27 Şubat 2019 Çarşamba

SİYASAL KÜLTÜR TEORİSİNİN BİR KAVRAMI OLARAK ORTAK TARİH Osman Karatay


SİYASAL KÜLTÜR TEORİSİNİN BİR KAVRAMI OLARAK ORTAK TARİH

Osman Karatay

Siyasetten arındırılmış tarihin sadece bir temenni olarak kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Tarihin siyasetten arındırılması gerektiğini söyleyenlerin bundaki kasıtlarının da kendilerinin dâhil olmadığı veya muhalefet ettikleri siyasetler olduğu görülüyor. Siyasetin emri ve etkisi altındaki bir tarihin bilim niteliğinin kalmayacağı, kalmadığı ortadadır. Birincil varlık sebebi olarak siyaseti etkilemeyi amaçlayan bir tarih üretimi de bundan çok farklı bir nitelik kazanmayacaktır. Bu açmazlar karşısında biz genellikle en doğru yol olduğu görülen orta yolun takip edilmesi, tarihin bilimsel çerçevede tarihçiler tarafından işlenmesi ve sonuçlarının siyasal karar alıcıların takdirlerine bırakılmasının en makul tutum olacağı kanaatimizi vurgulamak istiyoruz.

Eğer güncelde reel-politik bir tutum arzulanıyor ve izleniyorsa, tarihi hükümlerin de gerçekçi olması beklenecektir. Burada tarihteki birşeylerin hoşa gitmesi veya gitmemesi gibi bir konuşmaya yer kalmaz. Hoşa gitmeyen şeyler de sonuçta reel-politik tutumların belirlenmesine malzeme taşıyacak veya dayanak olacaktır. Ama artık çok geçmişte kalması gerektiğini düşündüğümüz romantik tutum esas alınacaksa, tarihçinin de cımbızını çokça kullanması gerekecektir. Bu ise bilimsellikten uzaklaşma anlamına gelir. Konuyu öncelikle bir bilim alanı olarak tarihçiliğin hakkını vermek noktasında ele almak bu bakımdan elzemdir.
Siyaset tarihsel bir süreçte şekillenmiş toplumsal hafızaya hitap ediyorsa, tarihi süreç, olay ve olguların siyasetin ilgi ve kapsama alanı dışında olmasını bekleyemeyiz. Sonuçta bugün dâhil olunan veya ilgi duyulan siyasal kültürün atıfları ve dahi kurucuları geçmiştedir ve bu geçmişin uzak veya yakın olmasının işlevsel bir farkı bulunmamaktadır. Sadece işin doğasına uygun olarak yakın geçmiştekileri daha çok tartışıyor ve uzak geçmiştekileri daha az tartışmalı olarak kabul ediyoruz. Bu, siyasetin yapıcı ve takipçilerinin dünyasına ait bir gerçekliktir. Bilim dünyasında ise az bilinen uzak geçmiş daha çok tartışılır ve çok bilinen yakın geçmişte direkler sabit tutulup ayrıntılar üzerinde durulur.
Bir memleketteki siyasal kültürün birleştirici öğelerinin veya doğasının daha çok ve belirgin olmasını dileyen ‘iyi niyetli’ siyasiler ve karar alıcıların beklentisi de ortak tarihin gür seslendirilmesi ve iyi bilinmesi olacaktır. Ortak tarih aynı zamanda gerçek tarihe en fazla yaklaşılan zemini teşkil edecektir. Gerçeğin bütünleştirici vasfının öne çıkması bu bakımdan düşündürücüdür ve bunun karşıt anlamıyla ‘yalan söyleyen tarihin’ ayrıştırıcı mizacı ortaya çıkmaktadır. Ne şekilde olursa olsun, tarih bilgisi üzerindeki bilimsellikten ve dolayısıyla gerçeklikten uzaklaştırıcı tüm yaklaşımların aynı zamanda ayrıştırıcı amaç ve sonuçlara hizmet ettiğini belirtmeliyiz.

Ortak tarih bugün uluslararası veya ulus ötesi alanın bir meşgalesi olarak görülüyor. Yani bir ulusun diğerleriyle paylaştığı bir tarih sözkonusudur. Örneğin Haçlı seferleri Batı Avrupa’nın, Kiril ve Methodius’un faaliyetleri ise Doğu Avrupa’nın ortak tarihine dâhildir. Alan genişledikçe ortaklıklar artıyor. Bu bağlamda eski Yunan ve Roma Avrupa medeniyetinin ortak kökünde bulunuyor ve bugün Yunanlıların veya geçmişte Bizans’ın Ortodoks Ortodoks oluşunun ya da bugünkü Avrupa’nın başat güçlerinin Roma’yı yıkan barbar German dünyadan gelişinin bir önemi bulunmuyor. Bu yüzden Goethe’nin Faust’u Yunan mitolojisinden öğelerle şekilleniyor ve hatta Almanya’nın 20. yy’ın ilk yarısında Avrupa’ya yaptığı herşey göz ardı edilerek Beethoven’ın 9. Senfonisi’nden bir bölüm Avrupa ruhunun ezgisel simgesi olarak benimseniyor.

Bu noktada ortak tarihin bir gerçeklik mi, yoksa inşa mı olduğu sorusu gündeme gelecektir. Başlangıçta sadece tarih vardı; ortak tarih sonradan oluşturulmuş bir değişkenlikten ibarettir noktasına geliyoruz. Bu da yine nihayetinde gelip siyasi tutum ve yaklaşımlarla ilişkileniyor. Bugün bir siyasi anlayış hâkim hale geldiyse, ona hizmet edecek geçmişten öğeler öne çıkıyor. Bunlar olumlu veya olumsuz olabilir. Atilla da sonuçta olumsuzluğu ile Avrupa’nın ortak tarihinin bir parçasıdır. Dolayısıyla, üretilen bir olgu olarak ortak tarihin gerçekte varlığı sorgulanır hale geliyor. Bunun ise tarihçiyi töhmet altında bırakacağı açıktır, zira olmayanı oldurmaya çalışmakla siyasetin hizmetinde, hatta dümeninde bir konum kazanmış hale geliyor.
Burada bir haksızlığa kapı açılıyor. Bir bilim adamının kendi ulusunun hizmetinde olması tabiidir ve beklenen şeydir. Sınırları bilimsellik çizmelidir. Olmayanı oldurmak gerçekte var olan ama farkında olunmayan birşeyi göz önüne sermeyi de içerecek midir? Öte yandan, tarihte farkında olunmayan bir gerçeklik doğrudan bir ortak tarihin nesnesi olabilir. Bunu öne çıkartan kimseyi, gerçekliğin kendisini sorgulamadıkça, bir inşa faaliyeti ile suçlayamayız.
Milliyetçi düşünce de etnos veya devlet sınırlarının ötesinde paydaşlar ve ortaklıklar arayacaktır. Milliyetçiliğin beynelmilel mizacı göz ardı edilmemelidir. Adolf Hitler’in aslında günümüzdeki İranî ve Hindî nüfusun dilsel atalarının adı olan ve German kitlesiyle onomastik bir ilgisi bulunmayan Ari kelimesini kullanması bununla ilgilidir. Üstün Alman ırkı fikrini tarih öncesi dönemlerde Asya’nın güneybatı çeyreğini işgal ederek kendi rengine boyamış Arilerin diğerlerine göre üstün oluşuyla telif etmekte bu noktada çelişki bulunmuyor. Vaki olan şey ortak tarih arayışının kesintisiz ve her türlü siyasal ortamda sürmesidir.
Ortak tarihi üzerinde siyasi açıdan uzlaşılan bir milli tarih olarak anlayamayız. Tarih tarihtir ve uzlaşma bilimsellik üzerinden olur. Öbür türlü, üzerinde uzlaşılan zeminin zamanla kayması tarihi de kaydıracaktır. Bu ise ortak tarihin gerçek tarihle olması gereken organik ilişkisini inkıtaa uğratacak ve üretilmiş tarih niteliğini daha da artıracaktır. Üretilmiş tarih ise doğrudan siyasetin oyuncağıdır ve bilim sınırlarının dışında kalmaktadır. Bu bakımdan ortak tarih milli tarihin beynelmilel uzantılarının bir konusu olmak durumundadır. Burada da ortakların kim olduğu sorusu gündeme gelecektir.
Eski Türk tarihi noktasından bakıldığında ortak ve geniş bir Avrasya tarihsel sürecinin işlediği görülür ve sadece Macarlar ve Moğollar gibi akraba halklar değil, Soğdlar, Alanlar ve Tibetliler gibi komşu halklar da bu tarihin ortakları arasında yer alır. Fakat bu durum bu halkların tüm tarihini külliyen Türk tarihinin bir parçası yapmaz. Aynı şekilde, İslam’ı kabulden sonra Türk tarihi İslam tarihinin bir parçası haline gelir ve diğer Müslüman halklarla ortaklaşmalar olur. Bu halkların İslamî dönemde olsa dahi bütün tarihleri de Türk tarihinin bir parçası haline gelmez. Endülüs veya Mağrib’de olanlar İslam tarihinin veya Afrika veya Avrupa veya genel Dünya tarihinin bir konusudur, fakat Türk tarihi içinde yeri bulunmaz.
O halde biz ortak Türk tarihini etkileşim içinde bulundukları halklarla birlikte bütün Türklerin tarihi olarak yorumlamak durumundayız. Günümüzde Türk halkları büyük ölçüde son beş asrın ürünü olmak üzere, uluslaşma sürecine girmişlerdir (Tatar, Kazak, Özbek vb.). Bazıları daha eski dönemlerden gelen bir mevcudiyeti sürdürmektedir (Kırgız, Uygur, Başkurt vb.). Yakın tarih toplumlar için daima daha organik ve daha çok ilgiye müstahak olduğu için, yakın zamana geldikçe ortaklık vurgusu azalır ve dağınıklaşır. Bu yüzden, genel ilgiye mazhar olması beklenen ortak tarihin bitiş noktasını tespit önem arz ediyor.

Bu işte en çok belirleyici nitelikte iki etken bulunuyor. Tarihi süreç ve dil birliği konusu. Coğrafyanın buna dâhil olması beklenir ama Türkler çok eski zamanlardan beri çok geniş ve dağınık bir coğrafyada, açıkçası eski dünyanın hemen her yerinde varlık sergiledikleri için, coğrafi yaklaşım ortaklık derecesini belirlemede işi çıkmaza sokacaktır. Ayrıca, örneğin Kore’deki meselelerle meşgul olan Göktürklerin Macar ovasında yerleşmiş Avarları dikkatle takip etmeleri, bölgesellik gibi bir kıstası Türk tarihi içinde öne almanın zorluğu veya gereksizliğini göstermektedir. Daha öte bir ifadeyle, Mançurya ve Macar ovaları arasında uzanan uçsuz bucaksız Avrasya düzlüğü Türk tarihinin işleyiş sahasıdır ve bu geniş arazinin neredeyse her noktası aynı önemdeki tarihi süreçlerin mekânı olmuştur. Bu sebeple, Avrasya çapındaki etkileşimli tarihin işlediği dönemin sonunu ortak Türk tarihi evresinin sonu olarak işaretlemekte sakınca bulunmaz diye düşünüyoruz.

Bunun için iki seçenek bulunuyor. Moğol istilası ikibin yılı geçkin bir zaman boyunca değişmeyen bir kalıp içinde tezahür eden Avrasya’daki tarihi süreci sonlandırmış, kendi rengini vurmuştur. Bu istilanın öncesi ve sonrası tamamen farklıdır. Bunun Türk dil birliğinin sona ermesiyle eşzamanlılığı da böyle bir işaretleme yapmakta bize hak veriyor. Lakin Moğol istilasından sonraki dönem de tamamen Türk tarihinin öğesidir, hatta varis Cengizli devletleri tamamen Türk/Türkleşmiş yapılardır.

Öte yandan, dil birliğinin sona ermesi ile Moğol istilasının doğrudan bir ilgisi bulunmaz, buna karşılık geç Cengizli devletleriyle başat giden uluslaşma süreçlerinin dil veya lehçe sınırlarını keskinleştirdiği ve günümüzdeki görünümü ortaya çıkardığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yani birliği ortadan kaldıran şey Moğol istilasının kendisi değil, sonraki çağlarda Avrasya sahasında etkinlik gösteren uzun ömürlü Cengizli ve Türkmen devletleri olarak gözüküyor.

Gerçekten de 15. yüzyılla birlikte günümüzdeki yapının nüveleri ortaya çıkıyor ve belli bir istikrar içinde bunu kemikleştiriyor. Öncelikle Orta Türkmenlik diye tarif etmek istediğimiz İran ve Azerbaycan çevresinin Türklüğü Cengizli döneminin tüm kalıntılarını atarak ayağa kalkıyor ve doğuya kapıları kapatıyor. Artık doğudan ne bir Timur geliyor ne de Şeybani Han gibi bunu deneyenler başarılı olabiliyor. Orta Türkmenlik devlet-mezhep mihverinde Batı Türkmenliğiyle de sınırları çiziyor. Öte yandan, daha erken başlayan bir süreçte Batı Türkmenliği Osmanlı’nın şahsında daha önce hiç görülmemiş bir yapıya ulaşıyor.

Orta Asya’da ise Timurluların son dönemlerinde günümüze kalacak yapı yerleşiyor. Özbeklerin Timurluları kovmasını sadece bu yapı içerisindeki bir iktidar değişikliği olarak görebiliriz. Bu yapı şimdiki Özbek kimliğini oluşturuyor ve pekiştiriyor. 15. yy’da Timurlu iktidar sahasının dışında kalmış bozkır bölgesindeki Cengizli soyundan hanların faaliyetleri ise günümüze Kazakları miras bırakıyor. Büyük ölçüde en baştan Moğolların müttefiki olmaları sayesinde birliklerini koruyan Kırgızlar da bu Kazaklaşma sürecinin ne tam içinde ne de dışında olarak şimdiki yurtlarına yerleşiyorlar. Altınorda sahasında ise süreç Tatar kimliğinin tüm Türk nüfusa teşmili şeklinde işliyor. Sadece bu kimliğin bir alt birimi olarak niteleyebileceğimiz, Kafkas bozkırlarındaki göçebe tarzın tezahürü olarak Nogaylık ortaya çıkıyor.

Biz bu süreçlerin kimlik ve dil bağlamındaki ürünlerinin belirginlikten öte kesinlik kazandığı dönemi ortak Türk döneminin sonu olarak işaretlemeyi öneriyoruz. Bunu kolaylık içerecek bir tarihlemeyle 1500 yılı olarak yazabiliriz. İlginç şekilde, bu dönemi takip eden çağ Türklüğün bütün tarih içindeki en muhteşem çağını teşkil eder. 16. yy Türk asrıdır. Atlas Okyanusu kıyılarına ulaşmış dünyanın en büyük devleti olan Osmanlı’nın Akdeniz devleti kimliği, en eski çağlardan beri Türk tarih sahnesine dâhil olan Macar ovasını da hariçte tutmuyordu. Safeviler tam manasıyla Türk bir devleti olarak İran ve çevresine hâkimdiler. Orta Asya’dan kovulan Timurlular Babür’ün şahsında Hindistan’da yüzyıllarca sürecek bir devlet kurmuşlardı. Orta Asya’nın güney/yerleşik şeridi Özbek, bozkır sahası ise Kazak hanlıklarının idaresindeydi. Cengizli iktidar mirasının sürdüğü Doğu Türkistan bağımsızdı. Altınorda sahasında ise yükselen Rusluk karşısında gerileme emareleri 15. yy’da çoktan kendini gösterse de, hala güçlü Tatar hanlıkları bulunuyordu. Ama artık ortak dönem bitmişti. 

Özetlersek, geniş açıdan bütün Türklerin bütün tarihleri Türk tarihinin konusunu teşkil eder. İşleyiş açısından ise yerelleşmenin kesin hatlarla yerleştiği 15. yy sonunu ortak Türk tarihinin sonu olarak belirlemeliyiz. Bunun öncesi, eğer tartışılacaksa ve itiraz edilecekse de, 12. yy öncesi günümüzdeki bütün Türklerin sahibi ve varisi olduğu tarihi dönemi teşkil eder. Bunlar birleştirici niteliktedir ve özel vurguyu hak eder. Bunları önemsemeyip sonraki dönemden kişi, olay ve olguları öne çıkartan yaklaşımlar haliyle ayrıştırıcı olacaktır. Elbette Atatürk veya Resulzade veya Osman Batur veya Alaş Orda veya Ceditçilik Türk dünyası bütünü açısından ayrıştırıcı değillerdir, olamazlar. Bu tarihi değerleri ortak Türk tarihi dönemi ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Şahin Bey’in Gaziantep için önemi Samsun için öneminden haliyle fazla algılanacaktır. Aynı şekilde Atatürk de Türkiye için haliyle Azerbaycan’dan farklı bir yere sahiptir. Bu sadece doğal bir vurgudur. Birleştirici olan şey Atatürk’ü binlerce yıllık Türk tarihinin bir parçası, bu süreklilik içindeki bir zirve olarak görmek olacaktır. Yani iş milli tarihi yerel tarihe indirgememekte başlıyor. Milli tarih kökü çok derinlerdeki bir ortak tarihin bir dalıdır.

Bugün Türkçe veya Türk lehçeleri ve dilleri konuşan herkesi ‘Türk milleti’ tanımı altında toparlamak mümkün gözükmüyor. Konu diğer toplulukların Türk adını kullanıp kullanmaması değil, her coğrafyada bahsettiğimiz uluslaşma süreçlerinin sonucu olarak mevcut yapıların çıkmış olmasıdır. İsim birliği çok sonraki, belki acil ihtiyaç olmayan bir konudur. Zira bugün Slovak ve Slovenler aslında aynı ismi kullanıyorlar ama bu onların ayrı uluslar olmasını engellemiyor. Türk topluluklarındaki uluslaşma süreçlerini geri döndürmek gibi bir hedef de gerçekçi ve yerinde olmayacaktır. Bunun yerine ortak tarih vurgusu ile ‘fikirde birlik’ aşamasının tesisi daha elzemdir. Bunu doğal olarak ‘işte birlik’ takip edecektir. Fikirde ve işte birliğe kavuşmuş bir Türk dünyasında ‘dilde birlik’ hele de günümüzdeki iletişim ve etkileşim ortamlarında kendiliğinden gelecek bir neticedir.

Öte yandan, sırf bugün yaşanılan topraklarda hak iddia etmek için ortak tarihi görmezden gelerek eski dönemler ile mevcut topluluk arasında bağlantı kurmaya dönük çabaların tüm bu amaçların aleyhine sonuçlara götüreceği uyarısıyla yazımızı bitirmek istiyoruz. Albanların veya Partların Türklükle ilişkisinin araştırılması ayrı bir konudur, fakat Selçuklu dönemindeki gerçekliği görmeyerek şimdiki Azerbaycan ve Türkmenistan ahalisini sırasıyla doğrudan Alban veya Partlara bağlamak diğer Türk topluluklarıyla bağlantıyı koparacaktır. Bunun vaki gerçekliği inkâr eden bilim dışılığı ortadadır, ancak siyaset her zaman bilimselliği almadığı için, sahada büyük heyecan üretip fikirde ve işte kendi yolunu çizmiş ayrıştırıcı süreçlere zemin hazırlama tehlikesi bulunmaktadır. Bunu önlemenin yolu ortak tarihin birleştiriciliğine tutunmaktan geçmektedir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder