Toplum-Devlet Ülküsü olarak Tarihte Türklüğün Oluşması, Prof Dr Şaban Teoman Duralı
TOPLUM-DEVLET ÜLKÜSÜ
OLARAK TARİHTE TÜRKLÜĞÜN OLUŞMASI
İçindekiler Tablosu
1. Kimlik, Geçmişte
İnşâ Olunan Bir Binâdır
2. Yolun, Sis Perdesi
Gerisinde Kalmış Başlangıcı
3. Medeniyetlerin
Kesiştiği Coğrafya: Orta Asya Düzlükleri
4. İmparatorluk
Devlet Ülküsünün Tarihî Kaynağı
5. Yüce Görev
(Misyon) Uğruna Yaşananlarla, Ülküsel Hayat İnşâ Olunur
Dipnotlar
Prof. Dr. Şaban Teoman DURALI
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Kimlik, Geçmişte İnşâ
Olunan Bir Binâdır
Tarihte özel yer tutmuş olanlar ile olmayanlar olmak üzre,
milletler de, tek tek kişiler gibi, kabaca iki ana kümeye ayırılabilirler.
Tarihe baktığımızda, bizde, kimi milletlerin özel bir görevle yükümlendirilmiş olduğu
izlenimi uyanır. Gerçi
her millet kendi
kendisine az yahut çok ‘gelin güvey’
olur. Bu son derece duygusal ve öznel millî tavır alış, yine de, tarihle ilgili
bir görünümün ortaya çıkarılamayacağı anlamına gelmez.Tarih sahnesinde
uzun zaman zarfında
devletleşmiş bir toplumun,
siyâsette, iktisâtta, hukukta,
zanaat yahut fende, sanatta, örf ile âdetlerde göstermiş olduğu becerilere (Fr performances) göre değerlendirilmesi
sonucunda, olağan mı yoksa olağanüstü zümreye mi dâhil edileceği, hükme
bağlanabilir. Ayrıca, becerilenin de hep aynı cinsten olması
beklenmemelidir. Meselâ, Sümerlilerin
kayda değer becerisi,
‘tarih’i başlatan devrimi yaratacak ‘yazı’yı
icâd etmek olmuştur.
Bunun yanında, ilk
devlet kurucu kültür
olma şanını da taşırlar.Asurlular ile İlkçağ İranlılarına (Persler)
gelince; kan bağını dile getiren oymak (aşîret) esaslı toplum
yapısının daha geniş
çaplı türevi olan
kavimden ülkü teşkilâtına geçmişlerdir. Doğrudan
maddî karşılıkları bulunmamakla birlikte,
kendilerine inandığımız, dayandığımız değerlere ‘ülkü’ diyoruz. Aile,
akraba gibi kan bağına dayalı dirimsel etkenler, maddîdirler. Devletleşme
aşamasına ulaşabilmiş toplumlardan pek azı, dirim unsurlarından tümüyle
uzaklaşmak becerisini gösterebilmiştir. Bu unsurları hiçbir vakit inkâr etmemiş
olmakla birlikte, meselâ Çin,
kavim mülâhazasının yanında,
tamamıyla manevî telâkkıları
da esas almıştır. Kavmî
aslını esasını asla gözden
kaçırmamasına rağmen, hudutlarına dayanmış ister maddî, ister fikrî
olsun yabancı değerleri de kesinlikle elinin tersiyle itip reddetmemiştir.
Ancak, alınan yabancı unsurlar, öylesine sindirilerek içleştirilmişlerdir ki,
zamanla asıllarını çağrıştırmayacak hâle
girmişlerdir. Bunun da
en belirgin örnekleri arasında Burkancılığı (Budhacılık)
sayabiliriz. Adı geçen bâtınî meşrebin yahut dinin ve bundan doğmuş
bulunan dünya görüşünün
beşiği Hindistan olmasına
rağmen, Çin Burkancılığı
farklıbir biçime dönüşmüştür. Çinin yerli düşünce gelenekleriyle karşılaşıp
karışan Burkancılık, M.S. Altıncı yüzyılda Çan (Japoncada Zen) Burkancılığı
adıyla yeni bir veche kazanmıştır.1İlkçağın öteki iki ana medeniyet muhiti,
İran ile Roma ve onun devâmı olarak algılanan Bizans gibi, Çin, M.Ö.ki
yıllardan yaklaşık 1700’lere değin kuzeyinde genellikle konar-göçer tarzda
yaşayan boylara câzibe merkezi olmuştur. Bu cümleden olmak üzre, bahsi geçen
boylardan Hunların (Ç Hsiung-nu), Türklerin (Ç T’u-kiu), Moğolların, Mançular
ile daha birçok başkalarının defalarca uzun yahut kısa süreli, kısmî yahut
umumî istilâsına uğramış, her keresinde de onları bağrında eritip
Çinlileştirmiştir.M.Ö. İkinci binin
başlarından beri yerleşik
hayata intikâl eden,
tarımlaşan, tedricen şehirleşip
devletleşen, sanatta, zanaat ile bilgelikte
medeniyet tarihinde başı çekmiş olan Çin milleti, hâlâ aynı coğrafyada yaşayan
en uzun ömürlü devlet olmak rekorunu elinde tutmaktadır.Çin, yazısı
çizisi, sanatı, zanaatı,
devlet idâresi iytikâatlarıyla çevresini
etkileyerek Japon, Kore, Vietnam, Laos, Kamboç, Tibet, Eski Türk, Moğol
toplumlarının kimisinde üstün medeniyet ortamlarının oluşmasına önayak
olmuştur.
Asyada ikinci bir
medeniyet yıldızı Hinttir.
Çinden farklı olarak
Hint, mütecânis bir kavmîyet manzarası arzetmez. Başlıca
iki ırk topluluğu M.Ö. Birinci binin
başlarından beri Hintte karşı karşıya gelmiştir: Kuzey batıdan Hint
yarımadasına vâsıl olmuş ak tenli Arîler ile buraya daha önce yerleşmiş koyu
tenli Dravitler. Bu iki ana unsura çağlar boyu hep yeni
boylar, oymaklar ile
uruklar da katılagelmiş,
Hint dünyası dahî
bir kavimler, inançlar, diller,
örf ile âdetler halîtasına dönüşmüştür.Çin
gibi, Hint de,
çevresine ışık saçmış
bir medeniyet yıldızıdır.
Ondan etkilenerek biçimlenmiş
kültürler, Burma, T (h) ai, Nepal, Bhutan, Seylan, İslâm öncesi Malaydır. Yine
medeniyet kudreti bakımından ezelî rakîbi Çinden farklı olarak, Hint, İlkçağdan
-M.Ö. Sekizinci ile
Yedinci yüzyıllardan- beri
bir tarafta Akdeniz-Ege
dünyasına, öte yanda da
Doğu medeniyetleri câmiasının
bir diger yıldız
medeniyeti olan Çine
dek uzanan bir etki alanı yaratmıştır. Hint’de ortaya çıkan özellikle
Burkancılık, M.S. 60 yahut 70’lerden itibâren Çin’de yerleşip git gide yaygınlaşmıştır.Hint, evvelemirde
din akımları ve
bunlardan neşet edip
yüksek soyutluk ile
tümellik derecelerine
erişmiş düşünce gelenekleriyle etkili
olmuştur. Bundan dolayı
da o, öncelikle dinî-bâtınî renklerin
hâkim gözüktüğü bir medeniyet olma vasfını kazanmıştır.Doğu medeniyetleri
câmiasının üçüncü yıldız medeniyeti, İslâm öncesi İran’dır. Onda, daha önce
gördüğümüz iki yıldız
medeniyetin birtakım belirgin
özellikleriyle karşılaşıyoruz:
Çin’in ‘devlet’ düşüncesinde
odaklaşan, Hind’in ise
dinî-bâtınî hayatı
vurgulayan özelliklere İran
medeniyetinde belliölçülerde rastlıyoruz.
Yalnız, Persler, Çinin kavim
esaslı devlet anlayışından ziyâde, Batı medeniyetleri câmiasından sayılan
Babil ile Asurdan
etkilenerek geliştirdikleri ‘kavimaşkın’
(Fr transethnique) olanın ülküsünü benimsemiş
oldukları görülüyor. Böylelikle
Babilliler ile Asurlulardan
sonra, zaman sırası itibâriyle, geniş bir kavim, dil ile din yelpâzesini
kucaklayan ilk imparatorluk devletini gerçekleştirenlerden biri de,
Perslerdir.Persler, M.Ö. 546’da
diger bir İranlı
kavim olan Medlerden
I. Küros’u önderliğinde bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Kurulan
bu ilk Pers
devleti adını Akhamenit sülâlesinden almıştır:
M.Ö. Altıncı yüzyılda
Akhamenit Devleti’nin sınırlarının
bir ucu, doğuda İndüs
ırmağına, ötekisi de,batıda
Adalar denizi ile
Kuzey Afrika çöllerine uzanmaktaydı. Güneyde
Umman denizinden kuzeyde
Güney Rusya düzlüklerine dayanan bu imparatorluğun temel
inancı, adâleti, iyilik ile dürüstlüğü telkîn eden Zerdüşt diniydi. Adı geçen
geniş ülkede gelişmiş bir ulaşım ile haberleşme ağı kurulmuştu. Yirmi
kilometrede bir ateş kuleleri, duraklar -Eski Türkcede2bunlara kaçığ3 denirdi-
bulunur; bunların her birinde
de at değiştirmek
suretiyle bir ulak,
günde -fecr vaktinden
geceyarısına değin- yaklaşık dört yüz km yol alabiliyordu. Sözünü ettiğimiz
ulaşım ile haberleşme ağının temel
unsurları demek olan
gerek atı gerekse
onu binek olarak kullanmak sûretiyle
uzun mesâfeleri nisbeten
kısa sürede aşmak
sanatını, İran, kuzeydoğusundaki
Orta Asyalı komşularından ‘idhâl’ etmiştir.
2. Yolun, Sis Perdesi
Gerisinde Kalmış Başlangıcı
(1) Peki, kimdi, bu kuzeydoğudaki komşular? Türkçenin atası
bir dili konuşan ve İlkçağ Çin
belgelerinde Hsiung-nu yahut
Hiung-nu adıyla anılan
bir halk. On
dokuzuncunun sonları ile Yirminci yüzyıl başlarında Alman, Rus, Macar,
Finli, Danimarkalı, Fransız ile İngiliz Türkiyât araştırmalarında Protohun,
yânî Önhun ile Hun şeklinde de zikrolunan Hsiung-nu kavmi ile onun devâmı olan
Türkler, bir varsayıma göre, buzlu orta Kuzey
düşmüşlerdir.Orta Asyada
Hunların varsayılı halefi
olan iki merkez
güc, Türkler ile
Moğollar,32savaşcılarını ‘on’luk sayı düzenine göre tertiplemişlerdir.
Savaşan birliklerde esası atlılar yahut biniciler (ET atlığ) teşkîl etmiştir.
Piyâdeyse (‘yadağ sü’= yaya asker), önemsizdir. Atla yürütülen
çarpışmalarda sürat olağanüstü
bir etkendir. Vuruşmanın
tekmil seyri sözü edilen üstün
sürate göredir. Bu durum, yalnızca vuruşma sırasında değil, savaşın tamamı için
de geçerlidir. Her
savaşcı (yânî ‘çeri’=asker), uzun
sefer boyu kendikendisine yeter
tarzda donatılmıştır. Bundan dolayı uzun seferlerde iâşe derdi en aza indirilebilinmiştir. Ondalık
sayı düzeni uyarınca
tertiplenmiş birlikleri oluşturan savaşcılar, topluca olduğu kadar,
icâbında, tekbaşlarına da yiğitce, ustalıkla, sabır ve inatla döğüşürlerdi.
Hareketlilikleri ve inatlarıyla Ortaçağ Latin dünyasında ongunları olan
kurtla bir ağızda
İtalyanca bir deyimle
anılır olmuşlardır: "La
bestia senza pace” ("huzursuz hayvan”).33"Hayvan”dan kasdolunansa,
‘kurt’tur. "Durup dinlenmeyen”e gelince: ‘Pes etmeyen,
istirahata çekilmeyen; saldıran, çekilen, dönüp yeniden saldıran’
demektir. Orta Asya
bozkır boylarının bahsi
geçen çarpışma, muharebe
tarzı ile zihniyeti, M. önceki
çağların İskitlerinden, Hunlarından M. sonraki devirlerin Moğollarına, Tatarlar
ile Türklerine - Timurlenk ile halefleri, Selçuklular, Kölemenler ile
Osmanlılara- değin kesintisizce sürüp
gelmiştir. Karada vuruşmalarında başgösteren
bu savaşma tarzı, 1400’lerin
ortalarından itibâren kendisini
git gide Osmanlı
Türklerinin deniz
muharebelerinde dahî gösterir
olmuştur. Bütün bir
yaşama anlayışı ile
ufku, dünyagörüşü ile teşkilâtlanma
öğretisi, Orta Asya
menşeli toplumların, özellikle
de Türklerin tarihi boyunca savaşma ile savaşcılıküstüne binâ
olunmuştur.34Bahsettiğimiz yaşama anlayışı ile toplum düzeni kendisine mahsus
birtakım özellikler taşır; şöyle ki: Atasoylu ile ataerkil aile nizâmı;
köpzevcelilik; evlenmenin ardından kadının, kocasının aile efrâdına,
topluluğuna katılması; erkeğin savaşcı olma keyfiyeti ile buna bağlı sıkı ve
tutarlı namus ile
dürüstlük, arkadaşlık (iki
savaşcının sırt sırta
vererek döğüşmesi tasavvuru) ile
dayanışma anlayışı ve
kadın-erkek birlikteliğinin vurgulanması.
Kültür -burada söz konusu
olan Türklüktür-, belli
bir -bu arada
İslâm- medeniyet dairesine uyarlandığı ölçüde
kadın-erkek birlikteliği şartı
da tavsamıştır. Pekâlâ
başka birçok toplumda da savaşcılık
eğilimi izlenebilir: Prusya Almanları, Romalılar, Japonlar, Masai çeşidinden
kimi Afrikalı yahut Apaçe, Komançe, Navajo ile Çeroki gibi Amerika Kızılderili
boyları yahut da
Kafkasyanın Çerkezleri ile
Çeçenleri sözgelişi. Ama
savaşcılık bu saydığımız kavimlerin
yahut boyların ya
bütün geçmişlerine yayılmış
değildir ya da yayılmışsa
bile onların kendileri
tarihte etkin bir
konumda olmamışlardır. İşte sıraladığımız etkenlerden
ötürü, ister Hunların
ahfâdı isterse İskitler
gibi İran kökenli olsunlar, başta Türkler olmak üzre,
Orta Asya çıkışlı kavimler, tarihte özel ve özgün bir mevki
tutmuşlardır.Göktürkler, Altıncı ile
Yedinci yüzyıllarda öteki
Türk kabîlelerinden daha
fazla Moğolî görünüşlüydüler. Buna
karşılık, Uygurlar, ataları -yânî bir kısım Hunlar- gibi, kızıl, uzun
saçlı Avrupalılara benziyorlardı. Çin
tasvirlerinde Uygur, koca
burunlu, iri gözlü,
alt dudaktan başlayan sakallı,
gür bıyıklı, kalın
kaşlı olarak gösterilmiştir. Uygur höyüklerinde girişilmiş kazılar, bahsi
geçenöbeğin kesinlikle Arî görünümünde olduğunu ortaya koymuştur.Göktürkler ile
Uygurlar arasında benzemezlikler ile huy farkları dahî vardır. Her ikisi de
savaşcıdır. Göktürkler, han ile tarhanlarına aşırı raddede bağlı bulunmalarına
karşılık, Uygurlar
bağımsızlıklarına düşkün kabîleler
olarak belirli bir
yönetimin çatısı altında birleşmekten kaçınmışlardır.35
Yer yer ve zaman zaman devlet kurmuş Orta Asya’nın bu bozkır
savaşcı toplumlarından tarihte en ziyâdesiyle ses getirmiş olanlar,
Türklerdir.36Onların da tarihte en görkemli başarısı, kurmuş oldukları ‘Yeni
zamanlar’ın en uzun ömürlü olanlarından imparatorluk ülkü devleti,
Osmanlı’dır. Onu da,
uzun ömürlü imparatorluk
ülkü devleti bâbında
bir çırpıda Çin’in, Sasanî ile Roma’nın saffında sayabiliriz.İklim ile
topoğrafya şartları itibârıyla
yeryüzünün en amansız
yörelerinden biri olma özelliğini gösteren Orta Asya’nın
erkeği, hattâ kadını da, sert, inatçı, tavîzsiz mizâçlıdır. Savaşmak irâdesi,
ona ârız olmayıp
onun cevheridir. Filhakîka,
1800lerin başlarında Malaya’da
bir İngiliz memuru olup da insan tabiatını ilk elde iklimin tayîn ettiği
kanâatını taşıyan John Turnbull Thomson, kanısını bize şöyle bir gözlem
verisiyle temellendiriyor:“...Malaya’nın
(Straits) mayıştırıcı, miskinleştirici, hûlyâlı
havaları yerine, dostumuz Mek,kavi, Altayların,
adamı çelikleştiren berk
ikliminde yetişseydi, (Hz)
Ali’nin aman tanımaz mutaassıp
takîpcisi ve tarafdarı olurdu.”37Avrasya anakarasının coğrafî merkezini teşkil
eden Orta Asyadan dörtbir yana doğuya ve
kuzeye: İç Sibirya’dan
Kuzey Buz Denizi
kıyılarına dek: Yakutistan;
güneye: Afganistan, kuzey ile
orta Hindistan (özellikle
Pencâb ile İndüs
vâdileri); batıya: İran, Irak,
Suriye, Mısır (özellikle
Kölemenler), Rusya ovaları
göçen Türk boylarının, kimliklerini muhafaza
edebilmiş oldukları iki
yöre var. Bunlardan
biri, Rusya ovaları Altınordu’nun bakîyesi Kazan
Tatarları, ötekisi de, Selçuklu-Osmanlı şemsîyesi altında neşvünemâ bulmuş
Kafkas (özellikle Azarbaycan)
ile Anadolu (kısmen
de Balkan) Türkleridir. Her
iki geniş bölge,
gerek iklim şartları
gerekse yerşekilleri (Fr topographique) özellikleri bakımından
‘anayurt’38Orta Asya’yı andırmaktadır. İşte, ana insan kaynağını
Kafkasya ile Anadolu
Türklerinden sağlayıp İslâmın
kutsal mirâsı ile emânetini
üstlenerek, bir ölçüde,
atası ve selefi
Selçukluyla birlikte, Osmanlı
Türkü, ‘Devletiebedmüddet’ ile ‘Cihân
hâkimiyeti mefkûre’lerini bir
bayrak gibi bin
yıl boyu
taşımıştır.4.İmparatorluk DevletÜlküsünün Tarihî Kaynağı“Dar çevremizden çıkıp
da dünyamızın kalan kısmını bir fasıl gözden geçirelim. Koca Türk (Pâdişâh),
değişik dinden yirmi milleti barış içerisinde idâre ediyor. İstanbul’da iki
yüzbin Rumun güvenliği tam. Türk yıllıklarında (annales) bu din topluluklarının
herhangi birinden kaynaklanmış bir ayaklanmadan bahis yoktur. Hangi bölgeye
giderseniz gidiniz: Filistin’e,
Acemistan’a, Tataristan’a, hepsinde
aynı hoşgörüyü, sulhu
sükûnu yaşayacaksınız” François Marie
Arouet Voltaire: “Traité
sur la Tolérance”,
(“Hoşgörü üstüne Deneme”), 44.s.Tarihe
adını kazımış milletler,
güçlü bir ülkünün
ısrarlı takîpcisi olmuşlardır.
Karşı konulmaz cinsten bir çağırının39açık bir biçime bürünmüş hâline
ülkü diyoruz. Değişik milletlerin ülküleri de farklı olmuştur. Kimisi bunu Çinliler
ile Hintlilerde gördüğümüz gibi bilgelikte, kimisi
bilgelik ile
edebiyatta -İranlılarda, sözgelişi-,
kimisi, devlet yönetme sanatı ile hukuk -Romalılarda-, Vahiy
dinine nâil olma ve yayma
-İsrailliler ile Araplar-, edebiyatta
-Ruslar ile Fransızlar-,
kimisi sanatların hepsinde
ve zanaatta -İtalyanlar-,
felsefe-bilimde -Yunanlılar-, kimisi hem devlet yönetme, hem askerlik
sanatlarında, hem keşif ile fetihlerde,
hem ticârette, hem
fen hem de
edebiyatta -İngilizler-, kimisi
de felsefe-bilim, fen, musıkî,
edebiyat ile askerlik
sanatı gibi, hemen
hemen bütün sahalarda gerçekleştirmiştir -Almanlar-. Ülkü,
Türkün ruhundaysa, Almanda,
İngiliz ile Japonda gördüğümüz gibi, askerlik ile savaşma sanatında
tecelli ettirmiştir. Ama bunun yanında,
Türk, bir başka
tarihî özelliğiyle daha
temâyüz etmiştir; o
da, devlet kurup yönetme
hüneridir. Hangi cins
devlet? Kan bağını
tazammun etmeyen imparatorluk devleti. Müslüman
olunmadan önce imparatorluk
devletinin ülkü içeriği
müphemdi. O hâlde, nasıl olmuştu
da imparatorluk devletine geçilebilinmiştir. Kadîm Türklerin ongun
özelliği ile aile
yapısının incelenmesinden, onların,
‘dışevlilik’ (Fr exogamie)
yaptıkları sonucuna
varıyoruz. Yakın kan
bağı evliliği yasaktı.
Aile, ataerkil40ve çoğunlukla tekeşli41olup atanın
soyuna göre yânî,
atasoylu (Fr patrilinéal)
yürürdü. Bu sebeple Türkce, atasoyuna
göre düzenlenmiş ayrıntılı
bir terimler dağarına
mâliktir: Sözgelişi ‘ata’ (L
pater); ‘ana’, ög
(L mater); ‘oğul’
(filius); ‘kız’ (filia);
‘ağa’, ‘ece’ (büyük
erkek kardeş, ağabeğ; L
frter), ‘ini’ (küçük
erkek kardeş), ‘aba’
(büyük kız kardeş,
abla; L soror), ‘singil’
(küçük kız kardeş);
‘abaga’ (OsmT amca;
L patruus); ‘tagay’
(dayı; avunculus); ‘kelin’ (gelin gelmekten, yânî koca evine gelen; L
nupta, sponsa); ‘küdegü’, ‘kübek’ (güvey; sponsus)...42Hikmetisebebi (Fr
raison d’être) savaş
ve savaşcılık olan
bir toplumun, aile
yapısı bakımından atasoylu ve ataerkil olması olağandır, doğaldır. Dün
de bugün de Türklerde ata tarafının Türk
soyuna dayanan bir
hatdı takîb etmesine
karşılık, anne yakasının böyle olmaması
sık rastlanır bir
vakıadır. Bu hususun
en tanınan kanıtıysa,
yeni çağlarda kesintisiz en uzun sürmüş hânedanlardan olan
Osmanoğullarının soyağacıdır. Orada
da nitekim, ata
tarafı hep Türk
soy çizgisini izlerken,
anne farklı menşelerden çıkagelir. İslâmı benimsemeden
önceki devirlerinde annesoylu (Fr matrilinéal) bir yapı taşımış oldukları
anlaşılan Malaylarda, meselâ,
durum, Türklerdekinin tersinedir. Onlarda anne Malayken, ata
farklı soylardan gelebiliyor.
İnanç düzenleri bakımından ‘içevlilik’ (Fr endogamie)
kuralına bağlı boylardan neşet etmiş toplumlardaysa, anne de ata da
aynı soydan oluyor.
Bu çeşit toplumlar,
milletleşebilmişlerse, sözgelişi
Moğollarda, İsraillilerde, Çinliler
ile Almanlarda gördüğümüz
gibi, milliyetleri kavmî tabana oturmuştur. Kavimlilikten bir
türlü kurtulamamış olduklarından, meselâ Türklerin, İranlıların, Romalıların,
Fransızlar ile İngilizlerin imparatorluk devletlerini sahiden tesîs edebilmiş
değildirler. Kâh kavmî esaslı devlet, kâh imparatorluk devleti kurmuş olanlarsa
Araplardır. Emevî devleti ilkine örnekken, Abbasîler de sonrakisini temsîl
etmişlerdir.5. Yüce Görev (Misyon) UğrunaYaşananlarla, Ülküsel Hayatİnşâ
Olunur(1) Ta Hsiung-nu
atalarından, demekki M.Ö.
Dördüncü yüzyıldan beri
Avrasya anakarasının bütün bellibaşlı
inanç câmialarına -Kamlık, Göktanrı
iytikâdı, Taoculuk,
Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik,
Yahudîlik ile Hıristiyanlığın kollarından
Nasturîlik, Katholiklik ile Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,43hayat
ile insana karşı vazgeçilmez ülküsü,
yânî, tarihî ödevi,
İslâmın yüce çağrısına
içkindir, mündemictir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle
fiile dönüştü. Türklerin,
imparatorluk devletini kurmak
uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır.Türk
tarihinin en mümtâz devlet adamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve
ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: "Türkler, Çinde
kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile
pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı
gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa
karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf
düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama
işe yaramaz.
Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt
insancıllık ile zaaf telkîn ederler. Savaşma ile güclenme duygusu ile irâdesini
ortadan kaldırırlar.”44Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl
(Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir:"Emniyeti ve adâleti
sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden
teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.45İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya
yer bırakmadan barındıran İslâm ülküsüdür. Bu, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs
ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifâdesini bulan ve cihât denilen
bir ulu ülküdür.
İşte, İslâm ahlâkının
odağını oluşturan bu
ülküyü içleştirerek her hâl ve şartda yaşayıp başkalarına dahî öğretme
mücâdelesini verenler mücâhittirler.Müslümanlaştıktan sonra
Türklük, cihât tarihini
yaşamağa koyulmuştur. Türk
tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.(2) Türkistanda TanrıDağları’nın
güney batısındaki Talas Irmağı kenarında milâdî 751de vukûu bulmuş
çarpışmanın ardından Türkler,
kitleler hâlinde Müslümanlığı benimsemişlerdir. Bahse konu
vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı
çarpışmışlardır.Başka bir deyişle,
Türkler, Arap kılıcının
zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın
çarpıtılmasından özge bir şey değildir. Sayıca da heyecân itibâriyle de
Türkler, Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki
-rivâyete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ edince-, onlara hayranlık nidâsı
şeklinde tezâhür eden
"Türk imân!” denmiş.
Deyim birleştirilip
kısaltılınca, zamanla, öncelikle
de Farsca telâffuzla
"Turkoman,46o da, Türkcede "Türkmen” diye söylenir
olmuştur.Talas Vuruşması’nın ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan
batısına dalgalar hâlinde hicret edip
Müslümanlaşmış, akâbinde Dârül
İslâmda çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir.
Nitekim, sözlükcü ve
muhaddis Macideddîn İbn
Athîr’in (1149-1210) bildirdiğine
göre, sâdece 960’ta
Mâverâünnehir’e ulaşıp yerleşen
iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâa
etmişler.47Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları
dahî, göçenlere oranla
daha yavaş olmakla
birlikte, zamanla
Müslümanlaşmışlardır. Kıtaylar48gibi, Doğuda
kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide
Türklüklerini yitirerek ya
Moğollaşmış ya da
Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan
itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarîfinde baş orunu işgâl ettiğini görüp
anlayabiliyoruz.Artık, Müslümanlaşmakla yetimeyip Dokuzuncu yüzyıldan itibâren
Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında
öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır
devletimsi teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak
üzre, yerleşik üstün
medeniyet toplumlarını ‘vur-kaç’
usuluyla sındırarak talana dayalı
bir iktisât siyâsetini güderken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük,
hakkanîyetci -savaşcı-üretici uzun soluklu
cihân devletlerini vucuda
getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını,
üstüne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı andırır,
‘Devletiebedmüddet’i, yânî asırdîde Osmanlı Devletini teşkîl etmiştir.İlhâmını
İslâmın ‘adâlet’ esasından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî
teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin
halefleri Part ile Sasanî devlet geleneklerinden devşirmiştir. Tabîî, bunların
Müslümanlaşmış hâlini ifâde eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili
olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk devletinin
sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği
ile şakaya gelmez ciddîliği, her
bakımdan çok çeşitliliği
benimsemişlik ve ülkesiyle
de milletiyle debölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları
Osmanlı içleştirerek kendisine mâletmiştir.Türklüğün öteden
beri başat özelliği
olan askerî savaşcılığın,
herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin
‘tekel’inde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esasını
teşkil etmiştir. Aynı durum, din yakası için de söz konusudur. Nasıl, eli kılıç
tutabilecek adam, muharebe meydanında arzıendâm eder idiyse, aklıbâliğ herkes,
hinîhâcette, en azından, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek
kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de
anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) -mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L
clericus) - ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât
sonrası döneme değin
Müslüman Türk, özellikle
de Osmanlı tarihinde yeri
olmamıştır.Ruhbân-ruhbân-olmayan
ayırımının olmaması, Müslümanlığın
temel özelliğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma
yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygamberler bile istisnâ teşkil etmezler,
onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onlara (ahâlîye) dediler ki: ‘Biz sizin
gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından
dilediğine ihsânda bulunur; Onun,
izni olmadıkca sizlere
hüccet getirmeğe kudretimiz
yoktur.’” (İbrâhîm, 14/11); “Senden
önce gönderdiğimiz Peygamberler
de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen
(beşer) idiler” (Furkân,
25/20). Hâlbuki ruhbânlık,
ilahî yetkiyle mücehhez olmak
anlamındadır. Şu durumda
birinin kalkıp sırtını
Allaha yaslayarak resmen ve
siyâseten başkalarına çekidüzen
vermeğe yeltenmesi İslâmın
esaslarına aykırı bir iştir. Ruhbân zümrenin ‘ilahî yetkiye ve kudrete
dayalı’ siyâsî ve hattâ iktisâdî erki
anlamındaki ‘diniktidarı’ (Fr
théocratie) İslâmla bağdaşmaz.
Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut
unvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkîbiyle karşılaşmıyoruz. Bugünlerde
de Hizbullah, Âyetullah
türünden unvân taşıma iddiasındakilerin, Allahtan
aldıkları hücceti göz
önüne sermek zorundadırlar. Allahtan ruhsat aldığımızı
iddia ederek dünya
işlerini tanzîm etmeğe
kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına
düştüğümüz yanılgılar ile
yaptığımız yanlışlarda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet
etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül
etmek düpedüz küfürdür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilir: Biri dini
siyâset ile iktisâda
âlet etmek, öbürü
de müstehcenliktir. Birincisi
manevî, ikincisiyse, maddî mahrecimizi
ayağa düşürmektir. Kişinin
birinci yânî dünya
ile âhıretdayanağı, Rabbı, ikincisi
de Mürebbiyesidir (annesi).
Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirirsek,
varoluşumuz çürüyüp çözülür.Bir
toplum-siyâset ortamında (Fr
milieu socio-politique) ruhbân
zümre yoksa, karşıtı, ruhbân- olmayan da, tabîatıyla,
bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (Osm T
Seyfîyenin) de olamayacağı,
ve bunun tersi
durumu, gibi. Osmanlı
Türk tarihinde işte bu
sebeple, Clérical-Laïque ile
Militaire-Civile karşıt zümrelerini
ve bunlardan kaynaklanmış siyâsî
iktidarları aramak beyhûdedir.
O hâlde Cumhuriyet Türkiye’sindeki bu kabîl
sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî,
sunîliklere bâriz bir misâl teşkîl eder.Müslüman Türk, savaşma gücü ile
kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın,
savaşmaya, dolayısıyla da
yaşamağa esin ve
güç kaynağı oluşturması, bir
ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı
koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama
mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne,
ırzına canına, yerine yurduna
tamah ve tecâvüz
etmek, elbette, Allah
yolunda gazâ etmek değildir. Tam
tersine, zulümdür. Taktik
icâbı yer yer
ve zaman zaman
hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir
şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se,
‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile
‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan
‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.Gelişigüzel biraraya
gelip talan peşinde
koşan ‘güruh kavgacılığ’ından farklı
olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî
değerlerin demetlenmiş hâlini dile
getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre,
savaşmağı olabilir kılacak
kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmışbütünlüğüdür.
Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen
kuvvetler ile malzemelerinteşkilâtlanmalarına hasredilmiş
olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre
bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru,
hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş
gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de
Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri
ele geçirmek sûretiyle
toprakların genişletilmesi ve
bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki
mücâdeleyi öngörmez. İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak -
Halîfelik4949, bu maksatla üstlenilmiştir-, bunun başarılamadığı durum ile
zamanlarda, zorda kalan
Müslümanlar ile diğer
toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu
bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren İspanya’daki
Müslümanlar ile Yahudîlerin,
Katolik istilâcılara; 1500’lerin ortalarında Sumatra’nın
kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas
boylarının, Rus saldırılarına
karşı savunulmalarında görebiliriz.
İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış,
aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.Şu hâlde,
birinci amaç, kavim,
dil, iytikâat, örf,
âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle
halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm.
İkincisine gelince; bahse
konu ülküyü Müslüman olmayan ellere
ve halklara -Dârulharb- dahî taşımaktı.
Fetholunan Dârulharb ahâlîsi dilediği inanç
çerçevesinde yaşamağa mezûndu.
Hedef, kılıç zoruyla
halkları Müslümanlaştırmak olmayıp
kendisini Osmanlı’nın kişiliğinde
gösteren, tebârüz ettiren İslâm
ahlâkını onlara yaşatmaktı.Peki, bu ahlâk ne menem bir şeydi? Tabiatca,
fıtratca, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca,
insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak! Bu
gâyeyi gerçekleştirebilmek üzre,
zâten güçlü olanlar
ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâdesiyle
palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî
esaslı vergilendirmeler, vakıfların tesîsi, verâset ile zilyetin tanzîmi,
toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada
matûftular.İnsanlar, eşitce yaratılmadıklarından, hukukun
dışında kalan sahalarda,
herkes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle,
zikriyle, öğrenimiyle, yapıp
ettikleriyle bağlantılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır.
Hukuk ise, kişinin,
zihnine, genel kanâatlarına,
toplumdaki orununa bakılmaksızın,
belli bir mekân
ile zamanda olup bitmiş bir
olaya karışmışsa, vakada onun
payı nedir; neyi,
nasıl, niçin yapmış
olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder. Toplumun bütün
katlarında katmanlarında her
şeyin ve herkesin
lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir.
Giderek, adâletin yaşatan,
hayat veren uygulanışına da hukuk
diyoruz. Bu yüzden "vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir
hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu,
işe yaramaz ile
tembeli, çalışkanla, zekî
ve hayırlı olanla
karıştırmak da; o ilk
saydıklarımızı insan şeref ve haysîyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü
kılmak da, aynı raddede zulümdürler.
Kul hakkı yiyenlerin,
kanunları fütûrsuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp,
zâlimce muamelelere tâbî
tutulmamaları kaydıyla,
zarara uğrattıklarının, bir
nebze dahî olsa,
öc alma duygularına
cevap vermeleri de adâletin
gereğidir: Fıkıh.Sonuçta, Müslüman
Türk’ün savaşırlığını, İslâm
ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdeleazmini dumûra uğratmaktan özge
bir anlam taşımaz. Bütün ezilen sınıfların,
zümreler ile halkların,İslâm ülküsüne
sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de
Müslüman Türk’ün olması, tarihî cihetten, aklın, izânın gereğidir.Prof. Dr.
Şaban Teoman DURALIİstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / TürkiyeAlıntı
Kaynağı:Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 335-349 Dipnotlar : 1Bkz: Werner Eichhorn:
"Cultuurgeschiedenis van China”, 184. s.2Eski Türkceden
kasdolunan Göktürkçe ile
Uygur Türkçesidir. Osmanlı
Türkcesineyse, Klasik Türkce diyoruz. 3Bkz: Annemarie von Gabain:
"Eski Türkcenin Grameri”, Almancadan Türkçeye: Mehmet Akalın, 276. s; T.
D. K., 532, Ankara, 1988;. ayrıca bkz: Ahmet Caferoğlu: "Eski Uygur
Sözlüğü”, 160. s, I. Ü. Ed. F., 260, Istanbul, 1968. 4Bkz: Peter B. Golden:
"An Introduction to the History of the Turkic Peoples”, 59. s;.5Teoman
(yahut Toman, TumanDuman) Kağan, Büyük İskender’den yüz on dört yıl sonra;
lulius Caesar’dan (Jül Sezar) ise,
yüz altmış beş
yıl önce ölmüştür.
Hun ile Göktürk
kağanlarının doğum tarihleriyse bilinmiyor. bkz: Yılmaz Öztuna:
"Devletler ile Hânedânlar”, 126. s.6Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. &178.
syflr.7Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. s.8Yânî Gobinin kuzeyi ile kuzey
doğusu.9Çinin orta kesimlerinden Bizansın doğu bölgelerine dek.10Bkz: Lev
Nikolayeviçen Gumiliyev: "Eski Türkler”, 69. -82. & 130. -243. syflr.
11 Ar sevk el-ceyş; Y hstratkik; L scientia rei militaris; Alm Feldherrnkunst,
Kriegführung.12Yeryüzünün neresine yerleşmiş
olurlarsa olsunlar, Israilli
toplulukların mensûpları, kendi aralarında,
yüzyıllar boyunca, "gelecek yıl Kudüste buluşalım/buluşacağız” andını
içerek aslî anayurtlarını anmış ve ona bağlılıklarını çarpıcı biçimde teyîd
etmişlerdir.13Meselâ Vikingler, Gotlar ile Vandallar.14Sözünü ettiğimiz
kadîm devirlerin yalınkat
yaban zulüm ile
gaddarlığının tekrarını, dinin
bilinçlice, istenilerek yaşama gündeminden düşürülüp yerine bir düşünce
sisteminin ikâme olunduğu Yeniçağ Batı Avrupa
ile onun devâmı
sayılan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde görüyoruz.
Adı anılan medeniyetlerin
çerçevesinde İhtilâlikebîrle başlayıp Ortak mülkcülük ve Millî Toplumculukla
süren solukları kesen, dudak
uçuklatıcı sınır tanımaz
zulüm ile vahşet
selinin milyonlarca insanın
üstüne boşandığına tanık
olunmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder