26 Temmuz 2020 Pazar

DÜŞÜNENLERİN FORUMU Türkiye'de kültür, sanat ve düşünce yasaklamaları…



DÜŞÜNENLERİN FORUMU

Türkiye'de kültür, sanat ve düşünce yasaklamaları…

* ALİ GEVGİLİLİ – "Türkiye'de düşünce, sanat ve kültür hayatı, toplum geliştikçe görülmemiş bir canlılık elde etmektedir. Canlanan toplum adeta kendi yeni sanat, kültür ve düşünce değerlerini üretmektedir.

Ne var ki, çok boyutlu bir sosyal yapının gereklerini karşılamaya çalışan bu dünya, gelişimin yanısıra, belirli anlarda izlenen bir kültür "kültür ve sanat politikası" niteliğindeki "yasaklamalar"la karşılaşmaktadır. Özellikle 1976 yılına Türkiye olaylar yaratan uygulamalarla girdi. Önce, devlet tiyatrolarında oyun yasakları görüldü. Sonra, tanınmış birçok Türk ve yabancı yazarın kitaplarının okullara girmesi yasaklandı. Son olarak da, Sinema yaratıcısı Metin Erksan'ın beş Türk öykücüsünden televizyon için yaptığı filimlerden son ikisinin, Sabahattin Ali'nin "Hanende Melek"i ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Eski Zaman Elbiseleri"nin televizyonda gösterilmesi durduruldu.
Bugün yapacağımız forum, gelişen ve değişen bir toplumda "yasaklama" olayını değerlendirmek amacını güdüyor. Forumda, yasaklamanın bir "kültür siyaseti" olarak ortaya çıkardığı sorunlar çeşitli yönleriyle tartışılacak, daha sağlıklı bir düşünce, kültür ve sanat ortamının gelişimi için nasıl bir yol tutulması gerektiği üstünde durulacaktır.
Sayın Prof. Gökberk, bir düşünür ve felsefeci olarak sanatın, kültürün ve bilimin gelişmesinde yasaklama biçimindeki yöntemleri ne denli yararlı karşılıyorsunuz? Sizce, gelişim ile yasaklama birbirleriyle ne kadar tutarlı olabilmektedir? Türkiye'de yasaklama uygulamalarını yararlı buluyor musunuz?"

ÇOĞULCU DEMOKRASİ, ÇOK BOYUTLU DÜZENE HOŞGÖRÜYLE BAŞLAR
* Prof. GÖKBERK – "Yasaklamaları hiç bir biçimde yararlı ve tutarlı bulmuyorum. Her şeyden önce, bütün bu yasaklamaları önleyen bir Anayasa'mız vardır ve Anayasal özgürlükler öylesine geniştir ki, bu yasaklamaların hiçbiri Anayasa'mızın kapsamı içine girmez.
Toplum yapımıza ve devlet biçimimize "demokrasi", hem de "çoğulcu" demokrasi diyoruz. Buradaki "çoğulcu" sözcüğü, içinde birçok görüş ve düşüncelerin bulunduğu, birbirine uymayan birçok görüş ve düşünceleri kapsayan bir toplum biçimini anlatmaktadır. Yasaklamalar, "çoğulcu demokrasi" düzeniyle de hiç bir biçimde tutarlı değildir. Birbirini tutmayan birçok düşüncelerin bulunduğu bir toplum içinde yapılacak şey, bu düşüncelerin hepsine karşı "hoşgörülü" davranmak, "tolerans" göstermektir. Zaten, "tolerans" sözcüğünün Lâtince kökünde "katlanmak" anlamı vardır. Anayasa'mız da, bu farklı düşünce ve görüşlere katlanmayı buyuruyor. Toplumumuzun yönetim biçimi olduğunu öne sürdüğümüz "çoğulcu demokrasi" düzeni de, böyle yapmayı gerektirmektedir.
XX. yüzyılda dinamik, çok boyutlu ve görüşlü bir dünyada yaşıyoruz. Batı dünyasını dört yüzyıldır içine alan ve gelişmekte olan bir aydınlanma dönemindeyiz.
"Aydınlanma", insanoğlunun, bütün yetenekleriyle kültür değerlerine açık olması ve kendine biçim vermesi demektir.
Bu nedenle, tüm yasaklamalar yararlı ve tutarlı değil; tam tersine zararlı ve tutarsızdır. Böyle olduğunu da hem Anayasamız, hem de devlet ve toplum biçimimiz kanıtlamaktadır."

ALMANYA'DA BİR DİKTATÖRLÜĞÜN DOĞUŞUNU DA GÖRDÜK
* GEVGİLİLİ – "Sayın Prof. Kaplan, özellikle modern Türk edebiyatını bilimsel çalışma konusu olarak seçmiş bir düşünür olarak, Türkiye'nin tarihsel ve sosyal gelişimi içinde bakıldığında, "yasaklamalar" sorununu ne şekilde değerlendiriyorsunuz? Yasaklamalar hangi nedenlerle açıklanabilir?"

* Prof. KAPLAN – "Yasaklama meselesi tek başına ele alınamaz; toplumun, tarihin ve her memleketin şartlarına göre yasaklamanın manası değişir.
Serbest düşüncenin dünyada ilk defa doğduğu eski Yunanistan'da, bugün bile hâlâ insanlığa ışık veren iki büyük filozoftan Eflâtun, kendi tasavvur etmiş olduğu devletin içine kendisinin hoşuna gitmeyen birçok insanları, şairleri, sanatkârları sokmak istemiyordu. Hayran olduğumuz aynı Yunan kültürü, Sokrates'e katlanamamış, onu zehirlemişti. Asırlar boyunca insanlık tarihi, adeta taassupların tarihidir. Bundan dolayı yasaklamanın sosyal ve daha derinde ekonomik şartlarla ilgisi vardır. Bugün de dünyaya toplu olarak baktığımız zaman, katı doktrinlerin hakim olduğu ülkelerde en korkunç yasaklamalara rastlıyoruz. Tolerans, Batı'da teşekkül eden bir havadır; fakat, çok yakın bir zamanda Batı'da büyük filozof ve sanatkârları yetiştirmiş olan Almanya'da nasıl bir diktatörlüğün hakim olduğunu gördük. İkinci Dünya Savaşı bile bundan çıkmıştı.
İnsanlık asırlar boyunca dinler tarafından idare edilmiş, dinler kendilerine aykırı olan şeyleri yasaklamışlardır. Bugün dinlerin yerine ideolojiler geçiyor; ideolojiler de kendi zıtlarına karşı cephe alıyorlar ve bunları yasaklıyorlar. Yasaklama sadece Türkiye'ye mahsus bir şey değil; bütün insanlık tarihinde ve bugün de var. Türkiye için de son derece aktüel bir konu. Yasaklama, Türk toplumunda bir "geçiş toplumu" olduğu için, Türkiye'nin şartlarıyla yakından ilgilidir. Biz, bin yıl Türk-İslâm medeniyeti çerçevesinde damarlarımıza kadar işlenmiş olan bazı kıymetlere sahibiz. Bu kıymetler halkımızın içinde yerleşmiş, kafa yapısını teşkil etmiştir. Elbette buna zıt görüşler ortaya çıkınca, reaksiyonlar olacaktır. Tanzimat'tan bugüne kadar yeni fikirler karşısında reaksiyonlar olmuştur. Bugün de, Türkiye'nin fikir pilânında, ideolojik plânda, son derece hayatî bir meseleyle karşı karşıya bulunuyoruz. Buna benzer bir hadise ancak II. Meşrutiyet'te, 32 yıllık istibdattan çıktıktan sonra görüldü; müthiş bir fikir kargaşalığı meydana geldi. Türkiye'de halen vukua gelen kültür değişmesi ise, II. Meşrutiyet'ten daha sert ve şiddetlidir. Ruh, fikir ya da Avrupalıların dedikleri espri belki hiç göze görünmez ama, rüzgâr gibi önüne gelen taşı, toprağı, ağacı söker götürür. Bugün dünyayı altüst eden fikirler vardır ve Türkiye'yi de altüst edecek fikirler mevcuttur. Bizi millet yapan değerlerin muhafazası ve millî varlığımızın korunması için "yasak" şeklinde [ki, başka şekillerde de olabilir] tecelli eden davranışlar vardır.

BU, BİR İDEOLOJİK ÇATIŞMADIR
Nereden çıkıyor acaba Türkiye'deki çatışma?
Bunları, "sağ-sol" çatışmaları diyerek basitleştiriyoruz. Sağ ve sol kelimeleriyle ifade ettiğimiz şeyler aslında ideolojilerdir. Bunlara dayanan kitaplar yazılıyor, filmler çevriliyor. Çatışmaların arkasında tamamiyle fikirler vardır. Ancak çatışmalar Türkiye'de, dünyadakinden daha sert olmaktadır.
Ünlü bir Lâtin filozofu olan Marcus Aurelius bu nevi hadiseler karşısında "ya onları aydınlat ya onlara katlan" diyor. Burada "aydınlatma" ya da "baskı" metodu var. Biz aydınlatma metodunu pek kullanmadık. Cemiyetimiz buna hazır değil. Unutmayalım ki, Batı medeniyeti asırlar boyunca teşekkül etmiş ve Batı medeniyetinin meydana gelmesinde rol oynayan Almanya gibi bir ülkede yine de dünyanın en korkunç ideolojisi ortaya çıkmıştır. Şu halde, "çoğulcu" düşünce de öyle basit bir şekilde kabul edilebilecek birşey değildir; çoğulcu düşüncenin teşekkül etmesi için, herşeyden önce, bunun geleneğinin olması gerekir. Bizde daha düşüncenin geleneği yoktur. Türk kültüründe, edebiyat, sanat, din, mimari, musiki var, fakat felsefe yok. Bütün Doğu kültürlerinde de felsefe yoktur. Batı'nın çoğulcu medeniyeti ise, asırlar boyunca gelişmiş olan bir felsefenin medeniyetidir.
Şimdilik Türkiye'de fikirler çok dar bir şekilde ortaya konmaktadır. Kaldı ki, çoğulcu tefekkürünü almadık ki Batı'nın, Türkiye'de bir müsamaha doğsun.
Kitapçı vitrinlerine baktığımızda, eserleri tercüme edilen Batılı filozof yalnız Karl Marx; ama onu doğuran Hegel yok. Oysa, Batı'da Marq kadar büyük yüz tane filozof daha var Türkiye'de hâlâ onların eserlerine el atılmıyor. Bu, çoğulcu düşünce değil, tek düşüncenin hâkimiyetidir. Tehlikeli olan taraf da budur.
Türkiye'deki son yüzyıl içindeki gelişmeye baktığımız zaman tesbit ettiğimiz şeylerden birisi de şudur: Şehirleşme, sanayilemeyle beraber Türkiye'de bir de yığınlaşma hâdisesi doğmaktadır. Bugün yığınlaşma hem sanayi sahasında, hem de okullarda görülüyor. Yığınlara hâkim olmak çok güç… Yığınlaşma, kültüre aykırı bir durum yaratıyor. Yığınlar ortasında tartışma mümkün değildir; tartışma küçük topluluklarda olur. Yığınlar, ideolojilerle, doktorinlerle, sloganlarla, heyecanlarla idare edilir… Türkiye'de şimdi görülen şey, fikir değil; yığınlaşmanın neticesi olan politikleşme, doktrinleşme ve sloganlaşma hadiseleridir. Kimse düşüncelerin derinine inmiyor, ayrıntılarına gitmiyor. Herkes, beş altı kelimeyle birbirinin boğazına sarılıyor. En önemlisi, felsefi bir kültür teşekkül etmemiştir.
Okul, bir tartışma yeri değil, eğitim yeridir. Okul, belli kıymetleri genç nesillere telkin eden bir yerdir. Mümkün değil okulda bir tartışma havasının olması… Bir defa öğretmenin durumu, bir nevi diktatör veya bir cemaate yukardan tesir eden bir rahip gibidir. Öğrencinin münakaşaya ne yaşı, ne de kültürü müsaittir. Oysa, okul dışı ideolojiler artık okullara kadar girmektedir ve bu kültür bakımından tehlikelidir.
Fikirler bugün gittikçe basitleştiriliyor ve bunun neticesinde, okullarda bir nevi kavga doğuyor. Okul, bir yığınlaşmadır. "Sınıf" kelimesi maddi ve manevi manada bir kalabalığa delâlet eder ve ona hakim olmak güçtür. Herkes kendi ideolojisini sınıfa sokarsa, öğrencilerde tenkit kabiliyeti de gelişmediğinen, sadece sosyal sınıflar arasında değil, okuldaki sınıflar arasında da çatışma belirir. Bu, son derece tehlikeli olan bu durumun kanunlarla halledilmesi de imkânsızdır. "Anayasamız herşeye müsaade ediyor, dolayısıyle de okula da herşey girsin" demekle, çatışmayı diyalogdan çıkarıp son derece ağır mecralara sokuyoruz ki, bu apaçık görülüyor.
Halen üniversiteler çalışmıyor; yarın ilkokullar çalışmayacak. Çatışmaların arkasında ise bir takım iyi hazmedilmemiş fikirler var.
Medeniyet, değerler demektir; kanunlar değerleri formüle eder. Anayasa'ya dayanan Millî Eğitim temel kanunuyla millî eğitimin istikameti çizilmiştir ve buna göre belli bir insan tipi yetiştirilmek istenmektedir. Eğer kanun devleti içinde yaşıyorsak, Millî Eğitim Bakanlığı bu kanunu tatbik etmeye mecburdur. Kanun, ilk olarak, "Atatürk İnkılâpları", sonra "Anayasa'nın başlangıcında ifadesini bulan Türk milliyetçiliği", daha sonra "Türk milletinin milli, ahlâkî, insanî, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren bir nesil yetiştirmek" gibi ilkeleri öngörüyor. Okullara giren kitaplar mutlak surette bu değerlere dayanmalıdır; yoksa o kanun ortadan kaldırılmalıdır. Okulda bizi yaşatacak olan bazı değerleri yok farzederek, orayı bir fikir pazarı haline getirirsek, önce maarif, sonra, Türkiye yıkılır. Kültür ile kanunlar arasında bir ilişki vardır. "Yasak" kelimesi sevimsiz bir kelime, bunun yerine "Kanun"u koymak lâzım. Mühim olan şu: Türkiye belli değerlere göre daha elli yıllık bir Cumhuriyete sahip; Avrupa ile kendimizi mukayese edebilir miyiz?
Henüz iyice yerleşmemiş olan Cumhuriyetimizin temellerini şuradan buradan esen rüzgârlara karşı kanunlarla korumazsak, Türk devleti ortadan kalkar. Bizi ancak kanunlar kurtarabilir.
Batı kültürünün çoğulcu düşüncesine elbette hayranız. Bu düşünce Türkiye'ye girsin. Fakat girmiyor ki? Ortada tek düşünce hakim ve böyle olunca da karşısında başka reaksiyonları buluyor.
Özetlemek gerekirse, yasaklama Türkiye'nin tarihi şartlarıyla, hali hazır durumuyla, politikasıyla ve kültür durumuyla yakından ilgilidir. Kültürün yetişemediği yerde, yasaklar ön plânda gelir. Bizde tenkit yok. Kafalarda mukavemet olmayınca ve bir takım sloganlar insanların kafalarına hakim olunca, tehlikeli bir durum beliriyor; bunun karşısında da, ne yazık ki, ancak yasaklarla karşı çıkılıyor. Yasaklar, kültür ve sosyal şartlarla yakından ilgilidir. O halde, yasakların yerine kültürü ikame etmemiz lâzım. Bunun için de millî eğitimi tamamen değiştirmek ve millî bir kültür yaratmak gerekiyor."
* GEVGİLİLİ – "Düşünceler ile içinde yaşanılan toplum ve o toplumun düzeni arasında belli ilişkiler olduğu kuşkusuz… Sayın Fethi Naci, modern çağın çok sınıflı sosyal yapısı içinde bu düşünce çeşitlenmesini nasıl karşılıyorsunuz? Size göre, özellikle Türkiye'de uygulanmakta olan yasaklama siyasetleri, toplumun geldiği gelişim düzeyi ile ne ölçüde tutarlı görülmektedir? Geçmişte ve bugün Türkiye ve dünya ölçüsünde yasaklama uygulamanın olumlu bir sonuç verdiği kanısında mısınız?"
* FETHİ NACİ – "Yasaklamalara ben de karşıyım elbet… Ancak son yasaklamaları bir yerden sonra çok olağan buluyorum; hatta bunlar biraz geç bile kaldı. Bu da, kültüre ve sanata o kadar fazla önem verilmemesinin normal bir sonucu olsa gerek…
Yasaklamalar, aslında, bir bütünü oluşturan bir takım faaliyetlerin ya da uygulamaların bir parçasıdır. Yasaklamalara, bu bütünün içinden bakmak gereklidir. Yasaklayan kim?.. Şu anda Türkiye'yi yönetmekte olan siyasal iktidar. Bu siyasal iktidarın yapısına bakmak, yasaklamaların nedenleri ve niteliği hakkında bir takım ipuçları verecektir.
* Siyasal iktidar bir takım kitaplar için valiliklere genelge gönderiyor, "gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan, istikameti belli bazı yazarlar"ın kitaplarını toplayıp, "Ankara'ya gönderin" diyor.
* Metin Erksan'ın yaptığı filmlerden üç tanesi TRT'nin televizyonunda gösteriliyor iki tanesi gösterilmiyor.
* Vedat Nedim Tör'ün bir tiyatro oyunu yetkili kurulun "oynanabilir" diye onayından geçiyor, fakat devlet tiyatrosunda oynatılmıyor.
* Bütün bunlar, "millî kültür" adına yapılıyor. Siyasal iktidar millî kültürden yana olduğunu söyleyerek, millî kültüre zararlı olabilecek bu tür faaliyetleri önlemek istediğini ileri sürüyor.
Bugün Türkiye'de siyasal iktidar, sanayi ve ticaret burjuvazisini, bir ölçüde de büyük toprak sahiplerinin kapitalistleşmiş olanlarını temsil eden bir siyasal iktidardır. Önümüzdeki gerçek sorun şudur: Böyle bir iktidar acaba "millî kültür" yaratabilir mi? Daha doğrusu böyle bir iktidarın temsil ettiği sosyal güçler bir millî kültür oluşturabilir mi? Türkiye burjuvazisi gerçekten bir millî kültür doğurabilir mi?
Burjuvazinin millî kültür yarattığı dönemler olmuştur, sözgelişi, Fransız burjuvazisi gibi. Ancak, Fransız burjuvazisi özgürlükler için Fransız Devrimi'yle güçlü bir mücadele vermiş, ülkesinde bir toplum yapısını değiştirebilmiş, daha ileri bir aşamaya geçmeyi sağlamış, dolayısiyle tarihsel gelişim içinde ilerici bir görevi yerine getirmiştir. Tarihsel gelişim içinde o gelişime bir katkısı olduğu içindir ki, hem millî olabilmiş, hem de millî bir kültür yaratabilmiştir.
Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde ise, burjuvazi yaratılmak istendiği zaman, daha doğrusu böylesi azgelişmiş ülkeler kapitalist yoldan kalkınmak istedikleri zaman, bu burjuvazi kendiliğinden, ister istemez, dışarıya bağımlı bir burjuvazi olacaktır. Öyle ki, azgelişmiş bir ülkede burjuvazi tarih sahnesine çıktığı andan itibaren çokluk gayri millî bir duruma düşmektedir. Gayri millî bir duruma düşen burjuvazi ise acaba bir millî kültür yaratabilir mi?
Türkiye'deki durum ve olgular bunun yetesiye bir cevabını getirmektedir.
Millî kültürden yana oldukları halde millî kültürü yaratamayacak olan sosyal güçler, o zaman, millî kültürün oluşmasını önlemeye çalışıyorlar. Millî kültürü gerçekten oluşturabilecek olan sanatçıyı, yazarı, yaratıcıyı susturarak, küstürerek, hapislere atarak, kitaplarını toplatarak, filmlerini, oyunlarını oynatmayarak önlemeyi deniyorlar. Bunun karşısında, millî kültür adına ne yapılıyor acaba? Burjuvazinin ithalât, ihracat gibi iyi bildiği şeyler de vardır; kültür eksikliğini kapatmak için de dışardan "yığın kültürü" ithâl etmektedir. Sözgelişi, TV'deki dizi filmler, bir takım müzik parçaları ve benzeri gibi nice şey. İthâl edilip yığınlara sunulmaktadır.
Bunun adı, "yığın kültürü" ama yığınlar onun oluşturulmasına kesinlikle karışmıyorlar. "Yığın kültürü"; XX. yüzyılın büyük çatışmalarını gözlerden saklamak isteyen, sosyal sınıflar arasındaki çatışma yerine toplumdaki bozuklukların sadece bireyler arası çatışmalardan ileri geldiğini yaymak isteyen, belli bir kaderciliği aşılamak isteyen bir "kültür"dür. Ancak, "tırnak" içindeki, kendine özgü bir kültür…
Türkiye'de burjuvazinin çıkmazı yeni millî kültür politikasını bir kültür düşmanlığı politikasına dönüştürmek zorunda oluşunun nedeni şuradadır: Türkiye'de burjuvazi sanayileşmek istiyor. Öyle ki, bugün Türkiye'yi yöneten iktidarın başındaki zat, bir sosyalist kadar Türkiye'nin sanayileşmesini istemektedir. Fakat sanayileşme denildiği zaman sadece üretim miktarlarının artmasını düşünüyorlar ve sadece onu istiyorlar; o sanayileşmenin toplumun yapısında yolaçacağı değişmeleri ise istemiyorlar. Türkiye sanayileşsin ama işçi sınıfı bilinçlenmesin; sendikalaşmayla grevle ve toplu sözleşmeyle daha fazla haklar için mücadele etmesin… Türkiye sanayileşsin, toplum yapısında bir takım değişiklikler ve hatâ çalkantılar olsun, ama bunlar sanat ve edebiyat eserlerine yansımasın… Nitekim, Millî Eğitim Bakanlığı'nın valiliklere gönderdiği genelgede yer alan "gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan, istikameti belli olan bazı yazarlar" nitelendirilmesi çok ilginç. Aslında kurulu düzeni yıkmak ya da yıkmamak ile kültür arasında büyük bir alış veriş vardır. Gerçekte, burada, kurulu düzeni "yıkmak" değil, "değiştirmek" demek daha doğru.
Sanatçı, bu durumda ne yapsın? Bu kurulu düzenden hoşnut olduğunu mu söylesin, sanatçı? "Türkiye'de millî gelirin yüzde 60'ını ailelerin yüzde 20'si alıyor", "halkın yarısı okuma yazma biliyor", "Türkiye'de işçiler çalışacak iş bulamıyorlar", "köylü toprağa hasret ama bir türlü Toprak Reformu yapılıp kendisine toprak verilemiyor" diye sıraladıktan sonra "bu ne güzel düzen" mi desin, sanatçılar?
Bunları diyemediğime göre, Türkiye'deki sanatçı ve yazar kurulu düzenle çatışma halindedir.
Burjuvazi için toplumların gelişme yolundaki son durağının adı, "kapitalizm"dir. Kapitalist döneme gelince artık gelişme aşamaları orada durmuş gibi geliyor, burjuvaziye… Bunun içindir ki, kapitalist düzene karşı çıkmak, bu düzenin değiştirilmesini istemek, sanki kıyamet gününün gelmesini istemekmiş gibi geliyor onlara. Ama şu olgu: Türkiye ekonomik yapısını değiştirmektedir. Bu ekonomik yapı değişirken, istesek de, istemesek de, sosyal ve politik alanda bir çok sonuçlar da doğuracaktır. Bu sonuçlar, mutlaka, sanat ve edebiyat eserlerine yansıyacaktır ve bu yansımadır ki, Türk kültürünü gerçekten ileriye doğru götürecektir. Bunun karşında durmanın imkânı yok… Çünkü geçmişten bugüne gördüğümüz bütün yasaklamalar toplumun gelişen, toplumu daha ileriye doğru görüten güçlerine karşı konmak istenmiştir. Oysa toplumların gelişmesi, bu yasaklanmak istenen güçlerin, o yasaklamaları aşarak toplumu daha ileriye götürmesiyle mümkün olmuştur. Tarihsel deneyler bunu gösteriyor ve Türkiye'de elbet bunların dışında kalmayacaktır.
Aslında bu söylediklerim, genellikle söylenen şeyler oldu, ama yeni şeyler söyleyememişsem, bunun kabahati benden çok Türk burjuvazisinde; çünkü onlar da o kadar beylik şeyleri tekrarlıyorlar ki, insana yeni şeyler söyleme fırsatı bile kalmıyor; biz de beylik şeyleri söyleyerek eleştiriyoruz…"
* GEVGİLİLİ – "Sanat ve kültür ortamı, kitaplarıyla, düşünceleriyle olduğu kadar sinemayla, filmleriyle de bir bütün… Sayın Erksan, çevirdiği her film ilginç tartışmalara, hattâ yasaklamalara yolaçmış bir sinema yaratıcısı olarak, sanat, edebiyat ve sinema arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? TV'de yasaklanan beş Türk öykücüsüyle ilgili film diziniz dolayısiyle, bu filmlerin o öykülerini içeriğini tam yansıtmadığını, eleştirisiyle de karşılaştınız. Sinema yaratıcının, edebiyatla olan bu tür alış verişlerdeki asıl katkısını nerede görüyorsunuz? Ayrıca, ne düşünüyorsunuz, kitap yasaklamaları konusunda?.."
* ERKSAN "Kitap toplamakla, hiç kuşku yok ki, insan düşüncesinin gelişmesi durdurulamaz. İnsan düşüncesinin sınırlarını, kitap yasakları belirleyemez. Kitaba, yasakla ve toplamakla değil, ancak başka bir kitap yazmakla cevap verilir.
Özgür bir seçim sonucu siyasal egemenliği eline geçiren güç, "kamu yararı" gerekçesine dayanarak kitap yasaklayabilir mi, kitap toplayabilir mi? İlk bakışta siyasal güçten yana bir eğilim gösteren "kamu yararı" kavramının dikkat edilikse, kendi içeriğinde bir çelişki taşıdığı görülür. "Kamu yararı" sözü son derece kaypak, istenilen her yöne çekilen ve yanlış kullanılmaya çok açık bir deyimdir. "Kamu yararı" kavramı, hattâ hiç bir peşin fikir tarafından kullanılmayan, akla ve bilime dayanan özgür, namuslu ve gerçekçi insan düşüncesinin karşıtıdır, bazan… Bunun için Türk Anayasası'nın düşünce, bilim ve sanat özgürlüğüne ilişki 20. ve 21. maddeleri siyasal egemenliğin bu alanlardaki hakkını apaçık belirtmiştir. Ancak, 21. maddenin 2. paragrafı siyasal egemenliğe son derece tartışmalı olarak bazı haklar tanımıştır. Şöyle ki: "Eğitim ve öğretim devletin denetim ve gözetimi altında serbesttir."
İşte, okul kitaplıklarından kaldırılan, kitapları siyasal güç belki bu paragraftaki hakka dayanarak kaldırmıştır. Fakat yine Anayasa'nın 11. maddesinin 2. paragrafıyla 21. maddenin bu 2. paragrafı karşıt haklar olarak karşımıza çıkar. Anayasa'nın temel hakların özüne ilişkin 11. maddesi şöyle der: "Kanun, kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve millî güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz."
Anayasa'nın 20. maddesinde ise, "Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir"; 21. maddesinde de, "Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir" denilmektedir.
Kitap toplamakla, kitap yasaklamakla tarihin akışının önüne geçilemez. Asıl olan, eğer bazı kitapların içindeki düşünce yanlışsa, o düşüncelere karşıt düşünceleri yine kitaplar aracılığıyla insanlara ulaştırmaktır. Kitaba saygıyı, kitaba kitapla cevap vermenin en büyük ve en güzel örneklerini de Kur'ân-ı Kerim vermiştir.
Kur'ân-ı Kerim ve İslâmlık, öteki iki büyük din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın, Tevrat ve İncil'in karşıtı olduğu halde, karşıt fikirlere karşı hoşgörünün, kitaba karşı saygının en büyük örneklerini vermiştir. Şöyle ki:
* Bakara suresi 4. âyet: "Ey Muhammed, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de inanırlar."
* Bakara suresi 41. âyet: "Elimizde bulunan Tevrat'ı teyid ederek, doğrulayarak indirdiğim Kur'ân-a inanın."
* Bakara suresi 53. âyet: "Doğru yola gidesiniz diye, Musa'ya, hakkı batıldan ayıran kitabı vermiştik."
* Bakara suresi 87. âyet: "Andolsun ki, Musa'ya kitap verdik, ondan sonra ard arda peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik."
* Al'i İmrân suresi 3. ve 4. âyet: "Kendisinden önceki kitapları teyid eden Hak, kitabı sana indirdi. Önceden insanlara yol gösterici olarak Tevrat ve İncil'i de indirmişti."
* Maide suresi 48. âyet: "Ey Muhammed, Kur'ân'ı, önce gelen kitabı tasdiken ve ona şahit olarak gerçekte sana indirdik."
* Maide suresi 66. ayet: "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'ân'ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı."
* Maide suresi 68. âyet: "Ey kitap ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça, bir temeliniz olamaz."
Bu örnekler, bir kitap saygısını da göstermektedir.
Türkiye'deki film yasaklamaları da, gerçekte, kitap yasaklamalarından pek ayrılamaz. Kitaplara karşı olan suçlamalar, aynen filmlere karşı da uygulanmıştır. Valilere gönderilen genelgede, "gayeleri kurulu düzeni yıkmak olan, istikameti belli bazı yazarlar" tanımlaması, Ceza Kanunu yönünden çok önemlidir. Aslında böyle bir genelge, Ceza Kanunu'na göre yayınlanamaz. Çünkü suç, varsa, bizatihi tesbit edilmelidir. Bir kitapta eğer suç unsuru varsa, sadece yargı organlarınca o kitap hakkında takibat yapılır; fakat o kişinin bütün kitapları bu şekilde suçlanamaz. Suç unsurunun, Ceza Kanunu'na göre, somut olarak ortaya çıkarılması gerekir. Gerçekten de, böyle bir genelge yayınlamak, özellikle Ceza Kanunu'na aykırıdır.
TV'deki film yasaklamalarının temelinde de bu durum vardır. TV'de gösterilmeyen iki film de, TRT'nin Denetim Kurulu'ndan geçmiş ve "gösteribilir" kararı almıştır. TV'de iki filmi göstermeme kararını veren TV idaresidir, yani, bu yasaklama kararı idarî bir tasarruftur. Resmî bir açıklama yapılmadığından, "gösterilebilir" belgesi almış bulunan iki filmin neden yasaklandığı bilinemiyor. Demeçlerden birinde, "filmlerin içerik ve şekil yönünden sakıncalı olduğu" söyleniyordu. Öte yandan, resmî olmayan fakat birçok kişinin sözünü ettiği bir duruma göre ise, filmlerden birinin yazarının Sabahattin Ali oluşu, yasaklama kararının verilmesine etken olmuştur. Yasaklamanın neye dayanılarak yapıldığı bilinmediğinden, ben de bu konuda temel bir fikir taşımıyorum.
Türkiye'de daha önce sinema filmleri de yasaklanmıştı. Yasaklama kararlarını, halkımızın "sansür" dediği, İçişleri Bakanlığı'na bağlı Merkez Film Kontrol Komisyonu alır.
Komisyonun kararlarında da, o gün Türkiye'de siyasal iktidarı elinde bulunduran güçlerin düşünce eğilimi etkili olurdu. Şimdi anlaşılıyor ki, TV'deki idarî yönetim de, varolan siyasal iktidarın eğilimine bakıp, böyle bir karar vermiştir. Ancak, TV idarî bölümü, muhtemelen siyasal iktidarın kültür ve sanat eğilimini de pek iyi hesap edememiştir.
Kitap yasaklamaları dahil, bütün bu olaylar, Türkiye'nin şu anda bir değer ve kavram kargaşası geçirdiğini göstermektedir. Bu kargaşa ve bulanıklık, birtakım şeylerin apaçık görülmesine engel oluyor. TRT'deki idarenin tasarrufu da bundan ileri gelmektedir. Yasaklama kararı verilirken, durumu iyi hesap edememiş, iyi değerlendirememişlerdir. Yasaklama kararı, herhalde çok yakın zamanda kaldırılacak ve bu filmler bir gün mutlaka gösterilecektir.
TV'de filmlerin yasaklamasına çeşitli çevrelerden çeşitli tepkiler geldi. Bundan birisi, özgürlük kısıtlamasıyla ilgilidir. Bazı çevreler, "Hanende Melek" filminin yasaklanmasıyla Sabahattin Ali'nin, özgürlüğünün kısıtlandığını ileri sürdüler. Yasaklanan öteki filmin öyküsü de, Ahmet Hamdi Tanpınar'a aitti. Bazı çevreler, Sabahattin Ali'nin özgürlüğüne sahip çıktıkları halde, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın özgürlüğüne nedense sahip çıkmamışlardı. Bu arada, benim düşünce ve sanat özgürlüğüm ise, tümüyle unutulmuştu.
Bazı çevreler, ele aldığım öykülerdeki içeri ve şekli çarpıtmakla, bozmakla da suçladılar. Sinema sanatçısı, nasıl bir yaratıcı olmalı ki, aldığı başka bir sanatçının yapıtını aynen uygulayabilsin? Bazı çevreler, sinema sanatçısını, yoksa sıradan bir kopyacı mı sanıyorlar? Bunları nasıl aynen tatbik eder, kişi?.. Bu yaratıcılık sorunları aslında tartışmak bile gereksiz… Türkiye'de öyle bazı değerler ve kavramlar üzerinde tartışıyoruz ki, bunların tartışılması bile "ayıp". Ama önümüze gelen sorunlar karşısında bazan bu tartışılması bile gereksiz mutlak doğruların üzerinde bir kere daha durmak kaçınılmazlaşabiliyor.
Elbette, sinema yaratıcısı, bu öyküleri kendine göre yapacak, gerek içeriğinde, gerekse biçimlerinde kendi sözünü edecektir. Ancak, bütün bunları yaparken öyküsünden yararlandığı sanatçıya karşı saygıyı da sonuna kadar koruyacaktır. Fakat, "saygıyı korumak" demek, o yapıtı aynen sinemaya çekmek demek değildir… Burada, elbette, sanatçı ve yaratıcı kişiliğin de damgası basılacaktır. Televizyon için hazırladığım filmlerde ben de öyle yaptım. Söz gelişi, Sait Faik'in, "aynen" beyazperdeye gelmesi nasıl olur? Sait Faik, filmi yapan sanatçının da düşünce sisteminden geçtikten sonra TV ekranına gelecektir. Bunun üzerinde tartışılmamalıdır bile…"
* GEVGİLİLİ – "Düşünce, sanat ve kültür ile varolan sosyo-politik yapı arasındaki çatışmada değerlere ve dünyaya bakış açısı farklılığı çok önemli bir rol oynuyor. Belki de yasaklamalar da, genellikle, varolan bir düşünce ve yaklaşım tarzının tek doğru ve değişmez yaklaşım tarzı olduğu biçimindeki bir ön kabul önemli rol oynamaktadır. Sayın Prof. Gökberk, felsefe açısından çağlar boyunca düşüncelerin gelişimine baktığınız zaman, belirli düşüncelere belirli çağlarda gösterilen tepkilerin, o çağlar aşıldıktan sonra ne duruma geldiği kanısındasınız? Özellikle modern toplumun düşünce ve kültür yapısı nasıldır? Dünyada ve Türkiye'de böyle bir yapı altında insanın genel kültürü, düşüncesi, üst yapısı nereye doğru evrilmektedir?"
* Prof. GÖKBERK – Batı'yı yaratan uygarlık stilini kuran ilk gelişmeyi eski Yunan'da buluyoruz. Eski Yunan'da M.Ö. 6. yüzyıl sıralarında çok ilginç bir adım atılıyordu: Tales, "varlıkların temelinin ne olduğu" sorusunu kendi kendine soruyor ve bütün varolanların kaynağının "su" olduğu sonucuna varıyordu. Burada ilginç olan, verilen yanıt değildir; bu sorunun düşünülmesidir. Çünkü, soruyu o zamana kadar kimse kendi kendisine sormamıştır ve bütün dinlerde sorunun cevabı hazır olarak vardır. Mitolojide sorunun karşılığının bulunmasına rağmen, Tales bununla yetinmeyip, kendisi başka bir yanıt arıyor ve buluyor. İşte, Batı düşüncesinin tarihi bu soru ve bu yanıtla başlamaktadır.
Bu, herşeyden önce, insanın kendisini düşünmeye başlamasıdır. İnsanın, kollektiv bir fantazinin ürünü olan din'den kendisini kurtarması ve bağımsız olarak düşünmeye başlaması demektir, bu… Ayrıca bu düşünmeye başlamada eleştirel bir tutum vardır. Batı uygarlığı, dine karşı bir tepkiyle başlar. Daha sonra, varlıkların kaynağı sorusuna "toprak", "hava", "ateş" cevapları bulunur; düşünürlerden hiç biri, ötekinin verdiği cevapla yetinmez. Başlangıçta görülen bu tavır yani bulunan cevapla yetinmemek, kesin bir doğruya varılamadığı inancı, Batı uygarlığının belli başlı tutumlarından biri olarak tâ günümüze kadar gelmiştir. Bugün en kesin bildiğimiz fizikte bile "kesin doğru" yoktur; Einstein'in "belirsizlik bağıntıları" teorisi de, dönüp dolaşıp, fizikte bile bir yerde duramayacağımızı göstermektedir.
Başlangıçta dış dünya ve doğa'ya dönük olan bu eleştirel tavır ve araştırmalar, M.Ö. 5. yüzyılda insan'a da çevriliyor ve insanla ilgili sorunlar ortaya atılıyordu. İnsan, devlet, din, toplum, dil nedir gibi sorular soruluyor; bunlar yine eleştirel bir tavırla araştırılıp çözülünce eski Yunan'da yine kıyamet kopuyor. Çünkü, bu sorular akılla cevaplandırılınca, o zamana kadar din ve gelenek tarafından taşınmış olan ve kutsal sayılan bütün düşünceler sarsılmaya başlıyordu. Platon (Eflâtun) da, böyle bir ortam içinde yetişir; kendisi soylu bir aileden geldiği ve eski düzeni de özleyen biri olduğu için, bu değişimin önüne geçmek amacıyla kendine göre ortaya koyduğu "ideal devlet"le "katılım soyluluğu" yerine "en iyileri eleme" sistemini getirmek ister. Bundan sonra, Orta Çağ'a kadar bütün bu ana düşüncelerin çeşitli yönlerden geliştirildiği bir dönem yaşanacaktır.
Bin yıllık bir Orta Çağ'da ise herşey din açısından ele alınır ve Hıristiyan dininin dışında kalan, dinin dişünülmesini istemediği herşey yasaklanır.
"Yeniden doğuş" demek olan Rönesans'la birlikte yine özür düşüncenin doğa ve insana çevrilmesi başlar. Eski Yunan'da başlayan akıl ile din'in çatışması, Rönesans'ta da devam ederek günümüze kadar gelir.
Rönesans'ın getirdiği özgür düşünce, XVII. yüzyılda doruğuna varmıştır. Locke, Volter, Rousseau gibi düşünürlerin akımı, "İnsanın, kendi aklıyla bu dünya kültürünü kurması"dır. Bütün kurumlar ve değerler, böylece, aklın acımasız eleştirisinden geçiriliyorlardı. Eleştiri, karşımızdaki doğru ve bilgiye yetinmemek, onu derinine gitmek, daha doğrusuna varmak tutumudur.
Çağdaş düşünce, M.Ö. 6. yüzyıldaki insanın eleştirel düşünceyle kendisini düşünmesi ve bunun özellikle din dogmatizminden kurtularak bir laik dünya kültürü olmasıyla gelişmiştir. Tarih içinde bu uygarlık stili üstün gelmiş ve bugün tüm dünyayı kucaklamaya başlamıştır. Bugün Japonya'da, Çin'de, Afrika'da, her yerde olan olayları, Batı'da gelişen böyle bir kültüre ayak uydurma denemeleri, sıkıntıları, bunalımları olarak anlamak gerekir. Türkiye'de elbet bunun dışında kalamazdı. Nitekim, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Batı uygarlığının serpintileri Türkiye'ye gelmeye başlamış ve Tanzimat'la onu benimseme yoluna girilmiştir. Atatürk, XIX. yüzyılda başlayan ve Tanzimat'la bir çeşit hukuki ve Tanzimat'la bir çeşit hukuki ve politik bir temel de kazanmış olan Batı uygarlığına ayak uydurma sürecinde kesin bir adımdır. Atatürk'e kadar kesin bir tavır alınmamış ve Türkiye'nin Doğu ile Batı arasında bir olduğu ileri sürülmüştür. Atatürk, Orta Çağ kültürü ile bu yeni kültürün uzlaşamaz şeyler olduğunu anlayıp kesin kararını vermiş kişidir. Atatürkçülük, böyle anlaşılmalıdır. Bu nedenle, bugün "ülkemizin koşulları daha ileriye açılmaya elverişli değildir" gibi tavırlar. Atatürk'ün getirmiş olduğu bu kesin kararı ancak kösteklemek sakıncasına dönüşürler. Gerçekten, Millî Eğitim Temel Kanununda da ilk söz, "Atatürk Devrimleri"dir. Bu gerçekleştirilecekse, yeni düşüncelere açık olmak, "Eleştirel" tavırın, "kesin doğrunun olmadığı" düşüncesinin, bütün sıkıntılarına ve bunalımlarına rağmen, benimsenmesi gerekir. Elbette zor bir iş, bu… Çünkü, henüz Orta Çağ karanlığından tümden çıkmış değiliz; karanlıklar içinde, bir ışığın sınırları üzerinde yalpa yapıyoruz. Böyle bir durumun elbet sıkıntıları olacaktır.
Ayrıca, sanayi uygarlığı denilen yeni bir uygarlığa da giriyoruz. Birlikte olmak zorunda bulunduğumuz Batı dünyası bile büyük bir bunalım geçiriyor. Bütün değer sistemleri şimdi değişme durumundadırlar; böyle büyük değişme dönemlerinde, büyük sıkıntılar olacaktır. Bu bunalımlardan, korkmadan, cesaretle geçmek gerekecektir. Bu cesaretin bulunması, kültürümüz yönünde yararlıdır. Yoksa, korkarak, bir takım yasaklamalar ve benzeri yollarla dünyanın gidişine ayak uydurmada sadece geç kalırız. Kaldı ki, o çeşit yasaklamaları açık ve çok olumsuz örneklerini İspanya ve Portekiz'de gördük. Bütün yasaklamalara rağmen İspanya, dönüp dolaşıp, 40 yıl öncesinin demokrasi arayışına yeniden gelmiştir. Kırk yıllık yasaklamalara yeni birşey getirilememiştir, çünkü tarihin gidişi, o değildir.
Sonuç olarak, yasaklamalar dünyanın gidişine, içine girmek zorunda olduğumuz uygarlık stiline aykırıdır. Çağdaş dünyayı, toplumu ve uygarlığı benimsemek ancak cesaret ve hoşgörüyle, katlanmakla olur."
* GEVGİLİLİ – "Sayın Prof. Kaplan, Türkiye'nin öz benliğine ilişkin değerlerin korunmasıyla, ülkenin ve dünyanın değişiminin ortaya çıkardığı yeni değerlerin toplum yapısına katılması sürecindeki çelişkilerin nasıl çözülebileceği kanısındasınız? Özellikle bir "geçiş toplumu" niteliğini taşıyan Türkiye'de geniş boyutlu, özgür ve eleştirel bir ortamın yaratılmasını hangi koşullara bağlı görüyorsunuz?"
* Prof. KAPLAN – "Sayın Prof. Macit Gökberk, eski Yunan kültürünün "düşünce ile başladığını söyledi. Bu davranış her zaman önemlidir. Problemleri ancak "düşünmek" yoluyla halledebiliriz. Fakat düşünce için barışa, sükûnete ve geleneğe ihtiyaç vardır. O kadar çelişik durumdayız ki, bugün Türkiye'de güya düşünce adına, düşünce müesseleri olan üniversite ve yüksek okullar kapanmak durumunda… İnsan ancak okulda düşünür hayat çok sıkışıktır. Hayatta kazanmak vardır, mücadele vardır. Eğer okullar da kapanırsa, nerede düşüneceğiz?
Avrupa, Eski Yunan'dan bu yana gelene kadar asır asır, dizi dizi büyük mütefekkirler yetiştirmiş… Avrupa medeniyeti, bu büyük filozofların düşünürlerin eseri. Bizde bu tefekkür geleneği de yok. Bütün doğuda yok. Yalnız Türkiye değil, bütün doğu asırlar boyunca dogmatik bir davranışla idare edilmiştir. Bugün de aynı hadiseyi görüyoruz… Doğu'da dinlerin yerini, dinlerin bütün özelliklerine sahip olan ideolojiler alıyor. Hem de, aynı kutsal ve mutlak değerlerle… Din, kutsal ve mutlak değerdir; münakaşa edilmeyen bir sistemdir. Asya, Avrupa'dan bir tek fikri, Marksizm'i almıştır. Tek fikir ise, korkunç bir sistem yaratıyor.
Batı, Eski Yunan'dan itibaren, kendi geleneğini yorumlayarak, felsefesini geliştirmiştir. Hegel, Kant hattâ Existentialisme'in ["Varoluşçuluk“] kurucusu diye bilinen Kierkegaarde, Hıristiyanlığa ait temel kavramları felsefeleştirmişlerdir. Batı kültürü tamamiyle dine aykırı da değildir. Dini, akıl yoluyla, sanat yoluyla yorumlamaya dayanır. Bizse kendi dinimizi, kendi kültürümüzü, yorumlayacağımıza, onların hepsini yok farzetmişizdir.
Rahatsızlığın sebeplerinden birisi de budur. Eğer kendi dinimizi, kendi kültürümüzü yorumlamaya çalışsaydık, bugün belki bir Türk felsefesi olurdu. Batı'dan aldığımız hazır kalıp fikirler, bizim kurulu, yerleşmiş değerlerimize tamamiyle zıttır. Meselâ, Marksizm, Batı'da kapitalizmin antitezi olarak doğmuştur. Türkiye'de kapitalizm teşekkül etmemiş ki… Daha yeni olarak ortaya çıkıyor. Kapitalizm teşekkül etmeden, Batı'nın bir fikrini almışız. Yanlışlık, kendi kültürümüze yabancı kalmaktan doğuyor. Türk halkının binlerce zıt olarak, hele dışarıdan gelen yabancı fikirler mutlak surette çatışmayı doğurur.
Şu halde, problemlerimizi nasıl halledeceğiz? Meseleyi, yine ancak kendi kültürümüz, kendi mazimiz, kendi dinimiz üzerinde düşünmekle halledebiliriz. Aydınlara bu konuda büyük bir rol düşüyor. Türkiye'de maalesef yalnızca tekniğe önem veriliyor. Avrupa tekniği yaratmışsa, tekniğin arkasında da ilim var. İlmin temelinde, felsefe yer alır. Türkiye, Avrupa'dan hazır makineyi alıp kuruyor; bunun arkasındaki ilmi almıyor. Sayın Fethi Naci ile bir noktada birleşiyoruz; sadece fabrikaları kurmakla, iktisadî hayatı tanzim etmekle, fazla para kazanmakla meselelerimizin halledileceğine kani değilim. Fabrikalardan fikir doğmaz, tersine, fikirden fabrika doğar. Meseleyi hep tersinden almışızdır.
Bu buhranı halletmek için yapılacak şey, Türkiye'de bir düşünce geleneği yaratmaktır. Bu da çarpışma ile olmaz, bir diyalog ile gerçekleşir.
Bugünkü hava düşünceye elverişli değildir. Elbet kapalı kalamaz okullar, üniversiteler… Bir an evvel buradan çıkmak lazımdır.
Bir yandan da sanayi, yığınları yaratıyor. Bu yığınlar organize oluyor; basit fikirlerle kendisine haklar sağlıyor ve kendini çok üstün görüyor. Bu, boğucu bir şeydir. Yığınlara karşı gelmek, yığınlar ortasında düşünmek güç. Yığınlara verilen sloganlarla da bir yere varılacağına kani değilim. Onun için, tek düşünce müessesesi olan okullarda, mutlak surette, huzur ve sükûnun sağlanması gerekir. Okullarda huzur ve sükûn olmazsa, düşünce de olmaz."
* Prof. GÖKBERK – "Düşünmek için elbette bir gelenek gerekir. Gelenek de, zaten, gelmekte olan şey demek… Ama bir yerden de başlamak gerek buna. Tarihimizi Orta Asya'ya bağlamak gerekirse, şöyle düşünebiliriz: İslâmlık'tan önceki Türklerin de, yüzyılların biriktirdiği birtakım kültürleri, uygarlıklar vardı. Fakat sonra İslâmlık geldi. Kanlarına işlemişti o eski değerler. Oysa, büsbütün başka bir kültür çevresinin değerleri arasına girmek zorundaydılar da… Pekâlâ buna uydular; çünkü yeni geleni benimsediler. Batı kültürünü sağ da, sol da, çokluk reddediyor. Oysa, bunu benimsemekten başka yapacak şeyimiz yok. Geleneğimiz de öyle başlayacak. Ondan sonra, aktara aktara, tıpkı İslâm kültür çevresinde yapıldığı gibi başarılı olunabilir. "O bize yabancıdır, aykırıdır" dersek, hiç bir şey yapamayız. Ortada kalırız. Bu, tarihin bize yüklediği bir zorunluluktur; kaçamayız. Batı uygarlığı denilen şeyi benimseyebildiğimiz zaman, felsefemiz de olur. Biz Türkiye'de felsefe tahsili gören ilk nesiliz. Bizden öncekiler felsefeye sonradan, "alaylı" olarak girmişti. Türkiye'de hâlâ sadece yedi felsefe profesörü var… Yedi profesörle de Türkiye'de felsefe geleneği olmaz. Bizim neslimizin yaptığı, Batı anlamındaki bir felsefenin malzemesini getirmek; "bunlar düşünülür" demek oluyor. Elbet artık bir yerden başlamak gerek. Başlamak için de, öncelikle içine girdiğimiz çağdaş kültür stilini benimsemek zorunlu… O stile de, yabancıdır dersek, hiçbir şeye ulaşamayız."
* Prof. KAPLAN –  "İslâmi devirdeki Türklerin başarısını sadece İslâmiyeti benimsemeleriyle değil, daha önceki devirlere ait kıymetlerini yeni bir şekilde yorumlamadaki başarılarıyla izah edebiliriz, sanıyorum. Eğer öyle olmasaydı, İslâmiyet'in doğduğu her yerde aynı başarılar görülürdü. Batı kültürünü reddetmek imkânsız. Batı kültürü büyük bir kültürdür. Onsuz olmaz. Fakat, kendi tarihimize yabancı kalmakla da hiç bir noktaya varamayız. Sayın Gökberk şu noktada tamamen haklıdır: İlk nesil ve bugünkü yedi tane felsefeci ile, sosyal problemler felsefi plânda halledilemez. Türkiye'nin en önemli meselesi düşünce, tefekkür meselesidir bugün. Bunu halletmek istiyorsak, hakiki okullar, hakiki üniversiteler kurmalıyız."
* GEVGİLİLİ            – "Sayın Fethi Naci, Türk toplumunun içinde bulunduğu dünyanın değerlerini, doğru olarak özümlemesi ve ondan sonra da, kendi gelişim gereklerinin zorunlu kıldığı sanat, kültür, düşünce ortamını yaratması için nasıl bir sanat, kültür, düşünce siyaseti öneriyorsunuz?"
* FETHİ NACİ – "Türkiye'de gerçekten millî kültürü yaratacak olanlar, Türkiye'nin doğmakta ve gelişmekte olan yeni sosyal güçleridir. Bu sosyal güçler, kurulu düzeni olduğu gibi sürdürmek isteyenlere karşı verdikleri savaş içinde, yeni ulusal kültürü de oluşabilmesi birçok koşula bağlı. Bunlardan biri, kültürün mümkün olduğu kadar geniş yığınlara yayılabilmesi meselesidir. Bugün Türk halkının yarısından fazlası okuma yazma bilmiyor. Cumhuriyet kurulalı elli yılı aşmış… Elli yıl boyunca Türkiye'yi yöneten hâkim sınıflar, ülke halkına henüz okuma yazmayı öğretememişler ve biz, kültür sorunlarını, bu durumda tartışıyoruz. İkinci geniş bir yığının kültür yaratımına katılabilmesi sorunudur. Sanata, edebiyata, bütün kültürel çalışmalara katılabilmesi sorunu… Bu da, Türk halkının geniş bir kesiminin sadece okuma yazma olanaklarına kavuşabilmesi ile gerçekleşebilecek bir şey değil; halk çocuklarının, geniş kitlelerin daha üst kademede eğitim görebilmeleri, Sayın Kaplan'ın söylediği gibi, okullardan geçebilmeleri sorunudur. Bugün Türkiye'de yüksek öğrenim yapma çağındaki gençlerin ancak % 5'i yüksek tahsil olanaklarına sahip… 100 Türk gencinden 95'ine yüksek tahsilin kapıları kapalı. Demek ki, bir başka sorun, Türk halkının daha büyük bir bölümünü bu eğitim düzeyine ulaştırmak meselesidir.
Bütün bunlar ancak toplumun yapısında olacak değişikliklerle gerçekleşecek şeyler… Toplumun yapısındaki değişiklikler yani ekonomik gelişmenin gerektirdiği birtakım değişiklikler, ancak siyasal bir çözüme kavuşabilirse Türk halkı bu olanaklara kavuşabilir. Bu da açıkça şu demek: Bugün Türk halkının büyük bir çoğunluğunun yararlarına karşı olarak işlemekte olan bu düzen eğer bu büyük halk çoğunluğu kendi çıkarlarının, kendi sınıflarının bilincine vararak düzeni daha ileriye doğru değiştirebilirse, o zaman geniş halk çoğunluğunun kendisinin de, çocuklarına da kültürel çalışmalara katılma, kültürel çalışmalara katılma, kültürel faaliyetleri geliştirme imkânları tanınabilecektir.
Ancak, ondan sonra Türkiye'de bir kültür gelişmesi olabilecektir. Bu, uzun süreli bir gelişme.
O uzun süreyi bekleyinceye kadar, şimdi ne yapılabilir acaba?.. Sözgelimi, kitap yasaklamalarına, film yasaklamalarına, tiyatro yasaklamalarına karşı ne yapılabilir?
İlk akla gelen şey şu:
Eğer bunları yasaklayanların bir ekonomik güçleri varsa, bunlara karşı koymak için de, Türk halkının elinde bir güç kaynağı var. Bu, Anayasa'dır. Anayasa gerçekten Türk halkını ileriye götürebilecek olan birtakım ilkeleri saptamıştır. Önemli olan, ilkelerin sadece Anayasa'da yer alması değil; bunların gerçeklilik de kazanabilmesi… Anayasa'daki bu madde haline gelmiş olan hak ve özgürlüklerin gerçek yaşama geçirilebilmesi için, bir anayasal savaş bu günlerde gündeme getirilebilecek bir şey. Fakat bu da ister istemez soyutta kalan bir şey. Bırakınız, anayasal haklar için savaşmaktan söz açmayı; herhangi bir siyasal karara karşı Danıştay'a başvuruyorsunuz. Danıştay sizin lehinizde karar veriyor ve siyasal iktidar bu kararı uygulamıyor. O zaman, çok kısa sürede yapılacak başka şeyler var. Çok kısa vadede yapılacak şeyler, şu andaki kültürel yozlaşmayı önlemek bakımından, kültürün çıkmaza girmesini önlemek bakımından, bu çıkmazı yaratanların, bu yasakları getirenlerin, bunları yapamayacak duruma gelmeleridir; yani, bu siyasal iktidarın işbaşından ayrılması… Ancak ondan sonradır ki, Türkiye'de kültürel gelişmeden bir ölçüde söz edilebilir.
Bu siyasal iktidarın alternatifi olan bir başka siyasal iktidar, [ister istemez, "siyasal iktidar" diyoruz; çünkü meseleyi somutta ele aldığımız zaman kendiliğinden böyle oluyor], ekonomik bakımdan belki fazla bir şey yapamayacaktır ama; Anayasa'ya ve demokratik özgürlüklere saygılı bir iktidar olacaktır. O kadarı bile Türkiye'nin şu günleri için alması gereken önemli bir aşamadır."
* GEVGİLİLİ – "Türkiye'de sanat, düşünce, kültür ortamının karşılaştığı çelişki ve darboğazları aşmasını siz nelere bağlı görüyorsunuz, sayın Erksan?"
* ERKSAN – "Bu darboğazları aşmak çok zor olacak. Önümüzdeki değer ve kavram kargaşası içinde mutlaka, çok zor günler geçireceğiz. Öncelikle, Türkiye üzerine bütün hesaplar, küçük bir Ortadoğu ülkesi olarak, 15 ya da 18 milyonluk bir Türkiye üzerine yapılmıştır. Biz, 1923 yılından önce büyük bir dünya devletiydik. Kanunlar, talimatnâmeler, nizamnâmeler, herşey, son derece küçük bir Türkiye için yapıldı. Oysa, Türkiye, şimdi, 41 milyonluk nüfusuyla dünyanın 11'nci devletidir. Türkiye üzerine yapılan hesaplar, yaratılan Türkiye'nin üzerine uygun düşmüyor artık. Bu bedene göre, yeni elbise yapılması gerek. Kanunlar, talimatnâmeler, nizamnâmeler, herşey, yeniden yapılacak… Bunlar, yeni bir düşüncenin ışığı altında yapılacak… Bunlar, yeni bir düşüncenin ışığı altında yapılacak. Eski düşünce tarzı şuydu: Hristiyanlık öncesi Batı düşüncesi ve Hristiyan Batı kültürü Türkiye'nin kültür hayatına, ekonomi hayatına, politika hayatına, sanat hayatına aynen uygulandığı zaman, tamamen "olumlu" sonuçlara varacağız. Elli yıllık bir süreden sonra, Hristiyan öncesi Batı düşüncesi ile Hristiyan Batı kültürünün Türkiye'nin kültür hayatına aynen uygulanması, hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Şimdi yeniden Türkiye üzerine düşünmenin sırası gelmiş, hattâ geçmektedir bile…
Hristiyan Batı kültürü sorununda şöyle bir saplantı da yapacağız. Sayın Kaplan, şöyle bir şey söyledi: Batı'nın hiçbir düşüncesi yurdumuza gerçekten nakil edilmemiştir ama Marksizm olduğu gibi gelmiştir. Bu, son derece önemli bir yargı. Sayın Kaplan, Batı'nın Marx'tan gayrı bütün düşüncelerinin Hristiyan kültüründen oluştuğunu da söyledi. Yalnız Marx, Alman düşüncesi, Fransız hümanizması ve İngiliz ekonomisi içinde fikirlerini  oluşturduğundan ötürü, Hristiyan Batı kültürüne bağlı olduğu halde Hristiyan kültürünü en çok reddetmiş Batılı düşünürdür.
Öyle olduğu içinde, Doğu'da ve bizde öteki Batılı düşünürlerden daha fazla Marx'ın düşünceleri revaç bulmuştur. Marx, düşüncelerini Batı'da oluştururken, Batı'nın üç sosyal süreçten geçtiğini kesin olarak saptamıştı; derebeylik, burjuvazi ve proleterya. 1960'dan sonraki düşünce sistemimiz içinde yeniden Türkiye üzerinde düşünmeye başladığımız zaman gördük ki, Marx'ın Batı dünyası için koyduğu bu tarihsel süreç bizim için tam geçerli değildi. Çünkü, Türkiye daha doğrusu Osmanlı toplumu bir derebeylik sürecini geçirmemiştir. Derebeylik sürecini geçirmeyen bir ülkede burjuvazi de olmaz. Hegel'in söylediği gibi, her sınıf, kendi karşıt sınıfını kendi içinde yetiştirir. Derebeylik olmadığı için tarihsel anlamda burjuvazi teşekkül etmemiş; burjuvazi teşekkül etmediği için de, proletarya tam teşekkül etmeyecek varsayımına böylece ve şimdilik varabiliriz.
Bunların, doğru olup olmadığı tartışabilir. Zaten bunları söylemekle de yaşadığımız değerler ve kavramlar kargaşasına işaret etmek istedim. Meselenin temelini bile daha apaçık olarak ortaya koymamışken; sanatta ve bilimde nasıl bir yol izleyebileceğimizi ve şimdiki Türk düşüncesinin yaratacağı sanat ve bilim ürünlerini yasaklardan nasıl kurtarabileceğimizi de elbet iyice bilemiyoruz."
* GEVGİLİLİ – "Türkiye"de XX. yüzyılın son çeyreği başlarında sanat ve düşünce yaşamanın, varolan sosyo/politik ortamda içine düştüğü çelişkileri, yasaklamaları ve bunların nedenlerini tartışan forumumuzda, ana çizgileriyle oldukça ortak bazı görüşler beliriyor:
1. Günümüzde söz konusu olan yasaklamalar herhangi bir yasa ile olan suç ilişkisinden çok; belirli bir politik karar sonucunda ortaya çıkmış, idari yasaklar niteliğini taşımaktadır. Bu ise, tümüyle bir "kültür siyaseti"dir ve son çözümde, politik tercihlerle ilgili bir olaydır.
2. Özellikle XX. yüzyılda düşünce ancak eleştirel olduğu ölçüde, gelişip gürbüzleşebilir. Hangi kaynaklardan ve nereden gelirse gelsin, gerçek düşünce, sürekli olarak kendi kendisini bile yeniden değerlendiren, "tek ve değişmez bir gerçek olmadığı"nı kabul eden, donup kalıplaşmayan düşüncedir.
3. Türkiye de, çağdaş ekonomik ve sosyal gelişimine bağlı olarak artık daha özgür düşünmenin yol ve yöntemlerini arıyor. Ancak düşüncenin genişlemesi ve özgürleşmesi, bunu besleyen güçlerin gelişim düzeyiyle ve düşünce ortamının sağlıklığıyla da ilgilidir. Burada, ön yargılardan, yüzeysel sloganlardan, düşüncenin gerçek ana temellerine inmek; bunlar arasındaki karşılıklı ilişkileri ve çelişkileri özgürce araştırmak ve saptamak gerekiyor. Korkulması gereken, düşünceler değildir. Düşüncelerin, yanlış ve yasaklarla eksik elde edilmesinin yarattığı sakıncalı ortamdır asıl korkulması gereken şey. Türkiye'nin ulusal kültürünü yaratmasının, kendini kurtaracak ve yeni bir çağda varolmasını sağlayacak değerleri üretmesinin biricik koşulu, daha geniş boyutlu, kısıtsız ve hangi nitelikte olursa olsun dogmatizmi aşan bir düşünce yapısına, sosyal ve politik yapısındaki yenilenmeyle birlikte bir an önce geçebilmesidir.
4. Yaşanan çatışmalar ve yasaklamalar yeni bir geleceğe geçişin sancı ve zorlamalarıdır, toplum özgürlüklerini kavradığı ve sosyal dönüşümlerin bilimsel ve sağlam temellerine indiği ölçüde, yasaklamaları da geçersiz kılacak, gündemin dışına itecektir… Bilim, sanat ve düşünceye saygılı Türkiye'nin yeni sosyal ortamı, hoşgörü'ye dayalı bir yeni düşünce plâtformunu da bir gün elbet yaratacaktır. Yaratması, özgür varoluşunun da tek ve zorunlu koşulu…"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder