Mehmet Şevket Eygi
1960 Türkiye’sini bugünle mukayese etmek çok yanlış. 60’larda “İslamcılık” yoktu, Müslümanlık vardı. Müslümanlar da çok eziliyordu. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda mektep okumuş insanlar hayattaydı. Onlar özet olarak da olsa hakiki İslamiyet’i iyi biliyorlardı. Tasavvufu bilen insanlar hayattaydı. Onlar ortamı tadil ediyorlardı. Siyasi olarak baskılar büyüktü fakat İslamiyetin içi boşalmamıştı, külün altında ateş vardı. Osmanlıyı gören insanlar gittikten sonra imam hatipler ve ilahiyatlar bu boşluğu doldurmadılar.
Mehmet Şevket Eygi
Ülkemizdeki okuryazar kesimi eleştiren Mehmet Şevket Eygi, hâlâ hakiki aydınımızın olmadığını söylüyor: “Kitap okumuyorlar, Avrupa’yı takip etmiyorlar. Vır vır vır... Hep politika ve gevezelik… Böyle aydın olmaz!”
MURAT ÖZTEKİN
Türkiye’de entelektüel muhafazakâr denilince akla ilk gelen isimlerden biri Mehmet Şevket Eygi... Galatasaray Lisesi mezunu ve “mülkiyeli” olan Eygi, 50’lerden beri yazılarıyla Türkiye’deki dindar kesime yol gösteriyor; fakat en sert tenkitleri de yine kendi bulunduğu topluluğa yöneltiyor. Biz de kendisiyle bir araya geldik; kültürden dine, eğitim politikalarından sanata kadar uzanan geniş bir yelpazede sohbet ettik.
Galatasaray Lisesinden mezun bir muhafazakâr olarak tanınıyorsunuz. Orada nasıl bir talebelik hayatınız oldu?
Galatasaray Lisesi 1868 yılında Sultan Abdülaziz devrinde açıldı. 1912’ye kadar okuldaki Müslüman talebelerin beş vakit namazı cemaatle kılmaları mecburi idi. Benim zamanımda ise orası “İslam Okulu” olma hususiyetini kaybetmişti. Bir iki kişi gizli gizli namaz kılabiliyordu. Hâlbuki İngiltere’nin en kaliteli okulu Eton Kolej’de her sabah ayin yapılır. Buna rağmen Galatasaray Lisesinin eğitim kalitesi yüksekti ve çok büyük hocaları vardı. Mesela Orhan Şaik Gökyay ve Nihad Sâmi Banarlı edebiyat hocalarımızdandı.
Yayıncılık hayatına geçişiniz nasıl oldu?
Siyasal bilgiler fakültesini bitirdikten sonra hariciye imtihanını kazandım. Ancak bu mesleği istemedim. Çünkü içki içmem, briç oynamam, dans etmem… Benim Dışişleri Bakanlığında yapabileceğim bir şey yoktu. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nda işe başladım. O zaman Diyanet kadro bakımından çok zayıftı, binası bile dökülüyordu. 27 Mayıs ihtilali olunca Ömer Nasuhi Bilmen, Diyanet İşleri Başkanı yapıldı. Ben de onun hususi kalem müdürü oldum. Fakat o günlerde Millî Birlik Komitesi üyesi subaylar Diyanet’e gelip gidiyorlardı. Yeni İstiklal gazetesinden Mahir İz Bey, İstanbul’dan bana bir mektup gönderdi. “Şevket, bu işlerin başına geçer misin?” diye soruyordu. Ben de Ankara’da sıkıldığım için “Tamam” dedim ve hiç düşünmediğim bir şekilde neşriyata adım attım.
Geniş kitlelere ulaşabiliyor muydunuz?
Yeni İstiklal, Türkiye’de çok büyük bir çığır açtı. Bunu ben yaptım diye söylemiyorum. 20 bin abonesi, 35 bin tirajı vardı. Bugün böyle bir haftalık İslami gazete yoktur. Çok zor şartlar altında yayıncılık yapmaya çalışıyorduk. Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’den 15 bin lira borç alıp gazeteyi satın aldım. Sonra 1966’da Bugün gazetesini çıkarmaya muvaffak oldum.
Kitap neşriyatı da yaptınız…
Evet, sahibi olduğum Bedir Yayınevi, o yıllarda Babıali’de küçük bir dükkândaydı. Ama insanlar, kitap almak için kuyruklar meydana getirirdi. O zaman da bozuk dinî yayınlar vardı ancak halk Osmanlı devrine yakın olduğu için Ehlisünnet şuuru yüksekti. Şimdi bu bilinç yok olmuştur. Evet, insanımız Müslümandır ama “Ehlisünnet nedir?” diye 300 kelimelik kompozisyon yazacak kişiyi zor bulursunuz.
Siyasi baskılara maruz kalmadınız mı hiç?
Kalmaz mıyım hiç! Adnan Menderes’in idamının birinci yıl dönümünde “Zulümlerin alçakçası kanunların gölgesi altında yapılanlardır” diye bir yazı kaleme aldım. Menderes’ten hiç bahsetmediğim hâlde beni tutuklayıp Sultanahmet Cezaevine koydular. Sonra tahliye oldum ama mahkûmiyetim tasdiklenmişti. Hac için yurt dışına çıktım, 5 küsur sene dönmedim. 12 Mart 1971 ihtilalinde de gazetelerimi süresiz olarak kapattılar. Sıfırdan başladığım gazetecilikte, sıfırın çok altına düştüm.
20'LERİN TÜRKÇESİNE DÖNMEMİZ GEREKİYOR
O zaman neşriyatta kültürel hâkimiyet nasıldı?
1960 Türkiye’sini bugünle mukayese etmek çok yanlış. 60’larda “İslamcılık” yoktu, Müslümanlık vardı. Müslümanlar da çok eziliyordu. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda mektep okumuş insanlar hayattaydı. Onlar özet olarak da olsa hakiki İslamiyet’i iyi biliyorlardı. Tasavvufu bilen insanlar hayattaydı. Onlar ortamı tadil ediyorlardı. Siyasi olarak baskılar büyüktü fakat İslamiyetin içi boşalmamıştı, külün altında ateş vardı. Osmanlıyı gören insanlar gittikten sonra imam hatipler ve ilahiyatlar bu boşluğu doldurmadılar.
Türkiye, yayıncılıkta şu anda ilk 10’a girmeyi zorluyor...
Biz Türkler bu kemiyet hesaplarıyla kendimizi çok aldatıyoruz. Bugünün eğitimi ve Türkçesiyle kültür tamam olmaz. Niçin? Dil ikiye ayrılır; bir 300 kelimelik konuşulan lisan, bir de 30 bin kelimeden başlayan fikrî lisan… Liselerde mantık, psikoloji, tarih ve edebiyat okutuluyor. Ancak terimler bilinmediğinden kitaplar anlaşılmıyor.
Türk aydınlarını nasıl buluyorsunuz?
Çok kültürlü görünen insan yetiştirdik. Üniversiteyi bitirmiş, kariyer yapmış insanlarımız var. Ama bir tane fikir eseri okumuyorlar. Bu adamlara hürmet ederim lakin yıllarca aynı yerde otlamışlardır. Bir koyun bile bu kadar yerinde saymaz, dolaşarak otlar. Kitap okumuyorlar, Avrupa’yı takip etmiyorlar. Vır vır vır... Hep politika ve gevezelik… Böyle aydın olmaz. Türkiye’de aydın yoktur. Onlar kendilerini aydın zannediyorlar. Ben de kendimi aydın olarak görmüyorum, sadece okuryazar bir Müslüman’ım. Yemin etsem başım ağrımaz.
Son yıllarda milletçe bir kültürel iktidar hedefimiz var. Bu hususta ne noktadayız ?
Türkiye halkı iktidarı, sadece siyasi zannediyor. Bu çok yanlıştır. Ekonomik iktidar, siyasi iktidarı yere serebilir. Kültür iktidarı ise en mühimidir. Müslümanlar, bu konuda son derece zayıf ve ilkel vaziyetteler. Şifahi (sözlü, tahrirînin zıddı) kültür diyorum ben buna.
Peki, işe nereden başlamak lazım?
İngiltere’deki Eton Kolejinden daha üstün bir kolej açarak işe başlamak lazım. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Bey bizi saraya yemeğe çağırmıştı. En son herkese söz verdi. Kendisine dedim ki: Yollar, havalimanları, gökdelenler… Siz Türkiye’ye çok şey kazandırdınız. Şu dediğimi yapmazsanız bunların hepsi batacak. Eton Koleji gibi bir kolej açmanız lazım.
Tabii Cumhurbaşkanı, sonrasında Eton’a bir heyet göndermiş. Heyet, okulun kilisesini, kütüphanesini, laboratuvarlarını gezmiş.
Sonra, 1920’lerin Türkçesine dönmek lazım. Çünkü, lisan sonradan çok tahrip edildi. Üniversitelerimiz belki fen sahasında başarılı ama sosyal kültürde oldukça geri. Türkiye, Türkoloji sahasında bile birinci değildir. Çünkü akademisyenler bile “mahsur” kelimesi ile “mahzur” kelimesini ayırt edemiyor.
Muhafazakârların sanata bakışını nasıl buluyorsunuz?
Müslümanlar son elli senede elli bin yeni cami inşa ettiler. Bunun yalnızca elli tanesi güzel oldu. Diğerlerini çirkin yapma başarısını elde ettiler! Türkiye’de klasik sanatlarda bir kıpırdanma var. Ancak halk ile sanat arasındaki bağ kopmuş vaziyette. Zenginler yeteri kadar sanatla ve estetikle meşgul olmuyor. Koç ailesinin yaptığını, muhafazakâr zenginler de yapmalı. Onlar gerektiğinde bir basketbol takımına milyonlar harcıyor ama müze açamıyorlar.
KÜTÜPHANEMİ KÜLLİYE’YE BAĞIŞLADIM
Siz de sanat koleksiyonu yapıyorsunuz. Neler topluyorsunuz?
Bendenizin asıl merakı kitaptır. Kitap hastası değilim ama kitap meraklısıyım. Kütüphanemi Ankara Beştepe Külliyesindeki kütüphaneye bağışladım. Şu ana kadar, bini yazma olmak üzere elli binden fazla kitabım oraya gitti. Geri kalan kitapları ve evrakı da inşallah göndereceğim. Kıymetli antikalarım, sanat eserlerim yoktur. Eski eşya dükkânlarından, bitpazarlarından, dış ülkelerdeki seyahatler esnasında toplanmış el işi ürünler biriktirmişimdir. Bunlar kayda değmez.
Allah geçinden versin emrihak vaki olursa koleksiyonunuzu kime bırakacaksınız?
Birkaç sanat eseri, az çok para edecek hüsnühat levham var. Bunları satıp parasıyla bazı hizmetler etmeyi düşünüyorum.
Ömrünüze dönüp baktığınızda geride ne görüyorsunuz?
Hayli günah ve kusur görüyorum. Acizane ve naçizane de olsa hizmet etmek isterdim. Maalesef imkân verilmedi, fırsat bulamadım ve yapabileceğim hizmetleri yapamadım. Buna üzülüyorum.
DİYANET'TEKİ KADIN İSTİHDAMI İSLAM TARİHİNDE GÖRÜLMEDİ
“Bugün Batı dünyasında çok kuvvetli bir feminizm karşıtlığı var. Bunlar Müslüman değiller hatta aralarında ateist olanlar da var. Öte yandan Ortodoks Yahudi sinagoglarında bile kadın ve erkek bir arada bulunmaz. Ancak Türkiye’de durum değişiyor. Birtakım derin güçler geçtiğimiz ramazandan evvel bir tecrübede bulundular. Fatih Camii’nde başörtülü kadınlar “Eşitlik istiyoruz” diyerek imamın arkasında erkeklerle beraber namaz kılmak istediler. Bunu mutlaka kurcalayanlar var. Daha önce bir kadın ilahiyatçı “Camilerde perdeleri kaldırmazsanız canınızı yakarım” diye Şile’deki imamlara tehditlerde bulunmuştu. Bugün çok mühim bir kurum olan Diyanet İşleri’ne 50 bin kadın çalışan alınmıştır.
Artık Diyanet İşleri Başkanı’nın kadın yardımcısı vardır. Bu, İslam tarihinde görülmemiş bir şeydir. Müslümanların kanuni sınırlar içerisinde, dinî ve kültürel ifadeler ışığında bu feminizmi reddetmeleri lazım geliyor.”
DİNİ TAHRİP EDENLER YERİNE BİR ŞEY KOYAMADI
“Modernist İslamcılık, bir takım heveslerden ibaret. II. Meşrutiyet zamanında da böyle akımlar çıkmıştı. Dinde tahribat yaptılar ama hiçbir zaman ana akım olamadılar.
Günümüzde de Ankara Ekolü denilen hareket dini tahrip ediyor ama yerine bir şey koyamıyor. Mesela Fazlurrahman bütün dünya Müslümanlarınca reddedilmektedir. Fazlurrahman’ın bozuk fikirlerinin tesirinde kalan oğlu Hristiyan olmuştu. O ise bütün reformist fikirlerine rağmen bundan üzüntü duymuştu. ‘Yavrum İslamiyetin nesini beğenmedin’ diye sorunca oğlu ‘Baba bu yolu bize sen gösterdin’ diye cevap vermişti.”
Kapatby ReklamStore
EHLİSÜNNETİN İÇİNİN BOŞALMASI BÜYÜK TEHLİKE
"Şimdi Türkiye’de aslı büyük tehlike ehlisünnetin içinin boşaltılmasıdır. Ülke mizde din demek, ehlisünnet demektir. Ancak her şey yüzeysel kaldı. Son elli sene Müslümanlar elli bin yeni cami açtı fakat bir tane İslam mektebi açamadılar. Recep Tayyip Bey, Türkiye’ye, cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir din hürriyeti getirdi. . İngiltere’deki kadar olmasa da geniş bir hürriyet sağlandı. Ancak Müslümanlar son on beş sene içerisinde bu hürriyeti ganimet olarak alıp da birtakım kurumlar inşa edemediler.”
FIRSAT BULSALAR TAKSİM'İN ORTASINA BİNA DİKERLER
“İstanbul 4 veya 5 milyondan fazla nüfusu kaldırmayan bir şehirdir. 25 milyon doldurdular buraya, bitirdiler şehri… Nüfusu Türkiye’den daha fazla olan Almanya’nın Berlin’i 5 milyon nüfusludur. Dünyanın en yeşil şehirlerinden biridir. Bir de İstanbul’a bakın… Müteahhitlerin ellerine fırsat geçse Taksim’in göbeğine bina dikerler. Devlet bunula mücadele etmeli.”
1960 Türkiye’sini bugünle mukayese etmek çok yanlış. 60’larda “İslamcılık” yoktu, Müslümanlık vardı. Müslümanlar da çok eziliyordu. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda mektep okumuş insanlar hayattaydı. Onlar özet olarak da olsa hakiki İslamiyet’i iyi biliyorlardı. Tasavvufu bilen insanlar hayattaydı. Onlar ortamı tadil ediyorlardı. Siyasi olarak baskılar büyüktü fakat İslamiyetin içi boşalmamıştı, külün altında ateş vardı. Osmanlıyı gören insanlar gittikten sonra imam hatipler ve ilahiyatlar bu boşluğu doldurmadılar.
Mehmet Şevket Eygi
Ülkemizdeki okuryazar kesimi eleştiren Mehmet Şevket Eygi, hâlâ hakiki aydınımızın olmadığını söylüyor: “Kitap okumuyorlar, Avrupa’yı takip etmiyorlar. Vır vır vır... Hep politika ve gevezelik… Böyle aydın olmaz!”
MURAT ÖZTEKİN
Türkiye’de entelektüel muhafazakâr denilince akla ilk gelen isimlerden biri Mehmet Şevket Eygi... Galatasaray Lisesi mezunu ve “mülkiyeli” olan Eygi, 50’lerden beri yazılarıyla Türkiye’deki dindar kesime yol gösteriyor; fakat en sert tenkitleri de yine kendi bulunduğu topluluğa yöneltiyor. Biz de kendisiyle bir araya geldik; kültürden dine, eğitim politikalarından sanata kadar uzanan geniş bir yelpazede sohbet ettik.
Galatasaray Lisesinden mezun bir muhafazakâr olarak tanınıyorsunuz. Orada nasıl bir talebelik hayatınız oldu?
Galatasaray Lisesi 1868 yılında Sultan Abdülaziz devrinde açıldı. 1912’ye kadar okuldaki Müslüman talebelerin beş vakit namazı cemaatle kılmaları mecburi idi. Benim zamanımda ise orası “İslam Okulu” olma hususiyetini kaybetmişti. Bir iki kişi gizli gizli namaz kılabiliyordu. Hâlbuki İngiltere’nin en kaliteli okulu Eton Kolej’de her sabah ayin yapılır. Buna rağmen Galatasaray Lisesinin eğitim kalitesi yüksekti ve çok büyük hocaları vardı. Mesela Orhan Şaik Gökyay ve Nihad Sâmi Banarlı edebiyat hocalarımızdandı.
Yayıncılık hayatına geçişiniz nasıl oldu?
Siyasal bilgiler fakültesini bitirdikten sonra hariciye imtihanını kazandım. Ancak bu mesleği istemedim. Çünkü içki içmem, briç oynamam, dans etmem… Benim Dışişleri Bakanlığında yapabileceğim bir şey yoktu. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nda işe başladım. O zaman Diyanet kadro bakımından çok zayıftı, binası bile dökülüyordu. 27 Mayıs ihtilali olunca Ömer Nasuhi Bilmen, Diyanet İşleri Başkanı yapıldı. Ben de onun hususi kalem müdürü oldum. Fakat o günlerde Millî Birlik Komitesi üyesi subaylar Diyanet’e gelip gidiyorlardı. Yeni İstiklal gazetesinden Mahir İz Bey, İstanbul’dan bana bir mektup gönderdi. “Şevket, bu işlerin başına geçer misin?” diye soruyordu. Ben de Ankara’da sıkıldığım için “Tamam” dedim ve hiç düşünmediğim bir şekilde neşriyata adım attım.
Geniş kitlelere ulaşabiliyor muydunuz?
Yeni İstiklal, Türkiye’de çok büyük bir çığır açtı. Bunu ben yaptım diye söylemiyorum. 20 bin abonesi, 35 bin tirajı vardı. Bugün böyle bir haftalık İslami gazete yoktur. Çok zor şartlar altında yayıncılık yapmaya çalışıyorduk. Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’den 15 bin lira borç alıp gazeteyi satın aldım. Sonra 1966’da Bugün gazetesini çıkarmaya muvaffak oldum.
Kitap neşriyatı da yaptınız…
Evet, sahibi olduğum Bedir Yayınevi, o yıllarda Babıali’de küçük bir dükkândaydı. Ama insanlar, kitap almak için kuyruklar meydana getirirdi. O zaman da bozuk dinî yayınlar vardı ancak halk Osmanlı devrine yakın olduğu için Ehlisünnet şuuru yüksekti. Şimdi bu bilinç yok olmuştur. Evet, insanımız Müslümandır ama “Ehlisünnet nedir?” diye 300 kelimelik kompozisyon yazacak kişiyi zor bulursunuz.
Siyasi baskılara maruz kalmadınız mı hiç?
Kalmaz mıyım hiç! Adnan Menderes’in idamının birinci yıl dönümünde “Zulümlerin alçakçası kanunların gölgesi altında yapılanlardır” diye bir yazı kaleme aldım. Menderes’ten hiç bahsetmediğim hâlde beni tutuklayıp Sultanahmet Cezaevine koydular. Sonra tahliye oldum ama mahkûmiyetim tasdiklenmişti. Hac için yurt dışına çıktım, 5 küsur sene dönmedim. 12 Mart 1971 ihtilalinde de gazetelerimi süresiz olarak kapattılar. Sıfırdan başladığım gazetecilikte, sıfırın çok altına düştüm.
20'LERİN TÜRKÇESİNE DÖNMEMİZ GEREKİYOR
O zaman neşriyatta kültürel hâkimiyet nasıldı?
1960 Türkiye’sini bugünle mukayese etmek çok yanlış. 60’larda “İslamcılık” yoktu, Müslümanlık vardı. Müslümanlar da çok eziliyordu. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda mektep okumuş insanlar hayattaydı. Onlar özet olarak da olsa hakiki İslamiyet’i iyi biliyorlardı. Tasavvufu bilen insanlar hayattaydı. Onlar ortamı tadil ediyorlardı. Siyasi olarak baskılar büyüktü fakat İslamiyetin içi boşalmamıştı, külün altında ateş vardı. Osmanlıyı gören insanlar gittikten sonra imam hatipler ve ilahiyatlar bu boşluğu doldurmadılar.
Türkiye, yayıncılıkta şu anda ilk 10’a girmeyi zorluyor...
Biz Türkler bu kemiyet hesaplarıyla kendimizi çok aldatıyoruz. Bugünün eğitimi ve Türkçesiyle kültür tamam olmaz. Niçin? Dil ikiye ayrılır; bir 300 kelimelik konuşulan lisan, bir de 30 bin kelimeden başlayan fikrî lisan… Liselerde mantık, psikoloji, tarih ve edebiyat okutuluyor. Ancak terimler bilinmediğinden kitaplar anlaşılmıyor.
Türk aydınlarını nasıl buluyorsunuz?
Çok kültürlü görünen insan yetiştirdik. Üniversiteyi bitirmiş, kariyer yapmış insanlarımız var. Ama bir tane fikir eseri okumuyorlar. Bu adamlara hürmet ederim lakin yıllarca aynı yerde otlamışlardır. Bir koyun bile bu kadar yerinde saymaz, dolaşarak otlar. Kitap okumuyorlar, Avrupa’yı takip etmiyorlar. Vır vır vır... Hep politika ve gevezelik… Böyle aydın olmaz. Türkiye’de aydın yoktur. Onlar kendilerini aydın zannediyorlar. Ben de kendimi aydın olarak görmüyorum, sadece okuryazar bir Müslüman’ım. Yemin etsem başım ağrımaz.
Son yıllarda milletçe bir kültürel iktidar hedefimiz var. Bu hususta ne noktadayız ?
Türkiye halkı iktidarı, sadece siyasi zannediyor. Bu çok yanlıştır. Ekonomik iktidar, siyasi iktidarı yere serebilir. Kültür iktidarı ise en mühimidir. Müslümanlar, bu konuda son derece zayıf ve ilkel vaziyetteler. Şifahi (sözlü, tahrirînin zıddı) kültür diyorum ben buna.
Peki, işe nereden başlamak lazım?
İngiltere’deki Eton Kolejinden daha üstün bir kolej açarak işe başlamak lazım. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Bey bizi saraya yemeğe çağırmıştı. En son herkese söz verdi. Kendisine dedim ki: Yollar, havalimanları, gökdelenler… Siz Türkiye’ye çok şey kazandırdınız. Şu dediğimi yapmazsanız bunların hepsi batacak. Eton Koleji gibi bir kolej açmanız lazım.
Tabii Cumhurbaşkanı, sonrasında Eton’a bir heyet göndermiş. Heyet, okulun kilisesini, kütüphanesini, laboratuvarlarını gezmiş.
Sonra, 1920’lerin Türkçesine dönmek lazım. Çünkü, lisan sonradan çok tahrip edildi. Üniversitelerimiz belki fen sahasında başarılı ama sosyal kültürde oldukça geri. Türkiye, Türkoloji sahasında bile birinci değildir. Çünkü akademisyenler bile “mahsur” kelimesi ile “mahzur” kelimesini ayırt edemiyor.
Muhafazakârların sanata bakışını nasıl buluyorsunuz?
Müslümanlar son elli senede elli bin yeni cami inşa ettiler. Bunun yalnızca elli tanesi güzel oldu. Diğerlerini çirkin yapma başarısını elde ettiler! Türkiye’de klasik sanatlarda bir kıpırdanma var. Ancak halk ile sanat arasındaki bağ kopmuş vaziyette. Zenginler yeteri kadar sanatla ve estetikle meşgul olmuyor. Koç ailesinin yaptığını, muhafazakâr zenginler de yapmalı. Onlar gerektiğinde bir basketbol takımına milyonlar harcıyor ama müze açamıyorlar.
KÜTÜPHANEMİ KÜLLİYE’YE BAĞIŞLADIM
Siz de sanat koleksiyonu yapıyorsunuz. Neler topluyorsunuz?
Bendenizin asıl merakı kitaptır. Kitap hastası değilim ama kitap meraklısıyım. Kütüphanemi Ankara Beştepe Külliyesindeki kütüphaneye bağışladım. Şu ana kadar, bini yazma olmak üzere elli binden fazla kitabım oraya gitti. Geri kalan kitapları ve evrakı da inşallah göndereceğim. Kıymetli antikalarım, sanat eserlerim yoktur. Eski eşya dükkânlarından, bitpazarlarından, dış ülkelerdeki seyahatler esnasında toplanmış el işi ürünler biriktirmişimdir. Bunlar kayda değmez.
Allah geçinden versin emrihak vaki olursa koleksiyonunuzu kime bırakacaksınız?
Birkaç sanat eseri, az çok para edecek hüsnühat levham var. Bunları satıp parasıyla bazı hizmetler etmeyi düşünüyorum.
Ömrünüze dönüp baktığınızda geride ne görüyorsunuz?
Hayli günah ve kusur görüyorum. Acizane ve naçizane de olsa hizmet etmek isterdim. Maalesef imkân verilmedi, fırsat bulamadım ve yapabileceğim hizmetleri yapamadım. Buna üzülüyorum.
DİYANET'TEKİ KADIN İSTİHDAMI İSLAM TARİHİNDE GÖRÜLMEDİ
“Bugün Batı dünyasında çok kuvvetli bir feminizm karşıtlığı var. Bunlar Müslüman değiller hatta aralarında ateist olanlar da var. Öte yandan Ortodoks Yahudi sinagoglarında bile kadın ve erkek bir arada bulunmaz. Ancak Türkiye’de durum değişiyor. Birtakım derin güçler geçtiğimiz ramazandan evvel bir tecrübede bulundular. Fatih Camii’nde başörtülü kadınlar “Eşitlik istiyoruz” diyerek imamın arkasında erkeklerle beraber namaz kılmak istediler. Bunu mutlaka kurcalayanlar var. Daha önce bir kadın ilahiyatçı “Camilerde perdeleri kaldırmazsanız canınızı yakarım” diye Şile’deki imamlara tehditlerde bulunmuştu. Bugün çok mühim bir kurum olan Diyanet İşleri’ne 50 bin kadın çalışan alınmıştır.
Artık Diyanet İşleri Başkanı’nın kadın yardımcısı vardır. Bu, İslam tarihinde görülmemiş bir şeydir. Müslümanların kanuni sınırlar içerisinde, dinî ve kültürel ifadeler ışığında bu feminizmi reddetmeleri lazım geliyor.”
DİNİ TAHRİP EDENLER YERİNE BİR ŞEY KOYAMADI
“Modernist İslamcılık, bir takım heveslerden ibaret. II. Meşrutiyet zamanında da böyle akımlar çıkmıştı. Dinde tahribat yaptılar ama hiçbir zaman ana akım olamadılar.
Günümüzde de Ankara Ekolü denilen hareket dini tahrip ediyor ama yerine bir şey koyamıyor. Mesela Fazlurrahman bütün dünya Müslümanlarınca reddedilmektedir. Fazlurrahman’ın bozuk fikirlerinin tesirinde kalan oğlu Hristiyan olmuştu. O ise bütün reformist fikirlerine rağmen bundan üzüntü duymuştu. ‘Yavrum İslamiyetin nesini beğenmedin’ diye sorunca oğlu ‘Baba bu yolu bize sen gösterdin’ diye cevap vermişti.”
Kapatby ReklamStore
EHLİSÜNNETİN İÇİNİN BOŞALMASI BÜYÜK TEHLİKE
"Şimdi Türkiye’de aslı büyük tehlike ehlisünnetin içinin boşaltılmasıdır. Ülke mizde din demek, ehlisünnet demektir. Ancak her şey yüzeysel kaldı. Son elli sene Müslümanlar elli bin yeni cami açtı fakat bir tane İslam mektebi açamadılar. Recep Tayyip Bey, Türkiye’ye, cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir din hürriyeti getirdi. . İngiltere’deki kadar olmasa da geniş bir hürriyet sağlandı. Ancak Müslümanlar son on beş sene içerisinde bu hürriyeti ganimet olarak alıp da birtakım kurumlar inşa edemediler.”
FIRSAT BULSALAR TAKSİM'İN ORTASINA BİNA DİKERLER
“İstanbul 4 veya 5 milyondan fazla nüfusu kaldırmayan bir şehirdir. 25 milyon doldurdular buraya, bitirdiler şehri… Nüfusu Türkiye’den daha fazla olan Almanya’nın Berlin’i 5 milyon nüfusludur. Dünyanın en yeşil şehirlerinden biridir. Bir de İstanbul’a bakın… Müteahhitlerin ellerine fırsat geçse Taksim’in göbeğine bina dikerler. Devlet bunula mücadele etmeli.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder