Medeniyet Okumaları'nın Kapanış Dersinde
"Çin-İslâm Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" Konu Edildi
07.06.2017
İhsan Fazlıoğlu, çok sayıda çölün ve büyük havzaların
yer aldığı Çin coğrafyasında, Asıl Çin (İç-Çin) denilen bölgenin yaylaların
bulunduğu bölge olduğunu, yerleşimin de bu bölgede kurulduğunu belirtti. Bitki
örtüsü ve iklimin çok çeşitli olduğunu, söz konusu coğrafyanın çok sayıda
nehirle beslendiğini aktardı. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de nüfusun
orantısız bir biçimde dağıldığını, özellikle ovalarda ve deltalarda yoğunluk
arz ettiğini bildirdi. Söz konusu nüfusun yüzde doksan üçünün Çinli olduğunu,
bu bölgeye gelen farklı etnik kimlikleri sistematik bir kültür emperyalizmine,
Çinlileştirme faaliyetine tâbi tuttuklarını vurguladı. Ülkeye giren yabancıları
ve azınlıkları Çinlileştirdikleri için de nüfusun son derece homojen olduğunu
belirtti. Nüfusun yüzde yetmiş birinin komünist idareden sonra herhangi bir
dine mensup olmadığını, en yaygın iki dinin ise Budizm ve İslâm olduğunu dile
getirdi. Müslümanların çoğunun Sünnî-Hanefî olduğunu, çok
farklı Müslüman grupların bulunduğu bölgede sayıca yaklaşık yüz elli milyon
Müslümanın yaşadığını anlattı. Tarıma dayalı bir ekonomisi olan Çin’de iki yüz
milyon ton pirinç üretiminin yapıldığını ifade etti. Buğday, pamuk, şeker
üretiminin de gerçekleştirildiği coğrafyanın yer altı kaynakları bakımından
zengin olduğunu; ancak bunların işletilmesi hususunda birtakım sıkıntıların
yaşandığını da sözlerine ekledi. Hayvancılığın çok gelişmediği bölgede domuz ve
balık üretiminin yaygın olduğunu, küçük ölçekli sanayinin de son derece
gelişmiş olduğunu belirtti. Zanaatın ve ticaretin ileri düzeyde olduğunu
aktardı.
Çin tarihinin M.Ö. 2000’e dek uzandığını, M.Ö. 1500’de
yazıyı kullanmaya başlayan Çinlilerin politik tarihinin hanedanlar
tarihi olarak adlandırılabileceğini ifade etti. Bunlar içinde, kurucu
hanedan Hsia ile Shang ve Türk menşeli Choular hanedanlıklarının
önemli olduğunu, Choular’dan sonra iki yüzyıl süren feodal
devletler döneminin yaşandığını ve bu dönemin filozoflar dönemi olması
nedeniyle de önem arz ettiğini kaydetti. Yunan medeniyetinde M.Ö. 600’lerde
başlayan filozoflar çağına denk olarak burada da Kung tzu (Konfüçyüs)
ve ardıllarının yaşadığı bir dönemden söz etti. Konfüçyüs’ün başlattığı ve
ardıllarının devam ettirdiği, özellikle birey, toplum ve devlet felsefesi ile
ahlak ve eğitim felsefesi konularında özgün fikirlerin geliştirildiğine
işaretle, bu dönemde Çin’deki birliği sağlamayı amaç edinen bu felsefenin
bugünkü Çin kimliğini de belirlediğini söyledi.
Han hanedanı
döneminde (M.Ö. 206 - M.S. 220) Türk tarihi ile ilgili ilk kitapların da
yazılmaya başladığını belirten Fazlıoğlu, M.Ö. 220 ile 580 tarihleri arasında
yaşanan iç savaşlar döneminin ardından Sui hanedanlığının
Çin’deki birliği sağladığını, onun ardından gelen T'ang hanedanlığının
da ilk kez Türkistan’ı işgal etme teşebbüsünde bulunması nedeniyle önemli
olduğunu belirtti. 751 yılında gerçekleşen Talas Meydan Muharebesi ile
Çinlilerin Orta Asya Türkistan macerasının bittiğini, beş yüz yıl boyunca Çin
siyasî otoritesinin bu coğrafyaya el uzatamadığını, buradaki emellerini terk
ettiklerini anlattı. T'ang hanedanlığının yıkılmasıyla birlikte elli yıl kadar
süren bir iç savaş döneminin yaşandığını, daha sonra 960-1279 yılları arasında
kurulan Sung hanedanlığının Moğollara dek Çin’e istikrarlı ve
düzenli bir dönem yaşattığını dile getirdi.
1279’da Kubilay Han’ın Yuan hanedanlığını
kurduğunu, bugünkü Çin’i yaratanın ve Çin’i siyasî olarak birleştiren gücün
Moğollar olduğunu ifade etti. Moğolların Çin’i politik ve coğrafî olarak
birleştirmekle kalmadığına, Çinlilik fikrini de onların yarattığına dikkat
çekti. Moğolistan coğrafyasının yüzde yetmiş beşlik kesiminin Türk olduğunu,
dolayısıyla Moğolların ananelerinin, mitlerinin, devlet fikrinin Türk
kültürüyle şekillendiğini, ordularının da yüzde seksen oranında Türk olduğunu
hatırlatarak Çinliler ile Türklerin tarihsel düşmanlıklarını Moğolların tevarüs
ettiğini, bu nedenle de Çin’i yönetirken onları toplumun en alt tabakasına
yerleştirdiklerini bildirdi. Çinlilere itibar etmeyerek onlara devlet
kademesinde yer vermediklerini, söz konusu muamelenin ise nüfusun yüzde
doksanını oluşturan Çinlilerde güçlü bir milliyetçilik duygusuna yol açtığını,
aralarındaki bölgesel ve dinî ayrılıkları bir kenara bırakan Çinlilerin birlik
bilinci geliştirdiklerini aktardı. Moğolların, istihdam ettikleri Türkler
aracılığıyla askerî; Müslüman olmuş Uygurlar ve İranlılar sayesinde de kültürel
ve malî kısmın idaresini yürüttüklerini dile getirdi. Bunun da İslâm’ın tüm Çin
sathına yayılmasına öncülük ettiğini vurguladı. Moğollar yıkılınca, 1368-1644
yılları arasında Ming hanedanlığının kurulduğunu, söz konusu
hanedanlığın Moğollardan devraldığı idarî, bürokratik teşkilâtı devam ettirmesi
sayesinde Müslümanların son derece rahat bir biçimde yaşamaya devam
ettiklerini, bu rahatlığın ve Ming hanedanın Çinlileştirme siyasetinin
Müslümanların Çinlileşmesine yol açtığını belirtti. 1644’te son derece
milliyetçi olan Ch'ing hanedanlığının gelmesiyle birlikte
Müslümanlar için iki yüzyıl kadar sürecek felaket yıllarının başladığını,
tekrar Orta Asya-Türkistan bölgesine çıkan Çinlilerin, Ruslar ile
karşılaştıklarını, XIX. yüzyılda Afyon savaşları ile Avrupalıların Çini denetim
altına aldığını aktardı. Bu dönemde Müslümanların çok sayıda ayaklanma
çıkardıklarından, ayaklanmaların bastırılması sırasında ise Müslümanların
dörtte üçünün öldürüldüğünden söz etti. 1860’lardan sonra Osmanlı Devleti’yle
temas kurmaya çalışan Müslümanların bu girişimlerinin sonuçsuz kaldığını
belirtti. Ch'ing Hanedanlığı’nın cumhuriyete geçmesiyle birlikte ülkenin
milliyetçiler ve komünistler olarak ikiye bölündüğünü, yaptığı toprak reformu
ile Çinli köylüleri kendi safına çeken Mao’nun İkinci Dünya Savaşı
ertesinde Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurduğunu anlattı. 1966’da ortaya çıkan
ve kadim olan unsurları yok eden kültür devriminin hem Çinliler hem de
Müslümanlar için bir felaket olduğunu, 1975’ten sonra ise Çin’in daha ılıman
bir politikaya geçiş yaptığını ve İslâm dünyasıyla daha çok ekonomik bir ilişki
kurmaya çalıştığını bildirdi. Çin’in şuan için İslâm dünyasıyla en büyük
sorununun Doğu Türkistan-Uygur sorunu olduğunu vurguladı.
İslâm’ın Çin’de deniz ve kara ticareti (ipek ve
baharat yolları) olmak üzere iki şekilde yayıldığına, tacirlerin bu bağlamda
önemli bir rol üstlendiklerine dikkat çeken İhsan Fazlıoğlu, Çinlilerle
Müslümanların Hz. Osman döneminde (651), onun Çin’e gönderdiği resmî bir
elçilik heyeti aracılığıyla ilişkiler kurduğu zamanda Budizm’in de Tibet
üzerinden Çin’e girmeye başladığından söz etti. Bu noktada ara bir cümle ile
Çinlilerin tarih boyunca uğraştığı iki entelektüel hareketin Budizm ve Taoizm olduğunu
ekledi. Budizm ve Taoizm’in bir birey, toplum ve
devlet felsefesi olan Konfüçyüsçülük'e çok zıt olduğunu dile
getiren Fazlıoğlu, söz konusu felsefenin inzivayı, dünyadan el etek çekme
temayülünü değiştirmek için İslâm’dan sıkça yardım istediğini ifade etti.
Tekrar konuya dönerek elçi gidiş-gelişlerinin Emevîler döneminde sıklaştığını,
ticarî ilişkilerin ise her zaman için canlı kaldığını belirtti.
Fazlıoğlu, 750’de Abbasîlerin iktidara gelmesi ve
751’de de Türk tarihi için son derece önemli bir yeri olan Talas Meydan
Muharebesi’nin gerçekleşmesiyle birlikte Çinlilerin Orta Asya Türkistan
bölgesindeki siyasî emellerinin beş yüzyıl süreyle bittiğinden söz etti.
İslâm’ın Orta Asya’da, özellikle Türkler arasında çok rahat bir biçimde
yayıldığını, dolayısıyla ilk defa bu muharebe neticesinde İslâm'ın Orta Asya’da
ve Türk bölgesinde tutulmaya başlandığını belirtti. Bunun üzerine Budizm’in de
gerileme gösterdiğini ve İslâm kültürünün bu coğrafyayı yavaşça belirlemeye
başladığını sözlerine ekledi. Yirmi bin Çinlinin esir alındığı bu muharebede,
esirlerin bürokrat ve zanaatkâr kişiler olduklarını, Müslümanların da bunları
öldürmeyerek istihdam ettiklerini, özellikle kağıt fabrikaları
kurduklarını ve matbaanın, porselen zanaatının ve yel değirmenleri
teknolojisini geliştirdiklerini bildirdi. Çin tıp geleneğinin bugün dahi
canlılığını koruduğunu ve okutulduğunu anlatan Fazlıoğlu, Çin simya teknikleri
ile gizli ilimler denilen, aritmetiğe dayalı sırlı ilimlerinin de yine bu
dönemde İslâm dünyasına girdiğinden söz etti.
755’te bir Çinli komutanın isyanı dolayısıyla Çin
İmparatoru’nun Abbasî halifesinden yardım istemesi üzerine çoğu Uygur Türkü
olan on bin askerden müteşekkil bir ordunun Çin’e gönderildiğini ve bu
askerlerin savaştan sonra geri gönderilmeyerek misafir edildiklerini, bugün
kendilerine Hui adı verilen ve esas Çinli Müslümanları
oluşturan kişilerin de ailelerini de alarak Çin’e yerleşen bu on bin Müslümanın
devamı olduğuna dikkat çekti. Hem Talas Meydan Muharebesi’nin hem de bu isyan
hareketinin Çin’deki İslâm ve Türk kültürünün yayılmasında etkili olduğunu
vurguladı. 760 yılında Müslüman tacirlerin katledildiği büyük bir kıyımın
yaşandığını ve Müslümanlar için ev satın almak, pirinç tarlasına sahip olmak,
Çinli gibi giyinmek gibi çeşitli yasakların getirildiğini anlattı. Diğer bir
deyişle, Çin’e gelen yabancıların artması, bunların bürokrasiyi belirlemeye
başlaması ve sosyal statü sahibi olması üzerine Çinlilerde bir yabancı
düşmanlığı oluştuğuna dikkat çekti. 841’de Müslümanlara yapılan katliamın
sistematik bir operasyona dönüştüğünü, hatta Konfüçyanist olmayan, Budizm,
Maniheizm, Nasturîlik gibi tüm yabancı dinlere karşı bir kıyımın başlatıldığını
aktardı. 879 yılında ise yüz elli bin Müslümanın öldürüldüğünü belirtti. İsyan
hareketleri içerisinde yok edilen bu Müslümanlardan kaçabilenlerin ise -daha
önceki derslere atıfta bulunarak- Malay İslâm dünyasını yaratacak kolonileri
oluşturduklarını hatırlattı. 760 ve 879 yıllarındaki bu iki felaketin 1644’e,
yani Ch'ing hanedanlığı dönemine dek Müslümanların yaşadığı en ağır felaketler
olduğunu vurguladı. Bunların üzerine Müslümanların Çinlileşmeye başladıklarını,
isimlerini, giyimlerini değiştirdiklerini ve 1124’te Müslümanları tabir etmek
için 'dönme' anlamına gelen kullanılan Hui-hui kavramının
ortaya çıktığını aktardı. İslâm için de 'dönme dini' anlamına gelen Hui-hui-chiao tabirini
kullandıklarını ekledi. Çinli müslümanların ise İslâm’ı 'saf ve hakikî din'
anlamına gelen Ch'ing-chen-chiao kelimesiyle karşıladıklarını
belirtti.
İhsan Fazlıoğlu, bu dönemde Çin edebiyatının önemli
ismi Li Yeng-Sheng (edîb), Li Hsûn (şâir,
âlim), Li Hsien (kimyacı ve deniz bitkileri farmaloğu) , Li
Shun-hsien (kadın şâir ve ressam) ve Mi-Fu (ressam,
hattât; ö. 1107) olmak üzere Müslüman Çinlilerin arasından yetişen beş önemli
isme yer verdi. Aynı zamanda bir hat mucidi olan Mi-Fu'nun kurduğu
resim ve hat geleneğinin yalnızca Çin’de değil Japonya, Kore ve civar
bölgelerde de yaygın olarak taklit edildiğini aktardı. Müslüman Çinlilerin bu
dönemdeki Çin kültürüne katkıları üzerinde kısaca durdu.
1279-1368 yılları arasında yaşanan Moğol döneminde
İslâm’ın artık Çin’in tüm bölgelerine yayıldığını; askerî, idarî, ticarî
idarenin büyük oranda Müslümanların ya da Türklerin elinde olduğunu dile
getirdi. Bu dönemde Müslüman mimarların, sanatkârların, tabiplerin ve âlimlerin
varlık gösterdiklerini ve aktif bir rol üstlendiklerini belirtti. Kubilay Han
döneminde Pekin’de Müslüman tabiplerin çalıştığı iki büyük imparatorluk
hastanesi kurulduğunu, Çin’deki tüm eczanelerin işlevselliği ve geçerliliği
olan İslâm eczane geleneğine göre düzenlendiğini, şehirlerin imarının ise İslâm
mimarî geleneğinden faydalanılarak yapıldığını bildirdi. Ali Yao-Ching ve
oğlu Li Hsi-Ying'in söz konusu dönemin önemli iki Müslüman şairi
olduğunu da ekledi. Kültürel ilişkileri sürekli kılabilmek için Kubilay
döneminde Arapça, Farsça ve Türkçe öğretmek, bu dillerde yazılmış eserleri
Çinceye tercüme etmek ve mütercimler yetiştirmek gayesiyle İslâm Yazısı
Enstitüsü’nün kurulduğunu da aktardı.
İhsan Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi açısından
bakıldığında da Çin coğrafyasında İslâmî usulleri gözeterek kurulan
rasathaneden ve rasathanenin başına getirilen astronom ve âlim Cemâleddin’den
söz etti. Cemâleddin’in 1267'de gelirken önemli astronomi-matematik kitaplarını
ve ilim âletlerini yanına aldığını, Çinlilerin yabancısı olduğu Akdeniz
dünyasının teorik astronomisini getirdiğini; 1271’de kurulan İslâm
Astronomisi Okulu’nda yalnızca Müslümanları değil, Çinlileri de eğittiğini
aktardı. Önemli bir Çinli astronom olan Cemâleddin’in talebesi Kuo
Shou-Ching'in (1316) bu okulda yetiştiğini ve ilk defa Çin astronomisine
gezegen teorisini yerleştirdiğini, kinematik-geometrik model anlayışı ile
tanıştırdığını, Babillerden bu yana kullanılan altmış tabanlı hesap sistemini
getirdiğini, hem İslâm astronomi âletlerini hem de kendi geliştirdiği aletleri
kullandığını belirtti. İslâm astronomisinden yararlanarak Shou-shih-li adlı
yeni bir takvim sistemi geliştirdiğini de ekledi. İslâm ve klâsik Çin
astronomisinin terkibi olan melez astronomi geleneğini de yine Cemaleddin’in ve
takipçilerinin oluşturduğunu vurguladı. Fao-mun-ji'nin de bu
dönemde Merağa matematik-astronomi okuluna giderek Asîluddin
Hasan'ın müdürlüğü döneminde (1304-1317) eğitim gördüğünü ekledi. Çin’in bu
tarihlerde Müslümanlardan daha çok astronomi ve matematik bilimleri alanlarında
yararlandığını, Müslümanlara ise Çin tıbbını verdiğini, diğer bir deyişle Çin
tıbbının, coğrafî olarak yakın İslâm dünyasına büyük oranda yayıldığını
bildirdi. Matematik bilimleri ile astronomi alanındaki İslam medeniyetinin bu
etkisi, Ming hanedanlığı döneminde de, XVI. yüzyılın sonlarında modern Batı
Avrupa astronomisi Cizvitler eliyle Çin'e getirilinceye değin çok çeşitli
biçimlerde devam etti.
Tarihi boyunca Çin’i ele geçirmek isteyen Türklerin
1405’te Timur’un vefatıyla birlikte bu emelinden de tam anlamıyla vazgeçtiğini
ifade eden Fazlıoğlu, mensupları arasında Müslümanların da bulunduğu Ming
hanedanlığı döneminde (1368-1644) camiiler yaptıracak kadar yumuşak
bir politika izlendiği için Müslümanlar arasında Çinlileşmenin arttığını;
ayrıca Çin Devleti'nin tüm 'yabancı' dinlere ve mensuplarına karşı bir
asimilasyon siyaseti takip etmesi ve bu çerçevede cebrî tedbirler alması
neticesinde de söz konusu Çinlileşmenin/Hanlılaşmanın arttığına dikkat çekti.
Bu dönemde en ilginç olaylardan biri Müslüman amiral Cheng Ho (Muhammed)
ve 62 yelkenliden oluşan filosunun 1405-1431 tarihleri arasında 8 sefer ile
Güneydoğu Asya-Basra Körfezi-Doğu Afrika kıyılarını ziyaret etmesidir. Hatta bu
filonun Güney Amerika'ya bile ulaştığı iddia edilmektedir. İslam ilim
kitaplarının tercüme edilmeye başlandığı bu dönemde ilginç bir şekilde Arapça
ve Farsça okuyan insan sayısının azaldığını, Müslümanların kendi kültürlerinden
hızla uzaklaştıklarını, dinin neredeyse unutulduğunu belirtti. Tam da bu
dönemde 'Çince İslâm anlatısı' yaklaşımının yavaşça yükselmeye
başladığını, mesela, Hui âlim Wang Tai-yu'nun (ö. 1660) Hakikî
Dinin Doğru Açıklanması adıyla ilk Çince İslâmî eseri yazdığına dikkat
çekti.
1644’te Mançuların iktidarıyla (Ch'ing
hanedanı) birlikte hem içerdeki Müslümanların kırıldığını hem de Türkistan’ı
tekrar ele geçirmeye çalıştıklarını dile getirdi. 1671’de tarikatların Çin’e
girmeye başladığını, devam eden dönemde söz konusu tarikatlar arasında bir
çatışma yaşandığını aktardı. 1895 yılında katliamlar sonucunda Müslüman nüfusun
çok büyük bir oranda azaldığını ekledi. Tüm bu kıyımlara Müslümanların muhtelif
ayaklanmalarla tepki verdiğine işaret etti ve bu sürecin politik eğilimlere
bağlı olarak günümüze kadar devam ettiğini belirtti.
Osmanlıların Sultan II. Abdülhamit döneminde Çin’le
ilgilenmeye başladıklarını, hilafet ideolojisini yaymak için heyetlerin ve
temsilcilerin bölgeye gönderildiğini belirtti. Mirliva Enver Paşa’nın; akabinde
âlim Muhammed Ali ile Süleyman Şükrü'nün Çin’de Müslüman lider Abdurrahman
Wang Kuan ile görüşerek onu İstanbul’a getirdiklerini ve kendisini
Çin’deki Müslümanların ne şekilde örgütlenebileceğini görüşmek maksadıyla
Sultan II. Abdülhamit’le görüştürdüklerini aktardı. Abdurrahman Wang Kuan’ın
kendilerinde yetişmiş ilim adamı eksikliği olduğunu dile getirmesi üzerine de Serezli
Ali Rıza Efendi ile Bursalı Hafız Hasan Efendi’nin Çin’e
gönderildiğini, bunların oraya gittikleri vakit Çin’de Dâru'l-ulûmi'l-hamîdiyye adlı
bir Osmanlı mektebi kurduklarını ve yüz adet öğrenci yetiştirdiklerini
belirtti. Çin’de daha sonraki dönemde hayata geçirilecek olan İslâmî
faaliyetleri de yine bu yüz öğrencinin organize ettiğini sözlerine ekledi. O
kadar ki, Osmanlıyı ve Millî Mücadele'yi yakından takip eden Çinli
Müslümanların Lozan antlaşmasından sonra bir kutlama mesajı gönderdiklerini ve
Türkçe'ye çevrilen mesajın Türküye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okunduğunu
belirtti.
Özgün ve Çince ifade edilen Çin-İslâm düşüncesinin
XVII. yüzyılda ortaya çıktığını ve bu dönemde çok sayıda önemli ismin
yetiştiğini belirten Fazlıoğlu sürecin arka planını kısaca şöyle özetledi: Ming hanedanı
dönemindeki baskıyla erimeye başlayan Müslümanların bir beka sorunu ile
karşılaştıklarını, bunu gören ve Çinli Müslümanlar arasında Büyük Hoca olarak
anılan Hu Dengzhou (ö. 1597) Orta-Asya'ya giderek dört yıl
eğitim gördü; akabinde Hicaz'a giderek eğitimine devam etti. Dönüşünde Jingtang
Jiaoyu (Medrese eğitimi) adıyla yeni bir eğitim sistemi kurdu. Bu
sistemde gedimu (kadîm) denilen, Arapça ve Farsça ile
yürütülen eğitim-öğretim yanında Çince ile yapılan yeni bir müfredat işe
koşuldu. Hu'nun öğrencileri ile yaygınlaşan bu sistem Hân Kitâbı denilen
Çince İslamî metinleri üretti. Oldukça birlikli, genel bir ağ içinde yol alan,
birbirinden haberdar ve birbirini besleyen bu sistem pek çok hoca yetiştirdi ve
Çinli Müslümanları koruyan bir yapıya dönüştü. XVII. ve XVIII. yüzyılda hayat
süren ve bu sistem içinde yetişen Wang Daiyu (ö. 1658), Ma
Zhu (ö. 1710'dan sonra) ve Lui Zhi (ö. 1724) adlı üç
öncü düşünür başta olmak üzere bir kısım düşünür ile Yeni-Konfüçyanist terminoloji
ile ifade edilen; aynı zamanda Yeni-Konfüçyanizm'i de İslâmî terimlerle
zenginleştiren bir Konfüçyanist İslâm ortaya çıktı. Tanrı -
Evren - İnsan ilişkilerini bu çerçevede ele alan söz konusu düşünürler hem
Müslümanların bekâ sorunu çözdüler hem de Konfüçyüsçülük ile İslâm'ın ortak küllî
hakikati dile getiren tek bir gelenek olduklarını göstererek, İslâm'ın esas
itibariyle Budizm ve Taoizm tarafından tahrif edilen Konfüçyüsçülüğü tashih
ettiğini ileri sürdüler. Son iddialarıyla kendi dönemlerindeki mevcut Çin
Devleti'nin Budizm ve Taoizm'e ilişkin siyasetlerine de yakın durdular.
Bu yaklaşımı en iyi temsil eden ve Çinli Müslümanların Gazâlî'si
olarak görülen Lui Zhi Sünnî-Hanefî gelenek içinde nazarî
tasavvufu dikkate alarak en önemli eserleri üretti. Bu amaçla, yedi yıl boyunca
Çin kültürünü, altı yıl boyunca İslâmi ilimleri, üç yıl süreyle Budizm ve bir
yıl süreyle de Taoizm tahsil etti; bunun yanında Batı klâsiklerini de okuyarak
tüm Çin coğrafyasını dolaştı. Çince İslâmın en önemli eserlerini yazan Lui
Zhi'nin pek çok eser yazmakla birlikte özellikle üç eseri öne çıkar: Usûl-i
dîn yani kelamı ele alan 1704'de yayımladığı İslâm'ın İlkeleri (Tianfang
Xingli); 1710'da neşrettiği furû-i dîn ile ilgili konuları felsefî
arka-plan ile İslâm'ın Kuralları (Tianfang Dianli) ve
1724 yılında tamamladığı Siyer-i Nebî (Tianfang Zhisheng
Shilu)... Bu eserlerin temel iddiası şudur: İslâm ile Konfüçyüsçülüğün aynı
hakikati (tevhid, toplumsal adalet ve bireysel sevgi) dile getirir. İslâm,
Budizm ve Taoizm gibi yalnızca bireysel kurtuluşa değil toplumsal ve siyasî
olana da önem verir. Hakikî Konfüçyüsçülüğü öğrenmek isteyenlerin İslâm dinine
başvurmaları gerektiğini anlatır. İslâmı geleneksel Çin düşünce terimleri ile
açıklayan Lui Zhi, Çinli Müslümanlar için hala son derece önemli
bir isimdir. Başta Lui Zhi olmak üzere Konfüçyanist Müslüman
düşünürler bu terkibi, nazarî tasavvuftan, özellikle vahdet-i vucûd
metafiziğinin dilinden ve kavramlarından yararlanarak başarabildiler. Bu
süreçte diğer pek çok isim ve eser yanında, özellikle Abdurrahman Câmi ve
eserleri önemli bir rol oynadı. Söz konusu bu hareket en verimli dönemini
XVIII. yüzyılda tamamlamışsa da, daha sonraki yüzyıllarda bazı önde gelen
isimler tarafından kısmî olarak devam ettirildi.
Konfüçyanist Müslümanların başardığı işin Çince
üzerinden bir İslâm metafizik çanağı oluşturmak olduğunu söyleyen İhsan
Fazlıoğlu, bu düşünürlerin böylelikle Çinli/Hanlı Müslüman kimliğini de
muhafaza etmeyi becerdiklerini belirtti. Bu noktada Vahdet-i vucûd'un
içerdiği tümel metafizik anlayışın yalnızca Çin’de değil, Malay ve Hind
dünyalarında da yaşanan dinî ve siyasî krizleri çözüme kavuşturduğunu
vurgulayarak sözlerine son verdi.
- See more at:
http://medeniyet.edu.tr/tr/haberler/medeniyet-okumalarinin-kapanis-dersinde-cin-islam-kultur-havzasi-kisiler-ve-eserler-konu-edildi#sthash.xHx46mT6.dpuf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder