DÜŞÜNENLERİN FORUMU
Türkiye'de kültür, sanat ve düşünce
yasaklamaları…
*
ALİ GEVGİLİLİ – "Türkiye'de düşünce, sanat ve kültür hayatı, toplum
geliştikçe görülmemiş bir canlılık elde etmektedir. Canlanan toplum adeta kendi
yeni sanat, kültür ve düşünce değerlerini üretmektedir.
Ne
var ki, çok boyutlu bir sosyal yapının gereklerini karşılamaya çalışan bu
dünya, gelişimin yanısıra, belirli anlarda izlenen bir kültür "kültür ve
sanat politikası" niteliğindeki "yasaklamalar"la
karşılaşmaktadır. Özellikle 1976 yılına Türkiye olaylar yaratan uygulamalarla
girdi. Önce, devlet tiyatrolarında oyun yasakları görüldü. Sonra, tanınmış
birçok Türk ve yabancı yazarın kitaplarının okullara girmesi yasaklandı. Son
olarak da, Sinema yaratıcısı Metin Erksan'ın beş Türk öykücüsünden televizyon
için yaptığı filimlerden son ikisinin, Sabahattin Ali'nin "Hanende
Melek"i ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Eski Zaman Elbiseleri"nin
televizyonda gösterilmesi durduruldu.
Bugün
yapacağımız forum, gelişen ve değişen bir toplumda "yasaklama"
olayını değerlendirmek amacını güdüyor. Forumda, yasaklamanın bir "kültür
siyaseti" olarak ortaya çıkardığı sorunlar çeşitli yönleriyle
tartışılacak, daha sağlıklı bir düşünce, kültür ve sanat ortamının gelişimi
için nasıl bir yol tutulması gerektiği üstünde durulacaktır.
Sayın
Prof. Gökberk, bir düşünür ve felsefeci olarak sanatın, kültürün ve bilimin
gelişmesinde yasaklama biçimindeki yöntemleri ne denli yararlı karşılıyorsunuz?
Sizce, gelişim ile yasaklama birbirleriyle ne kadar tutarlı olabilmektedir?
Türkiye'de yasaklama uygulamalarını yararlı buluyor musunuz?"
ÇOĞULCU
DEMOKRASİ, ÇOK BOYUTLU DÜZENE HOŞGÖRÜYLE BAŞLAR
*
Prof. GÖKBERK – "Yasaklamaları hiç bir biçimde yararlı ve tutarlı
bulmuyorum. Her şeyden önce, bütün bu yasaklamaları önleyen bir Anayasa'mız
vardır ve Anayasal özgürlükler öylesine geniştir ki, bu yasaklamaların hiçbiri
Anayasa'mızın kapsamı içine girmez.
Toplum
yapımıza ve devlet biçimimize "demokrasi", hem de "çoğulcu"
demokrasi diyoruz. Buradaki "çoğulcu" sözcüğü, içinde birçok görüş ve
düşüncelerin bulunduğu, birbirine uymayan birçok görüş ve düşünceleri kapsayan
bir toplum biçimini anlatmaktadır. Yasaklamalar, "çoğulcu demokrasi"
düzeniyle de hiç bir biçimde tutarlı değildir. Birbirini tutmayan birçok
düşüncelerin bulunduğu bir toplum içinde yapılacak şey, bu düşüncelerin hepsine
karşı "hoşgörülü" davranmak, "tolerans" göstermektir.
Zaten, "tolerans" sözcüğünün Lâtince kökünde "katlanmak"
anlamı vardır. Anayasa'mız da, bu farklı düşünce ve görüşlere katlanmayı
buyuruyor. Toplumumuzun yönetim biçimi olduğunu öne sürdüğümüz "çoğulcu
demokrasi" düzeni de, böyle yapmayı gerektirmektedir.
XX.
yüzyılda dinamik, çok boyutlu ve görüşlü bir dünyada yaşıyoruz. Batı dünyasını
dört yüzyıldır içine alan ve gelişmekte olan bir aydınlanma dönemindeyiz.
"Aydınlanma",
insanoğlunun, bütün yetenekleriyle kültür değerlerine açık olması ve kendine
biçim vermesi demektir.
Bu
nedenle, tüm yasaklamalar yararlı ve tutarlı değil; tam tersine zararlı ve
tutarsızdır. Böyle olduğunu da hem Anayasamız, hem de devlet ve toplum
biçimimiz kanıtlamaktadır."
ALMANYA'DA
BİR DİKTATÖRLÜĞÜN DOĞUŞUNU DA GÖRDÜK
*
GEVGİLİLİ – "Sayın Prof. Kaplan,
özellikle modern Türk edebiyatını bilimsel çalışma konusu olarak seçmiş bir
düşünür olarak, Türkiye'nin tarihsel ve sosyal gelişimi içinde bakıldığında,
"yasaklamalar" sorununu ne şekilde değerlendiriyorsunuz? Yasaklamalar
hangi nedenlerle açıklanabilir?"
*
Prof. KAPLAN – "Yasaklama meselesi tek başına ele alınamaz; toplumun,
tarihin ve her memleketin şartlarına göre yasaklamanın manası değişir.
Serbest
düşüncenin dünyada ilk defa doğduğu eski Yunanistan'da, bugün bile hâlâ
insanlığa ışık veren iki büyük filozoftan Eflâtun, kendi tasavvur etmiş olduğu
devletin içine kendisinin hoşuna gitmeyen birçok insanları, şairleri,
sanatkârları sokmak istemiyordu. Hayran olduğumuz aynı Yunan kültürü,
Sokrates'e katlanamamış, onu zehirlemişti. Asırlar boyunca insanlık tarihi,
adeta taassupların tarihidir. Bundan dolayı yasaklamanın sosyal ve daha derinde
ekonomik şartlarla ilgisi vardır. Bugün de dünyaya toplu olarak baktığımız
zaman, katı doktrinlerin hakim olduğu ülkelerde en korkunç yasaklamalara
rastlıyoruz. Tolerans, Batı'da teşekkül eden bir havadır; fakat, çok yakın bir
zamanda Batı'da büyük filozof ve sanatkârları yetiştirmiş olan Almanya'da nasıl
bir diktatörlüğün hakim olduğunu gördük. İkinci Dünya Savaşı bile bundan
çıkmıştı.
İnsanlık
asırlar boyunca dinler tarafından idare edilmiş, dinler kendilerine aykırı olan
şeyleri yasaklamışlardır. Bugün dinlerin yerine ideolojiler geçiyor; ideolojiler
de kendi zıtlarına karşı cephe alıyorlar ve bunları yasaklıyorlar. Yasaklama
sadece Türkiye'ye mahsus bir şey değil; bütün insanlık tarihinde ve bugün de
var. Türkiye için de son derece aktüel bir konu. Yasaklama, Türk toplumunda bir
"geçiş toplumu" olduğu için, Türkiye'nin şartlarıyla yakından
ilgilidir. Biz, bin yıl Türk-İslâm medeniyeti çerçevesinde damarlarımıza kadar
işlenmiş olan bazı kıymetlere sahibiz. Bu kıymetler halkımızın içinde
yerleşmiş, kafa yapısını teşkil etmiştir. Elbette buna zıt görüşler ortaya
çıkınca, reaksiyonlar olacaktır. Tanzimat'tan bugüne kadar yeni fikirler
karşısında reaksiyonlar olmuştur. Bugün de, Türkiye'nin fikir pilânında,
ideolojik plânda, son derece hayatî bir meseleyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Buna benzer bir hadise ancak II. Meşrutiyet'te, 32 yıllık istibdattan çıktıktan
sonra görüldü; müthiş bir fikir kargaşalığı meydana geldi. Türkiye'de halen
vukua gelen kültür değişmesi ise, II. Meşrutiyet'ten daha sert ve şiddetlidir.
Ruh, fikir ya da Avrupalıların dedikleri espri belki hiç göze görünmez ama,
rüzgâr gibi önüne gelen taşı, toprağı, ağacı söker götürür. Bugün dünyayı
altüst eden fikirler vardır ve Türkiye'yi de altüst edecek fikirler mevcuttur.
Bizi millet yapan değerlerin muhafazası ve millî varlığımızın korunması için
"yasak" şeklinde [ki, başka şekillerde de olabilir] tecelli eden
davranışlar vardır.
BU,
BİR İDEOLOJİK ÇATIŞMADIR
Nereden
çıkıyor acaba Türkiye'deki çatışma?
Bunları,
"sağ-sol" çatışmaları diyerek basitleştiriyoruz. Sağ ve sol
kelimeleriyle ifade ettiğimiz şeyler aslında ideolojilerdir. Bunlara dayanan
kitaplar yazılıyor, filmler çevriliyor. Çatışmaların arkasında tamamiyle
fikirler vardır. Ancak çatışmalar Türkiye'de, dünyadakinden daha sert
olmaktadır.
Ünlü
bir Lâtin filozofu olan Marcus Aurelius bu nevi hadiseler karşısında "ya
onları aydınlat ya onlara katlan" diyor. Burada "aydınlatma" ya
da "baskı" metodu var. Biz aydınlatma metodunu pek kullanmadık.
Cemiyetimiz buna hazır değil. Unutmayalım ki, Batı medeniyeti asırlar boyunca
teşekkül etmiş ve Batı medeniyetinin meydana gelmesinde rol oynayan Almanya
gibi bir ülkede yine de dünyanın en korkunç ideolojisi ortaya çıkmıştır. Şu
halde, "çoğulcu" düşünce de öyle basit bir şekilde kabul edilebilecek
birşey değildir; çoğulcu düşüncenin teşekkül etmesi için, herşeyden önce, bunun
geleneğinin olması gerekir. Bizde daha düşüncenin geleneği yoktur. Türk
kültüründe, edebiyat, sanat, din, mimari, musiki var, fakat felsefe yok. Bütün
Doğu kültürlerinde de felsefe yoktur. Batı'nın çoğulcu medeniyeti ise, asırlar
boyunca gelişmiş olan bir felsefenin medeniyetidir.
Şimdilik
Türkiye'de fikirler çok dar bir şekilde ortaya konmaktadır. Kaldı ki, çoğulcu
tefekkürünü almadık ki Batı'nın, Türkiye'de bir müsamaha doğsun.
Kitapçı
vitrinlerine baktığımızda, eserleri tercüme edilen Batılı filozof yalnız Karl
Marx; ama onu doğuran Hegel yok. Oysa, Batı'da Marq kadar büyük yüz tane
filozof daha var Türkiye'de hâlâ onların eserlerine el atılmıyor. Bu, çoğulcu
düşünce değil, tek düşüncenin hâkimiyetidir. Tehlikeli olan taraf da budur.
Türkiye'deki
son yüzyıl içindeki gelişmeye baktığımız zaman tesbit ettiğimiz şeylerden birisi
de şudur: Şehirleşme, sanayilemeyle beraber Türkiye'de bir de yığınlaşma
hâdisesi doğmaktadır. Bugün yığınlaşma hem sanayi sahasında, hem de okullarda
görülüyor. Yığınlara hâkim olmak çok güç… Yığınlaşma, kültüre aykırı bir durum
yaratıyor. Yığınlar ortasında tartışma mümkün değildir; tartışma küçük
topluluklarda olur. Yığınlar, ideolojilerle, doktorinlerle, sloganlarla,
heyecanlarla idare edilir… Türkiye'de şimdi görülen şey, fikir değil;
yığınlaşmanın neticesi olan politikleşme, doktrinleşme ve sloganlaşma
hadiseleridir. Kimse düşüncelerin derinine inmiyor, ayrıntılarına gitmiyor.
Herkes, beş altı kelimeyle birbirinin boğazına sarılıyor. En önemlisi, felsefi
bir kültür teşekkül etmemiştir.
Okul,
bir tartışma yeri değil, eğitim yeridir. Okul, belli kıymetleri genç nesillere
telkin eden bir yerdir. Mümkün değil okulda bir tartışma havasının olması… Bir
defa öğretmenin durumu, bir nevi diktatör veya bir cemaate yukardan tesir eden
bir rahip gibidir. Öğrencinin münakaşaya ne yaşı, ne de kültürü müsaittir.
Oysa, okul dışı ideolojiler artık okullara kadar girmektedir ve bu kültür
bakımından tehlikelidir.
Fikirler
bugün gittikçe basitleştiriliyor ve bunun neticesinde, okullarda bir nevi kavga
doğuyor. Okul, bir yığınlaşmadır. "Sınıf" kelimesi maddi ve manevi
manada bir kalabalığa delâlet eder ve ona hakim olmak güçtür. Herkes kendi
ideolojisini sınıfa sokarsa, öğrencilerde tenkit kabiliyeti de gelişmediğinen,
sadece sosyal sınıflar arasında değil, okuldaki sınıflar arasında da çatışma
belirir. Bu, son derece tehlikeli olan bu durumun kanunlarla halledilmesi de
imkânsızdır. "Anayasamız herşeye müsaade ediyor, dolayısıyle de okula da
herşey girsin" demekle, çatışmayı diyalogdan çıkarıp son derece ağır
mecralara sokuyoruz ki, bu apaçık görülüyor.
Halen
üniversiteler çalışmıyor; yarın ilkokullar çalışmayacak. Çatışmaların arkasında
ise bir takım iyi hazmedilmemiş fikirler var.
Medeniyet,
değerler demektir; kanunlar değerleri formüle eder. Anayasa'ya dayanan Millî
Eğitim temel kanunuyla millî eğitimin istikameti çizilmiştir ve buna göre belli
bir insan tipi yetiştirilmek istenmektedir. Eğer kanun devleti içinde
yaşıyorsak, Millî Eğitim Bakanlığı bu kanunu tatbik etmeye mecburdur. Kanun,
ilk olarak, "Atatürk İnkılâpları", sonra "Anayasa'nın
başlangıcında ifadesini bulan Türk milliyetçiliği", daha sonra "Türk
milletinin milli, ahlâkî, insanî, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen,
koruyan ve geliştiren bir nesil yetiştirmek" gibi ilkeleri öngörüyor.
Okullara giren kitaplar mutlak surette bu değerlere dayanmalıdır; yoksa o kanun
ortadan kaldırılmalıdır. Okulda bizi yaşatacak olan bazı değerleri yok
farzederek, orayı bir fikir pazarı haline getirirsek, önce maarif, sonra,
Türkiye yıkılır. Kültür ile kanunlar arasında bir ilişki vardır.
"Yasak" kelimesi sevimsiz bir kelime, bunun yerine "Kanun"u
koymak lâzım. Mühim olan şu: Türkiye belli değerlere göre daha elli yıllık bir
Cumhuriyete sahip; Avrupa ile kendimizi mukayese edebilir miyiz?
Henüz
iyice yerleşmemiş olan Cumhuriyetimizin temellerini şuradan buradan esen
rüzgârlara karşı kanunlarla korumazsak, Türk devleti ortadan kalkar. Bizi ancak
kanunlar kurtarabilir.
Batı
kültürünün çoğulcu düşüncesine elbette hayranız. Bu düşünce Türkiye'ye girsin.
Fakat girmiyor ki? Ortada tek düşünce hakim ve böyle olunca da karşısında başka
reaksiyonları buluyor.
Özetlemek
gerekirse, yasaklama Türkiye'nin tarihi şartlarıyla, hali hazır durumuyla,
politikasıyla ve kültür durumuyla yakından ilgilidir. Kültürün yetişemediği
yerde, yasaklar ön plânda gelir. Bizde tenkit yok. Kafalarda mukavemet olmayınca
ve bir takım sloganlar insanların kafalarına hakim olunca, tehlikeli bir durum
beliriyor; bunun karşısında da, ne yazık ki, ancak yasaklarla karşı çıkılıyor.
Yasaklar, kültür ve sosyal şartlarla yakından ilgilidir. O halde, yasakların
yerine kültürü ikame etmemiz lâzım. Bunun için de millî eğitimi tamamen
değiştirmek ve millî bir kültür yaratmak gerekiyor."
*
GEVGİLİLİ – "Düşünceler ile içinde yaşanılan toplum ve o toplumun düzeni
arasında belli ilişkiler olduğu kuşkusuz… Sayın Fethi Naci, modern çağın çok
sınıflı sosyal yapısı içinde bu düşünce çeşitlenmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Size göre, özellikle Türkiye'de uygulanmakta olan yasaklama siyasetleri,
toplumun geldiği gelişim düzeyi ile ne ölçüde tutarlı görülmektedir? Geçmişte
ve bugün Türkiye ve dünya ölçüsünde yasaklama uygulamanın olumlu bir sonuç
verdiği kanısında mısınız?"
*
FETHİ NACİ – "Yasaklamalara ben de karşıyım elbet… Ancak son yasaklamaları
bir yerden sonra çok olağan buluyorum; hatta bunlar biraz geç bile kaldı. Bu
da, kültüre ve sanata o kadar fazla önem verilmemesinin normal bir sonucu olsa
gerek…
Yasaklamalar,
aslında, bir bütünü oluşturan bir takım faaliyetlerin ya da uygulamaların bir
parçasıdır. Yasaklamalara, bu bütünün içinden bakmak gereklidir. Yasaklayan
kim?.. Şu anda Türkiye'yi yönetmekte olan siyasal iktidar. Bu siyasal iktidarın
yapısına bakmak, yasaklamaların nedenleri ve niteliği hakkında bir takım
ipuçları verecektir.
*
Siyasal iktidar bir takım kitaplar için valiliklere genelge gönderiyor,
"gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan, istikameti belli bazı
yazarlar"ın kitaplarını toplayıp, "Ankara'ya gönderin" diyor.
*
Metin Erksan'ın yaptığı filmlerden üç tanesi TRT'nin televizyonunda
gösteriliyor iki tanesi gösterilmiyor.
*
Vedat Nedim Tör'ün bir tiyatro oyunu yetkili kurulun "oynanabilir"
diye onayından geçiyor, fakat devlet tiyatrosunda oynatılmıyor.
*
Bütün bunlar, "millî kültür" adına yapılıyor. Siyasal iktidar millî
kültürden yana olduğunu söyleyerek, millî kültüre zararlı olabilecek bu tür
faaliyetleri önlemek istediğini ileri sürüyor.
Bugün
Türkiye'de siyasal iktidar, sanayi ve ticaret burjuvazisini, bir ölçüde de
büyük toprak sahiplerinin kapitalistleşmiş olanlarını temsil eden bir siyasal
iktidardır. Önümüzdeki gerçek sorun şudur: Böyle bir iktidar acaba "millî
kültür" yaratabilir mi? Daha doğrusu böyle bir iktidarın temsil ettiği
sosyal güçler bir millî kültür oluşturabilir mi? Türkiye burjuvazisi gerçekten
bir millî kültür doğurabilir mi?
Burjuvazinin
millî kültür yarattığı dönemler olmuştur, sözgelişi, Fransız burjuvazisi gibi.
Ancak, Fransız burjuvazisi özgürlükler için Fransız Devrimi'yle güçlü bir
mücadele vermiş, ülkesinde bir toplum yapısını değiştirebilmiş, daha ileri bir
aşamaya geçmeyi sağlamış, dolayısiyle tarihsel gelişim içinde ilerici bir
görevi yerine getirmiştir. Tarihsel gelişim içinde o gelişime bir katkısı
olduğu içindir ki, hem millî olabilmiş, hem de millî bir kültür
yaratabilmiştir.
Türkiye
gibi azgelişmiş ülkelerde ise, burjuvazi yaratılmak istendiği zaman, daha
doğrusu böylesi azgelişmiş ülkeler kapitalist yoldan kalkınmak istedikleri
zaman, bu burjuvazi kendiliğinden, ister istemez, dışarıya bağımlı bir
burjuvazi olacaktır. Öyle ki, azgelişmiş bir ülkede burjuvazi tarih sahnesine
çıktığı andan itibaren çokluk gayri millî bir duruma düşmektedir. Gayri millî
bir duruma düşen burjuvazi ise acaba bir millî kültür yaratabilir mi?
Türkiye'deki
durum ve olgular bunun yetesiye bir cevabını getirmektedir.
Millî
kültürden yana oldukları halde millî kültürü yaratamayacak olan sosyal güçler,
o zaman, millî kültürün oluşmasını önlemeye çalışıyorlar. Millî kültürü
gerçekten oluşturabilecek olan sanatçıyı, yazarı, yaratıcıyı susturarak,
küstürerek, hapislere atarak, kitaplarını toplatarak, filmlerini, oyunlarını
oynatmayarak önlemeyi deniyorlar. Bunun karşısında, millî kültür adına ne
yapılıyor acaba? Burjuvazinin ithalât, ihracat gibi iyi bildiği şeyler de
vardır; kültür eksikliğini kapatmak için de dışardan "yığın kültürü"
ithâl etmektedir. Sözgelişi, TV'deki dizi filmler, bir takım müzik parçaları ve
benzeri gibi nice şey. İthâl edilip yığınlara sunulmaktadır.
Bunun
adı, "yığın kültürü" ama yığınlar onun oluşturulmasına kesinlikle
karışmıyorlar. "Yığın kültürü"; XX. yüzyılın büyük çatışmalarını
gözlerden saklamak isteyen, sosyal sınıflar arasındaki çatışma yerine
toplumdaki bozuklukların sadece bireyler arası çatışmalardan ileri geldiğini
yaymak isteyen, belli bir kaderciliği aşılamak isteyen bir "kültür"dür.
Ancak, "tırnak" içindeki, kendine özgü bir kültür…
Türkiye'de
burjuvazinin çıkmazı yeni millî kültür politikasını bir kültür düşmanlığı
politikasına dönüştürmek zorunda oluşunun nedeni şuradadır: Türkiye'de
burjuvazi sanayileşmek istiyor. Öyle ki, bugün Türkiye'yi yöneten iktidarın
başındaki zat, bir sosyalist kadar Türkiye'nin sanayileşmesini istemektedir.
Fakat sanayileşme denildiği zaman sadece üretim miktarlarının artmasını
düşünüyorlar ve sadece onu istiyorlar; o sanayileşmenin toplumun yapısında yolaçacağı
değişmeleri ise istemiyorlar. Türkiye sanayileşsin ama işçi sınıfı
bilinçlenmesin; sendikalaşmayla grevle ve toplu sözleşmeyle daha fazla haklar
için mücadele etmesin… Türkiye sanayileşsin, toplum yapısında bir takım
değişiklikler ve hatâ çalkantılar olsun, ama bunlar sanat ve edebiyat
eserlerine yansımasın… Nitekim, Millî Eğitim Bakanlığı'nın valiliklere
gönderdiği genelgede yer alan "gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan,
istikameti belli olan bazı yazarlar" nitelendirilmesi çok ilginç. Aslında
kurulu düzeni yıkmak ya da yıkmamak ile kültür arasında büyük bir alış veriş
vardır. Gerçekte, burada, kurulu düzeni "yıkmak" değil,
"değiştirmek" demek daha doğru.
Sanatçı,
bu durumda ne yapsın? Bu kurulu düzenden hoşnut olduğunu mu söylesin, sanatçı?
"Türkiye'de millî gelirin yüzde 60'ını ailelerin yüzde 20'si alıyor",
"halkın yarısı okuma yazma biliyor", "Türkiye'de işçiler
çalışacak iş bulamıyorlar", "köylü toprağa hasret ama bir türlü
Toprak Reformu yapılıp kendisine toprak verilemiyor" diye sıraladıktan
sonra "bu ne güzel düzen" mi desin, sanatçılar?
Bunları
diyemediğime göre, Türkiye'deki sanatçı ve yazar kurulu düzenle çatışma
halindedir.
Burjuvazi
için toplumların gelişme yolundaki son durağının adı,
"kapitalizm"dir. Kapitalist döneme gelince artık gelişme aşamaları
orada durmuş gibi geliyor, burjuvaziye… Bunun içindir ki, kapitalist düzene
karşı çıkmak, bu düzenin değiştirilmesini istemek, sanki kıyamet gününün
gelmesini istemekmiş gibi geliyor onlara. Ama şu olgu: Türkiye ekonomik
yapısını değiştirmektedir. Bu ekonomik yapı değişirken, istesek de, istemesek
de, sosyal ve politik alanda bir çok sonuçlar da doğuracaktır. Bu sonuçlar,
mutlaka, sanat ve edebiyat eserlerine yansıyacaktır ve bu yansımadır ki, Türk
kültürünü gerçekten ileriye doğru götürecektir. Bunun karşında durmanın imkânı
yok… Çünkü geçmişten bugüne gördüğümüz bütün yasaklamalar toplumun gelişen,
toplumu daha ileriye doğru görüten güçlerine karşı konmak istenmiştir. Oysa
toplumların gelişmesi, bu yasaklanmak istenen güçlerin, o yasaklamaları aşarak
toplumu daha ileriye götürmesiyle mümkün olmuştur. Tarihsel deneyler bunu
gösteriyor ve Türkiye'de elbet bunların dışında kalmayacaktır.
Aslında
bu söylediklerim, genellikle söylenen şeyler oldu, ama yeni şeyler
söyleyememişsem, bunun kabahati benden çok Türk burjuvazisinde; çünkü onlar da
o kadar beylik şeyleri tekrarlıyorlar ki, insana yeni şeyler söyleme fırsatı
bile kalmıyor; biz de beylik şeyleri söyleyerek eleştiriyoruz…"
*
GEVGİLİLİ – "Sanat ve kültür ortamı, kitaplarıyla, düşünceleriyle olduğu
kadar sinemayla, filmleriyle de bir bütün… Sayın Erksan, çevirdiği her film
ilginç tartışmalara, hattâ yasaklamalara yolaçmış bir sinema yaratıcısı olarak,
sanat, edebiyat ve sinema arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
TV'de yasaklanan beş Türk öykücüsüyle ilgili film diziniz dolayısiyle, bu
filmlerin o öykülerini içeriğini tam yansıtmadığını, eleştirisiyle de
karşılaştınız. Sinema yaratıcının, edebiyatla olan bu tür alış verişlerdeki
asıl katkısını nerede görüyorsunuz? Ayrıca, ne düşünüyorsunuz, kitap
yasaklamaları konusunda?.."
*
ERKSAN "Kitap toplamakla, hiç kuşku yok ki, insan düşüncesinin gelişmesi
durdurulamaz. İnsan düşüncesinin sınırlarını, kitap yasakları belirleyemez.
Kitaba, yasakla ve toplamakla değil, ancak başka bir kitap yazmakla cevap
verilir.
Özgür
bir seçim sonucu siyasal egemenliği eline geçiren güç, "kamu yararı"
gerekçesine dayanarak kitap yasaklayabilir mi, kitap toplayabilir mi? İlk
bakışta siyasal güçten yana bir eğilim gösteren "kamu yararı"
kavramının dikkat edilikse, kendi içeriğinde bir çelişki taşıdığı görülür.
"Kamu yararı" sözü son derece kaypak, istenilen her yöne çekilen ve
yanlış kullanılmaya çok açık bir deyimdir. "Kamu yararı" kavramı,
hattâ hiç bir peşin fikir tarafından kullanılmayan, akla ve bilime dayanan
özgür, namuslu ve gerçekçi insan düşüncesinin karşıtıdır, bazan… Bunun için
Türk Anayasası'nın düşünce, bilim ve sanat özgürlüğüne ilişki 20. ve 21.
maddeleri siyasal egemenliğin bu alanlardaki hakkını apaçık belirtmiştir.
Ancak, 21. maddenin 2. paragrafı siyasal egemenliğe son derece tartışmalı
olarak bazı haklar tanımıştır. Şöyle ki: "Eğitim ve öğretim devletin
denetim ve gözetimi altında serbesttir."
İşte,
okul kitaplıklarından kaldırılan, kitapları siyasal güç belki bu paragraftaki
hakka dayanarak kaldırmıştır. Fakat yine Anayasa'nın 11. maddesinin 2.
paragrafıyla 21. maddenin bu 2. paragrafı karşıt haklar olarak karşımıza çıkar.
Anayasa'nın temel hakların özüne ilişkin 11. maddesi şöyle der: "Kanun,
kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve millî güvenlik gibi
sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz."
Anayasa'nın
20. maddesinde ise, "Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına
veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir"; 21. maddesinde de,
"Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve
bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir" denilmektedir.
Kitap
toplamakla, kitap yasaklamakla tarihin akışının önüne geçilemez. Asıl olan,
eğer bazı kitapların içindeki düşünce yanlışsa, o düşüncelere karşıt
düşünceleri yine kitaplar aracılığıyla insanlara ulaştırmaktır. Kitaba saygıyı,
kitaba kitapla cevap vermenin en büyük ve en güzel örneklerini de Kur'ân-ı
Kerim vermiştir.
Kur'ân-ı
Kerim ve İslâmlık, öteki iki büyük din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın,
Tevrat ve İncil'in karşıtı olduğu halde, karşıt fikirlere karşı hoşgörünün,
kitaba karşı saygının en büyük örneklerini vermiştir. Şöyle ki:
*
Bakara suresi 4. âyet: "Ey Muhammed, onlar sana indirilen kitaba da,
senden önce indirilenlere de inanırlar."
*
Bakara suresi 41. âyet: "Elimizde bulunan Tevrat'ı teyid ederek,
doğrulayarak indirdiğim Kur'ân-a inanın."
*
Bakara suresi 53. âyet: "Doğru yola gidesiniz diye, Musa'ya, hakkı
batıldan ayıran kitabı vermiştik."
*
Bakara suresi 87. âyet: "Andolsun ki, Musa'ya kitap verdik, ondan sonra
ard arda peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik."
*
Al'i İmrân suresi 3. ve 4. âyet: "Kendisinden önceki kitapları teyid eden
Hak, kitabı sana indirdi. Önceden insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve
İncil'i de indirmişti."
*
Maide suresi 48. âyet: "Ey Muhammed, Kur'ân'ı, önce gelen kitabı tasdiken
ve ona şahit olarak gerçekte sana indirdik."
*
Maide suresi 66. ayet: "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden
kendilerine indirilen Kur'ân'ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş
olurlardı."
*
Maide suresi 68. âyet: "Ey kitap ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden
size indirileni gereğince uygulamadıkça, bir temeliniz olamaz."
Bu
örnekler, bir kitap saygısını da göstermektedir.
Türkiye'deki
film yasaklamaları da, gerçekte, kitap yasaklamalarından pek ayrılamaz.
Kitaplara karşı olan suçlamalar, aynen filmlere karşı da uygulanmıştır.
Valilere gönderilen genelgede, "gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan,
istikameti belli bazı yazarlar" tanımlaması, Ceza Kanunu yönünden çok
önemlidir. Aslında böyle bir genelge, Ceza Kanunu'na göre yayınlanamaz. Çünkü
suç, varsa, bizatihi tesbit edilmelidir. Bir kitapta eğer suç unsuru varsa,
sadece yargı organlarınca o kitap hakkında takibat yapılır; fakat o kişinin
bütün kitapları bu şekilde suçlanamaz. Suç unsurunun, Ceza Kanunu'na göre,
somut olarak ortaya çıkarılması gerekir. Gerçekten de, böyle bir genelge
yayınlamak, özellikle Ceza Kanunu'na aykırıdır.
TV'deki
film yasaklamalarının temelinde de bu durum vardır. TV'de gösterilmeyen iki
film de, TRT'nin Denetim Kurulu'ndan geçmiş ve "gösteribilir" kararı
almıştır. TV'de iki filmi göstermeme kararını veren TV idaresidir, yani, bu
yasaklama kararı idarî bir tasarruftur. Resmî bir açıklama yapılmadığından,
"gösterilebilir" belgesi almış bulunan iki filmin neden yasaklandığı
bilinemiyor. Demeçlerden birinde, "filmlerin içerik ve şekil yönünden
sakıncalı olduğu" söyleniyordu. Öte yandan, resmî olmayan fakat birçok
kişinin sözünü ettiği bir duruma göre ise, filmlerden birinin yazarının
Sabahattin Ali oluşu, yasaklama kararının verilmesine etken olmuştur.
Yasaklamanın neye dayanılarak yapıldığı bilinmediğinden, ben de bu konuda temel
bir fikir taşımıyorum.
Türkiye'de
daha önce sinema filmleri de yasaklanmıştı. Yasaklama kararlarını, halkımızın
"sansür" dediği, İçişleri Bakanlığı'na bağlı Merkez Film Kontrol
Komisyonu alır.
Komisyonun
kararlarında da, o gün Türkiye'de siyasal iktidarı elinde bulunduran güçlerin
düşünce eğilimi etkili olurdu. Şimdi anlaşılıyor ki, TV'deki idarî yönetim de,
varolan siyasal iktidarın eğilimine bakıp, böyle bir karar vermiştir. Ancak, TV
idarî bölümü, muhtemelen siyasal iktidarın kültür ve sanat eğilimini de pek iyi
hesap edememiştir.
Kitap
yasaklamaları dahil, bütün bu olaylar, Türkiye'nin şu anda bir değer ve kavram
kargaşası geçirdiğini göstermektedir. Bu kargaşa ve bulanıklık, birtakım
şeylerin apaçık görülmesine engel oluyor. TRT'deki idarenin tasarrufu da bundan
ileri gelmektedir. Yasaklama kararı verilirken, durumu iyi hesap edememiş, iyi
değerlendirememişlerdir. Yasaklama kararı, herhalde çok yakın zamanda kaldırılacak
ve bu filmler bir gün mutlaka gösterilecektir.
TV'de
filmlerin yasaklamasına çeşitli çevrelerden çeşitli tepkiler geldi. Bundan
birisi, özgürlük kısıtlamasıyla ilgilidir. Bazı çevreler, "Hanende
Melek" filminin yasaklanmasıyla Sabahattin Ali'nin, özgürlüğünün
kısıtlandığını ileri sürdüler. Yasaklanan öteki filmin öyküsü de, Ahmet Hamdi
Tanpınar'a aitti. Bazı çevreler, Sabahattin Ali'nin özgürlüğüne sahip
çıktıkları halde, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın özgürlüğüne nedense sahip
çıkmamışlardı. Bu arada, benim düşünce ve sanat özgürlüğüm ise, tümüyle
unutulmuştu.
Bazı
çevreler, ele aldığım öykülerdeki içeri ve şekli çarpıtmakla, bozmakla da
suçladılar. Sinema sanatçısı, nasıl bir yaratıcı olmalı ki, aldığı başka bir
sanatçının yapıtını aynen uygulayabilsin? Bazı çevreler, sinema sanatçısını,
yoksa sıradan bir kopyacı mı sanıyorlar? Bunları nasıl aynen tatbik eder,
kişi?.. Bu yaratıcılık sorunları aslında tartışmak bile gereksiz… Türkiye'de
öyle bazı değerler ve kavramlar üzerinde tartışıyoruz ki, bunların tartışılması
bile "ayıp". Ama önümüze gelen sorunlar karşısında bazan bu
tartışılması bile gereksiz mutlak doğruların üzerinde bir kere daha durmak
kaçınılmazlaşabiliyor.
Elbette,
sinema yaratıcısı, bu öyküleri kendine göre yapacak, gerek içeriğinde, gerekse
biçimlerinde kendi sözünü edecektir. Ancak, bütün bunları yaparken öyküsünden
yararlandığı sanatçıya karşı saygıyı da sonuna kadar koruyacaktır. Fakat,
"saygıyı korumak" demek, o yapıtı aynen sinemaya çekmek demek
değildir… Burada, elbette, sanatçı ve yaratıcı kişiliğin de damgası
basılacaktır. Televizyon için hazırladığım filmlerde ben de öyle yaptım. Söz
gelişi, Sait Faik'in, "aynen" beyazperdeye gelmesi nasıl olur? Sait
Faik, filmi yapan sanatçının da düşünce sisteminden geçtikten sonra TV ekranına
gelecektir. Bunun üzerinde tartışılmamalıdır bile…"
*
GEVGİLİLİ – "Düşünce, sanat ve kültür ile varolan sosyo-politik yapı
arasındaki çatışmada değerlere ve dünyaya bakış açısı farklılığı çok önemli bir
rol oynuyor. Belki de yasaklamalar da, genellikle, varolan bir düşünce ve
yaklaşım tarzının tek doğru ve değişmez yaklaşım tarzı olduğu biçimindeki bir
ön kabul önemli rol oynamaktadır. Sayın Prof. Gökberk, felsefe açısından çağlar
boyunca düşüncelerin gelişimine baktığınız zaman, belirli düşüncelere belirli çağlarda
gösterilen tepkilerin, o çağlar aşıldıktan sonra ne duruma geldiği
kanısındasınız? Özellikle modern toplumun düşünce ve kültür yapısı nasıldır?
Dünyada ve Türkiye'de böyle bir yapı altında insanın genel kültürü, düşüncesi,
üst yapısı nereye doğru evrilmektedir?"
*
Prof. GÖKBERK – Batı'yı yaratan uygarlık stilini kuran ilk gelişmeyi eski
Yunan'da buluyoruz. Eski Yunan'da M.Ö. 6. yüzyıl sıralarında çok ilginç bir
adım atılıyordu: Tales, "varlıkların temelinin ne olduğu" sorusunu
kendi kendine soruyor ve bütün varolanların kaynağının "su" olduğu
sonucuna varıyordu. Burada ilginç olan, verilen yanıt değildir; bu sorunun
düşünülmesidir. Çünkü, soruyu o zamana kadar kimse kendi kendisine sormamıştır
ve bütün dinlerde sorunun cevabı hazır olarak vardır. Mitolojide sorunun
karşılığının bulunmasına rağmen, Tales bununla yetinmeyip, kendisi başka bir
yanıt arıyor ve buluyor. İşte, Batı düşüncesinin tarihi bu soru ve bu yanıtla
başlamaktadır.
Bu,
herşeyden önce, insanın kendisini düşünmeye başlamasıdır. İnsanın, kollektiv
bir fantazinin ürünü olan din'den kendisini kurtarması ve bağımsız olarak
düşünmeye başlaması demektir, bu… Ayrıca bu düşünmeye başlamada eleştirel bir
tutum vardır. Batı uygarlığı, dine karşı bir tepkiyle başlar. Daha sonra,
varlıkların kaynağı sorusuna "toprak", "hava",
"ateş" cevapları bulunur; düşünürlerden hiç biri, ötekinin verdiği
cevapla yetinmez. Başlangıçta görülen bu tavır yani bulunan cevapla yetinmemek,
kesin bir doğruya varılamadığı inancı, Batı uygarlığının belli başlı
tutumlarından biri olarak tâ günümüze kadar gelmiştir. Bugün en kesin
bildiğimiz fizikte bile "kesin doğru" yoktur; Einstein'in
"belirsizlik bağıntıları" teorisi de, dönüp dolaşıp, fizikte bile bir
yerde duramayacağımızı göstermektedir.
Başlangıçta
dış dünya ve doğa'ya dönük olan bu eleştirel tavır ve araştırmalar, M.Ö. 5.
yüzyılda insan'a da çevriliyor ve insanla ilgili sorunlar ortaya atılıyordu.
İnsan, devlet, din, toplum, dil nedir gibi sorular soruluyor; bunlar yine
eleştirel bir tavırla araştırılıp çözülünce eski Yunan'da yine kıyamet kopuyor.
Çünkü, bu sorular akılla cevaplandırılınca, o zamana kadar din ve gelenek
tarafından taşınmış olan ve kutsal sayılan bütün düşünceler sarsılmaya
başlıyordu. Platon (Eflâtun) da, böyle bir ortam içinde yetişir; kendisi soylu
bir aileden geldiği ve eski düzeni de özleyen biri olduğu için, bu değişimin
önüne geçmek amacıyla kendine göre ortaya koyduğu "ideal devlet"le
"katılım soyluluğu" yerine "en iyileri eleme" sistemini
getirmek ister. Bundan sonra, Orta Çağ'a kadar bütün bu ana düşüncelerin
çeşitli yönlerden geliştirildiği bir dönem yaşanacaktır.
Bin
yıllık bir Orta Çağ'da ise herşey din açısından ele alınır ve Hıristiyan
dininin dışında kalan, dinin dişünülmesini istemediği herşey yasaklanır.
"Yeniden
doğuş" demek olan Rönesans'la birlikte yine özür düşüncenin doğa ve insana
çevrilmesi başlar. Eski Yunan'da başlayan akıl ile din'in çatışması,
Rönesans'ta da devam ederek günümüze kadar gelir.
Rönesans'ın
getirdiği özgür düşünce, XVII. yüzyılda doruğuna varmıştır. Locke, Volter,
Rousseau gibi düşünürlerin akımı, "İnsanın, kendi aklıyla bu dünya
kültürünü kurması"dır. Bütün kurumlar ve değerler, böylece, aklın acımasız
eleştirisinden geçiriliyorlardı. Eleştiri, karşımızdaki doğru ve bilgiye
yetinmemek, onu derinine gitmek, daha doğrusuna varmak tutumudur.
Çağdaş
düşünce, M.Ö. 6. yüzyıldaki insanın eleştirel düşünceyle kendisini düşünmesi ve
bunun özellikle din dogmatizminden kurtularak bir laik dünya kültürü olmasıyla
gelişmiştir. Tarih içinde bu uygarlık stili üstün gelmiş ve bugün tüm dünyayı
kucaklamaya başlamıştır. Bugün Japonya'da, Çin'de, Afrika'da, her yerde olan
olayları, Batı'da gelişen böyle bir kültüre ayak uydurma denemeleri,
sıkıntıları, bunalımları olarak anlamak gerekir. Türkiye'de elbet bunun dışında
kalamazdı. Nitekim, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Batı uygarlığının
serpintileri Türkiye'ye gelmeye başlamış ve Tanzimat'la onu benimseme yoluna
girilmiştir. Atatürk, XIX. yüzyılda başlayan ve Tanzimat'la bir çeşit hukuki ve
Tanzimat'la bir çeşit hukuki ve politik bir temel de kazanmış olan Batı
uygarlığına ayak uydurma sürecinde kesin bir adımdır. Atatürk'e kadar kesin bir
tavır alınmamış ve Türkiye'nin Doğu ile Batı arasında bir olduğu ileri
sürülmüştür. Atatürk, Orta Çağ kültürü ile bu yeni kültürün uzlaşamaz şeyler
olduğunu anlayıp kesin kararını vermiş kişidir. Atatürkçülük, böyle
anlaşılmalıdır. Bu nedenle, bugün "ülkemizin koşulları daha ileriye
açılmaya elverişli değildir" gibi tavırlar. Atatürk'ün getirmiş olduğu bu
kesin kararı ancak kösteklemek sakıncasına dönüşürler. Gerçekten, Millî Eğitim
Temel Kanununda da ilk söz, "Atatürk Devrimleri"dir. Bu
gerçekleştirilecekse, yeni düşüncelere açık olmak, "Eleştirel"
tavırın, "kesin doğrunun olmadığı" düşüncesinin, bütün sıkıntılarına
ve bunalımlarına rağmen, benimsenmesi gerekir. Elbette zor bir iş, bu… Çünkü,
henüz Orta Çağ karanlığından tümden çıkmış değiliz; karanlıklar içinde, bir
ışığın sınırları üzerinde yalpa yapıyoruz. Böyle bir durumun elbet sıkıntıları
olacaktır.
Ayrıca,
sanayi uygarlığı denilen yeni bir uygarlığa da giriyoruz. Birlikte olmak
zorunda bulunduğumuz Batı dünyası bile büyük bir bunalım geçiriyor. Bütün değer
sistemleri şimdi değişme durumundadırlar; böyle büyük değişme dönemlerinde,
büyük sıkıntılar olacaktır. Bu bunalımlardan, korkmadan, cesaretle geçmek
gerekecektir. Bu cesaretin bulunması, kültürümüz yönünde yararlıdır. Yoksa,
korkarak, bir takım yasaklamalar ve benzeri yollarla dünyanın gidişine ayak
uydurmada sadece geç kalırız. Kaldı ki, o çeşit yasaklamaları açık ve çok
olumsuz örneklerini İspanya ve Portekiz'de gördük. Bütün yasaklamalara rağmen
İspanya, dönüp dolaşıp, 40 yıl öncesinin demokrasi arayışına yeniden gelmiştir.
Kırk yıllık yasaklamalara yeni birşey getirilememiştir, çünkü tarihin gidişi, o
değildir.
Sonuç
olarak, yasaklamalar dünyanın gidişine, içine girmek zorunda olduğumuz uygarlık
stiline aykırıdır. Çağdaş dünyayı, toplumu ve uygarlığı benimsemek ancak
cesaret ve hoşgörüyle, katlanmakla olur."
*
GEVGİLİLİ – "Sayın Prof. Kaplan, Türkiye'nin öz benliğine ilişkin değerlerin
korunmasıyla, ülkenin ve dünyanın değişiminin ortaya çıkardığı yeni değerlerin
toplum yapısına katılması sürecindeki çelişkilerin nasıl çözülebileceği
kanısındasınız? Özellikle bir "geçiş toplumu" niteliğini taşıyan
Türkiye'de geniş boyutlu, özgür ve eleştirel bir ortamın yaratılmasını hangi
koşullara bağlı görüyorsunuz?"
*
Prof. KAPLAN – "Sayın Prof. Macit Gökberk, eski Yunan kültürünün
"düşünce ile başladığını söyledi. Bu davranış her zaman önemlidir.
Problemleri ancak "düşünmek" yoluyla halledebiliriz. Fakat düşünce
için barışa, sükûnete ve geleneğe ihtiyaç vardır. O kadar çelişik durumdayız
ki, bugün Türkiye'de güya düşünce adına, düşünce müesseleri olan üniversite ve
yüksek okullar kapanmak durumunda… İnsan ancak okulda düşünür hayat çok
sıkışıktır. Hayatta kazanmak vardır, mücadele vardır. Eğer okullar da
kapanırsa, nerede düşüneceğiz?
Avrupa,
Eski Yunan'dan bu yana gelene kadar asır asır, dizi dizi büyük mütefekkirler
yetiştirmiş… Avrupa medeniyeti, bu büyük filozofların düşünürlerin eseri. Bizde
bu tefekkür geleneği de yok. Bütün doğuda yok. Yalnız Türkiye değil, bütün doğu
asırlar boyunca dogmatik bir davranışla idare edilmiştir. Bugün de aynı
hadiseyi görüyoruz… Doğu'da dinlerin yerini, dinlerin bütün özelliklerine sahip
olan ideolojiler alıyor. Hem de, aynı kutsal ve mutlak değerlerle… Din, kutsal
ve mutlak değerdir; münakaşa edilmeyen bir sistemdir. Asya, Avrupa'dan bir tek
fikri, Marksizm'i almıştır. Tek fikir ise, korkunç bir sistem yaratıyor.
Batı,
Eski Yunan'dan itibaren, kendi geleneğini yorumlayarak, felsefesini
geliştirmiştir. Hegel, Kant hattâ Existentialisme'in ["Varoluşçuluk“]
kurucusu diye bilinen Kierkegaarde, Hıristiyanlığa ait temel kavramları
felsefeleştirmişlerdir. Batı kültürü tamamiyle dine aykırı da değildir. Dini,
akıl yoluyla, sanat yoluyla yorumlamaya dayanır. Bizse kendi dinimizi, kendi
kültürümüzü, yorumlayacağımıza, onların hepsini yok farzetmişizdir.
Rahatsızlığın
sebeplerinden birisi de budur. Eğer kendi dinimizi, kendi kültürümüzü
yorumlamaya çalışsaydık, bugün belki bir Türk felsefesi olurdu. Batı'dan
aldığımız hazır kalıp fikirler, bizim kurulu, yerleşmiş değerlerimize tamamiyle
zıttır. Meselâ, Marksizm, Batı'da kapitalizmin antitezi olarak doğmuştur.
Türkiye'de kapitalizm teşekkül etmemiş ki… Daha yeni olarak ortaya çıkıyor.
Kapitalizm teşekkül etmeden, Batı'nın bir fikrini almışız. Yanlışlık, kendi
kültürümüze yabancı kalmaktan doğuyor. Türk halkının binlerce zıt olarak, hele
dışarıdan gelen yabancı fikirler mutlak surette çatışmayı doğurur.
Şu
halde, problemlerimizi nasıl halledeceğiz? Meseleyi, yine ancak kendi
kültürümüz, kendi mazimiz, kendi dinimiz üzerinde düşünmekle halledebiliriz.
Aydınlara bu konuda büyük bir rol düşüyor. Türkiye'de maalesef yalnızca tekniğe
önem veriliyor. Avrupa tekniği yaratmışsa, tekniğin arkasında da ilim var.
İlmin temelinde, felsefe yer alır. Türkiye, Avrupa'dan hazır makineyi alıp
kuruyor; bunun arkasındaki ilmi almıyor. Sayın Fethi Naci ile bir noktada
birleşiyoruz; sadece fabrikaları kurmakla, iktisadî hayatı tanzim etmekle,
fazla para kazanmakla meselelerimizin halledileceğine kani değilim.
Fabrikalardan fikir doğmaz, tersine, fikirden fabrika doğar. Meseleyi hep
tersinden almışızdır.
Bu
buhranı halletmek için yapılacak şey, Türkiye'de bir düşünce geleneği
yaratmaktır. Bu da çarpışma ile olmaz, bir diyalog ile gerçekleşir.
Bugünkü
hava düşünceye elverişli değildir. Elbet kapalı kalamaz okullar, üniversiteler…
Bir an evvel buradan çıkmak lazımdır.
Bir
yandan da sanayi, yığınları yaratıyor. Bu yığınlar organize oluyor; basit
fikirlerle kendisine haklar sağlıyor ve kendini çok üstün görüyor. Bu, boğucu
bir şeydir. Yığınlara karşı gelmek, yığınlar ortasında düşünmek güç. Yığınlara
verilen sloganlarla da bir yere varılacağına kani değilim. Onun için, tek
düşünce müessesesi olan okullarda, mutlak surette, huzur ve sükûnun sağlanması
gerekir. Okullarda huzur ve sükûn olmazsa, düşünce de olmaz."
*
Prof. GÖKBERK – "Düşünmek için elbette bir gelenek gerekir. Gelenek de,
zaten, gelmekte olan şey demek… Ama bir yerden de başlamak gerek buna. Tarihimizi
Orta Asya'ya bağlamak gerekirse, şöyle düşünebiliriz: İslâmlık'tan önceki
Türklerin de, yüzyılların biriktirdiği birtakım kültürleri, uygarlıklar vardı.
Fakat sonra İslâmlık geldi. Kanlarına işlemişti o eski değerler. Oysa, büsbütün
başka bir kültür çevresinin değerleri arasına girmek zorundaydılar da… Pekâlâ
buna uydular; çünkü yeni geleni benimsediler. Batı kültürünü sağ da, sol da,
çokluk reddediyor. Oysa, bunu benimsemekten başka yapacak şeyimiz yok.
Geleneğimiz de öyle başlayacak. Ondan sonra, aktara aktara, tıpkı İslâm kültür
çevresinde yapıldığı gibi başarılı olunabilir. "O bize yabancıdır,
aykırıdır" dersek, hiç bir şey yapamayız. Ortada kalırız. Bu, tarihin bize
yüklediği bir zorunluluktur; kaçamayız. Batı uygarlığı denilen şeyi benimseyebildiğimiz
zaman, felsefemiz de olur. Biz Türkiye'de felsefe tahsili gören ilk nesiliz.
Bizden öncekiler felsefeye sonradan, "alaylı" olarak girmişti.
Türkiye'de hâlâ sadece yedi felsefe profesörü var… Yedi profesörle de
Türkiye'de felsefe geleneği olmaz. Bizim neslimizin yaptığı, Batı anlamındaki
bir felsefenin malzemesini getirmek; "bunlar düşünülür" demek oluyor.
Elbet artık bir yerden başlamak gerek. Başlamak için de, öncelikle içine
girdiğimiz çağdaş kültür stilini benimsemek zorunlu… O stile de, yabancıdır dersek,
hiçbir şeye ulaşamayız."
*
Prof. KAPLAN – "İslâmi devirdeki
Türklerin başarısını sadece İslâmiyeti benimsemeleriyle değil, daha önceki
devirlere ait kıymetlerini yeni bir şekilde yorumlamadaki başarılarıyla izah
edebiliriz, sanıyorum. Eğer öyle olmasaydı, İslâmiyet'in doğduğu her yerde aynı
başarılar görülürdü. Batı kültürünü reddetmek imkânsız. Batı kültürü büyük bir
kültürdür. Onsuz olmaz. Fakat, kendi tarihimize yabancı kalmakla da hiç bir
noktaya varamayız. Sayın Gökberk şu noktada tamamen haklıdır: İlk nesil ve
bugünkü yedi tane felsefeci ile, sosyal problemler felsefi plânda halledilemez.
Türkiye'nin en önemli meselesi düşünce, tefekkür meselesidir bugün. Bunu
halletmek istiyorsak, hakiki okullar, hakiki üniversiteler kurmalıyız."
*
GEVGİLİLİ – "Sayın Fethi
Naci, Türk toplumunun içinde bulunduğu dünyanın değerlerini, doğru olarak
özümlemesi ve ondan sonra da, kendi gelişim gereklerinin zorunlu kıldığı sanat,
kültür, düşünce ortamını yaratması için nasıl bir sanat, kültür, düşünce
siyaseti öneriyorsunuz?"
*
FETHİ NACİ – "Türkiye'de gerçekten millî kültürü yaratacak olanlar,
Türkiye'nin doğmakta ve gelişmekte olan yeni sosyal güçleridir. Bu sosyal
güçler, kurulu düzeni olduğu gibi sürdürmek isteyenlere karşı verdikleri savaş
içinde, yeni ulusal kültürü de oluşabilmesi birçok koşula bağlı. Bunlardan
biri, kültürün mümkün olduğu kadar geniş yığınlara yayılabilmesi meselesidir.
Bugün Türk halkının yarısından fazlası okuma yazma bilmiyor. Cumhuriyet
kurulalı elli yılı aşmış… Elli yıl boyunca Türkiye'yi yöneten hâkim sınıflar,
ülke halkına henüz okuma yazmayı öğretememişler ve biz, kültür sorunlarını, bu
durumda tartışıyoruz. İkinci geniş bir yığının kültür yaratımına katılabilmesi
sorunudur. Sanata, edebiyata, bütün kültürel çalışmalara katılabilmesi sorunu…
Bu da, Türk halkının geniş bir kesiminin sadece okuma yazma olanaklarına
kavuşabilmesi ile gerçekleşebilecek bir şey değil; halk çocuklarının, geniş
kitlelerin daha üst kademede eğitim görebilmeleri, Sayın Kaplan'ın söylediği
gibi, okullardan geçebilmeleri sorunudur. Bugün Türkiye'de yüksek öğrenim yapma
çağındaki gençlerin ancak % 5'i yüksek tahsil olanaklarına sahip… 100 Türk
gencinden 95'ine yüksek tahsilin kapıları kapalı. Demek ki, bir başka sorun,
Türk halkının daha büyük bir bölümünü bu eğitim düzeyine ulaştırmak
meselesidir.
Bütün
bunlar ancak toplumun yapısında olacak değişikliklerle gerçekleşecek şeyler…
Toplumun yapısındaki değişiklikler yani ekonomik gelişmenin gerektirdiği
birtakım değişiklikler, ancak siyasal bir çözüme kavuşabilirse Türk halkı bu
olanaklara kavuşabilir. Bu da açıkça şu demek: Bugün Türk halkının büyük bir
çoğunluğunun yararlarına karşı olarak işlemekte olan bu düzen eğer bu büyük
halk çoğunluğu kendi çıkarlarının, kendi sınıflarının bilincine vararak düzeni
daha ileriye doğru değiştirebilirse, o zaman geniş halk çoğunluğunun kendisinin
de, çocuklarına da kültürel çalışmalara katılma, kültürel çalışmalara katılma,
kültürel faaliyetleri geliştirme imkânları tanınabilecektir.
Ancak,
ondan sonra Türkiye'de bir kültür gelişmesi olabilecektir. Bu, uzun süreli bir
gelişme.
O
uzun süreyi bekleyinceye kadar, şimdi ne yapılabilir acaba?.. Sözgelimi, kitap
yasaklamalarına, film yasaklamalarına, tiyatro yasaklamalarına karşı ne
yapılabilir?
İlk
akla gelen şey şu:
Eğer
bunları yasaklayanların bir ekonomik güçleri varsa, bunlara karşı koymak için
de, Türk halkının elinde bir güç kaynağı var. Bu, Anayasa'dır. Anayasa
gerçekten Türk halkını ileriye götürebilecek olan birtakım ilkeleri
saptamıştır. Önemli olan, ilkelerin sadece Anayasa'da yer alması değil;
bunların gerçeklilik de kazanabilmesi… Anayasa'daki bu madde haline gelmiş olan
hak ve özgürlüklerin gerçek yaşama geçirilebilmesi için, bir anayasal savaş bu
günlerde gündeme getirilebilecek bir şey. Fakat bu da ister istemez soyutta
kalan bir şey. Bırakınız, anayasal haklar için savaşmaktan söz açmayı; herhangi
bir siyasal karara karşı Danıştay'a başvuruyorsunuz. Danıştay sizin lehinizde
karar veriyor ve siyasal iktidar bu kararı uygulamıyor. O zaman, çok kısa
sürede yapılacak başka şeyler var. Çok kısa vadede yapılacak şeyler, şu andaki
kültürel yozlaşmayı önlemek bakımından, kültürün çıkmaza girmesini önlemek
bakımından, bu çıkmazı yaratanların, bu yasakları getirenlerin, bunları
yapamayacak duruma gelmeleridir; yani, bu siyasal iktidarın işbaşından
ayrılması… Ancak ondan sonradır ki, Türkiye'de kültürel gelişmeden bir ölçüde
söz edilebilir.
Bu
siyasal iktidarın alternatifi olan bir başka siyasal iktidar, [ister istemez,
"siyasal iktidar" diyoruz; çünkü meseleyi somutta ele aldığımız zaman
kendiliğinden böyle oluyor], ekonomik bakımdan belki fazla bir şey
yapamayacaktır ama; Anayasa'ya ve demokratik özgürlüklere saygılı bir iktidar
olacaktır. O kadarı bile Türkiye'nin şu günleri için alması gereken önemli bir
aşamadır."
*
GEVGİLİLİ – "Türkiye'de sanat, düşünce, kültür ortamının karşılaştığı
çelişki ve darboğazları aşmasını siz nelere bağlı görüyorsunuz, sayın
Erksan?"
*
ERKSAN – "Bu darboğazları aşmak çok zor olacak. Önümüzdeki değer ve kavram
kargaşası içinde mutlaka, çok zor günler geçireceğiz. Öncelikle, Türkiye
üzerine bütün hesaplar, küçük bir Ortadoğu ülkesi olarak, 15 ya da 18 milyonluk
bir Türkiye üzerine yapılmıştır. Biz, 1923 yılından önce büyük bir dünya
devletiydik. Kanunlar, talimatnâmeler, nizamnâmeler, herşey, son derece küçük bir
Türkiye için yapıldı. Oysa, Türkiye, şimdi, 41 milyonluk nüfusuyla dünyanın
11'nci devletidir. Türkiye üzerine yapılan hesaplar, yaratılan Türkiye'nin
üzerine uygun düşmüyor artık. Bu bedene göre, yeni elbise yapılması gerek.
Kanunlar, talimatnâmeler, nizamnâmeler, herşey, yeniden yapılacak… Bunlar, yeni
bir düşüncenin ışığı altında yapılacak… Bunlar, yeni bir düşüncenin ışığı
altında yapılacak. Eski düşünce tarzı şuydu: Hristiyanlık öncesi Batı düşüncesi
ve Hristiyan Batı kültürü Türkiye'nin kültür hayatına, ekonomi hayatına,
politika hayatına, sanat hayatına aynen uygulandığı zaman, tamamen
"olumlu" sonuçlara varacağız. Elli yıllık bir süreden sonra,
Hristiyan öncesi Batı düşüncesi ile Hristiyan Batı kültürünün Türkiye'nin
kültür hayatına aynen uygulanması, hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Şimdi
yeniden Türkiye üzerine düşünmenin sırası gelmiş, hattâ geçmektedir bile…
Hristiyan
Batı kültürü sorununda şöyle bir saplantı da yapacağız. Sayın Kaplan, şöyle bir
şey söyledi: Batı'nın hiçbir düşüncesi yurdumuza gerçekten nakil edilmemiştir
ama Marksizm olduğu gibi gelmiştir. Bu, son derece önemli bir yargı. Sayın
Kaplan, Batı'nın Marx'tan gayrı bütün düşüncelerinin Hristiyan kültüründen oluştuğunu
da söyledi. Yalnız Marx, Alman düşüncesi, Fransız hümanizması ve İngiliz
ekonomisi içinde fikirlerini
oluşturduğundan ötürü, Hristiyan Batı kültürüne bağlı olduğu halde
Hristiyan kültürünü en çok reddetmiş Batılı düşünürdür.
Öyle
olduğu içinde, Doğu'da ve bizde öteki Batılı düşünürlerden daha fazla Marx'ın
düşünceleri revaç bulmuştur. Marx, düşüncelerini Batı'da oluştururken, Batı'nın
üç sosyal süreçten geçtiğini kesin olarak saptamıştı; derebeylik, burjuvazi ve
proleterya. 1960'dan sonraki düşünce sistemimiz içinde yeniden Türkiye üzerinde
düşünmeye başladığımız zaman gördük ki, Marx'ın Batı dünyası için koyduğu bu
tarihsel süreç bizim için tam geçerli değildi. Çünkü, Türkiye daha doğrusu
Osmanlı toplumu bir derebeylik sürecini geçirmemiştir. Derebeylik sürecini
geçirmeyen bir ülkede burjuvazi de olmaz. Hegel'in söylediği gibi, her sınıf,
kendi karşıt sınıfını kendi içinde yetiştirir. Derebeylik olmadığı için
tarihsel anlamda burjuvazi teşekkül etmemiş; burjuvazi teşekkül etmediği için
de, proletarya tam teşekkül etmeyecek varsayımına böylece ve şimdilik
varabiliriz.
Bunların,
doğru olup olmadığı tartışabilir. Zaten bunları söylemekle de yaşadığımız
değerler ve kavramlar kargaşasına işaret etmek istedim. Meselenin temelini bile
daha apaçık olarak ortaya koymamışken; sanatta ve bilimde nasıl bir yol
izleyebileceğimizi ve şimdiki Türk düşüncesinin yaratacağı sanat ve bilim
ürünlerini yasaklardan nasıl kurtarabileceğimizi de elbet iyice
bilemiyoruz."
*
GEVGİLİLİ – "Türkiye"de XX. yüzyılın son çeyreği başlarında sanat ve
düşünce yaşamanın, varolan sosyo/politik ortamda içine düştüğü çelişkileri,
yasaklamaları ve bunların nedenlerini tartışan forumumuzda, ana çizgileriyle
oldukça ortak bazı görüşler beliriyor:
1.
Günümüzde söz konusu olan yasaklamalar herhangi bir yasa ile olan suç
ilişkisinden çok; belirli bir politik karar sonucunda ortaya çıkmış, idari
yasaklar niteliğini taşımaktadır. Bu ise, tümüyle bir "kültür
siyaseti"dir ve son çözümde, politik tercihlerle ilgili bir olaydır.
2.
Özellikle XX. yüzyılda düşünce ancak eleştirel olduğu ölçüde, gelişip
gürbüzleşebilir. Hangi kaynaklardan ve nereden gelirse gelsin, gerçek düşünce,
sürekli olarak kendi kendisini bile yeniden değerlendiren, "tek ve
değişmez bir gerçek olmadığı"nı kabul eden, donup kalıplaşmayan
düşüncedir.
3.
Türkiye de, çağdaş ekonomik ve sosyal gelişimine bağlı olarak artık daha özgür
düşünmenin yol ve yöntemlerini arıyor. Ancak düşüncenin genişlemesi ve
özgürleşmesi, bunu besleyen güçlerin gelişim düzeyiyle ve düşünce ortamının
sağlıklığıyla da ilgilidir. Burada, ön yargılardan, yüzeysel sloganlardan,
düşüncenin gerçek ana temellerine inmek; bunlar arasındaki karşılıklı
ilişkileri ve çelişkileri özgürce araştırmak ve saptamak gerekiyor. Korkulması
gereken, düşünceler değildir. Düşüncelerin, yanlış ve yasaklarla eksik elde
edilmesinin yarattığı sakıncalı ortamdır asıl korkulması gereken şey.
Türkiye'nin ulusal kültürünü yaratmasının, kendini kurtaracak ve yeni bir çağda
varolmasını sağlayacak değerleri üretmesinin biricik koşulu, daha geniş boyutlu,
kısıtsız ve hangi nitelikte olursa olsun dogmatizmi aşan bir düşünce yapısına,
sosyal ve politik yapısındaki yenilenmeyle birlikte bir an önce geçebilmesidir.
4.
Yaşanan çatışmalar ve yasaklamalar yeni bir geleceğe geçişin sancı ve
zorlamalarıdır, toplum özgürlüklerini kavradığı ve sosyal dönüşümlerin bilimsel
ve sağlam temellerine indiği ölçüde, yasaklamaları da geçersiz kılacak,
gündemin dışına itecektir… Bilim, sanat ve düşünceye saygılı Türkiye'nin yeni
sosyal ortamı, hoşgörü'ye dayalı bir yeni düşünce plâtformunu da bir gün elbet
yaratacaktır. Yaratması, özgür varoluşunun da tek ve zorunlu koşulu…"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder