin ne kadar sağlam olacağını şimdiden tasavvur etmekle pek büyük saadet hissediyorum. Uya­nıklığa mazhar olduğuna şüphe kalmayan İslam âleminin muvaffakiyetini o kadar kuvvetli görüyorum ki, bu imanla hissiyat izah eylediğimden dolayı duyduğum vic­dani zevk pek büyüktür. Fazla rahatsız etmek istemem, beni dinlemek lütfunda bu­lunduğunuzdan dolayı hassaten teşekkürlerimi arz ederim.
1 Anlaşma metni. (Y.N.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder