Asya
kıtası coğrafi olarak beş büyük alt-kıtaya ayrılır: Kuzey-Asya, Doğu-Asya,
Güney-Asya, Ön-Asya ve İç-Asya (Ligeti 1970).
İç-Asya,
Kuzeyde Ural dağlarından başlayarak doğuya doğru, Cungaryayı (Yarış) kenar
geçip, Altay ve Kangay dağlarını izleyerek Baykal gölüne gelir dayanır
(Kuzey-Asya; Sibirya olarak belirlenir). Doğuda, dikeyine Kadırgan dağları
Mançurya ve Kore ile doğan sınırdır. Güney-doğudaki yapay sınır ise Çin
seddidir (Batı-Asya; Japonya, Mançurya, Kore ve Çin olarak belirlenir). Sınır,
Koku-Nor çölünden hemen doğuya kıvrılır. Güneyde Tibetin kuzeyinde bulunan
Altın dağ ve Kun-Lun dağları, Pamir ve Hindu-Kuş kavşağına dek uzanıp gider
(Güney-Asya; Tibet, Hindistan ve Çin Hindistanını kapsar). Bu kavşaktan kuzeye
dönen Tanrı dağları, batıda bulunan Afganistan ve İran ülkelerini ayırır
(Ön-Asya İran; Afganistan, Irak, Suriye ve Anadolu'dur). İsterseniz, sınır Amu-Derya
nehrini takiben Aral gölü yoluyla Ural dağlarına tekrar ulaşır.
Bu
kocaman belde etrafı ulu dağlarla çevrilmiş bir çanak biçimindedir. Çanağın
içi, pek az istisna ile çöl ve bozkırlarla kaplıdır. Uçsuz bucaksız çöller
doğuda Çin sınırına yakın Gobi'den başlar, batıya doğru handiyse Taklamakan ile
birleştikten sonra, Maveraünnehre doğru Ak ve Kızıl Kum çölleriyle devam eder.
Geriye kalan arazi genellikle bozkırdır. Kışın bol bol ot veren, yazın kupkuru
olan bozkır… Moğol bozkırı, Alaşan bozkırı, Kırgız bozkırı gibi… İç-Asyada çöl
ve bozkırın dışında pek az doğa örtüsü kalır: Altay, Kangay ve Tanrı
dağlarındaki ormanlar ve dağlardan inen nehirlerin suladığı tarıma elverişli
Tarım havzasındaki vahalar (Grousset 1982, Hambis 1977)…
İşte
bu vahalık şerit, Çin ile batı dünyasını birleştiren ünlü "İpek
Yolu"nun geçtiği yerdir. Birbirinden kopuk, batıda Avrupa, doğuda Çin
yerleşik uygarlıkları arasındaki ulaştırma ancak bu vaha kentlerinden geçen
kervanlar aracılığıyla sağlanır. Bu dar vaha doğuda Barkul'dan başlar. Eğer,
güney yolu yeğlenirse, Kotan ve Yarkent'den geçerek, yok eğer kuzey yolu
yeğlenirse, Hami, Turfan, Kuça ve Kaşgar'dan geçerek Fergana ve Taşkent'e
ulaşılır. Bu kentlere varıldığında artık Sogdiana'dasındır ki, Sasanî İrana ve
Ortoks Bizansa yaklaşıyorsunuz demektir.
Maveraünnehr
ile vaha havzalarında yüzyıllardan beri ataları İskitler, Sarmatlar, Sakalar,
Kuşhanlar ve Alanlar olan Hint-İranlı budunlar yerleşmişlerdir. Bunlar Aslar,
Soğdaklar ve Tokharlardır (Winter 1963, Müller 1981; Birant 1982: 181-238)
Kentlerde otururlar, tarım yaparlar ve ticaretle uğraşırlar. Bu kentler ya
bireysel ya da birleşik "krallıklar" halinde yönetilir. Öyle
gözükmektedir ki, barışı savaşa daima yeğlemişlerdir. Tarihsel yazgıları İpek
Yolu üzerinde, doğuda Çin, batıda İran ve Bizans arasında yapılan ipek ya da
taşı, şarap, hayvan, madenî eşya, takılar, mühürler (?) ve değerli madenler
ticaretini güvenle sürdürmektedir.
Bu
yalın coğrafi bilgilerin Kök Türkler hakkında bir varsayım geliştirmek üzere
verildiği herhalde anlaşılmıştır. Varsayımım şu: Eğer, İç-Asya denilen bu kara
parçasının içi su ile doldurulmuş olsaydı, onun da Akdeniz gibi büyük bir
içdeniz olacağı açıktır. Ama düşünmesi bile abes olan bu tasarıyı unutsak bile,
uçsuz bucaksız çölleri ve bozkırlarıyla yine de İç-Asyanın bir içdenize
benzediğini yadsıyamayız. Bu içdenizin kıyıları vardır: İç-Asyanın vaha
kentleri ile Çinin nehir boyları ve tarım bölgeleri… …İçdenizin aşılması
zordur; çöl ve bozkırların da öyle… İçdenizde ticaret gemilerle yapılır; çöl ve
bozkırlarda at ve develerle… İçdeniz ticaret yollarına açıktır; İç-Asya vaha
şeridi de öyle…
İçdeniz
ve İç-Asya arasındaki benzeşim, hemen ilk sonucu elde etmeme önayak olur:
İçdeniz gibi, İç-Asyaya da "hakim" olunabilir. Her ne kadar,
hükmedeceklerin á priori yerleşik veya göçebe budunlar arasından biri olması
mümkünse de, Kök Türk tarihini soruşturduğuma göre konu, aslen, İç-Asyada
egemenliğin hangi önkoşullarda göçebe-çoban budunlara geçeceğidir. Bu
önkoşulları sıralıyorum:
1)
Belli bir göçebe-çoban (–asker) budunun, kendi metbu federasyonu çevresinde,
tabi göçebe-çoban budunları bir konfederasyon halinde birleştirmiş olmaları,
2)
Bu önkoşula bağlı olarak, metbu budunun tabi budundan vergi/harç şeklinde artık
gaspetmesi.
3)
Konfederasyona üye budunların kendini-destekler iktisadi yapılara sahip
oluşundan (fakir oluşlarından) ötürü, metbu federe budunun beyler ve halk
kurlarının ihtiyaç duydukları, aslında göçebelerle yerleşikler arasındaki
iktisadî işbölümünde daima yerleşikler tarafından üretilen veya onlar
tarafından ticaretle elde edilen tarımsal-olmayan malların, askerî güç
kullanarak, haraç ve ulca şeklinde gaspedilmesi (ki gasp eylemine, tabi
budunlar da iştirak edebilir),
4)
Göçebe-çoban budunların bu amacı gerçekleştirmek üzere düzenlediği ılgar ve baskınların
etkinleşmesi için devingen bir orduya ve dolayısıyle yeterli at ve deve stokuna
sahip olmaları,
5)
Göçebe konfederasyonunun etözünü oluşturan budunun İç-Asya kıyılarında,
yerleşik toplumların askerî müdahaleleriyle erişemeyecekleri kadar uzak bir
yerde il tutmuş olması ve vaha krallıklarının kendi aralarında
göçebe-çobanların saldırılarına göğüs gerecek birleşmeleri kurmaktan aciz
olmaları ve hattâ, kervan yollarını başka çapulculardan korumak üzere onlara
ihtiyaç duymaları.
6)
Yerleşik Çin devletinin göçebe-çobanların akın ve baskınları sonucu,
"savaş ve ticaret ilişkilerinde" (ötede: C 6), katlanmak zorunda
kaldığı zarara oranla, onları önlemek için kurup besleyeceği ordunun
maliyetinin daha yüksek olması.
İmdi,
bütün bu önkoşulların gerek I. gerek II. Kök Türk kağanlık dönemlerinde
gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz. Ve bu sebeplerden dolayıdır ki, Kök Türkler
İç-Asya "denizine" hakim olmuşlardır. Böyle bir sisteme, Girit
(Minoan II. dönemi) ve Atina (M.Ö. V. yüzyıl) talasokrasisinden esinlenerek Stepokrasi
diyeceğim (mare nostrum yerine, step nostrum). Öyle ise, stepokrasi, belli
koşullar altında, bir göçebe-çoban-asker budunun (Hun, Kök Türk, Uygur, Kitan
ve Cengiz Han döneminde Moğol) konfederasyon kurarak, İç-Asya çöl ve
bozkırlarına hakim olup, federasyona bağlı çoban-göçebe budunlarla birlikte bu
alt-kıtanın kıyı şeridi üzerinde bulunan yerleşik budunları gasp yoluyla
sömürmesidir.
Stepokrasi
görgüsünün iki temel ögesi vardır. İlki, çöl-bozkırların ötesindeki dağ
yamaçlarında (Orhon) il tutarak yaşayan göçebe-asker buduna (Kök Türkler), a1)
yerleşikler (vaha kentleri ve Çin) tarafından erişilmesinin coğrafi bakımdan
fevkalâde zor oluşu; b1) buna karşılık, bu göçebe-çoban-asker budunun buraları
rahatlıkla aşacak devingen atlı birliklerle donatılan bir orduya sahip olması.
İkincisi, berideki kıyı şeridinde; a2) aralarında birlik kuramayan vaha
kentlerinin İpek Yolunu öbür çapulculardan korumak üzere söz konusu
göçebe-çoban-asker buduna ödün vermesi; b2) Çinin ise, bu göçebe-çoban-asker
budunla savaşacak sürekli bir ordunun neden olacağı yüksek almaşık bakım ve
besleme maliyetlerine katlanmak istemediği gerçeği. İşte, kanımca bu koşullar altında,
askeri güçle pusatlanmış göçebe-çobanlar, yerleşik tarımsal toplumların
yaratmış olduğu artık-ürünü gaspederler. Bu olgu, stepokrasi halinde, sömürünün
budundan bunuda (budunlar arası) biçiminde gerçekleştiğini göstermesi
bakımından önemlidir.
İç-Asyada
boylar arasında konfederasyon kurduktan sonra, strepokrasiyi gerçekleştirmek
isteyen her budun kendi axis mundi'si dolayında kusallığı korumak
zorunluğundadır. Bu hedefe ancak kağanın başında bulunduğu güçlü ve
yoğrulabilir (çobanların her an asker, askerlerin her an çoban olabileceği bir
ordu) bir ordu sahibi olmakla varılır. Uygur Kağanı Moyun Çor'un en büyük
kıvancı buyruğundaki subay rütbelerini saymaktır (Tek. Taryat): akıncı, bing
başı, buqug, buyruq, çiğsi, erkin, inançu, iç buyruq, ongı, şengün, tay şengü,
turgaq, uluğ buyruq, urungu, yüzbaşı ve Allah bilir daha ne rütbeler…
Kök
Türk ve Uygur ordularında paralı asker kullanılmadığını tahmin ediyorsa da,
sivil erkânla birlikte subayların ve beyleri, yani ak budunun fazladan iktisadi
ihtiyaçlarının mutlaka reel olarak karşılanması ve çoban kara budunun da, her
hal ve kârda, yaptığı ılgarlardan iktisadi bir çıkar umması şarttır. Bu
gereklilik, Kök Türk ordusunun doğuya, batıya, kuzeye ve güneye yaptığı akın ve
baskınlarla elde edilen haraç ve ulcalarla sağlanırdı. Bilge Kağan şöyle
öğünüyordu:
(D)
"… sarığ altının örüng kümüşin qırğağlığ qutayın kinlig işgitisin özlük
atın adğırın qara kişin kök teyengin türküme budunuma qazğanu birtim itti
birtim" (BK G 11-12).
(…
sarı altını, ak gümüşü, ipeği, kenar işlemesini, binek atlarını, aygırları,
kara samuru, mavi sincabı Türküme ve budunuma kazanıverdim, sağladım).
Aynı
öğünme Tonyukuk'ta da vardır: kendisi Demir Kapı seferinden dönerken:
(D)
"ol yirte ben bilge tonyuquq tegürtük üçün sarığ altun örüng kümüş qız
qoduz egri tebi ağı bungsuz ketürtim" (Ton II T G).
(O
yerde, ben Tonyukuk vuruştuğum için sarı altını, ak gümüşü, kızları ve kocasız
karıları, hörgüçlü <?> develeri ve hazineleri bol bol getirdim).
Her
iki dedikte de, Bilge Kağan ve Tonyukuk'un yaptıkları seferler sonucunda
etrafın talan edilip, ulca alındığı rahatlıkla ifade ediliyor. Elde edilen
ulca, Bilge Kağan'a inarırsak, Türk budununa üleştirilmiştir (sadece Türk
buduna). Tonyukuk'da kesin bir açıklama yok; ama yine de metinden elde edilen
ulcanın kendisine ait olmadığı, üleştirmek üzere alındığı anlaşılmaktadır.
Kök
Türk stepokrasisinin, ulca ve haraç biçiminde, askeri güçden kaynaklanan bir
gasp olgusuna bağlı olduğu o kadar açıktır ki, bunu yazıtların hemen hemen her
yerine serpiştirilmiş örneklerde görebiliriz. İşte, yine Bilge Kağanın
seferlerinden biri…
(D)
"tangut budunuğ bozdum oğlın yotuzun yılqısın barımın anta altım" (BK
D 24).
(Tangut
budunu bozdum. Çocuklarını, kadınlarını, sürüsünü, varını-yoğunu orda aldım)
Aynı
geleneğin Ötüken Uygurlarında da devam etmiş olduğunu ekleyeyim.
(D)
"<Igil budunun> yılqısın barımın qızın qoduzın kelürtim" (Ork
ETY, Şine-Usu)
(<İgil
budunun> sürüsünü, varını-yoğunu, kızını, karılarını getirdim).
Anlaşılacağı
üzere, Kök Türk stepokrasisinde baskın ve talanlarla ele geçen ulca bir hayli
yüklüdür; değerli madenler, hazine (kumaşlar, takılar, silahlar), at ve deve
sürüleri ve kullar ile küngler… Baskın ve talanlar, bazen de Kök Türk
konfederasyonuna bağlı budunların mutad haraçlarını göndermemeleri halinde
yapılırdı. Bilge Kağandan:
(D)
"bakmı ıduq qut… argış ıdmaz tiyin süledim" (BK D 25).
(Bakmış
Iduk Kuta… kervan yollamadı diye ordu saldım).
Ya
da:
(D)
"<Karluk budunun> arqışı yelmedi anı anyıtayın tip süledim" (BK
D 41).
(<Karluk
budunun> kervanı tez varmadı, onu korkutayım diye ordu saldım).
Ayrıca,
Kök Türk stepokrasisinin çapulculuk üzerine de yaslandığını biliyoruz. 620
yıllarında Çin yıllıklarında şöyle bir kayıt var:
(D)
"Batı Türkleri başeğdiğinden ticari kervanlar yola koyulabilir" (Cha.
Do: 137)
Bu
bilgi, Çin imparatorunun Buhara hakimine yolladığı bir mektuptan. Demek ki,
Batı Kök Türkleri İpek Yolunu çapul edip, kervanlardan haraç ve ulca elde
etmeyi âdet haline getirmişlerdi. Batı Kök Türklerin yaptıklarını, Doğu Kök
Türkleri neden yapmamış olsun…
Öyle
ise, son açıklamaların da ışığı altında şunları söylemek mümkündür. Kutsalı
(hayali) gerçekleştirmek için girişilen savaş, bazı önkoşullar altında
üretgenliği (gerçek) gerçekleştirmek için yapılan savaşa dönüşebilir. Kök Türk
federasyonu Ötükeni zaptettikten sonra siyasi-askeri bir konfederasyon kurmayı
başarmış, özellikle askeri gücüne güvenerek, bir yandan, baz budunlardan haraç
alarak, öte yandan, vaha şehirleri ile Çini vergi/haraç ve ulcaya bağlayarak,
beri yandan, kervan yollarını talan ederek, salt gasp olgusuna dayalı bir
budunlararası sömürme sistemi kurmayı başarmıştır. Bu sisteme stepokrasi
dememde bir sakınca olduğun sanmıyorum.
Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler,
Ada Yayınları, 1987, Sayfa 214-219
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder