29 Ekim 2020 Perşembe

İhsan Fazlıoğlu'nun kaleminden: Türk Tarihini yenmek

 Türk ta­rih bi­lin­ci­nin eş­lik et­me­di­ği, me­de­ni­yet men­su­bi­ye­ti bu­lun­ma­yan ki­şi­le­rin üret­ti­ği çö­züm­ler ya Sü­mer ta­pı­nak­la­rı­nın deh­liz­le­rin­de kal­ma­ya ya da Ma­lez­ya so­kak­la­rı­nın ka­na­li­zas­yon­la­rın­da ak­ma­ya mah­kum­dur.



S-ÖZ, ki­şi­nin -öz’ünü dı­şa­vu­ran bir ey­lem ise, öy­le s-öz­ler var­dır ki, -öz’ü, es­ki­le­rin de­yi­şiy­le, “muh­ta­sar ve mü­fit” bi­çim­de, do­lan­dır­ma­dan, di­le ge­ti­rir­ler. De­mek is­te­ni­le­ni, ya­ni ma­na­yı/an­la­mı do­lan­dır­mak, ren­gi ne olur­sa ol­sun, ce­ha­le­tin bir so­nu­cu­dur. Do­lan­mak, do­la­yı­sıy­la do­lan­dır­mak, bil­gi da­ğar­cı­ğın­da bi­lin­me­yen­le­ri bi­li­nen­ler­den ar­tık bi­rey­ler için ge­çer­li­dir. İlim ol­dur ki, bi­li­nen­le­ri, bi­lin­me­ye­ni ve­re­cek bi­çim­de dü­zen­le­me­nin so­nu­cun­da hâ­sıl olur. Ni­te­kim te­fek­kür söz­cü­ğü­nün ter­tip et­me, ya­ni dü­zen­le­me, sı­ra­ya koy­ma an­la­mı­na gel­me­si iş bu ne­den­le­dir. B-il­gi de, bi­li­nen­ler ara­sın­da­ki be­lir­li -il­gi­le­ri kur­ma ve ‘-b’ har­fi­nin işa­ret et­ti­ği üze­re bir-ara-ya ge­tir­me, kav­ra­ma işi­dir. Kav­ram, çok­la­rı bir­leş­ti­rir; çok­lu­ğu bir­li­ğe dö­nüş­tü­rür; kav­ra­mın özü de çok­la­rı o bir-kı­lan özel­lik­tir; man­tı­kî bir te­rim­le ayrım­dır.
 
Dü­şün­ce, bir kav­ram ma­te­ma­ti­ği­dir. Na­sıl ki, ma­te­ma­tik­te for­mül, ba­ğın­tı ve iş­lem sü­re­ci var ise dü­şün­ce de, kav­ram, öner­me ve çı­ka­rım sü­re­ci­ni kul­la­na­rak ger­çek­li­ğin de­rin ha­ki­ka­ti­ni id­rak et­mek is­ter. Mat­he­ma­ta’nın kö­kü mat­he­sis, hem öğ­ren­me ve öğ­ret­me hem de iki aşı­rı (if­rat ve tef­rit) ucun iti­da­li/or­ta­sı an­lam­la­rı­na ge­lir. Bu ne­den­le ka­dim Arap­ça’­ya ta­lim/tea­lim söz­cü­ğüy­le çev­ril­miş­tir. Ma­te­ma­tik’in abe­ce­si ra­kam­lar ile dü­şün­ce­nin abe­ce­si harf­le­rin ay­nı an­la­ma, nakş et­me an­la­mı­na gel­me­si, te­fek­kür ile ma­te­ma­tik ara­sın­da­ki ya­kın­lı­ğa yal­nız­ca bir işa­ret­tir.
 
Her tür­lü in­sa­nî ey­lem­de, dü­şün­ce iç­kin bi­çim­de mev­cut­tur: Bir ma­sa­yı oluş­tu­ran öğe­le­ri bir ara­da tu­tan yal­nız­ca tah­ta, zamk, çi­vi vb. mad­dî un­sur­lar de­ğil on­la­rın da en de­ri­nin­de bu­lu­nan ve tüm mad­dî un­sur­la­ra bi­çim ve­ren dü­şün­ce­dir. El­bet­te mad­de ile su­ret ara­sın­da bir­bi­ri­ni et­ki­le­yen, be­lir­le­yen, hat­ta sı­nır­la­yan bir iliş­ki var­dır. İçe­ri­ği ta­yin eden mad­de ile o mad­de­ye su­re­ti­ni ve­ren dü­şün­ce, bir­lik­te, bir­bi­ri­ni be­lir­le­ye­rek, sı­nır­la­ya­rak, te­ces­süm ede­rek, in­sa­nî ürü­nü tem­sil eder­ler. İn­sa­nî ey­lem­ler­de dü­şün­ce­nin saf bir bi­çim/form ol­ma­dı­ğı, duy­gu­nun, de­ğe­rin da­hi si­râ­yet ede­rek mad­de ile su­re­tin ya­pı­sı­nı et­ki­le­di­ği açık­tır. Ni­te­kim, ma­sa yal­nız­ca mad­de ile dü­şün­ce öğe­le­ri­nin de­ğil, ama ay­nı za­man­da ma­na­nın/de­ğe­rin de içe­ril­di­ği bir ya­pı­dır: Kı­sa­ca, du­yu, duy­gu ve dü­şün­ce­nin uyu­mu/ahen­gi’dir.
 
Bir bi­li­mi öğ­ren­mek, esas iti­ba­riy­le o bi­lim da­lı­nın te­rim­le­ri­ni/kav­ram­la­rı­nı öğ­ren­mek de­mek­tir. Fi­zik ça­lı­şan bir ki­şi, yer-çe­ki­mi, küt­le, ağır­lık, ha­re­ket, za­man vb. kav­ram­la­rı hem ken­di­lik­le­ri hem de iliş­ki­le­ri açı­sın­dan bel­le­di­ğin­de fi­zik bi­li­mi­ni de bel­ler. Ma­te­ma­tik, man­tık gi­bi for­mel bi­lim­ler­den içe­rik­li mad­dî bi­lim­le­re doğ­ru dü­şen bir se­yir iz­le­yen te­rim sa­ğın­lı­ğı be­şe­rî/in­sa­nî alan­lar­da git­tik­çe be­lir­siz­le­şir; özel­lik­le gün­lük ha­yat içe­ri­sin­de­ki kul­la­nım­lar­da sı­nır­lar he­men yok olur gi­der. Bu ne­den­le, di­nî, si­ya­sî ve ide­olo­jik söy­lem­ler­de ka­la­ba­lık­la­rı yön­len­dir­mek için kav­ram­la­rın be­lir­siz­li­ğin­den aza­mî de­re­ce­de ya­rar­la­nıl­ma­ya ça­lı­şı­lır. Özel­lik­le dü­şün­ce içe­ri­ği za­yıf­la­tı­lıp duy­gu yö­nü ar­tı­rı­lan kav­ram­lar, ka­la­ba­lık­la­rın yö­ne­ti­min­de kul­la­nı­lır; bir de duy­gu yük­lü kav­ram­la­ra kar­şı­lık ge­len mad­dî du­rum­la­ra işa­ret edi­lir­se, yı­ğın­la­rı evi­rip çe­vir­mek son de­re­ce ko­lay ha­le ge­lir.
 
Dil’in uy­la­şım­sal ol­du­ğu doğ­ru­dur; an­cak uy­la­şı­mın ta­ri­hî sü­rek­li­li­ği, key­fî­li­ği or­ta­dan kal­dı­ran bir iç ne­den­sel­li­ği da­ya­tır. Bu ne­den­le bi­rey­le­rin key­fî kul­la­nı­mı­nın öte­sin­de hem di­le iç­kin bir ya­sa­lı­lık hem de du­yu, duy­gu ve dü­şün­ce­nin uyu­mu/ahen­gi kav­ram­la­rın ma­ne­vî/an­lam­sal bir ki­şi­li­ği var­dır. Ör­nek ola­rak, şe­hit kav­ra­mı key­fî bir bi­çim­de baş­ka bir söz­cük­le ikâ­me edi­le­mez; edi­lir­se de şe­hit kav­ra­mı­nın ta­ri­hî sü­rek­li­li­ği­nin ya­rat­tı­ğı du­yu-duy­gu-dü­şün­ce uyu­mu­nu/ahen­gi­ni ver­mez; ve­re­mez. Ben­zer bi­çim­de, “Hük­me­di­len top­rak­lar­dan ha­ne­dan üye­le­ri­ne dü­şen pay” an­la­mın­da, üleş­tir­mek­ten ge­len Mo­ğol­ca ulus kav­ra­mı da hiç­bir za­man mil­let kav­ra­mı­nın ya­rat­tı­ğı uyu­mu/ahen­gi ve­re­mez, dai­ma eğ­re­ti ka­lır. Her bir kav­ram ya­nın­da di­li oluş­tu­ran kav­ram­la­rın ya­rat­tı­ğı or­tak uyum/ahenk ör­gü­sü­nün ze­de­len­me­si, ya­ra al­ma­sı o di­li ko­nu­şan mil­le­tin hem du­yu­sal, hem duy­gu­sal, hem de dü­şün­sel ta­sav­vu­ru­nu, ol­gu ve olay­la­rı id­ra­ki­ni sa­kat­lar. Ya­rım ya­ma­lak ta­sav­vur ve id­rak, o mil­le­tin ta­rih­te yol alı­şı­nı so­run­lu, teh­li­ke­li bir ha­le ge­ti­rir; gi­de­ra­yak bi­zâ­ti­hi o mil­le­ti ya­rım ya­ma­lak kı­lar.
 
Şim­di­ye de­ğin ve­ri­len açık­la­ma­la­rın, işa­ret edi­len nok­ta­la­rın en açık ve se­çik bi­çim­de te­za­hür et­ti­ği kav­ram­lar­dan bi­ri­si, bel­ki de en önem­li­si Türk/Türk­lük kav­ra­mı­dır. Kav­ram, çok­la­rı bir­leş­tir­di­ği­ne; çok­lu­ğu bir­li­ğe dö­nüş­tür­dü­ğü­ne; kav­ra­mın özü de çok­la­rı o bir-kı­lan özel­lik ol­du­ğu­na gö­re, Türk kav­ra­mı­nın man­tı­kî ay­rı­mı ne­dir? Hır­sı­za bi­le hır­sız de­me­mi­zi ola­nak­lı kı­lan özel­lik­ler söz ko­nu­su iken bir ki­şi­ye ya da kül­tü­re Türk adı­nı ver­me­mi­zi ola­nak­lı kı­lan ni­te­lik­ler, il­ke­ler ol­ma­lı de­ğil mi­dir? Bu so­ru ha­ya­tî­dir çün­kü bu so­ru­nun ge­nel ge­çer bir ya­nı­tı câ­rî ol­ma­dı­ğı için top­lu­mun önem­li bir so­ru­nu ele alı­nır­ken bin yıl­lık ta­ri­hî tec­rü­be­ye bak­mak­sı­zın, ay­dın­lar ya Sü­mer ta­pı­nak fa­hi­şe­le­ri ya da Ma­lez­ya so­kak­la­rı se­vi­ye­si­ne in­mek, hat­ta yu­var­lan­mak zo­run­da kal­mak­ta­dır­lar. Bu tav­ra kar­şı ge­liş­ti­ri­len du­ruş­lar da öz­ce bir fark­lı­lık gös­ter­me­mek­te, Asur ka­nun­la­rı­nın fa­hi­şe­le­re Sü­mer­ler’den da­ha de­ği­şik dav­ran­dı­ğın­dan dem vu­rul­mak­ta ya da Ma­lez­ya’nın so­kak­la­rı ye­ri­ne cad­de­le­rin­den bah­se­dil­mek­te­dir. Di­nî, si­ya­sî, fik­rî ya da fark­lı alan­lar­da or­ta­ya çı­kan so­run­la­rın çö­zü­mün­de, il­ginç­tir, bu top­rak­lar­da­ki tüm yak­la­şım­lar ta­rih­siz­lik nok­ta­sın­da bir­leş­mek­te­dir. Was­hing­ton’da, Lon­dra’da, Pa­ris’te, Mos­ko­va’da, Pe­kin’de ya da Ka­hi­re’de, Tah­ran’da çö­züm ara­yan­lar bu top­rak­la­rı unu­tan­lar­dır; bu top­rak­la­rın ge­le­ce­ğin­den ümit ke­sen­ler­dir.
 
Öy­ley­se so­ru­mu­zun ya­nı­tı­na dö­ne­bi­lir; bu top­rak­lar­da ya­şa­yan ve ken­di­le­ri­ne Türk di­yen in­san­la­rı iki­ye ayı­ra­bi­li­riz: Me­de­ni­yet men­su­bi­ye­ti bu­lu­nan, ta­rih bi­lin­ci­nin eş­lik et­ti­ği me­de­nî Türk­ler ile yal­nız­ca si­ya­sî ai­di­ye­ti bu­lu­nan, ya­şa­ma çı­ka­rı­nın eş­lik et­ti­ği be­de­vî Türk­ler… Be­de­vî, çün­kü gö­çe­be­le­rin­ki­ne ben­zer bi­çim­de me­de­nî men­su­bi­yet­le­ri çı­kar­la­rı­na gö­re sü­rek­li de­ği­şir: Dün Fran­sız ya da Al­man, bu­gün İn­gi­liz ya da Ame­ri­ka­lı, ya­rın Rus ya da Çin­li gi­bi ya­şa­mak­ta sa­kın­ca gör­mez… Du­ru­ma gö­re Arap ya da Acem olur; or­ta­ma gö­re Hi­tit ya da Yu­nan-La­tin… Bu sü­reç­te Türk ol­mak yal­nız­ca bir his­se, duy­gu du­ru­mu­na in­dir­gen­miş­tir; ta­ri­hî bi­linç ve il­ke­ler­den ka­çar; çı­kar­la­rı­na gö­re gi­yi­nir, yer-içer… Ta­ri­hi ile ir­ti­ba­tı bil­gi­ye de­ğil, ya öv­gü­ye ya da söv­gü­ye da­ya­lı­dır.
 
Açık­tır ki, Türk ol­ma­nın il­ke­le­ri var­dır ve bu il­ke­ler Türk ta­ri­hin­de iç­kin­dir; bu ne­den­le Türk ol­mak bir his de­ğil bir bi­linç, bir duy­gu de­ğil bir bil­gi so­ru­nu­dur. Türk ta­rih bi­lin­ci­nin eş­lik et­me­di­ği, me­de­ni­yet men­su­bi­ye­ti bu­lun­ma­yan ki­şi­le­rin üret­ti­ği çö­züm­ler ya Sü­mer ta­pı­nak­la­rı­nın deh­liz­le­rin­de kal­ma­ya ya da Ma­lez­ya so­kak­la­rı­nın ka­na­li­zas­yon­la­rın­da ak­ma­ya mah­kum­dur. Bu ne­den­le, da­ha ön­ce de An­la­yış der­gi­sin­de atıf yap­tı­ğı­mız, 1876’da Rus Ge­ne­ra­li Mic­ha­il Gri­gor Cer­na­yev’in dil­len­dir­di­ği “De­mek ki yal­nız­ca Türk­le­ri de­ğil, on­la­rın ta­ri­hi­ni de yen­mek ge­rek” s-özü, -özü dı­şa­rı vu­ran “muh­ta­sar ve mü­fit” bir de­yiş­tir. An­cak bu de­yi­şe, gü­nü­müz­de şu yar­gı­yı ek­le­mek zo­run­lu­dur: Bir mil­le­tin as­ke­rî-si­ya­sî ör­gü­tü­nü düş­man­la­rı, ta­ri­hi­ni o mil­le­tin ay­dın­la­rı ye­ner.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder