13 Aralık 2016 Salı

Medeniyet Okumaları: Dersler







































Medeniyet Okumaları’nın Beşinci Dersinde “Merv Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi

İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 08 Aralık 2016 Perşembe günü gerçekleştirilen beşinci dersinde “Merv Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi. Öncelikle şehrin tarihi hakkında bilgi veren İhsan Fazlıoğlu, Hz. Osman zamanında fethedilen Merv şehrine Basra ve Kûfe’den Arap kabilelerinin yerleştirildiğini, zamanla fetih üssü haline gelen şehrin Emevîler döneminde de bu özelliğini koruduğunu belirtti. Abbâsî halifesi Me'mûn döneminde başkent ilân edilen şehrin on bir yıl boyunca Abbâsî başkenti olarak kaldığını; Me'mûn’un Bağdat’a dönmesiyle birlikte ise önemini kaybettiğini aktardı. Gazneliler döneminde merkez Nîşâbûr’a kaysa da büyük şehir olma özelliğini koruyan Merv’in Selçuklular döneminde Doğu’nun baş şehri haline geldiğine, Büyük Selçuklu sultanı Sencer ile de şehrin kaderinin tamamen değiştiğine dikkat çekti. İlk olarak Doğu Selçuklularının başkenti olan şehrin, Sencer’in sultan olmasıyla birlikte tüm Selçukluların başkenti olduğunu ve Sultan Sencer’in devleti altmış yıl boyunca Merv şehrinden yönettiğini belirtti. 1153’te Oğuzların şehri yakmasından sonra, Moğolların da Merv’e son derece büyük zararlar verdiğini, şehri beş kez tarumar ettiklerini aktardı. 18. yüzyılın başında Buhara Emiri'nin tüm Merv halkını sürgüne yolladığını söyleyen Fazlıoğlu, şehrin 1884'de Ruslar tarafından pamuk tarlasına dönüştürüldüğünü, günümüzde ise eski Merv’in sadece arkeolojik bir alan olduğunu ifade etti.
Merv’de çok sayıda velüd âlimin yetiştiğine dikkat çeken Fazlıoğlu, trigonometriyi küresel astronomiye uygulayan ve kimi trigonometrik fonksiyonları tanımlayan Habeş el-Hâsib’in Sultan Sencer öncesi en önemli Mervli matematik-astronomi âlimi olduğunu belirtti. Merv’in yalnızca İslâm medeniyeti için değil tüm insanlık için son derece önemli olduğu üzerinde duran Fazlıoğlu, Medine’nin İslâm medeniyeti için bir fikir ve iddia; Bağdat'ın Kûfe ve Basra'da oluşturulan algoritmik yaklaşım ile kadîm mirası toplama, mukayese, tashih, güncelleme, kısaca ihya hareketlerinin ifadesi; Kahire’nin ise İbn Heysem ve İbn Nefîs örneklerindeki gibi bir terkip merkezi olduğunu hatırlatarak Merv’in de tahkîk, tahrîr ve ta'lîm hareketlerinin merkezi olması özelliğiyle öne çıktığını vurguladı. Sultan Sencer'in etrafında, Gazâlî, Ömer Hayyâm, Bahâuddin Harakî, Hubûbî, İsfizârî, Bedî Usturlâbî, Ebû’l-Kâsım Nîsâbûrî, Abdurrahman Hâzinî, Hüseyin Semerkandî, Levkerî, Şehristânî, Ömer Sâvî, Zeynüddin Cürcânî, Aynulkudat Hemedânî ve Zemahşerî gibi altmışa yakın ismin Merv’de yukarıda sözü edilen tahkîk, tahrîr ve ta'lîm hareketlerini başlattıklarını bildirdi.
'Tahkîk'in öncelikle mantığa dayalı felsefede yapılan operasyonun genel adı olduğunu; özel olarak da herhangi bir meseleyi "delil ile bilmek" anlamına geldiğini; ayrıca mantığa dayalı felsefede 'tahrîr'in herhangi bir fikri, meseleyi incelerken konuyu doğrudan ilgilendirmeyen zevâidi yani fazlalıkları temizlemek; 'takrîr'in, herhangi bir meseleyi incelerken o meseleye ilişkin delillerin iç tutarlılığını gözetmek ve 'takrîb'in ise deliller ile sonuçlar arasında mutabakat kurmak anlamlarına geldiğini ifade eden Fazlıoğlu 'tedkîk'in de "delillendirmeyi bilmek" manasına geldiğini belirtti. Her bir ilim dalının yöntemine bağlı kalınarak yapılan tahkîkin bir bütün olarak yalnızca bir meseleyi ele alıp tespit etmek, ispatlamak anlamına gelmediğini, aynı zamanda yargılara, çıkarımlara ve sonuçlara gelecekte yöneltilecek muhtemel itirazları da düşünerek hareket etmek anlamına geldiğini vurguladı. Muhtemel dünyalarda var olabileceği var-sayılan kavramları ve yargıları göz önüne alarak fikir üretmenin ileri derecede bir tahkîk eylemini teşkil ettiğini belirtti. Tahkîk yöntemiyle tüm bilgi birikiminin tarihselleştirildiğini, bilginin beşerîleşmesinin, diğer bir deyişle insan ile nesne arasındaki ilişkinin doğrudan kurulmasının ve bu ikisi arasındaki ilişkinin ifadesi olan bilginin bu yöntemle gerçekleştirildiğini aktardı. Söz konusu bilginin artık doktriner değil, formel, sorunsal ve yöntemsel olduğunu, başka bir deyişle her daim ele alınıp yeniden değerlendirilebilecek bir bilgi olduğunu belirtti. Böylece klâsik felsefedeki ilm-i burhânî'nin üstünde ilm-i tahkîkî kavramı oluştu. Yavaş yavaş ortaya çıkan tahkîk yöntemini Fahreddin er-Râzî’nin formüle ettiğini, Râzî’nin son şeklini verdiği yöntemin öğrencileri tarafından yayıldığını ekledi ve daha sonra yaşayan Sirâcuddin Urmevî, Kutbuddin Râzî, Seyyid Şerif, Ali Kuşçu, Hocazâde, Hatîbzâde, Devvânî, İbn Kemâl, Taşköprülüzâde, Siyalkûtî, İbrahim Gürânî, İsmail Gelenbevî gibi tüm önemli isimlerin tahkîk okuluna mensup olduğunu belirtti. Râzî'nin yazdığı eserlerle sadece mantığa dayalı felsefede değil, aynı zamanda Kânûn'un Külliyât kısmına yazdığı şerhle tıb ilminde de tahkîk yönteminin kurucu ismi olduğuna işaret eden Fazlıoğlu, daha sonraki tıp çalışmalarında başta İbn Nefîs ve Kutbuddin Şîrâzî olmak üzere pek çok bilginin onu takip ettiklerini vurguladı.
Tahrîr'in ise tahkik yöntemindeki özel anlamının dışında genel anlamıyla matematik bilimlerde yapılan operasyonun adı olduğunu belirten Fazlıoğlu, bu yöntemin aşamalarını dilsel açıdan sahîh nüshayı elde etmek, metni güncellemek, ispatları yeniden ele almak (mevcut ispatları dakik hale getirmek, yeni ispatlar sunmak ve ispatı olmayan teorileri ispatlamak), nazarîyeleri yeniden düzenlemek, nazarîye ile ispat sürecini gözden geçirip gerekli takdim-tehirleri yapmak, ıstılah birliğini sağlamak ve tüm bunların ardından da metnin iç tutarlılığını yeniden düzenlemek şeklinde sıraladı. Matematiğe dayalı felsefedeki tahrîr yönteminin Merv'de İsfizârî, Ebû'l-Kâsım Nîsâbûrî, Şemseddin Çağminî ve Esiruddin Ebherî'nin başlattığını, ancak tahkîk yönteminde Râzî’nin üstlendiği rolü tahrîr yönteminde Nasîrüddin Tûsî’nin oynadığını belirten Fazlıoğlu, Tûsî’nin bu yöntemi Merağa'da kurumsallaştırdığını, sözü edilen yöntemin tüm aşamalarını gösteren en önemli metinler üzerinde uyguladığını, Muhyiddin Mağribi, Kutbuddin Şîrâzî, Sadreddin Ali, İbn Sertâk'ın onu takip ettiğini ve artık Tûsî’den sonra kimsenin Tûsî öncesi matematiksel metinlere bakma ihtiyacı duymadığını bildirdi.
Ta'lîm'in ise hem mantığa hem de matematiğe dayalı felsefenin ders kitaplarının hazırlanarak medreselerde eğitiminin yapılması; bunun için de kendine özgü formel bir dil geliştirilmesi anlamına geldiğini bildiren Fazlıoğlu, bu yöntemle ulemanın hem kendi sınıfının kalıcılığını sağladığını hem de kamusal çatışmayı asgariye indirdiğini, kısaca ulemanın daha önce malî özerkliğini vakıflar üzerinden düzenlediği medreselerin manevî, zihnî özerkliğini de ehl-i tahkîkin dili diyebileceğimiz bu formel dil üzerinden kurduğunu belirtti. Bu yapının Merv’den Merağa’ya, Tebriz’e, Anadolu’ya, Kırım’a, Endülüs’e, Hindistan, Konya, İstanbul ve Balkanlara geçtiğini, tüm bir İslâm coğrafyasının dili haline gelerek muazzam bir ta'lîm dilinin oluşmasına öncülük ettiğini anlattı. Bu yapıyla ulemanın elit bir güç olarak tüm devlet teşkilâtlarında merkezî bir yer edindiğine dikkat çekti. Söz konusu sistemin en sofistike ifadesini İstanbul’da bulduğunu belirten Fazlıoğlu, tahkîk, tahrîr ve ta'lîm yöntemlerinin tatbik edildikleri konuya göre sınır ve imkânlarının görülebileceğine de dikkat çekti. Bilginin toplumsallaşmasının tahsilli bir sınıf yarattığını, bilginin kamusallaşmasını da beraberinde getiren bu dönüşümün çoğunluğun anlaşmasının yolunu açtığını, diğer bir deyişle hemen hemen herkesin aynı dil içinde konuşmaya başladığını belirtti. Tüm bu anlattıklarının ışığında "Her şey Merv’de başladı." diyen Fazlıoğlu; şehrin ilim hayatına ve felsefeye katkıları bakımından son derece önemli bir durak olduğunu belirterek seminerine son verdi.
Medeniyet Okumaları’nın 15 Aralık Perşembe günü saat 18:00'da gerçekleştirilecek altıncı seminerinde "Tebriz Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" ele alınacaktır


Medeniyet Okumaları’nda “Kâhire Kültür Havzası, Kişiler ve Eserler” Konusu Ele Alındı

 06.12.2016
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 24 Kasım Perşembe günü gerçekleştirilen dördüncü dersinde Kâhire kültür havzası, kişiler ve eserler konu edildi. 1540’a kadar İslâm medeniyetinin en büyük şehirlerinden biri olma özelliğini gösteren Kâhire’de büyük ölçekli ilmî faaliyetlerin Fâtımîler zamanında başladığını söyleyen Fazlıoğlu, siyâsetin ve kültürün merkezi olan şehrin Memlûkler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte hilâfetin, yani dinin de merkezi haline geldiğini belirtti. Kahire’nin 1220’lerin sonlarında Moğollardan kaçan yetişmiş, entelektüel kitleyle birlikte büyük bir insan göçü aldığına dikkat çekti. Kâhire'nin İslâm temeddününde daha çok terkibî etkinliklerin merkezi olduğunu; bu şehirde birçok alanda çığır açıcı terkiplerin yapıldığına vurgu yaptı.
Fazlıoğlu, Mısır’ın İslâm medeniyetine ilk büyük ilmî katkısının Fâtımîlerin büyük astronomu İbn Yunus'un astronomi çalışmalarıyla başladığını belirtti. İlk büyük terkibin ise İbn Heysem ile gerçekleştiğini belirtti. İbn Heysem'in matematiğe dayalı felsefe ile mantığa dayalı felsefeyi terkip ettiğini ve bu terkibin etkisini 20. yüzyıla dek sürdürdüğünü ifade etti. Bu dönemin, matematikte ve fizikte yaratıcı sonuçların ortaya çıktığı bir dönem olduğunu aktaran Fazlıoğlu, İslâm dünyasındaki tüm matematiksel bilimlerin büyük oranda İbn Heysem terkibinin izlerini taşıdığını vurguladı. İkinci büyük terkibin ise Eyyubîlerin sonu ile Memlûklerin ilk döneminde İbn Sina tıbbı ile Ebu Bekir Râzî tıbbının sentezlenmesiyle gerçekleştiğini söyledi. Bu terkibi mümkün kılan tıbbî hareketi dönemin önemli şahsiyetlerinden Abdurrahim Dehvâr'ın başlattığını; kurduğu tıp okulu ile birçok tıp âliminin yetişmesine katkı sağladığını belirtti. İşte bu okulunun mensubu İbn Nefis’in felsefî tıp ile tecrübî tıbbı sentezleyerek bir üst dilde birleştirdiğini aktardı. Yaptığı sentezle matematik bilimlerdeki zihniyeti belirleyen İbn Heysem’e benzer biçimde İbn Nefis’in de tıp alanındaki zihniyeti son dönemlere kadar belirlediğinden bahsetti.
Kâhire-Şâm havzasının bir parçası olan Musul’un kısa fakat önemli bir etkiye sahip olduğunu aktaran Fazlıoğlu, Kemaleddin b. Yunus’un 1200’lerin ilk yarısında İslâm coğrafyasındaki pek çok öğrenciyi hatta âlimleri bu şehre çektiğini ve yetiştirdiği Esiruddin Ebherî, Nasîrüddin Tûsî, Alemüddin Kaysar gibi talebelerin ise İslâm medeniyetinin bir sonraki tüm ilmî faaliyetlerini belirlediğini ifade etti. Klâsik İslâm medeniyetinde Mısır ve Kâhire bahsinde esas ağırlık noktasını Memlûklerin teşkil ettiğini belirten Fazlıoğlu, Mısır’ın İslâm medeniyetinin en önemli birkaç merkezinden biri olma özelliğini her daim koruduğunu söyledi. 1280 ile 1510 arası dönemde, iki yüz otuz yıl gibi kısa bir sürede üretilen eserlerin İslâm medeniyetinin hiçbir döneminde üretilmediğinin altını çizdi ve sözü edilen eserlerin yanı sıra yapılan terkiplerin de büyük bir önemi haiz olduğunu belirtti. Söz konusu tarihlerde gerek lisânî gerek dinî ilimlerde gerekse tarih alanında yetişmiş en önemli şahsiyetlerin bu coğrafyada var olduklarına dikkat çekti. Bir kültürün, medeniyetin belirli bir alanda bilgi ürettikten sonra söz konusu bilgiyi derlitoplu bir biçimde görme, diğer bir deyişle bilgiye birlik kazandırma isteğinden ve bilginin dolaşımını sağlayabilme ihtiyacından doğan 'ansiklopedi' fikrinin Mısır’da ortaya çıktığını aktararak ilk önemli ansiklopedik eserlerin bu dönemde kaleme alındığını anlattı. Daha sonraları Osmanlı medreselerinde okutulan önemli dil eserlerinin yine bu dönemde yazıldığını, İbn Haldûn’un bu coğrafyada yaşadığını ve talebelerini burada yetiştirdiğini, astronomi ilimlerinde yapılan terkipler ile İbn Baytar örneğinde olduğu gibi eczacılık ve zooloji gibi alanlardaki çalışmaların da burada gerçekleştirildiğini vurguladı. İslâm medeniyetinde Kâhire’nin bir diğer önemli katkısının da uygulamalı astronominin, özellikle Şemseddin Halîlî'in kurduğu ilm-i mîkât'ın gelişimine uygun zemini hazırlaması olduğunu belirtti. Hasan Merrâkûşî örneğinde görüldüğü üzere astronomi âletleri üretimine son derece önem verilen bu dönemde, üretilen âletlerle ilgili pek eser kaleme alındı. Aynı zamanda teorinin doğruluğunun ölçülebilmesine yardımcı olan âlet üretimi temayülünün, 1370’lerde mevcut astronomi teorilerine sistematik bir biçimde meydan okuyan ve astronomiyi sadeleştirerek doğaya uygun hale getirmeyi amaçlayan İbn Şâtır’ı doğurduğunu aktaran Fazlıoğlu, matematiksel modellerin, temsillerin ve tasavvurların gerçeklikle ilişkisini kurmayı amaçlayan, bu ilişkiyi sorgulayan ve enstrümentalist bakış açısıyla sınırlanmayı reddeden İbn Şâtır’ın 'yeni' astronomi kavramının ortaya çıkmasına vesile olduğunu vurguladı. Cedîd (Yeni) kavramı üzerinde önemle duran Fazlıoğlu, klâsik geleneklerde kemâlin geçmişte olduğunu, geleceğin ise kemâlden uzaklaşmak anlamına geldiğini belirtti. Her zaman için tercih edilir olanın ve merkezi teşkil edenin 'kadîm' olanın kıdemi olduğunu vurgulayan Fazlıoğlu, bilginin doğruluğunun ve sağlamlığının da onun kıdemiyle son derece ilgili olduğuna dikkat çekti. Modern dönemde ise önemli olanın kadîmin kıdemi değil cedîdin vaadi olduğunu belirtti. Bu ikisi arasındaki ayrım üzerinde duran Fazlıoğlu, söz konusu kavramların ilk ortaya çıktığı coğrafyanın da -muhtemelen- Mısır olduğunu vurguladı. Büyük ve önemli şahsiyetlerin fikirlerinin bu coğrafyada karşılık bulmasında cedîd kavramına yüklenen anlamların çeşitlenmesinin ve eski olanın 'alışılmış' ve 'alelâde' olan şeklinde yorumlanabilmesinin etkili olduğunu ifade etti.
Mağrib'ten gelen fikirlerin işlendiği, ayıklandığı, temizlendiği ve dağıtıldığı bir yer olan Mısır’ın Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, Mağrib'ten gelen ve Mısır’da toplanan birikimin İstanbul’a ve Anadolu’ya aktarılabildiğini belirtti. Napolyon’un Mısır’ı işgal ettiği üç yıllık dönemin ardından (1798-1801) başlayan 'Arap Uyanışı'nın çağdaş Arap zihniyetini etkilediğini, diğer bir deyişle söz konusu zihniyetin de Mısır’la belirlendiğine dikkat çekti. Bunda Mısır’ın yarattığı okuma kültürünün etkisinin çok büyük olduğunu ifade eden Fazlıoğlu, Mısır’ın yarattığı bu entelektüel etkinin halen devam ettiğini vurguladı. Kâhire’nin Bağdat’tan farklı olarak, sürekliliği olan, belirleyici ve uzun soluklu bir kültür havzası olduğunu, bu bağlamda da İslâm medeniyetinde son derece önemli bir rol oynadığını vurgulayarak seminere son verdi.


Medeniyet Okumaları’nın Üçüncü Dersinde “Bağdat Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Ele Alındı

 16.11.2016
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 10 Kasım Perşembe günü gerçekleştirilen üçüncü dersinde “Bağdat kültür havzası: Kişiler ve eserler” ele alındı. Seminerde ilk olarak, Bağdat’taki kültür hareketinin hazırlayıcısı olan Basra ve Kûfe şehirlerinden söz edildi. 638 yılında askeri üs olarak kurulan, daha sonra ise bir ticaret ve medeniyet merkezi haline gelen Basra’nın farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir şehir olma özelliği gösterdiğinden ve Sünnilik ile ilk tedvin hareketlerinin görüldüğü merkez olması dolayısıyla öne çıktığından bahsedildi. İhsan Fazlıoğlu, Basra’nın en güçlü olduğu alanın dil olduğunu vurgulayarak Basra’yla aynı dönemde kurulan, Hz. Ali, Hz. Ömer ve Abdullah b. Mesûd gibi ileri gelen sahabelerin hayata geçirdiği üç zihniyetin mecz edildiği ve Ehl-i Rey’in merkezi olan Kûfe şehrine geçti. Şehrin bir meydana (agoraya) sahip olduğunu, ikinci büyük dil okulu ile tefsir, hadis, fıkıh, tarih ve kıraat okullarının bu şehirde gelişme gösterdiğini belirtti. Diğer bir deyişle, bu iki şehrin Bağdat kurulmadan önce dil bilimlerinin, fıkhın, hadis ile tefsirin, akâid ile kelâmın, siyaset biliminin ve dört mezhebin ortaya çıktığı iki merkez olma özelliğini gösterdiğini aktardı.
Fazlıoğlu, Müslümanların istidlâlî bilgi üretirken gizil/mistik olana değil, açık seçik ve aklî olana, yani hâfî değil celî olana ilgi duyduklarının altını çizdi. Bu bağlamda, “tanımlanmış değişkenlerin, kavramların ve nesnelerin, doğalarına uygun, önceden belirlenmiş, açık seçik ilkelere dayanarak muayyen işlemlere konu kılınması ve sürece giren söz konusu değişkenler, kavramlar ve nesneler ile açık-seçik bir sonuca ulaşılması” şeklinde tanımlanabilecek algoritmik düşüncenin Basra ve Kûfe’de yaşayan Müslümanlar tarafından hayata geçirildiğini vurguladı. Değişkenler, işlemler, süreçler ve sonuçlar dizisinin algoritmik düşüncenin temel yapısını teşkil ettiğini, bu tarz bir düşünme yoluyla da bilginin paylaşılabilir bir ifâdeye dönüştüğünü, dolayısıyla başkaları tarafından istifâde edilebilir hâle geldiğini, bunun da bilginin denetlenebilmesini, eleştirilebilmesini, yeniden inşâ edilebilmesini ve tekrardan kurgulanabilmesini sağladığını belirtti. Bu tarz bir düşünceye örnek olarak da dil bilimleri ile usûl bilimlerini örnek olarak gösterdi.
Basra ve Kûfe’de kurulan algoritmik zihniyetin daha sonra Bağdat’a aktarıldığını belirten Fazlıoğlu, Bağdat şehrinin konumundan ve coğrafî yapısından söz etti. Horasan, Şam, Kûfe ve Basra olmak üzere dört kapısı bulunan bu şehrin, yeni bir formülasyon, yeni bir iddia olduğunu vurguladı. Bir buçuk milyona ulaşan nüfusuyla tarihin gördüğü en kalabalık şehirlerden biri olan Bağdat’ın, halk kütüphanelerinin kurulduğu ilk şehir olduğuna dikkat çekti. Üretimin yapıldığı, çok sayıda hekimin bulunduğu, kitapçıların, hamamların, medreselerin ve ilk büyük hastanelerin kurulduğu bu kozmopolit yapının aynı zamanda mezhep çatışmalarına, şehir eşkıyalarının talanına ve doğal felaketlere maruz kaldığını aktardı. Fazlıoğlu, Bağdat’ın İslam medeniyetinin merkezi olduğuna dikkat çekerek, fethedilen coğrafyanın tüm entelektüel birikiminin burada toplandığının altını çizdi. Maddî ve manevî mizacıyla kendine hâs bir şehir olan Bağdat’ta, sözü edilen birikimi ve kültürü hazmetmeye ve öğütmeye hazır bir yapının bulunduğunu, bu yapının da algoritmik düşüncenin tesiriyle oluştuğunu vurguladı. Bağdat’ın aynı zamanda huzurun ve barışın olduğu yer anlamına gelen Dâru’s-selâm ismiyle anıldığını anlatan Fazlıoğlu şehrin, kuzey, güney, doğu ve batı kültürlerini bir araya getirdiğine, diğer bir deyişle, Anadolu, Mezopotamya, Yunan, Mısır, Sâsânî, Süryânî, Türkistân, Hint, Kuzey Afrika kültürlerini aynı potada toplayarak ve aynı masada bir araya getirerek Turan ve İran başta olmak üzere yayıldığı coğrafyaların Akdenizlileşmesine neden olduğuna dikkat çekti. Farklı felsefe-bilim geleneklerinin entegrasyonunu gerçekleştiren bu şehrin, tam da bu işlevi dolayısıyla mukâyese ile doğru olanın yanlış olandan ayrılabildiği bir zemin sağladığını ve büyük çaplı bir tashih hareketi haline dönüştüğünü aktardı. Kadim kültürlerin güncellendiği, entegrasyon ve tashih hareketinin toplamda bir ihya hareketi olarak özetlenebildiği bu merkezin, M.Ö. 500 ve 600 yılarında uykuya dalan matematiksel, tıbbi ve mantıksal felsefeyi de yeniden uyandırdığını belirtti. Bağdat’ta kelam, felsefe ve tıp olmak üzere üç büyük sistemin kurulduğu bilgisi üzerinde de önemle durdu. Böylece M.Ö. 622’den itibaren başlayan kadîm mirası tevârüs, temellük ve temessül sürecinin Bağdât’da tercüme ve telîf ile taçlandırıldığını ifade etti. İslâm dininin hayat görüşünü, kadîm dünya resimlerini dikkate alarak kendine hâs bir dünya tasavvuru inşa eden ilk medeniyetin İslam medeniyeti olduğuna dikkat çeken Fazlıoğlu, bu tasavvurun hayata geçirildiği ilk merkezin Bağdat olduğunu, başka bir deyişle, İslam kültürünün büyük bir medeniyete dönüşmesinde Bağdat’ın hayatî bir rolü olduğunu vurgulayarak sözlerine son verdi.
Medeniyet Okumaları’nın 24 Kasım Perşembe günü gerçekleştirilecek olan dördüncü seminerinde “Kahire kültür havzası: kişiler ve eserler” ele alınacaktır.

Medeniyet Okumaları’nın İkinci Haftasında Medîne Kültür Havzası Üzerinde Duruldu

 02.11.2016
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın ikinci haftasında Medîne kültür havzası üzerinde duruldu. Fazlıoğlu, Medîne’nin bir ide olarak, diğer bir deyişle bir fikrin ortaya konup hayata geçirilmesinin bir örneği olarak son derece önemli olduğunu vurguladı. Coğrafî, siyasî ve sosyal şartların Medîne’de şeklî değişikliklere yol açtığının, fakat sureti değiştirmediğinin altını çizdi. Medîne’nin tıpkı bir ideal dil gibi, kullanılmak amacıyla değil, kontrolü sağlamak amacıyla var olduğunu belirtti. Beşerî varoluşun, yaşamın hata üzerine kurulu olduğuna dikkat çeken İhsan Fazlıoğlu, niyet ile amaç arasındaki yolda hatalar olabileceğini belirterek amaca ulaşmak için gerekli olanın istikameti kaybetmemek olduğunun altını çizdi. Bu bağlamda, Medîne’de yaşayanların; halde, durumda ve yaşamda istikamete sahip olma riskini aldıklarını, orta dünyaya, hata yapmayı göze alarak açıldıklarını belirtti.
Medîne kelimesinin etimolojisine de değinen Fazlıoğlu, onun Aramca bir kelime olan ve mahkemenin, yargının, yani hukukun olduğu yer anlamına gelen medinta kelimesinden geldiğini belirtti. Hz. Peygamberin, merkezî konumda, savunmaya elverişli bir yer olan ve kervan yolları üzerinde bulunan Medîne’ye gelir gelmez bir yol çizmeye çalıştığını aktaran Fazlıoğlu, bunun, kabilevî mensubiyetten siyasî mensubiyete geçişi sağladığını vurguladı. Bu bağlamda, Medîne’de kurulan ilk teşkilâtların Hisbe (paranın kontrolünü sağlayan teşkilat) ve Şurta (asayiş ve emniyeti sağlayan teşkilât) teşkilâtları olduğunu aktardı.
            İslâm medeniyetinde bilginin toplanma, işlenme ve dağılma merkezi olan Mekke ve Medîne’nin 20. yüzyıla kadar bu görevi devam ettirdiğini belirten Fazlıoğlu, Medîne’de kurulan okullara dikkat çekti. Bu kültür havzası üzerinde kurulan fıkıh, tefsir okullarının yanında ciddî bir musiki eğitimin verildiği kıraat okulunun ve tarih yazıcılığının üretildiği tarih okulunun kuruluşunun da bu bağlamda önemli olduğunu belirtti
            Medîne’nin devamı ve geliştiricisi niteliğinde olan Şam’ın, Bağdat’ın da öncüsü konumunda olduğunu belirten Fazlıoğlu bu şehrin, ilk olarak kütüphanelerin açılarak bilginin halka ulaşması fikrinin ortaya çıktığı yer olması dolayısıyla; ikinci olarak “ihtiyacı nispetinde bilmek” şeklinde tanımlanabilecek edep fikrinin hayata geçtiği ve Arapçanın entelektüel dil olarak yerleştiği merkez olması dolayısıyla; son olarak da İslâm mimarisinin ilk örneklerine ev sahipliği yaparak şehirciliğin geliştiği bir merkez olması dolayısıyla büyük önem taşıdığını vurguladı.
            Riyâzî felsefenin İskenderiye’den, tıbbî felsefenin Cündişapur’dan ve mantıkî felsefenin Harran’dan geldiğini aktaran Fazlıoğlu, Medîne’nin tevarüs, temellük ve temessül kavramları üzerinden giderek Bağdat’ı hazırladığını, tercüme ve telifin üzerine kurulduğu fikrin anlatılan bu uzun süreci gereksindiğini belirterek seminerine son verdi. Medeniyet Okumaları’nın üçüncü dersi, 10 Kasım 2016 tarihinde gerçekleşecek ve seminerde Bağdat kültür havzası, kişiler ve eserler ele alınacaktır.

Yeni Akademik Yılımızda da Medeniyet Okumaları’na Yoğun Katılım

 26.10.2016
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın ilk dersi 13 Ekim Perşembe günü gerçekleştirildi. Ana teması “Havzalar, Kişiler ve Eserler ile İslâm Felsefe-Bilim Tarihi olarak belirlenen Medeniyet Okumaları’nın yoğun katılımla gerçekleşen ilk dersinde seminere genel bir giriş yapıldı; yöntem, temel kavramlar, kültür havzaları, kişiler ve eserler üzerinde duruldu. İnşa, yenilenme, muhasebe ve arayışlar olmak üzere dört çağ üzerinde duran İhsan Fazlıoğlu, varlık, bilgi ve değer faktörlerinin bir araya gelmesiyle oluşan metafizik bütüne dikkat çekti. Hem çevresel hem de genetik faktörlerin birlikteliğinden meydana gelen kültürün, söz konusu faktörlerin anlaşılmasıyla kavranabileceğini vurguladı. Bu bağlamda, bilginin kültüre katılma sürecini anlayabilmek için; bilginin tanımı, amacı, bilgiyi üreten, kullanan, bilgiye nispetle kendini tanımlayan kişilerin özellikleri ve statüleri ile bilginin dolaşımı ve yayılması, bilim dalları arasındaki ilişkiler ağı, iç ve dış kültür havzalarının birbiriyle ilişkileri, bilginin farklılıklara ve yeniliklere karşı duyarlılığı gibi meseleler üzerinde öncelikli olarak durulması gerektiğinin altını çizdi. Seminerin 27 Ekim 2016 Perşembe günü gerçekleştirilecek olan ikinci dersinde ise Medîne kültür havzası, kişiler ve eserler ele alınacaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder