4 Haziran 2017 Pazar

Heidegger ve bir arpa boyu yol, Kayahan Uygur

Kulağımıza çoğu zaman pek hoş gelen “hümanizm” Avrupa’da Rönesans döneminde eski Yunan ve Roma uygarlıklarına dönüş akımı başladığında ortaya çıkan bir kültürel akımdır. Ama o kadar sıradanlaşmış, ayağa düşmüş ve kaldırım filozoflarının diline sakız olmuştur ki neredeyse kuralları olmayan bir sapkın din halini almıştır. 

Gerçekte hümanizm insanın kendini merkez alarak evrene bakmaya çalışması, sahibi olmadığı güçlerin kendisinde olduğunu sanması, kendini kendisinde arayarak bir takım kurgular, hayaller ve hurafe içinde yitip gitmesidir.  



“Olan”ı unutmak 

Bu konuyu sorgulayan en büyük isimlerden Alman düşünür Martin Heidegger’in “Hümanizm Üzerine Mektup” adlı eserinin yayınlanışının 70’inci yılındayız. 20’inci yüzyılın en önemli filozofu olan Heidegger bu eserinde sadece hümanizm kavramı üzerinde durmakla yetinmez Sokrat sonrası Batı felsefesinin tamamının “olan”ı unutup “oluşan”la ilgilendiğini söyler. Heidegger’in “olanın unutuluşu” adını verdiği metafizik felsefe, İmam Gazali’nin eleştirdiği Sokrat düşüncesinin ta kendisidir. 

Doğru soru 

Heidegger hümanizm konusu üzerine eserinde insanı “akıllı hayvan” olarak tanımlayan Batı geleneğini inceler. Bildiğiniz gibi hayvan sözcüğü (Hayat-Arapça yaşama-hayvan) tıpkı Batı dillerinde olduğu gibi aslında “canlı” demektir (Anime-canlılık-animal). Metafizik felsefe hümanizmdeki insanı anlatırken hayvandan başlamakla zaten ilk tercihini yapmış ve insanı yücelteceğim derken düşürmüştür. Eğer hümanizm bizim insan üzerinde kafa yormamız anlamına geliyorsa bu işe insanın bir “canlı” olması noktasından başlamak yerine düşünme eylemi ve onun anlamı üzerinde durmak daha doğru olmaz mı? Soru budur. 

Heidegger’e göre düşünceyi kavramak için yine Batı felsefesi tarafından unutulmuş bulunan “olan” anlaşılmalıdır.  “Var olan”“yok olan” diyoruz, ancak “olan”ın kendisi nedir?  İnsan kapasitesinin sınırları içinde ve insanda bulunan boyutlar çerçevesinde anlaşılabilecek bir oluşumun özünde, ardında, kökeninde, öncesinde, sonrasında, ötesinde bilip bilmediğimiz ancak insan özelliğimiz nedeniyle hissedebildiğimiz bir “olan” gerçeği bulunmaktadır. 

İnsan örtünün açılışıdır 

İnsandaki düşünce bu “olan”ın belirmesi, örtüsünün açılması ve kendisini göstermesidir. Bu bakımdan insan düşünce ve dil sahibi olarak “olan”ın sözcüsüdür. İçine atılmış olduğu canlılar (yaşam) dünyasında, orada  (Almanca dasein= orada olmak, “oradalık”) ve o andaki oluşum içinde “olan”ın bekçisidir. 

Bu anlamda insan hümanizmin ileri sürdüğü gibi her şeyin önüne geçmiş olan bir özne değildir. Bizim bazı Müslüman ilahiyatçılar ve kimi İslamcı aydınlar da cahillikleri ve aymazlıkları nedeniyle Batı Hıristiyan geleneğinin hipnozu altında olduklarından “özne”nin korunmasını dinin bir gereği sayıyorlar.

Hâlbuki insan özne değil oluşumun ardındaki “olan”ın, gerçekliğin ardındaki gerçeğin evinde oturan bir misafirdir sadece. Bu bakımdan Heidegger, sözde kendisinin de takipçisi olan Sartre’daki ilkellik ve yüzeyselliği eleştirir.

Biz olmasak da 

İnsanlar olmasa da gerçek olacaktı, onlardan önce de vardı, onlardan sonra da olacaktır, gerçek onların bulunduğu boyutlarda da vardır ve onların bulunmadığı boyutlarda da. “Düşünüyorum, o halde varım” demek metafizik felsefenin çelişkisidir ve bu düşüncenin Sokrat’tan sonraki tüm yoğunlaşması “ne” sorusuna değil “nasıl” sorusuna cevap vermeye çalışmasıdır (“techne” yani teknoloji).  

Metafizik, doğru soruyu sormayı unutmuş ve nasıl sorusuna da kendi ön kategorilerine uygun, değişik modellerle cevap vermeye çalışarak kendi etrafında dönüp durmuştur. 

Eski “Marifetname” kitaplarına bakın, her şey insan ve onun tarlası olarak görülen dünyanın etrafında döner ve “biz ayın altındayızdır”! Bu kitaplarda ve buna temel olan düşünce tarzında aslında insanın bir laboratuvar gerçekliğinde sadece gelip geçici bir model olabilecek bilimsel iddia ya da “şekil A gösterimleriyle”  hakikat yani “olan”ın ilahiyat dilindeki karşılığı ele alınır. 

Bu sadece bir sapkınlık değil, ancak düşünmek istemeyen egoist insanların kapılabileceği bir kibirdir. Çünkü burada bir “endişe”, bir “kaygı” olmayıp kendisi için, kendine göre ve kendi yarattığı dünyada yaşama arzusu bulunmaktadır. Bencil insanlar bu tür hurafeye her zaman eğilimlidirler, çünkü bu bir kaçış ve telaştır ki dünya telaşesinin ta kendisidir ki kendi etrafında dönüp duranlar o gerçekten ve gerçeklikten kaçan insanlardır. 

Ben merkezli sapkın din 

Batı icadı hümanizm de aynı doğrultudadır. Güneşin dünyanın etrafında döndüğü iddiası bir yana bırakıldığında yerini “gerçek ve gerçeklik insan istediği için vardır” görüşü almıştır. “İnsan nedir” sorusuna de insanbilim yani antropoloji üzerinden yanıt verilmiştir ki bu bir şeyi aynı şeyle cevaplamaktır. 

Zaten soru da yanlıştır, “insan olmak nedir” şeklinde sorulmalıdır.
Heidegger’e göre insan oluşanın değil olanın dile gelişidir, insanın vatanı “olan”dır. 

Metafizik bir anlayışa dayalı bilim ve teknik tarafından “olan” ile bağları koparılmış bulunan insan köksüz ve vatansızdır. “Olan” kendini insanın diliyle ifade eder ve yaşadığımız dönemde insan dilinin teknik tarafından saldırı altında olması son derece vahimdir. 

Çıkmazlar 

İnsan düşüncesi mantığın kalıplarının, bilim ve teknik modellerinin üstündedir. 

Dilin tahrip edilmesi, insanın “olan” ile ilişkilerinin kesilmesi ve insan yaşamının bu kalıp ve modellere bağlanması bir yok oluştur. 

Çünkü mantık, bilim ve teknik insanın “öz”le ilgili sorgulaması yerine labirentlerde, çıkmaz yollarda ve metafiziğin hurafelerinde yol alması demektir ve hiçbir yere götürmez. 

Heidegger’e göre insanoğlunun Sokrat, Eflatun ve Aristo’dan beri aldığı yol bir arpa boyu bile değildir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder