9. Cumhurbaşkanı Sn. Süleyman DEMİREL’in Açılış Konuşması
Değerli misafirler hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Sn. Özcan Pehlivanoğlu ve beraberindeki arkadaşları böyle bir toplantıdan beni de haberdar ettiler ve böyle bir günde benden bir konuşma yapmamı istediler. Konuşmanın konusu Balkanlar’da Türk Siyaseti idi.
Bir ülkenin siyasetini coğrafyası tayin eder. Ben buna iki unsur daha ekledim. Yalnız coğrafyası değil tarihi tayin eder. Yalnız tarihi değil dünya konjöktörü tayin eder. İçinde yaşadığımız dünya konjöktürü. Bu günkü çağda her üçünü beraber kullanırsak, tarihi, coğrafyası ve dünya konjöktürü tayin eder. Türkiye’nin Balkanlar’daki siyaseti, içinde bulunduğu coğrafya ve içinden geçip geldiği tarihine ve konjöktüre bağlı olarak değişerek gelmiştir. Yalnız bunun içinde değişmeyen unsurlar vardır. Yani mihver olan unsurlar vardır. Onun içindir ki Türklerin Rumeli’ye çıkışının 650. Yıldönümü’nün kutlandığı, anıldığı böyle bir günde biraz geriye bakarak Türkiye’nin Balkan Siyaseti’ni vaktin müsaadesi nispetinde değerlendirmeye çalışacağım. Sonra değerli konuşmacılar yapılacak panelde daha ileri, daha detaylı fikirler söyleyeceklerdir.
Süleyman Paşa Gelibolu’ya geçerken, ne niyetle geçmiştir? O günün şartları içerisinde, Bizans hâlâ Rumeli’nin birçok yerlerine hakimdir. Trakya’ya hakimdir, her tarafa hakimdir ve İstanbul’a hakimdir. Bizans’a, Osmanlı Beyliği kurduktan 1299’da 50-100 sene sonra İstanbul’u arkadan çevrelemek ve Balkan topraklarına doğru yayılmak için geçmiştir. Henüz 53 senelik bir devlettir Osmanlı. Kuruluş halindedir, neyin nereye varacağı belli değildir. Ama hırslıdır. Türklüğün ve Müslümanlığın bayrağını ileri ufuklara götürmeye kararlıdır ve İstanbul’un Fethi bir büyük direktif olarak durmaktadır. Hazreti Peygamber “O ne mutlu kumandandır ki İstanbul’u fethedecektir. O ne mutlu askerdir ki İstanbul’u fethedecektir” derken yani bu İstanbul’u kim fethederse o çok değerli bir kumandan değerli bir asker diyerek bu ilhamı vermiştir; bu direktifi vermiştir.
Aslında 1299 tarihinde kurulmuş bulunan Osmanlı Devleti’nin, Osmanlı Beyliği’nden Osmanlı Devleti’ne geçişin temelinde İslâm’ı yayma çok önemli esaslardan biridir ve inançla bu topraklara yayılma için bayrağını çeken Süleyman Paşa, Gelibolu’ya geçmiştir. Bu hareketi daha sonra şöyle anlatılacaktır.
“Velayet gösterip suya seccade salmışsın.”
Yani Süleyman Paşa’nın Gelibolu’ya geçişi çok güzel anlatılmaktadır. Suya seccade salmak olarak anlatılıyor. Biraz evvel anlattığım İslâmî tesirlerin de bunda çok önemli rolü var.
“Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın.”
Yani karşı yakayı, takva ile inançla almışsın. Bunu Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’nin dedesi Şeyh Mahmut söylüyor. Bundan daha güzel bir şey söylenemez. Aslında bugün kutlanan hadise suya seccade salmak suya seccade serme hadisesinin 650. yılıdır. Tabii ki bu 650 yıl içerisinde neler olmuş neler geçmiş. 650 yıl az bir zaman değil. Hemen hemen dünyada geriye dönüp 650 yılı değerlendirebilecek, 650. yılını değerlendirebilecek kaç tane millet var veya kaç tane devlet var? Yani bu ulu çınar, yani suya seccade seren bu insanlar daha bizim tarihimizin, bizim kökümüzün bir yeri; ondan evveli var. Ama şimdi biz buradan başlasak bile 650 yılı hatırlamak dahi insana büyük bir hoşnutluk veriyor, gurur veriyor. Şimdi bu 650 yıl yani bu başlangıçtan sonrası bakın neler olmuş bunları hep beraber tarihimizin sayfalarında görüyoruz. Ama tarihimizin sayfalarında çok parlak kahramanlık destanları var çok güzel şeyler var, ama üzücü şeyler de var.
1352 yılında Rumeli’ye geçen yani daha doğrusu Avrupa tarafına geçen Süleyman Paşa’nın kuvvetleri 1361’de Edirne’yi, 1385’de Sofya’yı ve 1387’de Selanik’i, 1389’da Kosova’yı, 1389’da Üsküp’ü, 1479’da Arnavutluk’un tümünü ve 1458’de Mora’yı, 1521’de Belgrad’ı, 1463’te Bosna’yı, 1526’da Budapeşte’yi 1462’de Romanya’yı fethedeceklerdir. Yani işte Rumeli dediğimiz olay, bu 650 sene içerisinde meydana gelen, Osmanlı Beyliği’nden Osmanlı Devleti’ne geçiş ve yayılmanın neticesidir.
Gene biraz geri tarihe baktığımız zaman bu coğrafyada yani şu saydığım ülkelerin meydana getirdiği coğrafyaya biz Balkanlar diyoruz, Rumeli diyoruz. Ama hepsi anlaşılıyor. Rumeli dediğimiz zaman bugünkü Türkçemizde kastettiğimiz şey bu topraklardır hepsidir, hiçbirini ayırmayız. Biraz gerisine baktığımız zaman 330 yılında İstanbul kuruluyor, 330 yılından 1900 yıllarına kadar 1600 sene. Bu topraklarda 1600 senede iki devlet var. 1000 sene süren Bizans, 600 sene süren Osmanlı. Osmanlı aşağı yukarı Bizans’ın üzerinde bulunan toprakların tümüne hakim olmuştur. Bu bir bütündür. Ne zaman bu bütün parçalanmıştır? İşte o zaman pek çok sorunlar çıkmıştır.
Şimdi bakıyoruz, gene geriye dönüp bakıyoruz. Bulgaristan 500 sene, Selanik yani Trakya 525 sene, Kosova 525 sene, Üsküp 525 sene, Arnavutluk 435 sene, Mora 371 sene, Belgrad 357 sene, Bosna 415 sene, Budapeşte 163 sene yani Macaristan, Romanya 396 sene Osmanlı idaresinde kalmıştır. Şimdi yani böyle bir tarihî gerçeğin bugüne intikal ettirdiği pek çok mesele vardır, sorun vardır. Pek çok da etki vardır. Onun içindir ki Türkiye’nin, yani bu gerçek olmadan, eğer Balkanlar’da böyle bir durum olmasaydı; Türkiye’nin Balkanlar’daki siyaseti başka esaslara dayanırdı. Gerçek bu olduğuna göre Türkiye’nin Balkanlar siyaseti başka esasa dayanır. Osmanlı Devleti 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi, 1529-1532 arasında da Viyana’yı zorlamaktadır. Viyana zorlaması ve oradan geriye dönülmektedir. Fakat bu geri dönüş daha sonra 1683’te devamlı geri dönüşe dönüşecektir.
1600’lu 1700’li yılların başında Altınordu Devleti’nin, Timur tarafından yıkılmasından sonra Moskova Beyliği Rusya Devleti haline gelecektir. Ondan sonra gördüğümüz manzara şudur. Evet, Osmanlı Devleti Balkanlar’da kurulmuş bir Avrupa devletidir. Çünkü Osmanlı’nın Belgrad’ı fethettiği zamanda dahi, daha Anadolu’nun yarısı Osmanlı topraklarının içinde değildir. Selçuklu beylikleri vardır. Ama henüz Osmanlı toprakları içinde değildir ve İstanbul’un fethine baktığımızda İstanbul’un fethinde Osmanlı padişahı, Rumeli’den asker getirmiştir. İstanbul fethedildikten sonra da İstanbul’un çeşitli semtlerine Rumeli’den halk getirmiştir. Yani Osmanlı devleti bir Asya devleti olarak kurulmuş değil, Asya’dan gelmiş fakat Balkanlar’da kurulmuş bir devlettir. Şimdi bu devlet 500 seneye yakın biraz evvel izah ettim, bu toprakları idare etmiştir.
500 seneye yakın bu topraklarda kavga yoktur. 500 seneye yakın bu topraklarda çeşitli insanlar vardır, çeşitli diller vardır, çeşitli dinler vardır, çeşitli medeniyetler vardır. Yalnız kavga yoktur. Dikkat edin bu çok önemli bir olay. Huzur vardır, barış vardır. Çünkü Osmanlı idaresi kendisine katılmış topraklardaki insanlara adaletle muamele ediyor, hoşgörüyle davranıyor ve güvenlik sağlıyor. Bundan alınacak dersler vardır. Yani hele bugünkü dünyada bundan alınacak çok ders vardır. Bir globalizasyon, yani dünyanın barış içinde yaşaması tartışmaları yapılırken, barış nasıl sağlanabilir acaba diye meselenin üstüne eğildiğiniz zaman, bunda çok büyük dersler vardır. Osmanlı idaresinden o ülkelerin halkları hoşnuttu. Hatta o ülkelerin halkları o idareye talipti. Fakat 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da yeni cereyanlar meydana geliyor. Bu cereyanlar yurttaşlık üzerine dayalı, milliyetçi cereyanlar üzerine dayalı ulus devlet işidir. Yalnız Osmanlı, yine bu topraklara hakimdir. Fakat bir taraftan Avrupa güçlenmiştir, bir taraftan Rusya büyük bir devlet olmuştur.
Biliyorsunuz, Rusya’nın Balkanlar dediğimiz bölgeye ilgisi var. İki sebepten ileri geliyor, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların önemli bir kısmı Slav ve dinleri Ortodoks’tur. Bu topraklarda yaşayan insanlara Avrupa’nın ilgisi var. Çünkü bu topraklarda yaşayan insanların bir kısmı Katolik, ama hepsi değil, büyük kısım Ortodoks, ama Hıristiyan netice itibarıyla. Bir tarafta Ortodoks Slav Rusya, öbür tarafta daha çok Katolik, Protestan ama Hıristiyan Avrupa. Bunlar Osmanlı’nın Avrupa topraklarında olmasından razı değiller. Müslüman Osmanlı bu topraklardan çıkarılmalı; Rusya’nın ve Avrupa’nın hedefi odur. Geldiği yere gitmeli. Geldiği yere gitmeli!.. Osmanlı zaafa uğramıştır. Kırım Savaşı, Kırım Savaşı öncesinde 1700’li yıllarda başlayan ve Kaynarca Antlaşması ile sona eren zayıflama, geriye doğru çekilme, ama Osmanlı Balkanlar’da hâlâ heybetli.
1856’da Paris Konferansı Osmanlı’yı Avrupa Devleti sayar. 1878’de Berlin Konferansı ise Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasına karar verilmiştir. Her ne oluyorsa Berlin Konferansı ile oluyor. 1854’te sözde Avrupa, Osmanlı’yı Kırım’da Rusya’ya karşı koruyucu bir tavır takınmıştır. Fakat 1877’de Rusya’nın Ayastefanos’a kadar, Yeşilköy’e kadar gelmiş olması ve güya Rusya’nın elinden Osmanlı’yı kurtarma gibi birtakım manevralarla Balkanlar’ın parçalanmasına şahit oluyoruz. 1878 Bulgar Birliği, 1885’te bağımsız Bulgar devleti oluyor. 1908’de de tüm milletler istiklalini tanıyor. Artık parçalanma mikrobu girmiştir. Ancak her şeye rağmen Balkan Savaşı’na kadar 1912’ye kadar hâlâ Üsküp, Osmanlı Devleti’nin elindedir. Hâlâ Kosova Osmanlı Devleti’nin elindedir.
500 seneye yakın bu topraklarda kavga yoktur. 500 seneye yakın bu topraklarda çeşitli insanlar vardır, çeşitli diller vardır, çeşitli dinler vardır, çeşitli medeniyetler vardır. Yalnız kavga yoktur. Dikkat edin bu çok önemli bir olay. Huzur vardır, barış vardır. Çünkü Osmanlı idaresi kendisine katılmış topraklardaki insanlara adaletle muamele ediyor, hoşgörüyle davranıyor ve güvenlik sağlıyor. Bundan alınacak dersler vardır. Yani hele bugünkü dünyada bundan alınacak çok ders vardır. Bir globalizasyon, yani dünyanın barış içinde yaşaması tartışmaları yapılırken, barış nasıl sağlanabilir acaba diye meselenin üstüne eğildiğiniz zaman, bunda çok büyük dersler vardır. Osmanlı idaresinden o ülkelerin halkları hoşnuttu. Hatta o ülkelerin halkları o idareye talipti. Fakat 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da yeni cereyanlar meydana geliyor. Bu cereyanlar yurttaşlık üzerine dayalı, milliyetçi cereyanlar üzerine dayalı ulus devlet işidir. Yalnız Osmanlı, yine bu topraklara hakimdir. Fakat bir taraftan Avrupa güçlenmiştir, bir taraftan Rusya büyük bir devlet olmuştur.
Biliyorsunuz, Rusya’nın Balkanlar dediğimiz bölgeye ilgisi var. İki sebepten ileri geliyor, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların önemli bir kısmı Slav ve dinleri Ortodoks’tur. Bu topraklarda yaşayan insanlara Avrupa’nın ilgisi var. Çünkü bu topraklarda yaşayan insanların bir kısmı Katolik, ama hepsi değil, büyük kısım Ortodoks, ama Hıristiyan netice itibarıyla. Bir tarafta Ortodoks Slav Rusya, öbür tarafta daha çok Katolik, Protestan ama Hıristiyan Avrupa. Bunlar Osmanlı’nın Avrupa topraklarında olmasından razı değiller. Müslüman Osmanlı bu topraklardan çıkarılmalı; Rusya’nın ve Avrupa’nın hedefi odur. Geldiği yere gitmeli. Geldiği yere gitmeli!.. Osmanlı zaafa uğramıştır. Kırım Savaşı, Kırım Savaşı öncesinde 1700’li yıllarda başlayan ve Kaynarca Antlaşması ile sona eren zayıflama, geriye doğru çekilme, ama Osmanlı Balkanlar’da hâlâ heybetli.
1856’da Paris Konferansı Osmanlı’yı Avrupa Devleti sayar. 1878’de Berlin Konferansı ise Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasına karar verilmiştir. Her ne oluyorsa Berlin Konferansı ile oluyor. 1854’te sözde Avrupa, Osmanlı’yı Kırım’da Rusya’ya karşı koruyucu bir tavır takınmıştır. Fakat 1877’de Rusya’nın Ayastefanos’a kadar, Yeşilköy’e kadar gelmiş olması ve güya Rusya’nın elinden Osmanlı’yı kurtarma gibi birtakım manevralarla Balkanlar’ın parçalanmasına şahit oluyoruz. 1878 Bulgar Birliği, 1885’te bağımsız Bulgar devleti oluyor. 1908’de de tüm milletler istiklalini tanıyor. Artık parçalanma mikrobu girmiştir. Ancak her şeye rağmen Balkan Savaşı’na kadar 1912’ye kadar hâlâ Üsküp, Osmanlı Devleti’nin elindedir. Hâlâ Kosova Osmanlı Devleti’nin elindedir.
Bu arada bir hatıramı nakletmek istiyorum. 1912’de Sultan Reşad Osmanlı Padişahıdır. Kendisi Mevlevî’dir. O günkü İttihad ve Terakki erkânı tarafından Konya’ya götürülmek istenmektedir. Konya’da Mevlana’nın kabri ziyaret edilecektir. Daha sonra düşünülmüştür ki Kosova’ya, Manastır’a, Üsküp’e götürelim denmiştir. Ondan bir sene sonra o toprakların hepsi de elimizden çıkmıştır. Konjöktüre bakalım daha sonra 1970’te, bu hadiseden 58 sene sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olarak o topraklara giden ilk devlet adamı benim. Ne kadar hislerle dolu olduğumu anlatamam o topraklarda. (Alkışlar)
Evet bu kadar uzun süre yaşayan imparatorluğun çöküşü belki kaçınılmazdı. Fakat bu Balkanlar’a barış getirmedi. Osmanlı Devleti çöküp de Balkanlar’da daha çok ulus devlet esaslarına dayalı, yani milliyetçi cereyanlara dayalı devletler kurulduktan sonra çok kan dökülmüştür. 500 sene yaşadığımız bu topraklarda sadece Türk ve Müslüman sekene, yani buraların Türk ve Müslüman halkı kan dökmeye girmemiştir ve yalnız kalmıştır. Bu Müslüman halkın önemli bir kısmı ise göç etmek mecburiyetinde kalmıştır.
1913’te yapılmış tahminlere göre Balkanlar’da Müslüman ve Türk ve Müslüman, yani ikisini birbirinden ayırarak söylüyorum, çünkü Türk aslından gelmeyen Müslüman halk da var. Hepsi beraber kendilerini Osmanlı vatandaşı Türk sayıyor. Müslüman ve Türklerin Balkanlar’daki nispetiyle Anadolu’daki nispeti hemen hemen aynı; birbirine çok yakın. Yani Balkanlar’da ne kadar Müslüman varsa Anadolu’da da o kadar var. Çünkü Osmanlı Devleti çok dinli, çok dilli ve çok uluslu bir devlet. Bu devletin bir teba, bugünkü tabirle vatandaş yok, teba, reaya esası üzerine idare ediliyor. Devlete bağlıysanız karşılığında güvenliğiniz var, karşılığında adalet var, karşılığında Kanun-ı Osmanî’ye göre toprak rejimi var. Karşılığında O zaman tabii ki Müslüman sekene çok fazla ticarete ve saireye meyilli değil. Onlar daha çok çiftçi ve çoban, Anadolu’da ve Rumeli’de de aynı.
Bu milliyetçilik cereyanları ve ulus devlet kuruluşları Balkanları savaş içine sokmuştur. O tarihten itibaren Balkanların adı powder cake, yani barut fıçısıdır. Balkanlar nedir diye baktığınız vakit görüyorsunuz ki Balkanlar kandı, Balkanlar kindi, Balkanlar kavgadır, Balkanlar doğuştur! Balkanlar’ın adı öne çıkmıştır. Bu ad yüz seneye yakın sürecektir. Yani Balkanlar’da Türk Siyaseti dediğiniz zaman, nerede, kim ile siyaset yürüteceksiniz ona çok iyi bakmak gerektiği için söylüyorum. Tabii ki ondan sonraki dönemlerde Türkiye’nin Balkanlar ile olan münasebetleri günün şartlarına ve devrin şartlarına göre değişik olacaktır.
Evet bu kadar uzun süre yaşayan imparatorluğun çöküşü belki kaçınılmazdı. Fakat bu Balkanlar’a barış getirmedi. Osmanlı Devleti çöküp de Balkanlar’da daha çok ulus devlet esaslarına dayalı, yani milliyetçi cereyanlara dayalı devletler kurulduktan sonra çok kan dökülmüştür. 500 sene yaşadığımız bu topraklarda sadece Türk ve Müslüman sekene, yani buraların Türk ve Müslüman halkı kan dökmeye girmemiştir ve yalnız kalmıştır. Bu Müslüman halkın önemli bir kısmı ise göç etmek mecburiyetinde kalmıştır.
1913’te yapılmış tahminlere göre Balkanlar’da Müslüman ve Türk ve Müslüman, yani ikisini birbirinden ayırarak söylüyorum, çünkü Türk aslından gelmeyen Müslüman halk da var. Hepsi beraber kendilerini Osmanlı vatandaşı Türk sayıyor. Müslüman ve Türklerin Balkanlar’daki nispetiyle Anadolu’daki nispeti hemen hemen aynı; birbirine çok yakın. Yani Balkanlar’da ne kadar Müslüman varsa Anadolu’da da o kadar var. Çünkü Osmanlı Devleti çok dinli, çok dilli ve çok uluslu bir devlet. Bu devletin bir teba, bugünkü tabirle vatandaş yok, teba, reaya esası üzerine idare ediliyor. Devlete bağlıysanız karşılığında güvenliğiniz var, karşılığında adalet var, karşılığında Kanun-ı Osmanî’ye göre toprak rejimi var. Karşılığında O zaman tabii ki Müslüman sekene çok fazla ticarete ve saireye meyilli değil. Onlar daha çok çiftçi ve çoban, Anadolu’da ve Rumeli’de de aynı.
Bu milliyetçilik cereyanları ve ulus devlet kuruluşları Balkanları savaş içine sokmuştur. O tarihten itibaren Balkanların adı powder cake, yani barut fıçısıdır. Balkanlar nedir diye baktığınız vakit görüyorsunuz ki Balkanlar kandı, Balkanlar kindi, Balkanlar kavgadır, Balkanlar doğuştur! Balkanlar’ın adı öne çıkmıştır. Bu ad yüz seneye yakın sürecektir. Yani Balkanlar’da Türk Siyaseti dediğiniz zaman, nerede, kim ile siyaset yürüteceksiniz ona çok iyi bakmak gerektiği için söylüyorum. Tabii ki ondan sonraki dönemlerde Türkiye’nin Balkanlar ile olan münasebetleri günün şartlarına ve devrin şartlarına göre değişik olacaktır.
1877 Plevne ve 1912 Balkan Savaşları sonrasında Rumeli topraklarını tümüyle kaybettiğimizi görüyoruz. Bu topraklarda yaşayan insanlar önce 1829 Mora’nın kaybıyla Türkiye’ye dönen, daha doğrusu bugünkü anavatanımız olan bu topraklara dönen soydaşlarımız o günkü ırkdaşlarımız, o günkü dindaşlarımız ilk muhacir kitlesi Mora’dan geliyor. Eğer eksik ve yanlış bir şey söylüyorsam değerli ilim idamlarımız düzeltsinler. 1829, çünkü çözülme oradan Mora’dan olmuştur. Zaten ilk bağımsızlığına kavuşan devlet de 1829’da Yunanistan’dır. Sonraları Yunanistan Osmanlı aleyhine büyüyerek gelmiştir cumhuriyete kadar. Evvela Mora kaybolmuştur, sonra arkasından Girit kaybolmuştur. Arkasından Tesalya Savaşı’nı Osmanlı kazandığı halde Tesalya kaybolmuştur. Nihayet 1912’ye gelindiğinde Trakya kaybolmuştur.
Hep Yunanistan Türkiye’nin aleyhine büyümüştür. Türkiye’nin aleyhine büyüdüğü için de bir türlü rahat değildir. Türkiye bir gün güçlenir ve kudret sahibi olur diye korkmuştur ve benden bu haksızlığı tamir etme yoluna gider mi diye korkmuştur. Hiç bu korkudan kurtulmamıştır. Zaten bugün askıda olan meselelerimizin tümü de bu korkudandır. Yani, büyük ve güçlü bir Türkiye’den korkmuştur. Bu korku tarihî bir korkudur. Bugünden gelen bir korku değildir.
Her çalkalanma da artık Osmanlı zaafa uğradıktan, Rusya ve Avrupa Birliği Osmanlı toprakları üzerine çöktükten sonra, Pasarofça’dan, daha sonra Kaynarca’dan daha sonra da 1878 Berlin Konferansı’ndan sonra o topraklara gidip 500 seneye yakın oturmuş bulunan insanlar rahatsızdır. Onlara güvenlik lazımdır, onlar peyderpey Anadolu’nun yolunu tutacaklardır. Mora’dan sonra Göç hareketi, Kosova’dan, Sancak’tan, Makedonya’dan, Girit’ten ve Bulgaristan’dan olacaktır.
Unutulmaması lazım gelen birtakım hususlar var. Onları şöyle söylemek istiyorum. Sanıyorum ki Türkiye’de henüz zihinlerde unutulmamış olan bu göç hareketlerinin, bilhassa Osmanlı Devleti’nin dağılmasına tekaddüm eden günlerdeki Büyük Balkan Göçü 1912-1913’de olmuştur. Büyük Balkan Göçü çok ibretâmizdir, ibret doludur ve bizim tarihimizde yalnız dünü hatırlamak için değil, geleceğe bakarken de önemlidir. Hiç unutulmaması lazımdır. Bir ülkenin birliği beraberliği dirliği düzeni bozulursa işin nereye varacağını gösterir. Yalnız toprakları kaybetmekle kalmaz. O topraklar üzerinde yaşayan insanlar çok büyük eza, cefa görmüşlerdir. Fotoğraflar vardır. Ak öküzlerin çektiği kağnı arabalarına sığınabilmiş insanlar. Bulundukları topraklarda zengin, ev bark toprak sahibi her şey sahibi insanlar, bütün serveti bir bohçanın içine sığdırabildikleri eşyalar. O öküzlerin çektiği kağnılarla İstanbul sokakları 1912-1913. Bu bir faciadır ve unutulmamalıdır. Bir ülkenin birlik ve beraberliği için bunda alınacak çok büyük dersler vardır.
Evlâd-ı Fatihan yani o parlak fetihleri yapmak için oralara gitmiş bulunan soydaşlarımız, dindaşlarımız, kardeşlerimiz geçmişte, daha sonra onların nesilleri bu topraklardan kopup gelmek mecburiyetinde kalmışlardır. Kopup gelme işi aslında tümüyle de olmuş değildir. Kopup gelme işi halen orada önemli miktarda insanlarımızı bırakarak olmuştur. Biliyoruz ki yalnız göçüp gelen insanlar değil bu milletin bütün mensupları orada kalanlar ve göçenler hepsi beraber, bir siyaseti talim olayından ziyade bir acıyı, bir büyük acıyı, bu ülkenin insanlarına yüklediği acıyı hep beraber bugün ve yarın vicdanlarında taşırlar. Hep beraber düşünürüz taşınırız, hatırlarız.
Hep Yunanistan Türkiye’nin aleyhine büyümüştür. Türkiye’nin aleyhine büyüdüğü için de bir türlü rahat değildir. Türkiye bir gün güçlenir ve kudret sahibi olur diye korkmuştur ve benden bu haksızlığı tamir etme yoluna gider mi diye korkmuştur. Hiç bu korkudan kurtulmamıştır. Zaten bugün askıda olan meselelerimizin tümü de bu korkudandır. Yani, büyük ve güçlü bir Türkiye’den korkmuştur. Bu korku tarihî bir korkudur. Bugünden gelen bir korku değildir.
Her çalkalanma da artık Osmanlı zaafa uğradıktan, Rusya ve Avrupa Birliği Osmanlı toprakları üzerine çöktükten sonra, Pasarofça’dan, daha sonra Kaynarca’dan daha sonra da 1878 Berlin Konferansı’ndan sonra o topraklara gidip 500 seneye yakın oturmuş bulunan insanlar rahatsızdır. Onlara güvenlik lazımdır, onlar peyderpey Anadolu’nun yolunu tutacaklardır. Mora’dan sonra Göç hareketi, Kosova’dan, Sancak’tan, Makedonya’dan, Girit’ten ve Bulgaristan’dan olacaktır.
Unutulmaması lazım gelen birtakım hususlar var. Onları şöyle söylemek istiyorum. Sanıyorum ki Türkiye’de henüz zihinlerde unutulmamış olan bu göç hareketlerinin, bilhassa Osmanlı Devleti’nin dağılmasına tekaddüm eden günlerdeki Büyük Balkan Göçü 1912-1913’de olmuştur. Büyük Balkan Göçü çok ibretâmizdir, ibret doludur ve bizim tarihimizde yalnız dünü hatırlamak için değil, geleceğe bakarken de önemlidir. Hiç unutulmaması lazımdır. Bir ülkenin birliği beraberliği dirliği düzeni bozulursa işin nereye varacağını gösterir. Yalnız toprakları kaybetmekle kalmaz. O topraklar üzerinde yaşayan insanlar çok büyük eza, cefa görmüşlerdir. Fotoğraflar vardır. Ak öküzlerin çektiği kağnı arabalarına sığınabilmiş insanlar. Bulundukları topraklarda zengin, ev bark toprak sahibi her şey sahibi insanlar, bütün serveti bir bohçanın içine sığdırabildikleri eşyalar. O öküzlerin çektiği kağnılarla İstanbul sokakları 1912-1913. Bu bir faciadır ve unutulmamalıdır. Bir ülkenin birlik ve beraberliği için bunda alınacak çok büyük dersler vardır.
Evlâd-ı Fatihan yani o parlak fetihleri yapmak için oralara gitmiş bulunan soydaşlarımız, dindaşlarımız, kardeşlerimiz geçmişte, daha sonra onların nesilleri bu topraklardan kopup gelmek mecburiyetinde kalmışlardır. Kopup gelme işi aslında tümüyle de olmuş değildir. Kopup gelme işi halen orada önemli miktarda insanlarımızı bırakarak olmuştur. Biliyoruz ki yalnız göçüp gelen insanlar değil bu milletin bütün mensupları orada kalanlar ve göçenler hepsi beraber, bir siyaseti talim olayından ziyade bir acıyı, bir büyük acıyı, bu ülkenin insanlarına yüklediği acıyı hep beraber bugün ve yarın vicdanlarında taşırlar. Hep beraber düşünürüz taşınırız, hatırlarız.
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle
Bu söylendiği zaman hepimizin tüyleri diken diken olur... Bundan gurur duyarız, seviniriz.
Balkanlarda büyük öksüz kubbeler, minareler, şadırvanlar, kervansaraylar
Bizi söyler anlatır Mimar Sinan’dan beri.
Evet oralarda yalnız insanlarımız değil, oralarda çok büyük kültür varlıklarınız halen vardır. Prizren’de Sinan Paşa Camii, Köstence’de Mahmut Paşa Camii, Besarabya’da Babalar Camii, Şumnu’da Tombul Camii, Filibe’de Büyük Cami, Tiran’ın ortasındaki büyük cami, Üsküp’te Mustafa Paşa Camii, Bosna’da Sarayova’da Gazihüsrev Bey Külliyesi ve Camii ve Mostar’da Köşkî Mustafa Paşa Camii; bunların hepsi bugün bizlerden çok büyük hatıralar olarak durmaktadır. Türkiye’nin Balkan politikası dediği zaman sadece o topraklardaki geçmişimizi değil, bıraktığımız şeyleri sadece insanları değil, bıraktığımız kültür eserlerini düşünme, Türkiye’nin Balkan Politikasının icaplarındandır. Onun içindir ki Türkiye bir Balkan Politikası, Balkan ülkeleriyle politika derken, o politikayı tanzimde o kadar rahat değildir, yani serbest değildir.
Kosova Fatihi Sultan Murad’a rehberlik ederek Yol açan Vardar,
Adını biz koymadık mı Arda, söyle başka bir adın var mı senin
Evet geliyoruz;
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır
Evlâd-ı Fatihan’a onun yadigarıdır.
Üsküp ki Şar dağında devamıydı Bursa’nın
Bir lale bahçesiyde dökülmüş temiz kanın
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir.
(Alkışlar)
Yahya Kemal’i rahmetle anıyoruz. Hicran derindedir. Kaç sene geçse, kaç nesil geçse hicran derindedir. Bundan hiç kimse yanlış bir mana çıkarmasın. Biz emperyalist falan değiliz. Sadece bu olup bitenleri bir kenara bırakamayız, bunları unutamayız da. Biz bu topraklara misafir olarak gitmedik. Misafirlik 500 sene sürmez, sürer mi?. (Alkışlar) Ama tarih böyle gelişti ve 650 yılını kutladığımız bu hadise, aslında 700. yılını kutladığımız büyük Osmanlı Devleti hadisesinin bir parçasıdır. Türkiye Cumhuriyeti aslında Osmanlı Devleti’nin devlette devamı değildir ama millette devamıdır, kültür de devamıdır. Millet ithal etmedik ki ondan sonra (Alkışlar) Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti çok büyük bir inkılaptır, büyük bir devrimdir. Her devrim kendisinden evvel gelen iktidarları bir miktar kötülemek mecburiyetindedir. Aksi halde devrimi tutturmak mümkün olmaz. (Alkışlar) Osmanlı Devleti’nin değişik devirlerde hataları vardır. Bizim yok mu hatamız Türkiye Cumhuriyeti olarak? Bizim de var. Daha biz 78 sene, Osmanlı 624 sene (Alkışlar).
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle
Bu söylendiği zaman hepimizin tüyleri diken diken olur... Bundan gurur duyarız, seviniriz.
Balkanlarda büyük öksüz kubbeler, minareler, şadırvanlar, kervansaraylar
Bizi söyler anlatır Mimar Sinan’dan beri.
Evet oralarda yalnız insanlarımız değil, oralarda çok büyük kültür varlıklarınız halen vardır. Prizren’de Sinan Paşa Camii, Köstence’de Mahmut Paşa Camii, Besarabya’da Babalar Camii, Şumnu’da Tombul Camii, Filibe’de Büyük Cami, Tiran’ın ortasındaki büyük cami, Üsküp’te Mustafa Paşa Camii, Bosna’da Sarayova’da Gazihüsrev Bey Külliyesi ve Camii ve Mostar’da Köşkî Mustafa Paşa Camii; bunların hepsi bugün bizlerden çok büyük hatıralar olarak durmaktadır. Türkiye’nin Balkan politikası dediği zaman sadece o topraklardaki geçmişimizi değil, bıraktığımız şeyleri sadece insanları değil, bıraktığımız kültür eserlerini düşünme, Türkiye’nin Balkan Politikasının icaplarındandır. Onun içindir ki Türkiye bir Balkan Politikası, Balkan ülkeleriyle politika derken, o politikayı tanzimde o kadar rahat değildir, yani serbest değildir.
Kosova Fatihi Sultan Murad’a rehberlik ederek Yol açan Vardar,
Adını biz koymadık mı Arda, söyle başka bir adın var mı senin
Evet geliyoruz;
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır
Evlâd-ı Fatihan’a onun yadigarıdır.
Üsküp ki Şar dağında devamıydı Bursa’nın
Bir lale bahçesiyde dökülmüş temiz kanın
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir.
(Alkışlar)
Yahya Kemal’i rahmetle anıyoruz. Hicran derindedir. Kaç sene geçse, kaç nesil geçse hicran derindedir. Bundan hiç kimse yanlış bir mana çıkarmasın. Biz emperyalist falan değiliz. Sadece bu olup bitenleri bir kenara bırakamayız, bunları unutamayız da. Biz bu topraklara misafir olarak gitmedik. Misafirlik 500 sene sürmez, sürer mi?. (Alkışlar) Ama tarih böyle gelişti ve 650 yılını kutladığımız bu hadise, aslında 700. yılını kutladığımız büyük Osmanlı Devleti hadisesinin bir parçasıdır. Türkiye Cumhuriyeti aslında Osmanlı Devleti’nin devlette devamı değildir ama millette devamıdır, kültür de devamıdır. Millet ithal etmedik ki ondan sonra (Alkışlar) Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti çok büyük bir inkılaptır, büyük bir devrimdir. Her devrim kendisinden evvel gelen iktidarları bir miktar kötülemek mecburiyetindedir. Aksi halde devrimi tutturmak mümkün olmaz. (Alkışlar) Osmanlı Devleti’nin değişik devirlerde hataları vardır. Bizim yok mu hatamız Türkiye Cumhuriyeti olarak? Bizim de var. Daha biz 78 sene, Osmanlı 624 sene (Alkışlar).
Ama cumhuriyet bugün milletimiz tarafından benimsenmiş, özümsenmiş, kabul edilmiş, kucaklanmıştır. Çünkü cumhuriyetin milletimize getirdiği nimetler saymakla bitmez. Büyük Atatürk, gerçekten büyük millî savaş sonunda, milletle beraber kurtardığı bu topraklarda bir Türk devleti kurmuştur. Bu devlet uygar bir devlettir, çağdaş bir devlettir, çağın icabı odur çünkü ve cumhuriyettir. Artık hanedan ve saire yoktur. Dünyada aşağı yukarı bütün imparatorluklar bitmiştir, bizim ki de bitmiştir. Ama imparatorluk bitmiştir, fakat millet devam etmektedir. Millet bayrağını hiç bırakmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağıyla devam etmiştir ve sonsuza kadar devam edecektir. (Alkışlar)
Bu bayrağın altında toplanan ben Türküm, ben bu milletin bir parçasıyım ve bu bayrağın altına sığınıyorum diyen herkese, Türkiye Cumhuriyeti 1920’li yıllardan sonra ağuşunu açmıştır. Şimdi Anadolu’da, Bugünkü Misak-ı Millî sınırları içindeki Trakya ve Anadolu’da Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan veya başka yerlerden gelmiş bütün vatandaşlarımız, bir büyük milletin fertleri, bir büyük devletin vatandaşları, bir çağdaş devletin vatandaşları olarak hep beraber Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın ilk on büyük devletinden birisi yapmaya çalışıyoruz, hep beraber.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar’daki ya da başka yerlerdeki siyaseti buradaki başarımıza bağlıdır. Bunu ne kadar yapabilirsek, unutmamalı, eğer burada güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa, her bakımdan güçlü, ekonomik bakımdan güçlü, kültürel bakımdan güçlü, eğitim bakımından güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti varsa, zengin, imarlı, sağlam disiplinli güvenlik kuvvetlerine sahip huzur içinde yaşayan bir devlet varsa, dünyaca itibar edilen bir devlet varsa; Balkanlar’da bıraktığımız o kültürel eserler ve Balkanlar’da bıraktığımız Evlâd-ı Fatihan o kadar rahattır. Dış politikanın diğer unsuru tarih ve coğrafya ise; konjöktür ise dördüncü unsur da ülkenin gücüdür. Eğer ülkenin gücü yoksa, biraz evvel saydığım, tarihî birliktelik veya tarihî sahiplik meseleleri çözmez. Çok önemlidir fakat meseleleri çözmez.
Şimdi 1920’li yıllardan itibaren, cumhuriyetin kurulmasından itibaren görüyoruz ki bölgede geçen 80 sene zarfında çok çalkalanmalar olmuştur. Çalkalanmalar neticesinde değişen devirler olmuştur. Değişen devirlerde zarar gören orada bıraktığımız Evlâd-ı Fatihan’dır. Bakıyoruz 1923’ten itibaren Türkiye, Balkanlardaki bütün devletleri tanıyor. Çünkü büyük Atatürk diyor ki “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.”
Falih Rıfkı’dan dinledim. Atatürk’e soruyor, “İzmir’e kadar gittin. Orayı kurtardın fakat Doğduğun yer olan Selanik’i niye gitmedin?” Yani İzmir’i kurtardın Selanik’i niye kurtarmadın? Atatürk’ün cevabı şu, “Selanik’i kurtarmaya kalksaydık, İzmir’i de kaybederdik” diyor. (Alkışlar).
Bu bayrağın altında toplanan ben Türküm, ben bu milletin bir parçasıyım ve bu bayrağın altına sığınıyorum diyen herkese, Türkiye Cumhuriyeti 1920’li yıllardan sonra ağuşunu açmıştır. Şimdi Anadolu’da, Bugünkü Misak-ı Millî sınırları içindeki Trakya ve Anadolu’da Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan veya başka yerlerden gelmiş bütün vatandaşlarımız, bir büyük milletin fertleri, bir büyük devletin vatandaşları, bir çağdaş devletin vatandaşları olarak hep beraber Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın ilk on büyük devletinden birisi yapmaya çalışıyoruz, hep beraber.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkanlar’daki ya da başka yerlerdeki siyaseti buradaki başarımıza bağlıdır. Bunu ne kadar yapabilirsek, unutmamalı, eğer burada güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa, her bakımdan güçlü, ekonomik bakımdan güçlü, kültürel bakımdan güçlü, eğitim bakımından güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti varsa, zengin, imarlı, sağlam disiplinli güvenlik kuvvetlerine sahip huzur içinde yaşayan bir devlet varsa, dünyaca itibar edilen bir devlet varsa; Balkanlar’da bıraktığımız o kültürel eserler ve Balkanlar’da bıraktığımız Evlâd-ı Fatihan o kadar rahattır. Dış politikanın diğer unsuru tarih ve coğrafya ise; konjöktür ise dördüncü unsur da ülkenin gücüdür. Eğer ülkenin gücü yoksa, biraz evvel saydığım, tarihî birliktelik veya tarihî sahiplik meseleleri çözmez. Çok önemlidir fakat meseleleri çözmez.
Şimdi 1920’li yıllardan itibaren, cumhuriyetin kurulmasından itibaren görüyoruz ki bölgede geçen 80 sene zarfında çok çalkalanmalar olmuştur. Çalkalanmalar neticesinde değişen devirler olmuştur. Değişen devirlerde zarar gören orada bıraktığımız Evlâd-ı Fatihan’dır. Bakıyoruz 1923’ten itibaren Türkiye, Balkanlardaki bütün devletleri tanıyor. Çünkü büyük Atatürk diyor ki “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.”
Falih Rıfkı’dan dinledim. Atatürk’e soruyor, “İzmir’e kadar gittin. Orayı kurtardın fakat Doğduğun yer olan Selanik’i niye gitmedin?” Yani İzmir’i kurtardın Selanik’i niye kurtarmadın? Atatürk’ün cevabı şu, “Selanik’i kurtarmaya kalksaydık, İzmir’i de kaybederdik” diyor. (Alkışlar).
Bu gerçek, acı ama gerçek. Çünkü siyaset dediğimiz olay hayallere değil gerçeklere dayanıyor. Büyük Atatürk onun için devlet yönetenlere şunu söyleyecektir “Halkınızı kabil-i istifade olmayan menfaatlere, kabil-i istihsal olmayan menfaatlere yöneltmeyin” yani elde edilmesi mümkün olmayan hedeflere yöneltmeyin. O zaman macera olur. Onun içindir ki insanlar birçok acıyı içine gömüyorsa daha çok acıya katlanmamak içindir. Bugün geldiğimiz yerde geçmişimizle övünüyoruz, geçmişte yaptığımızla övünüyoruz. Dünya medeniyetine yaptığımız katkılarla övünüyoruz. Ama bir şeyle daha övüneceğiz. Şu zamana kadar cumhuriyetin başarıları arttı, bundan sonraki başarılarıyla hep beraber övüneceğiz.
Bütün bunları söyledikten sonra 1939’a kadar, Balkanlar’daki Türk siyaseti barışçı, Balkan Antantı buradan geliyor. Gelin, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, demişiz, hepinizi tanıyoruz. Çünkü Balkanlar’daki hudutları tayin benim elimden çıkmış, hatta bugünkü hudutlarımızı tayin de dahi müşkülat çekmişiz. Nitekim Lozan Antlaşması’nı yaparken Hatay’ı ve Musul Vilayeti’ni antlaşmanın dışında bırakmışız. Sonraya bırakmışız. Ama Lozan Antlaşması’nı yaparken Batı Trakya üzerindeki haklarımızı bir yerde bir miktar korumuşuz. Bunlar hepsi antlaşmalara bağlı. Ondan sonraki kısmı, bakınız, 1923-1939 arasında, 1934’teki Balkan Antantı hudutları garanti eden barışçı bir olay. Ama 1939’da yeni bir hercümerc II. Dünya Savaşı, allak bullak Balkanlar. Eğer 1945 sonrasında Balkanlar’da ulus devletlerin yerine, Yunanistan dışında hemen hemen tümü Sovyet nüfuzuna tabi ve Marksist rejimlere bağlı devletler. Yine bizim soydaşlarımız, bizim Evlâd-ı Fâtihanımız da onun içinde.
1950 sonrasında yeniden göçler ve 1960’lı yıllara geliyorsunuz. Yavaş yavaş yumuşama yıllarına giriliyor. Yavaş yavaş Helsinki’ye doğru bir gidiş var. Yavaş yavaş Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin münasebetlerinde bir yumuşama var. 1964’ten itibaren bunun adına detant dönemi diyoruz. O dönemden itibaren Bulgaristan ile Romanya ile Türkiye’nin münasebetleri daha düzgün bir hale geliyor. Gene Türk Dış Politikasının birinci hedefi, bu topraklardaki soydaşlarımızı, dindaşlarımızı yani bizden kalan insanları korumak ve kollamak olmuştur. Bu hangi nispette olur? Bu diplomasinin verdiği imkânlar nispetinde olur. Neye bağlıdır? Sizin gücünüze bağlıdır. Ama biz hem de diplomasinin imkânlarını çok iyi kullanmışızdır. Hem de elde edemeyeceğimiz kadar yeni birtakım imkânlar elde etmişizdir. Emlâk meselelerinden yarım ailelere kadar, pek çok şeyi, eğitime kadar birçok şeyi elde etmişizdir. Ama bunların hepsi tabii ki şeyi tatmin etmez. Sonra geliyoruz 1989’a burada yeni bir facia ile karşı karşıyayız. Bu ülkelerde bulunan Evlâd-ı Fatihan, Müslüman Türk azınlığı, guruplar, insanlar, yani Türkiye’ye olan merbutiyetleri devam eden bu insanlar, Türkiye ile bu ülkeler arasında köprüdür, iyi köprüdür. Çünkü bizim insanımız devletine sahip sekene olduğu için. Devlete saygıyı bilir, devleti tahrip etmez. Çok iyi vatandaştırlar her yerde. Bu teslimiyet anlamına alınmamalıdır. Belki çok iyi vatandaş olmanın bir takım zararları vardır. Yani çok yumuşak olarak anlaşılabilirler. Şu olur bu olur. Ama bizim söylediğimiz iyi köprüdürler çeşitli ülkelerle, Türkiye ile bu ülkeler arasında.
Bütün bunları söyledikten sonra 1939’a kadar, Balkanlar’daki Türk siyaseti barışçı, Balkan Antantı buradan geliyor. Gelin, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, demişiz, hepinizi tanıyoruz. Çünkü Balkanlar’daki hudutları tayin benim elimden çıkmış, hatta bugünkü hudutlarımızı tayin de dahi müşkülat çekmişiz. Nitekim Lozan Antlaşması’nı yaparken Hatay’ı ve Musul Vilayeti’ni antlaşmanın dışında bırakmışız. Sonraya bırakmışız. Ama Lozan Antlaşması’nı yaparken Batı Trakya üzerindeki haklarımızı bir yerde bir miktar korumuşuz. Bunlar hepsi antlaşmalara bağlı. Ondan sonraki kısmı, bakınız, 1923-1939 arasında, 1934’teki Balkan Antantı hudutları garanti eden barışçı bir olay. Ama 1939’da yeni bir hercümerc II. Dünya Savaşı, allak bullak Balkanlar. Eğer 1945 sonrasında Balkanlar’da ulus devletlerin yerine, Yunanistan dışında hemen hemen tümü Sovyet nüfuzuna tabi ve Marksist rejimlere bağlı devletler. Yine bizim soydaşlarımız, bizim Evlâd-ı Fâtihanımız da onun içinde.
1950 sonrasında yeniden göçler ve 1960’lı yıllara geliyorsunuz. Yavaş yavaş yumuşama yıllarına giriliyor. Yavaş yavaş Helsinki’ye doğru bir gidiş var. Yavaş yavaş Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin münasebetlerinde bir yumuşama var. 1964’ten itibaren bunun adına detant dönemi diyoruz. O dönemden itibaren Bulgaristan ile Romanya ile Türkiye’nin münasebetleri daha düzgün bir hale geliyor. Gene Türk Dış Politikasının birinci hedefi, bu topraklardaki soydaşlarımızı, dindaşlarımızı yani bizden kalan insanları korumak ve kollamak olmuştur. Bu hangi nispette olur? Bu diplomasinin verdiği imkânlar nispetinde olur. Neye bağlıdır? Sizin gücünüze bağlıdır. Ama biz hem de diplomasinin imkânlarını çok iyi kullanmışızdır. Hem de elde edemeyeceğimiz kadar yeni birtakım imkânlar elde etmişizdir. Emlâk meselelerinden yarım ailelere kadar, pek çok şeyi, eğitime kadar birçok şeyi elde etmişizdir. Ama bunların hepsi tabii ki şeyi tatmin etmez. Sonra geliyoruz 1989’a burada yeni bir facia ile karşı karşıyayız. Bu ülkelerde bulunan Evlâd-ı Fatihan, Müslüman Türk azınlığı, guruplar, insanlar, yani Türkiye’ye olan merbutiyetleri devam eden bu insanlar, Türkiye ile bu ülkeler arasında köprüdür, iyi köprüdür. Çünkü bizim insanımız devletine sahip sekene olduğu için. Devlete saygıyı bilir, devleti tahrip etmez. Çok iyi vatandaştırlar her yerde. Bu teslimiyet anlamına alınmamalıdır. Belki çok iyi vatandaş olmanın bir takım zararları vardır. Yani çok yumuşak olarak anlaşılabilirler. Şu olur bu olur. Ama bizim söylediğimiz iyi köprüdürler çeşitli ülkelerle, Türkiye ile bu ülkeler arasında.
Nihayet 1960’lı, 70’li, 80’li yıllarda Türkiye ekonomik bakımdan güçlenmiş, bu ülkelerin hepsinden çok daha ileriye gitmiş, Türkiye’nin nüfuzu artmıştır buralarda. Bu önemde ben birçok yerde ben hükümet başkanıydım ve çok defa bu ülkelere gittim geldim. En başta Türkiye’nin politikası olarak düşündüğüm şey, acaba buralarda bıraktığımız tarihî sorumluluk içinde olduğumuz oradaki kardeşlerimize daha rahat nasıl bir hayat sağlayabiliriz?
1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılması çok büyük bir tarihî hadisedir. Bunun içerisinden bağımsız devletler çıkmıştır. Bunun içerisinden, Balkanlar’da, Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyet nüfuzundan ve Marksist ideolojiden kurtulmuş ülkeler çıkmıştır. Şimdi yeniden mesele değişmiştir. 100 sene evvel, ulus devlete götüren Avrupa’daki Fransız İhtilali, bugün bir birleşik Avrupa peşine, Türkiye ve dünya takılmıştır. Birleşik Avrupa altı tane Avrupa devletinin Avrupa Ortak Pazarı’nı kurmasıyla başlamıştır. Savaş olmamalıdır artık Avrupa’da savaş olmamalıdır. Tamam Avrupa’da savaş olmamalıdır. Ama Yugoslavya’nın dağılması göstermiştir ki Balkanlar hala powder cake dir.
Bosna-Hersek’te meydana gelen facia insanlık ayıbıdır. Herkes bilsin istiyorum. Bu facia dolayısıyla Türkiye çok önemli hizmetler yapmıştır. Nihayet Türkiye imkânları nispetinde bunu yapmıştır. Ama imkânlarının azamisini kullanarak yapmıştır. Ben altı defa başbakan ve cumhurbaşkanı olarak Bosna-Hersek’e gittim. Kurşun atıldığı zamanlarda gittim. Çok sıkıntılı zamanlardı. Bizim Devletimizin diğer ricali de gitti. Askerimiz gitti, askerimiz gittiği zaman Balkanlar’da tüyler diken diken olmuştur. Yine mi Türk askeri demişlerdir. Bulgaristan yakın dostumuz ve bu dostluğu geliştirmeye gayret ediyoruz. Bizim askerimizin Bulgaristan’dan geçmesine müsaade etmediler. Onlara dedik ki bu defa fethe gitmiyoruz. (Alkışlar) Bu defa oradaki masum, mazlum insanları korumaya gidiyoruz. Bu uluslararası bir görevdir. Bunu yapmaya gidiyor Türk askeri. Nihayet anayasalarını değiştirdiler.
Bunları niye söylüyorum. Geride bıraktığımız imaj geride bıraktığımız etki bugün takip ettiğimiz dış politikamızla yakından alakası vardır. Eğer bu şartlar yakından dikkate alınmaz ise niye şu şöyle olmuyor niye bu böyle oluyor denebilir. Bugün 1989 sonrasında yeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni dünyanın farkına varmamız lazım. Birçok kere Bulgaristan’a gittim, ilk defa Deliorman’da Küplüce’ye 1994’te Jelev beni götürdü. Jelev, Bulgaristan Cumhurbaşkanı, fevkalade samimi Türk dostu, Türk bölgesinde büyümüş ayrıca ileriyi görebilen, yani düşmanlıktan bir şey çıkmayacağını, meseleyi dostluğa dökmek lazım geldiğini görebilen bir devlet adamıdır. Beni götürdü Küplüce’ye, Orada 10.000 nüfuslu bir kasaba, yüzde yüzü Müslüman Türk. Onlarla kucaklaştım, onlara söylediğim şuydu: Yeni rüzgarlar esiyor. Dikkat edin bu rüzgarlar Avrupa rüzgarlarıdır. Bölünmemiş bir Avrupa. Herkesin barış içinde yaşadığı bir Avrupa, herkesin işbirliği yaptığı bir Avrupa, demokrat bir Avrupa, herkesin zengin olduğu bir Avrupa. Bu Avrupa’yı yapacağız. Bu rüzgar bu, bu esiyor. Hürriyet olacak, adalet olacak, güvenlik olacak ve zenginlik olacak. Böyle bir Avrupa olduğu zaman hudutlar ortadan kalkıyor. İnsanlar serbestçe dolaşabilecek, mallar serbestçe dolaşabilecek, sermaye serbestçe dolaşabilecek, fikirler serbestçe dolaşabilecek, hizmetler dolaşabilecek. Böyle bir Avrupa’ya gidiliyor.
1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılması çok büyük bir tarihî hadisedir. Bunun içerisinden bağımsız devletler çıkmıştır. Bunun içerisinden, Balkanlar’da, Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyet nüfuzundan ve Marksist ideolojiden kurtulmuş ülkeler çıkmıştır. Şimdi yeniden mesele değişmiştir. 100 sene evvel, ulus devlete götüren Avrupa’daki Fransız İhtilali, bugün bir birleşik Avrupa peşine, Türkiye ve dünya takılmıştır. Birleşik Avrupa altı tane Avrupa devletinin Avrupa Ortak Pazarı’nı kurmasıyla başlamıştır. Savaş olmamalıdır artık Avrupa’da savaş olmamalıdır. Tamam Avrupa’da savaş olmamalıdır. Ama Yugoslavya’nın dağılması göstermiştir ki Balkanlar hala powder cake dir.
Bosna-Hersek’te meydana gelen facia insanlık ayıbıdır. Herkes bilsin istiyorum. Bu facia dolayısıyla Türkiye çok önemli hizmetler yapmıştır. Nihayet Türkiye imkânları nispetinde bunu yapmıştır. Ama imkânlarının azamisini kullanarak yapmıştır. Ben altı defa başbakan ve cumhurbaşkanı olarak Bosna-Hersek’e gittim. Kurşun atıldığı zamanlarda gittim. Çok sıkıntılı zamanlardı. Bizim Devletimizin diğer ricali de gitti. Askerimiz gitti, askerimiz gittiği zaman Balkanlar’da tüyler diken diken olmuştur. Yine mi Türk askeri demişlerdir. Bulgaristan yakın dostumuz ve bu dostluğu geliştirmeye gayret ediyoruz. Bizim askerimizin Bulgaristan’dan geçmesine müsaade etmediler. Onlara dedik ki bu defa fethe gitmiyoruz. (Alkışlar) Bu defa oradaki masum, mazlum insanları korumaya gidiyoruz. Bu uluslararası bir görevdir. Bunu yapmaya gidiyor Türk askeri. Nihayet anayasalarını değiştirdiler.
Bunları niye söylüyorum. Geride bıraktığımız imaj geride bıraktığımız etki bugün takip ettiğimiz dış politikamızla yakından alakası vardır. Eğer bu şartlar yakından dikkate alınmaz ise niye şu şöyle olmuyor niye bu böyle oluyor denebilir. Bugün 1989 sonrasında yeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni dünyanın farkına varmamız lazım. Birçok kere Bulgaristan’a gittim, ilk defa Deliorman’da Küplüce’ye 1994’te Jelev beni götürdü. Jelev, Bulgaristan Cumhurbaşkanı, fevkalade samimi Türk dostu, Türk bölgesinde büyümüş ayrıca ileriyi görebilen, yani düşmanlıktan bir şey çıkmayacağını, meseleyi dostluğa dökmek lazım geldiğini görebilen bir devlet adamıdır. Beni götürdü Küplüce’ye, Orada 10.000 nüfuslu bir kasaba, yüzde yüzü Müslüman Türk. Onlarla kucaklaştım, onlara söylediğim şuydu: Yeni rüzgarlar esiyor. Dikkat edin bu rüzgarlar Avrupa rüzgarlarıdır. Bölünmemiş bir Avrupa. Herkesin barış içinde yaşadığı bir Avrupa, herkesin işbirliği yaptığı bir Avrupa, demokrat bir Avrupa, herkesin zengin olduğu bir Avrupa. Bu Avrupa’yı yapacağız. Bu rüzgar bu, bu esiyor. Hürriyet olacak, adalet olacak, güvenlik olacak ve zenginlik olacak. Böyle bir Avrupa olduğu zaman hudutlar ortadan kalkıyor. İnsanlar serbestçe dolaşabilecek, mallar serbestçe dolaşabilecek, sermaye serbestçe dolaşabilecek, fikirler serbestçe dolaşabilecek, hizmetler dolaşabilecek. Böyle bir Avrupa’ya gidiliyor.
Eğer bu Avrupa’ya yaklaşırsa Balkanlar, o zaman Balkanlar’daki Evlâd-ı Fatihan olan Türkler o ülkenin tam hakla vatandaşı olacak, yalnızca o ülkenin değil Avrupa’nın vatandaşı olacak. Bu ülkeler Avrupa’nın üyesi haline gelirlerse onların hepsi Avrupa vatandaşı olacak. Bulgar aslından gelmiş, Makedon aslından gelmiş, Yunan aslından gelmiş veya Arnavut aslından gelmiş farklar ortadan kalkacak, kavga ortadan kalkacak. Onun için oradaki soydaş ve dindaşlarımıza onu dedim. Burada oturmanızla Kastamonu’da oturmanız arasında bir fark kalmayacak, gideceksiniz, geleceksiniz.
İlk defa 1994’te Sofya’da Jelev ile birlikte Bulgar basınının önünde toplantı yaparken, söylediğimiz şey şuydu. Bulgaristan hududunda Hamzabey diye bir kapı açıldı. Ben dedim ki kapıyı açalım hududu da kaldıralım, herkes rahat rahat gitsin dedim. (Alkışlar) Benim dediğimi hemen Jelev anladı. Bulgar gazetecileri ona sual sordular. Yani bu politikadan hoşnutsuz bir sual sordular. Türkiye ile Bulgaristan’ın böyle çok yaklaşmasından rahatsız bir sual sordular. O gazetecilere dedi ki “Siz ne diyorsunuz, şurada 12 milyon nüfuslu bir İstanbul var. İçinde ne var biliyor musunuz? İçinde bilim var, sanat var, sanayi var, içinde her şey var. Hiç başka bir yere gitmeye lüzum yok. Eğer bu gelen devrin ne anlama geldiğini anlarsanız bu İstanbul’dan bu Türkiye’den çok daha yararlanırsanız, onlar sizden değil...! Karşılıklı menfaatlerde anlaşılabildiği yerde barış olur, yoksa bir taraf bir tarafı sömürüyorsa barış olmaz, buyurun Türkiye size ne teklif ediyor, ne kadar büyük bir imkân teklif ediyor. Bunlar anlaşılacaktır önümüzdeki zaman içinde”
Burada size bir şey daha söylemek istiyorum. Hoşgörü dediğimiz olay. Biraz evvel izah ettim ki 167 yıl Macaristan’da kalmışız. 1526 Mohaç Meydan Muharebesi, 1566 Zigetvar Meydan Muharebesi 40 sene sonra. Padişah Kanuni Sultan Süleyman ikisinde de padişah ve 46 sene padişahlığı var. Zigetvar Kalesi’nin zabtedildiğini, yani kendi kumandanının eza, cefaya maruz kaldığını duyan padişah 71 yaşında, “Hazırlayın arabayı Zigetvar’a gidiyorum.” 3000 kilometre, 103 gün gidiyor. Kumandanının intikamını almaya, kalesini geri almaya gidiyor. Devlet bu işte, Devlet bu...! (Alkışlar) Evet, oraya gidiyor kaleyi teslim almaya iki saat kala ruhunu teslim ediyor ama kaleyi alıyorlar. İç organları oradadır, aynen Murad Hüdavendigar’ın iç organlarının Kosova’da olduğu gibi onunki de ordadır. Aradan kaç sene geçiyor? 1566’dan bugüne 300 sene sonra 1998 senesinde biz orada Kanuni Sultan Süleyman’ın büstünü diktik. Olur mu böyle şey? Yani o toprakları 167 sene işgal ve idare etmiş yabancı bir kumandanın, yabancı bir hükümdarın büstünün dikilmesine razı oldu Macaristan. Niçin çünkü tarihten husumet çıkardığınız takdirde barış olmaz. Tarihten husumet çıkarmayacaksınız, tarihten ders çıkaracaksınız ders...! (Alkışlar) Olmuş kötü şeyleri unutalım mı? Hayır efendim unutmayın, onları içinizde tutun. Ama onlar yeni düşmanlıklara sebep olmasın. Macar hükümetinin Macar Parlamentosu’nun ve halkının âlicenaplığını övüyorum.
Bir şey daha söyleyeyim; Belgrad’da Kalemeydan var. Tuna ile Sava’nın birleştiği yerin üzerinde tepenin üzerinde bir meydan var. Orada bir Türbe var. Sörözlü Ali Paşa’nın türbesi. Söröz Bursa’nın Orhangazi’ye bağlı bir köyüdür. Oraya gittim, yanımda Yugoslavya’nın 1970’teki başbakanı var Vbiçiç. Baktım türbenin camları kırık. Ama türbenin aynen İstanbul türbelerinde olduğu gibi demir çerçeveleri var. Dedim ki biz burayı tamir ettirelim. Bana dedi ki, “Bizim Kültür Bakanlığımızın kafi tahsisatı var, ama buraya cam dayanmıyor. Çünkü burdaki halk geliyor, buraya para atıyor.” Hıristiyan halk Ali Paşa’nın türbesine para atıyor. Bizde bıraktığınız izlenim bu. Osmanlı paşasının türbesine Hıristiyan Sırp halkı medet umarak para atıyor.
Bence bunu iyi değerlendirmeden Türkiye’nin Balkan politikasını doğru olarak çizmek mümkün değildir. Yani şunu demek istiyorum. 1600 sene aynı eksende Anadolu ve Rumeli beraber yaşamıştır. Bizans ve arkasından gelen Osmanlı beraber yaşamıştır. Ayrı ayrı devletlerdir vesaire. Birisinin üzerine diğeri yaşamıştır. Biri birini tahrip etmemiştir. Onu korumuştur. Osmanlı kendisinden evvel gelen Bizans medeniyetini tahrip etseydi Ayasofya olmazdı burada...! Etmemiştir onu korumuştur burada. Benim milletim uygarlığa büyük armağanlarda bulunmuştur. Balkanlar’da da etmemiştir, medeniyetleri tahrip etmemiştir. Kendisinden evvel gelen medeniyetleri tahrip etmemiştir.
İlk defa 1994’te Sofya’da Jelev ile birlikte Bulgar basınının önünde toplantı yaparken, söylediğimiz şey şuydu. Bulgaristan hududunda Hamzabey diye bir kapı açıldı. Ben dedim ki kapıyı açalım hududu da kaldıralım, herkes rahat rahat gitsin dedim. (Alkışlar) Benim dediğimi hemen Jelev anladı. Bulgar gazetecileri ona sual sordular. Yani bu politikadan hoşnutsuz bir sual sordular. Türkiye ile Bulgaristan’ın böyle çok yaklaşmasından rahatsız bir sual sordular. O gazetecilere dedi ki “Siz ne diyorsunuz, şurada 12 milyon nüfuslu bir İstanbul var. İçinde ne var biliyor musunuz? İçinde bilim var, sanat var, sanayi var, içinde her şey var. Hiç başka bir yere gitmeye lüzum yok. Eğer bu gelen devrin ne anlama geldiğini anlarsanız bu İstanbul’dan bu Türkiye’den çok daha yararlanırsanız, onlar sizden değil...! Karşılıklı menfaatlerde anlaşılabildiği yerde barış olur, yoksa bir taraf bir tarafı sömürüyorsa barış olmaz, buyurun Türkiye size ne teklif ediyor, ne kadar büyük bir imkân teklif ediyor. Bunlar anlaşılacaktır önümüzdeki zaman içinde”
Burada size bir şey daha söylemek istiyorum. Hoşgörü dediğimiz olay. Biraz evvel izah ettim ki 167 yıl Macaristan’da kalmışız. 1526 Mohaç Meydan Muharebesi, 1566 Zigetvar Meydan Muharebesi 40 sene sonra. Padişah Kanuni Sultan Süleyman ikisinde de padişah ve 46 sene padişahlığı var. Zigetvar Kalesi’nin zabtedildiğini, yani kendi kumandanının eza, cefaya maruz kaldığını duyan padişah 71 yaşında, “Hazırlayın arabayı Zigetvar’a gidiyorum.” 3000 kilometre, 103 gün gidiyor. Kumandanının intikamını almaya, kalesini geri almaya gidiyor. Devlet bu işte, Devlet bu...! (Alkışlar) Evet, oraya gidiyor kaleyi teslim almaya iki saat kala ruhunu teslim ediyor ama kaleyi alıyorlar. İç organları oradadır, aynen Murad Hüdavendigar’ın iç organlarının Kosova’da olduğu gibi onunki de ordadır. Aradan kaç sene geçiyor? 1566’dan bugüne 300 sene sonra 1998 senesinde biz orada Kanuni Sultan Süleyman’ın büstünü diktik. Olur mu böyle şey? Yani o toprakları 167 sene işgal ve idare etmiş yabancı bir kumandanın, yabancı bir hükümdarın büstünün dikilmesine razı oldu Macaristan. Niçin çünkü tarihten husumet çıkardığınız takdirde barış olmaz. Tarihten husumet çıkarmayacaksınız, tarihten ders çıkaracaksınız ders...! (Alkışlar) Olmuş kötü şeyleri unutalım mı? Hayır efendim unutmayın, onları içinizde tutun. Ama onlar yeni düşmanlıklara sebep olmasın. Macar hükümetinin Macar Parlamentosu’nun ve halkının âlicenaplığını övüyorum.
Bir şey daha söyleyeyim; Belgrad’da Kalemeydan var. Tuna ile Sava’nın birleştiği yerin üzerinde tepenin üzerinde bir meydan var. Orada bir Türbe var. Sörözlü Ali Paşa’nın türbesi. Söröz Bursa’nın Orhangazi’ye bağlı bir köyüdür. Oraya gittim, yanımda Yugoslavya’nın 1970’teki başbakanı var Vbiçiç. Baktım türbenin camları kırık. Ama türbenin aynen İstanbul türbelerinde olduğu gibi demir çerçeveleri var. Dedim ki biz burayı tamir ettirelim. Bana dedi ki, “Bizim Kültür Bakanlığımızın kafi tahsisatı var, ama buraya cam dayanmıyor. Çünkü burdaki halk geliyor, buraya para atıyor.” Hıristiyan halk Ali Paşa’nın türbesine para atıyor. Bizde bıraktığınız izlenim bu. Osmanlı paşasının türbesine Hıristiyan Sırp halkı medet umarak para atıyor.
Bence bunu iyi değerlendirmeden Türkiye’nin Balkan politikasını doğru olarak çizmek mümkün değildir. Yani şunu demek istiyorum. 1600 sene aynı eksende Anadolu ve Rumeli beraber yaşamıştır. Bizans ve arkasından gelen Osmanlı beraber yaşamıştır. Ayrı ayrı devletlerdir vesaire. Birisinin üzerine diğeri yaşamıştır. Biri birini tahrip etmemiştir. Onu korumuştur. Osmanlı kendisinden evvel gelen Bizans medeniyetini tahrip etseydi Ayasofya olmazdı burada...! Etmemiştir onu korumuştur burada. Benim milletim uygarlığa büyük armağanlarda bulunmuştur. Balkanlar’da da etmemiştir, medeniyetleri tahrip etmemiştir. Kendisinden evvel gelen medeniyetleri tahrip etmemiştir.
Bugün nereye geldik? Türkiye ve Balkan ülkelerinin hepsi Avrupa’nın parçası olacaktır. Umarız ki Bosna-Hersek’te, umarız ki Kosova’da meydana gelen olaylar bir devamlı çözüme kavuşur. Eğer Balkanlar ve Türkiye, NATO’nun üyesi ve Avrupa Birliği’nin üyesi olursa, münasebetler bundan 10 sene 20 sene evvel olandan çok daha güzel olacaktır. O istikamette güzel adımlar atılmıştır. Marksist ekonomiden piyasa ekonomisine geçen Romanya ve piyasa ekonomisine geçen Bulgaristan’da ve piyasa ekonomisine geçen diğer ülkelerde pek çok Türk işadamı oralarda, özelleştirmeden çok büyük fabrikalar aldılar. Bir kısmının açılışlarında ben de bulundum. Bir taraftan oralarda tesisler kurmaya gittiler ve umuyorum ki önümüzdeki yıllarda bu daha da artarak gelişerek devam edecektir. Türkiye’nin şartları geliştikçe daha da çok gelişecektir.
Bütün Rumeli’de aşağı yukarı tamamen tarım sektöründe çalışan bizim soydaşlarımız, bizim bıraktığımız insanlar daha rahat iş imkânı bulmaya çalışacaklardır, bulmaya gayret edeceklerdir. Biz Batı Trakya’da ye Bulgaristan’da mümkün olduğu kadar göçü önlemeye çalıştık, mümkün olduğu mümkün olduğu kadar. Sebebi de şudur; dünyanın bin hali var, boşaltmayın buraları, boşaltmayalım. (Alkışlar) Bu, Tekrar geleceğiz manasına değil. Bu kadar sene yaşadığınız bu topraklar sizin topraklarınız bunlar. Yani siz orada misafir değildiniz buralar kendi topraklarınız. Bakın, dünya değişiyor, dünya değiştikçe yarın siz o ülkelerde tam vatandaş eşit haklara sahip vatandaş olduğunuz takdirde ne kadar doğru bir politika takip ettiğimizin farkına varılıyor. Bütün Balkan ülkeleriyle Türkiye’nin iyi münasebetleri vardır. Umarım ki Yugoslavya daha düzgün hale gelir. Yugoslavyasız yani Sırp ve Karadağlıları içine almayan bir Balkan siyaseti olmaz.
Büyük Arnavutluk, Büyük Sırbistan, Büyük Hırvatistan ve Büyük Bulgaristan, bunların hepsi yanlıştır. (Alkışlar) Belçika Başbakanlığını uzun süre yapmış olan Tindeman bana geldi dedi ki, “Bu Osmanlı buraları 500 sene nasıl idare etti” dedi. Ben dedim ki “Herkes toprağından emindi, kimsenin hudut kavgası yoktu, herkes güvenlik ve rahat içindeydi. Osmanlı adildi. Adildi, daha önceki idareler gibi değildi. Zulüm yoktu, işkence ve zorbalık yoktu. Çünkü Osmanlı Devleti’nin temelinde adalet mülkün temelidir yazıyor. Kuran-ı Kerim’de Nisa Suresi’nde ‘İnsanlar arasında hükmedeceğiniz zaman adaletle hükmedin adaletle’ yazmaktadır.” (Alkışlar)
Günümüzde Türkiye ile Balkanlar arasındaki münasebetler fevkalade iyidir ve bu münasebetler zaman içerisinde daha iyi olacaktır. Türkiye zaten iyi niyetli bir ülkedir. Neden iyi niyetlidir? Türkiye büyük devlettir de ondan. (Alkışlar) Büyüklüğün şanı var da ondan. Unutamadığım bir şeyi söyleyeceğim. 1995’te Kırklareli Kampı’na gittim. Bosna-Hersek’ten gelmiş 18.000 dindaşımız, soydaşımız vardı. Oradaki insanların Türkiye’ye karşı ne kadar çok minnet içerisinde olduğunu gördüm. 70-80 yaşında insanlar, 5-10 yaşında çocuklar hepsi dahil. Kırklareli halkı onları nasıl kucaklamıştı, Türkiye onları nasıl kucaklamıştı bir âlicenaplıktı. 1999’da Üsküp’e gittim, otobüs kalkıyor. Kosova’dan intikal etmiş göçmenler, Üsküp’teki bir kamptan, Üsküp’e 8 km. yakın bir kamptan kalkıyor. Nereye gidiyor bu otobüs dedim? İstanbul’a dediler. Yani orada ne zaman bir çalkantı olsa şemsiye Türkiye’dir. (Alkışlar, Bravo sesleri)
Balkanlar’da bir büyük hadiseyi daha söyleyeyim. 1989’de Edirne istasyonunda her tren 1000 kişiyi getiriyordu. Gelen herkesin elinde bir bohça, aynen 1912’nin İstanbul’u gibi. Jivkov: “Bulgaristan’da kalan Türkler, Bulgaristan ile Türkiye arasında bir köprüdür” diye bana on defa söyledi. Ben de kendisine söyledim. Ama bir gün karar verdi ki 285.000 Türk’ü oradan çıkarıyor. Her gün Türkiye’ye 3.500 kişi geliyor. Aşağı yukarı 250.000-300.000 kişi geldi. O manzara bir vahşet manzarasıydı. 1989 altını çizin...!
1990’dan itibaren Balkanlar’da siyasî durum değişti Jivkov düştü. Yeni idare geldi, başlangıçta yeni idare çekingendi. Daha sonra 1995’te Türkler kendi partilerini kurdular ve yavaş yavaş parlamentoya falan girdiler. Dün sürülüp çıkarılan Türkler orada adı geçer hale geldiler. Bu ne kadar devam edecek diye dikkatlice baktık ve rahatsız etmemek için de çok fazla müdahil olmadık. Ama oradaki arkadaşlarımız çok akıllıca götürdüler işi, gayet akıllıca götürdüler.
2001 yılında Bulgaristan’a gittim. Resmî bir görev değil ama bir başka görevim vardı. 59 sene evvel 6 yaşındayken ülkesinden çıkarılan Bulgar Kralı, ülkesine geri dönmüştü. Bakın dünyanın kaç hali var, bin hali var. Seçime girmeye hazırlanıyordu. Onlarla konuştum. Bizim oradaki soydaşlarımızın temsilcileriyle konuştum. Seçim neticesinde eski Kral Simeon seçimde 120 üyelik aldı. Pek yetmiyor ama Hükümet olmaya, ancak kıt kanaat yetiyor. Ama oradaki Türk partisi de 21 üye aldı veyahut 24 üyelik aldı.
Düşünebiliyor musunuz 1989’da her gün 3.500 kişi yerinden yurdundan, toprağından kovulan Türkler, 2001 yılında Bulgaristan’da hükümete dahil düşünebiliyor musunuz? Alkışlayalım. (Alkışlar) Bu masada onların mümessili var gurur verici bir olay. (Alkışlar) Bu masada Batı Trakya’daki soydaşlarımızın haklarını her şart altında kahramanca savunan rahmetli Sadık Ahmet’in ve aynı şekilde ve aynı şekilde kavgayı yürüten muhterem eşleri Işık Ahmet var. (Alkışlar) Bu masada Makedonya’daki kardeşlerimizin mümessili var alkışlayın. (Alkışlar)
Unuttuğum kimse var mı? (Kosova var sesleri...) Kosova...! 1999’da gittiğim Kosova’da Mamuşa köyünde, Mamüşa %100’üyle bir Türk köyüdür. Prizren’de Priştina’da, oradaki 100 sene geçtikten sonra dahi, oradaki soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın ne kadar Türkiye’ye bağlı olduğunu gördüm. Bu gerçekten övünülecek bir şeydir. Kosova’nın kahramanlık mücadelesinde benim soydaşlarımınki 150.000 kişiye yakındır. Resmi kaynaklar öyle göstermese de 150.000 kişi vardır. Hem Kosova için, hem Makedonya için, hem Bulgaristan için hem Batı Trakya için, hem tüm Balkanlar’daki Evlâd-ı Fatihan için alkış istiyorum. (Alkışlar)
Hepinizi saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. (Alkışlar).
Bütün Rumeli’de aşağı yukarı tamamen tarım sektöründe çalışan bizim soydaşlarımız, bizim bıraktığımız insanlar daha rahat iş imkânı bulmaya çalışacaklardır, bulmaya gayret edeceklerdir. Biz Batı Trakya’da ye Bulgaristan’da mümkün olduğu kadar göçü önlemeye çalıştık, mümkün olduğu mümkün olduğu kadar. Sebebi de şudur; dünyanın bin hali var, boşaltmayın buraları, boşaltmayalım. (Alkışlar) Bu, Tekrar geleceğiz manasına değil. Bu kadar sene yaşadığınız bu topraklar sizin topraklarınız bunlar. Yani siz orada misafir değildiniz buralar kendi topraklarınız. Bakın, dünya değişiyor, dünya değiştikçe yarın siz o ülkelerde tam vatandaş eşit haklara sahip vatandaş olduğunuz takdirde ne kadar doğru bir politika takip ettiğimizin farkına varılıyor. Bütün Balkan ülkeleriyle Türkiye’nin iyi münasebetleri vardır. Umarım ki Yugoslavya daha düzgün hale gelir. Yugoslavyasız yani Sırp ve Karadağlıları içine almayan bir Balkan siyaseti olmaz.
Büyük Arnavutluk, Büyük Sırbistan, Büyük Hırvatistan ve Büyük Bulgaristan, bunların hepsi yanlıştır. (Alkışlar) Belçika Başbakanlığını uzun süre yapmış olan Tindeman bana geldi dedi ki, “Bu Osmanlı buraları 500 sene nasıl idare etti” dedi. Ben dedim ki “Herkes toprağından emindi, kimsenin hudut kavgası yoktu, herkes güvenlik ve rahat içindeydi. Osmanlı adildi. Adildi, daha önceki idareler gibi değildi. Zulüm yoktu, işkence ve zorbalık yoktu. Çünkü Osmanlı Devleti’nin temelinde adalet mülkün temelidir yazıyor. Kuran-ı Kerim’de Nisa Suresi’nde ‘İnsanlar arasında hükmedeceğiniz zaman adaletle hükmedin adaletle’ yazmaktadır.” (Alkışlar)
Günümüzde Türkiye ile Balkanlar arasındaki münasebetler fevkalade iyidir ve bu münasebetler zaman içerisinde daha iyi olacaktır. Türkiye zaten iyi niyetli bir ülkedir. Neden iyi niyetlidir? Türkiye büyük devlettir de ondan. (Alkışlar) Büyüklüğün şanı var da ondan. Unutamadığım bir şeyi söyleyeceğim. 1995’te Kırklareli Kampı’na gittim. Bosna-Hersek’ten gelmiş 18.000 dindaşımız, soydaşımız vardı. Oradaki insanların Türkiye’ye karşı ne kadar çok minnet içerisinde olduğunu gördüm. 70-80 yaşında insanlar, 5-10 yaşında çocuklar hepsi dahil. Kırklareli halkı onları nasıl kucaklamıştı, Türkiye onları nasıl kucaklamıştı bir âlicenaplıktı. 1999’da Üsküp’e gittim, otobüs kalkıyor. Kosova’dan intikal etmiş göçmenler, Üsküp’teki bir kamptan, Üsküp’e 8 km. yakın bir kamptan kalkıyor. Nereye gidiyor bu otobüs dedim? İstanbul’a dediler. Yani orada ne zaman bir çalkantı olsa şemsiye Türkiye’dir. (Alkışlar, Bravo sesleri)
Balkanlar’da bir büyük hadiseyi daha söyleyeyim. 1989’de Edirne istasyonunda her tren 1000 kişiyi getiriyordu. Gelen herkesin elinde bir bohça, aynen 1912’nin İstanbul’u gibi. Jivkov: “Bulgaristan’da kalan Türkler, Bulgaristan ile Türkiye arasında bir köprüdür” diye bana on defa söyledi. Ben de kendisine söyledim. Ama bir gün karar verdi ki 285.000 Türk’ü oradan çıkarıyor. Her gün Türkiye’ye 3.500 kişi geliyor. Aşağı yukarı 250.000-300.000 kişi geldi. O manzara bir vahşet manzarasıydı. 1989 altını çizin...!
1990’dan itibaren Balkanlar’da siyasî durum değişti Jivkov düştü. Yeni idare geldi, başlangıçta yeni idare çekingendi. Daha sonra 1995’te Türkler kendi partilerini kurdular ve yavaş yavaş parlamentoya falan girdiler. Dün sürülüp çıkarılan Türkler orada adı geçer hale geldiler. Bu ne kadar devam edecek diye dikkatlice baktık ve rahatsız etmemek için de çok fazla müdahil olmadık. Ama oradaki arkadaşlarımız çok akıllıca götürdüler işi, gayet akıllıca götürdüler.
2001 yılında Bulgaristan’a gittim. Resmî bir görev değil ama bir başka görevim vardı. 59 sene evvel 6 yaşındayken ülkesinden çıkarılan Bulgar Kralı, ülkesine geri dönmüştü. Bakın dünyanın kaç hali var, bin hali var. Seçime girmeye hazırlanıyordu. Onlarla konuştum. Bizim oradaki soydaşlarımızın temsilcileriyle konuştum. Seçim neticesinde eski Kral Simeon seçimde 120 üyelik aldı. Pek yetmiyor ama Hükümet olmaya, ancak kıt kanaat yetiyor. Ama oradaki Türk partisi de 21 üye aldı veyahut 24 üyelik aldı.
Düşünebiliyor musunuz 1989’da her gün 3.500 kişi yerinden yurdundan, toprağından kovulan Türkler, 2001 yılında Bulgaristan’da hükümete dahil düşünebiliyor musunuz? Alkışlayalım. (Alkışlar) Bu masada onların mümessili var gurur verici bir olay. (Alkışlar) Bu masada Batı Trakya’daki soydaşlarımızın haklarını her şart altında kahramanca savunan rahmetli Sadık Ahmet’in ve aynı şekilde ve aynı şekilde kavgayı yürüten muhterem eşleri Işık Ahmet var. (Alkışlar) Bu masada Makedonya’daki kardeşlerimizin mümessili var alkışlayın. (Alkışlar)
Unuttuğum kimse var mı? (Kosova var sesleri...) Kosova...! 1999’da gittiğim Kosova’da Mamuşa köyünde, Mamüşa %100’üyle bir Türk köyüdür. Prizren’de Priştina’da, oradaki 100 sene geçtikten sonra dahi, oradaki soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın ne kadar Türkiye’ye bağlı olduğunu gördüm. Bu gerçekten övünülecek bir şeydir. Kosova’nın kahramanlık mücadelesinde benim soydaşlarımınki 150.000 kişiye yakındır. Resmi kaynaklar öyle göstermese de 150.000 kişi vardır. Hem Kosova için, hem Makedonya için, hem Bulgaristan için hem Batı Trakya için, hem tüm Balkanlar’daki Evlâd-ı Fatihan için alkış istiyorum. (Alkışlar)
Hepinizi saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. (Alkışlar).
Oturum Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal:
Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Valim, 650. yıl Düzenleme Komitesi’nin, Düzenleyici kuruluşların değerli temsilcileri, Kıymetli misafirler, Sayın Basın mensupları oturumumuza başlarken hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. (Alkışlar)
Tabii Sayın Cumhurbaşkanımızdan sonra söz söyleyebilmenin ne kadar zor olduğunu ben bu kürsüde daha iyi hissediyorum ve daha iyi anlıyorum. Efendim sayın cumhurbaşkanımız engin bilgi ve tecrübeleriyle adeta tarihi bir resm-i geçit gibi gözlerimizin önünden geçirdiler. Bizi Balkanlar’da dolaşmadık bir nokta bırakmayacak şekilde bizleri dolaştırdılar, tarihi dolaştırdılar. Kendilerine şükran duygularımı ifade ediyorum. (Alkışlar)
Seccade serme hadisesinin 650. yıldönümü. Aslında içimden gelen bir ifadeyi, duyguyu, düşünceyi burada belirtmek zorundayım. Arkada bulunan tablo çok anlamlı bir tablodur. Ben şahsen o tabloya sırtımı dönüp oturmak zorunda olduğumdan duyduğum üzüntüyü ifade etmek istiyorum. (Alkışlar)
Rumeli’ye çıkış ve fetih, sadece kılıç gücüyle başarılmış bir şey değil, Osmanlı halkla, ahali ile savaşmamış, derebeyilerle ve senyörler ile karşı karşıya gelmiştir. Osmanlı o çağlara göre oldukça ileri bir anlayışı toprak sistemini vakıf ve insan haklarını getirdiği için Avrupa içlerine kadar yayılabilmiştir. Bu yayılmada müesseselerin üstünlüğü en önemli rolü taşır.
650. yıldönümünde, burada yapılmakta olan toplantılar, müzik şölenleri, bütün bu faaliyetlerin asıl amacı bana göre Balkanlar’da istikrara huzura, barışa sosyal ve ekonomik işbirliğine ve daha da önemlisi karşılıklı hoşgörüye katkıda bulunmak ve bu güzel mesajı Balkanlar’a yayabilmektir. Çok etnikli ve çok kültürlü Avrupa gerçeği içinde Balkanlar’ın gerçek yerini tayin etmek, uluslararası anlaşma ve şartlara uymak, bazı orta Avrupa ve Balkan ülkelerinden beklenmesi gereken bir davranıştır ve bugünkü uluslararası siyasî konjonktüre de uygundur. Bugün Avrupa’da Osmanlı’nın uzun yıllar örnek gösterilen hoşgörüsünü maalesef yer yer görememekteyiz. Günümüzde soydaşlarımız ve Osmanlı’nın bize kültürel emaneti olan bazı akraba topluluklarımız, üyesi oldukları millî devletlerin uyumlu birer vatandaşları olmalarına ve ayrı birer hükümranlık talepleri hiçbir zaman bulunmamalarına rağmen, hak etmedikleri insan hakları ihlalleri ile karşılaştıkları görülmektedir. Bizi üzen bu ihlal ve kötü muamelelerin bazı Müslüman kardeşlerimiz tarafından da yapılmış olmasıdır. Türkiye ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi, yüzyıllardır varolan Türk kimliğine, kültürel eserlerimize, kültür mirasımıza ve Türkçe’ye saygıdan geçer. Sayın cumhurbaşkanımızın ifade buyurdukları gibi biz oralarda misafir olarak bulunmadık ve bugün de oralarda misafir değiliz.
Tarihten husumet değil ama zannediyorum ders çıkarmanın en uygun bir yol ve çare olduğunu düşünüyorum. Aslında her bir millîyetin, her ayrı etnisitenin ve etnikliğin ayrı bir devlet olmak zorunluluğu yoktur. Balkanlar’da barış ve işbirliği ortamı dünya barışına da bir katkıdır. Balkan yönetimlerine zannediyorum bugün özellikle bazılarına(!) çok önemli görevler düşmektedir. Özellikle değişen Avrupa gerçeği içinde, değişen ve birleşen Avrupa gerçeği içinde. Bu düşünce ve anlayışla hepinizi tekrar saygı ile selamlıyorum ve açık oturumumuza sayın cumhurbaşkanımın müsaadeleriyle geçmek istiyorum. İlk konuşmayı Kosova Türk Demokratik Birliği Partisi Genel Sekreteri Sn. Ercan Şpat yapacaklar söz kendilerinin tekrar saygılar sunuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder