Nostalji ve duygusal yatırımlar târihin maddî gerçekliğine tesir etmiyor. Modern dünyâda geleneksel toprak düzenleri her şekilde çökmeye mahkûm. Onları asıllarıyla ayakta tutmak mümkün değil. Ama dikkât çekici olan , modern dünyâda bu çözülmenin bir bağsızlık ve yabancılaşma doğurup doğurmadığıdır. Merkez ve Yarı-Merkez coğrafyalarda dikkât çeken husus, başlangıçta yaşanan büyük tahribâtlara rağmen, rehabilitasyonlar üzerinden “insan-toprak” ilişkisinin yeniden üretimidir. Bunda , çok eleştirsek de, hakkını teslim edelim, içbükeyleşen orta sınıf hassasiyetleri başat rolü oynamıştır.
Meselâ Avrupa’yı ele alalım. Kırsallık bu coğrafyada hâlâ baskın bir karakter taşımaktadır. Britanya’da “country life” modern Britanyalıların derin bağlılıkla sürdürdüğü bir gelenektir. Fransa hâlâ taşrasını muhafaza etmekle mağrurdur. Hollanda verimlilik temelinde işletilen muazzam bir kırsal ekonomiye sâhiptir. İskandinav memleketlerinde, başta Norveç olmak üzere ormancılık hayâtın merkezindedir. Doğu Avrupa vaziyet farklı değildir. ABD hâla devâsa plântasyonların hüküm sürdüğü bir tarım ve hayvancılık merkezidir. Rusya’da insanların rüyâlarını, er geç Rusya kırlarında bir “daça” sâhibi olmak süsler.
1970’lerde , hattâ 1980’lerde bile , Türkiye’de insanlar, diğer 6’sının kimler olduğunu bilmeseler de, memleketin tarımsal mecrâda “kendi kendisine yeten ”7 memleketten birisi olduğunu söyler ve rahatlardı. On seneler boyunca şizoid bir tarzda yaşadık. Bir taraftan karşılığı olmayan sanayileşme masallarına kapıldık. Kavga, ideolojik seviyede sanayileşmenin tarzlarıyla alâkalıydı. Ne sağcılar, ne de solcular arasında bu sürece eleştirel yaklaşan mevcuttu. Muhafazakârlar Millî ve İslâmî; sosyal demokratlar ve sosyalistler ise devletçi-kolektivist temelde sanayileşme reçeteleri üretiyordu.Nurettin Topçu gibi, sanayileşmeye düpedüz îtirâz eden az sayıda ideolog ise küçümsenerek horlandı. Diğer taraftan yine içi boş bir köylücü popülizm hüküm sürüyordu. Bu şizoid süreçlerde bahsedilen “Büyük Dönüşüm” yaşanmadı.
Neticede toprak ve onu îhatâ eden taşra “kendi içine” çöktü ve unsurları kentlere savruldu.. Türkiye’de şehirleşme,topraktan kaçışla başladı, yaygın bir fırsatçılıkla eşlendi; toprağı nesneleştirerek, metâlaştırarak (arsalaştırarak) devâm etti. Süreci, “kırsal lümpenleşme” olarak değerlendiriyorum. Bu çarpık, verimlilikten uzak bir dönüşüm. Neticede en basit ihtiyaçlarımızı bile dışarıdan temin eder hâle geldik. Son zamanlarda tarımsal üretimi teşvik eden büyük yatırımlar var. Ama sürecin önü bir türlü alınamıyor. Kırsal lümpenleşme ve yabancılaşmanın duygusal dinamikleri bir hayli karmaşık. Kaçış ile açıklanmayacak kadar derin. Biz Türkler toprağa küsmekle kalmadık. toprağa arsa değeri üzerinden bakmak, aynı zamanda büyük bir nefret de içeriyor. Beni endişelendiren de bu.
Bu arada tam gaz devâm eden, teolojik tartışmalar gark olmuş ajandamıza bakıyorum. Aklıma varoşumuzla alakâlı, belki basit, ama o derekede de temel bir sual takılıyor: Acaba elimizde, insanlara; “Topraktan geldiniz” hükm-ü ilâhisini idrak ettirecek ne kaldı? ….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder