31 Aralık 2018 Pazartesi

dünyanın en gezgin ve zengin dili

Türkler;

  • Hind alt kıtasında dört dili (Türkçe, Arapça, Farsça, Sanksritçe) 
  • Türkiye'de (Anadolu-Rumeli) ise üç dili (Türkçe, Farsça, Arapça) 

harmanlayıp, dünyanın en gezgin ve zengin TÜRK DİLİNİ yarattılar.   

Türkiye’de Siyâsal Düşünce Târihi

Süleyman Seyfi Öğün
Türkiye’de Siyâsal Düşünce Târihi
31 Ara 2018, Pazartesi

Kısa bir zaman evvel, emekli bir askerin açıklamalarıyla başlayan ve Türkiye’deki “sağ”ın, Soğuk Savaş devrinde NATO ile bağlantılı “karanlık” târihini gündeme getiren bir dizi tartışma doğdu. Türkiye’de “sol” bu bağlantıları eskiden beri dile getirir ve Türkiye’deki “sağ”ı topa tutardı. Ama son tartışmaların dikkât çeken tarafı, ilk defâ “içeriden” bâzı tepkileri de içermesiydi. Sâlih Tuna ve İbrahim Karagül’ün yazıları buna misâldir.

Doğrusu, Muhafazakârlık üzerine yaptığım çalışmalarda Türkiye’deki “sağ”ın, ılımlısından keskinine, bu bağ üzerine kurulu olduğunu başından beri dile getirmiş; Türkiye’de “sağ” kavramının kirli bir kavram olduğuna dâir yaklaşımımı korumuşumdur. “Muhafazakâr” olmak ile “sağda” olmak arasında bir sınır olmasının gerekliliği, dile getirdiğim diğer hususlardan birisidir. Bunu, “solda” veyâ “muhafazakâr” olduğum için savunmadım. Eleştirdiğim husus, insanların muhafazakâr olmakla sağcı olmayı kendiliğinden özdeşleştiren özensiz yaklaşımıydı .

Türkiye’de bir siyâsal düşünce birikimi veyâ târihi var mıdır? Bu suâlin en az bir kaç akademik sempozyumu dolduracak kadar tartışmaya gebe olduğunu söyleyebiliriz. Genel manâda, orijinâl sayılabilecek bir siyâsal-felsefî arkaplânı olmadığı hükmünden hareketle bu alanın küçümseme ile karşılandığı ve ihmâl gördüğü zamanların şâhidiyim. Bunun, mukayeseli bir bakışın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Modern felsefesinin katkısıyla haşmetli bir mimâriye sâhip olan Batı Siyâsal Düşünce Târihi düşünüldüğünde ,insan hakikâten de; “Haydi canım, bizimki de düşünce târihi sayılır mı?” demekten kendisini alıkoyamıyor.

Bu küçümseyici ve yoksayıcı bakış hayli yerleşik bir mâhiyet arz ediyor. Buna mukâbil, başta Hilmi Ziyâ Ülken , Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener ve Şerif Mardin gibi ustaların çalışmaları öncü bir rol oynadı. Bu öncü çalışmalar “şöyle böyle”, “eksiği gediğiyle” de olsa bizim de anlaşılmayı bekleyen ve bunu “hak eden” bir düşünce târihimiz olduğuna dâir hâneyi açık tuttu. Mete Tunçay, Orhan Okyay, Şükrü Hanioğlu, İsmâil Kara, Zafer Toprak, Taha Parla vd akademisyenler, “akım” ve “monografik” düzeyde yapılan bir çok çalışmaya imzâ attılar. En son olarak, İletişim Yayınlarından çıkan, Tanıl Bora’nın genel editörlüğünü yaptığı , bu alanda çalışmış kişilerin birikimlerini biraraya getiren ve 9 ciltten mürekkep Türkiye’de Siyâsal Düşünce başlıklı mühim bir derleme ortaya çıktı. Dahası, üniversitelerin bâzı kürüsülerinde Türkiye’de Siyâsal Düşünce Târihi Dersi okutulmaya başladı.

Evet, her ne kadar âhım şâhım felsefî derinlikler taşımasa da, en azından bir “ideolojik akımlar” târihi olarak nitelendirilebilecek bir müktesebât var. Elbette bâzı sıkıntılar devâm ediyor. Çalışılan alanlar, akademik ilgilerden çok ideolojik yakınlıklardan neşv-ü nemâ buluyor. Yâni, ağırlıklı olarak; sağcılar, muhafazakârlar , solcu veyâ sosyalistler kendilerine yakın alanları veyâ kişileri çalışıyorlar. Belki de “içeriden anlamak” bâbından bunun hayra yorulabilecek tarafları vardır. Buradaki sıkıntı, “tarafsızlık” dengesinin tutturulmasında karşılaşılabilecek zorluklardır. Bunun “dışarıdan anlama”yı esas alan çalışmalarla dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabiî ki, “dışarıdan anlamanın” da “yargılayıcı” olmak riskini unutmadan..

Diğer bir husus, bizâtihi ayrışmış akımlar veyâ monografik sınırlar içinde kalarak yapılan çalışmaların kaçınılmaz olarak Düşünce Târihini ansiklopedizme mahkûm etmesiyle alâkalı görünüyor. Hâlbuki, Türkiye’de Siyâsal Düşüncenin en hayâtî taraflarından birisinin de “kültürel geçişler”le bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Eğer akademik-entelektüel açıdan bir sıçrama olacaksa burada olacaktır. Kültürel geçişler, yüzeydeki basit ayrımları aşan derin bağları görmeyi mümkün kılıyor. Bu da Merhûm Hocalarımız Sabri Ülgener ve Şerif Mardin’in başlattığı,ama arkası pek de gelmeyen “târihsel-kültürel” temelde “zihniyet târihi” çalışmalarını hem bir eksiklik olarak görmemizi hem de onlara özenmemizi sağlıyor. Hâsılı, zihniyet iklimlerinin târihi doyurucu bir şekilde çalışılmadan, “karşılıklar” ve “kültürel geçişler” anlaşılamadan Siyâsal Düşünce Târihi çalışmalarının yoğunlaşması ansiklopedik bir obezite doğurmaktan başka bir işe yaramayacağı anlaşılıyor.

İkinci bir husus ise, düşüncelerin ve akımların şekillenmesinde başat rolü oynayan, pek çoğu devşirilmiş hâkim ideolojik paradigmaların toplumsallaştırıcı etkisini ve aralarındaki kültürel süreklilikleri anlamakla alâkalı görünüyor. İnsanlar “solcu” veyâ “sağcı” olmayı nasıl ve nereden öğrendiler? Bu, bir vahiy veyâ ilham konusu değildi. “Gelenekten hareket etmek” veyâ tersine “gelenekten kopmakla” da sınırlı olmayan karmaşık süreçlerdir bunlar. Herkes solcu veyâ sağcı olmayı “birilerinden” ,”bir yerlerde” ve “bir şekilde” öğrendiler.. Bu “öğrenme” ve “olma” süreçlerinin sıkı bir şekilde anlaşılması gerekiyor.

Tek yanlı olarak Türkiye’de “sağcılığın”ın târihinin “kirli” bir târih olduğunu söylemek yetmiyor. Bu solcuları rahatlatmamalıdır. Eğer “kirli” bir târih varsa, bu sağcılar kadar solcuları da tedirgin etmelidir. Eğer “kirlenme” varsa bu kapsayıcı ve bulaşıcı bir süreçtir. Eğer NATO Türkiye’de sağcıları şekillendirip kullandıysa, solcuları da şekillendirip kullanmasının önünde bir engel de yok demektir. Bâb-ı Âli’nin, Cağaloğlu’nun kıraathaneleri ile Beyoğlu’nun kafe ve meyhaneleri üzerinde dolaşan bulutlar aynı bulutlar değil miydi? Ve, “bizim evde” ,aynı silâhla , aynı günün sabâhında bir “Ülkücü” genç, akşamında da “Devrimci” bir genç toprağa düşmüyor muydu?…

Mehmet Akif, 2018 Türkiye’sinde yaşayabilir miydi?

Yıldıray Oğur
yildirayogur@karar.com


31.12.2018 Pazartesi

Mehmet Akif, 1908’de II. Meşrutiyet’in İlanı’nın ardından yazdığı ve II. Abdülhamit için “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!” dediği “İstibdad” şiirini “Kardeşim Midhat Cemal’e” diyerek yakın dostu Mithat Cemal’e ithaf etmişti.

Bu ithaf sadece bir şairin yakın dostuna yaptığı bir jest değildi.

Mahkeme üyeliğinin ardından noterlik yapmaya başlayan Mithat Cemal, 1906 yılında Yıldız Sarayı’na ulaşan bir jurnal yüzünden evi basılarak tutuklanmıştı.

Suçlama, Mithat Cemal’in bir Namık Kemal kitabının baskı kalıplarını bulundurmasıydı. Bir süre tutuklu yattıktan sonra bırakılmıştı ama uzun süre arkadaşları başka bir jurnale kurban gitmemek için ondan uzak durmuşlardı.

Bu muamele ve yakın çevrenin verdiği bu tepki Akif’in içine o kadar oturmuş olacak ki 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilince yazdığı şiiri Mithat Cemal’e ithaf etmekle kalmadı, “İstibdad” şiirinin altına “Bir gün evvel” diyerek başka bir şiir daha ekledi.

Şiir, istibdad günlerinde birine selam verdiği için, eşinin mahalleyi inleten bağrışları arasında bir adamın gözaltına alınışını anlatmaktaydı:



“Beş on herif yapışıp bir fakîrin ellerine,
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor:
— Bırakın!
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın?
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde;
İkinci oğlu da sürgün Yemen’de bir yerde.
Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin;
Günâhtır etmeyin oğlum, ayıptır eylemeyin.
Efendi kim, o ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar?
Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var.
Geçende komşuyu görmüş, demiş selâm söyle.
Demek alınmayacak Tanrı’nın selâmı bile!

... 

«Sürün! » demiş, ona Şevketli’nin irâdesi var.
— Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar!
Ya sen, zebâni kıyâfetli, gulyabâni paşa,
İlâhi yumru başın bir geleydi sivri taşa!
Yılan bakışlı şebek, bir bakın şunun gözüne!
Kazık boyundan utan... Tû! Herif senin yüzüne!
Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün.
Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün!
Bakın şu hayduda; durmuş yıkın diyor evimi!
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi?
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara?
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra.
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek...
Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek?
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine...
— Yetişti yaygaran artık... Çekil kadın evine!
Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri.
— Paşam, bayıldı kadın.
— Anlamam o hîleleri.
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi...
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.”

Aslında anlatılan biraz değiştirilmiş olarak Mithat Cemal’in gözaltına alınışıydı. Akif hem o haksızlığı hem de o Paşa’yı tarihe böyle nakşetmişti.

Ama sadece Abdülhamit devrinde gözaltına alınmış çok sevdiği hocası için, yakın dostu Mithat Cemal için değil, daha sonra İttihat ve Terakki devrindeki baskılar yüzünden başına iş gelmiş dostları için de o mahalledekiler gibi pencerelerini kapatmamış, dostlarına yardım etmeye çalışmıştı.

Fıtraten ve fikren birbirinden farklı iki insan olan Mithat Cemal (1950’de CHP’den vekil adayı olmuştu) ve Mehmet Akif’in dostluğu, ezberler dışında hakkında pek de bir şey bilmediğimiz “milli şairimiz” hakkında başka şeyler de anlatıyor.

1903 yılında tanışmış iki arkadaş, siyasetle uğraşmanın tehlikeli olduğu yıllarda her hafta önce Çarşamba, sonra Cuma günleri olmak üzere bir araya geliyor ve Fransız edebiyatının en seçkin örneklerini Fransızca orijinallerinden okuyorlardı.

Akif, o yıllarda Arapça ve Fransızca’ya olan hakimiyeti ve çevirileriyle de ünlenmişti. Hugo’dan Daudet’e, Dumas’tan Zola’ya uzanan bu okumalarda Akif’in favorisi Emile Zola’ydı. Romanlarındaki müstehcenlik yüzünden Zola okunmasını eleştirenlere karşı da “ahlaksızlığı böyle göstererek aslında ahlaka hizmet ettiğini” söyleyecek kadar açık ve rahattı.

Bu rahatlıkla o yıllarda İstanbul’a gelmiş bir Rus Yahudisi ressam olan Feldman’a Çamlıca’daki bir köşkte poz verip, fessiz bir portresini yaptırmıştı.

İslamiyet ile ilgili fikirlerini ise bugünlerde dillendirmek bile cesaret isterdi. Bundan 110 yıl önce bir Ramazan ayında devrin İslamcı gazetesi Sırat-ı Müstakim’deki Hasbıhal köşesinde yolda yürürken önüne çıkan bir türbe üzerine yazmıştı:

“Üç gün evvel, Beyazıt’tan Fatih’e doğru gidiyordum... Kendimi sol tarafa atıp arabalardan kurtulmak istedim. Göğsüm Osman Baba türbesinin parmaklıklarına çarptı. Fena halde canım yandı. O acının tesiriyle “yol ortasında mezar olur mu, bu ne maskaralık” demiş bulundum. Vay efendim derhal sağdan soldan itiraz sesleri yükselmeye başladı. Garibi neresi, işin içine yine şeriat bahsi karıştırdık. “Zavallı şeriat! Kimlerin elinde, hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar şeriatı üzerimize çökmüş bir kabus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kalabalık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış, gelip geçen dirilerin hayatı üzerinde adeta tasarruf ediyor. Yahu şu mezarı kaldıralım desen derhal kıyametler kopuyor, şeriatın müsaadesi yoktur ne yapıyorsun deniyor.”

Yine aynı yıllarda İstanbul’da patlak veren kolera salgını için bir okurunun eski zamanlardaki gibi para ile hafızlar tutulup, İstanbul’un etrafında hatim indirilmesi teklifine yine Sırat-ı Müstakim gibi bir gazetede şöyle itiraz etmişti:

“Evet böyle bir eski usul vardı, lakin hiçbir vakit dindarane değildi. Hükümet-i sabıka (II. Abdülhamit ve istibdat hükümeti) mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sari hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olmayacağını pekala bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def etmek için değil, sadedil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskar bir padişaha ihlas celb etmek içindi.”

23 Temmuz 1908’den dört gün sonra Rasathane müdürü Fatin Hoca tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydedilirken “Onların her dediğine değil, cemiyetin makul olan dediklerini” yapacağına yemin etmişti. İttihat ve Terakki döneminde hem milletçilikle hem Batıcılıkla mücadele etti ama İttihatçılar isyan hazırlıklarına girişen Arapları ikna etmesi için Hicaz’a, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İslam dünyasını cihada davet etmek için Berlin’e gönderildiğinde bir vatansever olarak tereddütsüz gitti.

İstanbul işgal edilince, İttihatçılara kızıp Mustafa Kemal’in ismen davetiyle oğluyla birlikte Milli Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçip, halkı savaşa çağıran vaazlar, hutbeler verdi.

Birinci Meclis’e Burdur milletvekili olarak girdi, İstiklal Marşı’nı yazdı. İkinci Meclis’e aday olmadı ama hilafetin ilga edilmesinden sonra Terakkiperver Fırka’nın kapatıldığı, aralarında Akif’in yakın dostu Eşref Edip’in de olduğu gazetecilerin tutuklandığı Takrir-i Sükün günlerinde Mustafa Kemal’in de onayıyla Kuran meali yazdırma işini aynı Meclis, Mehmet Akif’e teklif etmekte tereddüt etmedi.

Ama bir süre sonra, olan biten devrimlere kayıtsız kalmakla suçlanıp CHP’nin sesi Ulus gazetesinde “Hadi git sen kumunda oyna” diye yol gösterilecek de aynı Akif’ti. Hakkında herhangi bir soruşturma yoktu, zorunlu değildi ama “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar, ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum, bundan dolayı gidiyorum” diyerek gönüllü bir sürgün kararıyla Mısır’a gitti.

Onu Mısır’a davet eden ve orada himaye eden son sadrazamlardan Said Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa’nın ölümüne kadar da Mısır’da yaşadı. Türkiye’den kaçmış insanlarla birlikteydi ama ülkede olan bitenler hakkında yazmadı, konuşmadı.

Bu arada Türkiye’de şapka, harf devrimleri oldu anayasadan İslam ibaresi çıkarıldı ama Mehmet Akif, Kuran meali için devletle yaptığı mukaveleyi 1932 yılına kadar feshetmedi. Dücane Cündioğlu’nun Bir Kuran Şairi çalışmasında ortaya koyduğu gibi feshetmesinin sebebi de 1932 yılındaki Türkçe ibadet girişimleri de değildi. Fesih kararını onun öncesinde almıştı, sebebi de yazdıklarının bir türlü içine sinmemesi ve artık şiir yazamamasıydı.



1935 yılında hastalanınca önce Antakya’ya gelerek bir süre tedavi oldu, sonra da 1936 yılında gemiyle İstanbul’a döndü ve hastaneye yatırıldı. Karaciğerinden rahatsızdı, çok zayıflamıştı ama fotoğraflarda göründüğü gibi yalnız ve bakımsız halde de değildi. İki yıl önce vefat eden dostu Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Hanım’ın girişimiyle Nişantaşı’nda o yıllarda İstanbul’un en iyi ve tek özel hastanesi olan Şişli Şifa Yurdu’na (Bugünkü Nişantaşı Plaza) yatırılmıştı.

İstanbul’a dönüşü, bütün gazetelerde haber olmuş, yazarlar, şairler onun için “Hoş geldin Üstad” yazıları yazmış, hatta şiiri üzerinden tartışmalar bile yaşanmıştı. Cumhuriyet’te Peyami Safa, Tan’da Yusuf Ziya Ortaç hasta yatağındaki Akif’in şiirini eleştirenlere karşı yazılar kalem aldılar. Sadece Yedigün’den Feridun Kandemir’e değil, Tan’dan Cumhuriyet’e kadar gazete ve dergilere röportajlar verdi.

Son Posta gazetesine hastane odasında verdiği röportajda “Mısır’da Türkiye hakkında ne düşünülüyor” sorusuna şöyle cevap vermişti:

“Mısır’daki münevver tabaka bu inkılabımızı takdir ile yâd ediyorlar, kendileri boyunduruk altında yaşadıkları için Türkiye’nin bugünkü inkılabını ve muvaffakiyetini alkışlıyorlar. Bilhassa ecnebi imtiyazlarının Türkiye’den kaldırılması her münevver Mısırlının bir Türk kadar sevinmesini mucip olmaktadır.”

Yine Yarım Ay dergisine verdiği röportajda da benzer şeyler söylemişti:

“Mısırlılar Türkler taklit etmek için, ancak ve ancak muazzam inkılabımızın her safhasını büyük bir merakla takip etmektedirler. İstiklal mevhumunu anlayan her münevver Mısırlı Türk inkılabının aşığıdır.”

İnkılapları överken verdiği örnekler, seçtiği cümleler özenliydi. Ama bu dengeli üslubu bile devletin onun nasıl vize alıp ülkeye giriş yaptığını gizli yazışmalarla sorgulamasını hastanede ve evinde kimlerin ziyaretine geldiğini irtica koduyla takip etmesini engelleyememişti.

https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2276386-devlet-mehmed-akifin-vefat-ettigi-ve-yakinda-muze-yapilacak-olan-misir-apartmanina-irtica-merkezi-demis-binaya-giden-herkesi-fislemisti

Hastaneden çıktıktan sonra yine Hidiv ailesine ait önce Baltacı Çiftliği’nde ardından yine aynı aile ait Beyoğlu’nun en gözde apartmanlarından Mısır Apartmanı’nda yaşadıktan sonra 27 Aralık 1936 Pazar akşamı hayatını kaybetti.

Vefatı da bugünlerde anlatıldığı gibi sessiz sedasız olmamıştı. Bütün gazeteler vefat haberini manşetlerinden ve taziye yazılarıyla duyurmuşlardı.

Haberi “Mehmet Akif’i kaybettik” başlığıyla veren Cumhuriyet’ten okuyalım:

“Büyük şair dün akşam vefat etti... Bu yaz, sanki hayatının son devrelerini yaşadığını hisseden şair, vatanına dönmek arzusunu göstermiş ve İstanbul’a avdet etmişti... Büyük şair nihayet dün akşam Türk milletine İstiklâl Marşı, Çanakkale müdafaası gibi yüksek eserler miras bırakarak Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.”

Cenazesi de sessiz sedasız kaldırılmamıştı. Gazetelerin hepsinde cenaze bilgileri mevcuttu.

Ama devlet bir yıl sonra şair Abdülhak Hamit’e yapacağı resmi cenaze törenini, milli marşının şairinden esirgemişti. Mithat Cemal o günü şöyle anlatır:

“Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım”

Ama cenaze söylendiği gibi ortada da kalmadı. Akif’in vasiyeti ve ailesinin isteğiyle bir cenaze organizasyonu yapılmamıştı. Mütevazi bir tabut içinde bir arabayla Beyazıt’a getirilen cenaze için aralarında vekillerin, yazarların da olduğu çoğunluğu üniversite ve askeri tıbbiye öğrencilerinden oluşan büyük bir kalabalık toplandı. Kalabalık üzerine bayrak ve Kabe örtüsü serdikleri cenazeyi Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar eller üstünde taşıdılar. İstiklal Marşı okuyarak defnettiler. Defnedilirken, heykeltıraş Ratip Aşir, büstünü yapmak üzere Akif’in yüzünün alçı ile kalıbını da almıştı.

Cenazede öğrenciler adına konuşan Abdülkadir Karahan (daha sonra ünlü bir edebiyat profesörü oldu) Akif’in mezarının öğrenciler tarafından yapılmasını ve her yıl anma düzenlemesini teklif etmiş, kalabalık da bu teklifi kabul edilmişti. Karahan daha sonra Emniyet’e çağrılarak bu cenazede yaptığı konuşma yüzünden sorgulandı.

Ama öğrenciler sözlerini tuttular ve ertesi yıl Akif üniversitede düzenlenen bir toplantıyla anıldı. Öğrencilerin bastırdıkları ve 10 kuruşa sattıkları bir kitabın gelirleriyle Akif’in mezar taşı yapıldı. Öğrencilerin bu ilgisinden rahatsız olanlar üzerinden yine tartışmalar yaşandı. Öğrenciler bir bildiriyle eleştirilere cevap verdiler.

Abdülhamit, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet devirlerinde tutunamamış bir isimdi Mehmet Akif. Hep saygı görmüş ama bu saygıyı kaybetmemek için kendi doğrularından da taviz vermemişti. Tam olarak kimsenin adamı olmamış, yeri geldiğinde haksızlıklara itiraz etmiş, ona bahşedilen imkanları geri çevirmiş hatta zorunlu olmasa da ülkesini gönüllü olarak terk etmeyi bile göze almıştı.

Akif’in bu fotoğrafına baktığımızda bugün onu tam olarak bir cepheye mal etmek mümkün değil. Hürriyetçi ve meşruiyetçi görüşleriyle, haksızlıklara, sansüre, jurnalciliğe itirazıyla devleti, İslamcı görüşleriyle laikleri, “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diye veciz biçimde özetlediği İslam yorumuyla gelenekçi dindarları, milliyetçiliğe mesafesiyle milliyetçileri kızdırabilirdi.

Şimdi herkesin “milli şairimiz” olarak bir tarafından tutarak özlemle andığı böyle bir Akif’in bugünkü Türkiye’de sorunsuz yaşaması mümkün olur muydu acaba?

Umarız 2019'da, Mehmet Akiflerin rahatça yaşayabileceği, fikirlerini söyleyebileceği bir Türkiye olur...

Kaynaklar:

  • Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif,
  • Dücane Cündioğlu, Bir Kuran Şairi, Gelenek Yayınları
  • İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında, Dergah Yayınları
  • İsmail Kara, Fulya İbanoğlu, Sessiz Yaşadım: Matbuatta Mehmet Akif: 1936-1940, Zeytinburnu Belediyesi.

Amerika, 2019 yapımı Mehdi'yi Türkiye'de sahneye sürecek!

Amerika, 2019 yapımı Mehdi'yi Türkiye'de sahneye sürecek!
Ömür Çelikdönmez

31 Aralık 2018,


Muhafazakâr camia, ne zaman bir devlet yetkilisi "İrticai tehlike"den söz etse, gocunur, üstüne alınır.

Zan edilir ki yetkililer, irtica kavramı ile İslam'ı hedef almaktadır.

Bunun böyle olmadığını muhafazakâr camiaya anlatmanın deveye hendek atlatmak kadar zor olduğu ortada.

Oysa gerek Osmanlı dönemindeki Vehabi isyanları gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleşen Nakşibendi kalkışmaları, irtica kavramının içinin doldurulmasında önemli katkılar sunuyor.

Vehabi ve Nakşibendi isyanlarının İngiliz Sömürge Bakanlığına bağlı istihbarat teşkilatının projesi olduğu günümüzde daha net şekilde anlaşılabilir.

Kürt İslamcılara göre, Şeyh Said isyanı bir kıyamdır.

İngiliz parmağını görmeyecek kadar feraset ve bilgi yoksunu olanlar sadece onlar değil.

Menemen olayları nedeniyle mahkeme aşamasında hastalığı nedeniyle hayatını kaybeden Nakşibendi Şeyhi Esad  Erbili de İngilizlerle temasta olan bir başka isimdi.

İngiliz Vehabiligi, İngiliz Şiası ve İngiliz Sünniliği...

Vehabiliğin ortaya çıkışı ve sonuç alınması üç yüz yıl kadar sürdü.

Bıkmadan usanmadan Britanya Sömürge Bakanlığı bu projeyi yürüttü.

Aynı şekilde İran Velayet-i Fakih rejiminin temel kavramlarını oluşturan dini terminolojinin meydana getirilmesi de yüz elli yıllık bir faaliyetin ürünüdür.

Güncel Şia fıkhının tarihi köklerinden koparıldığı söylenebilir.

İngiltere'den yayın yapan onlarca Şia TV kanalının mevcudiyetini tesadüf mü sanıyorsunuz?

Hindistan kökenli tasavvufi akımların Rabbanî mektebinden çıkması ve İslam dünyasını ahtopot gibi sarması yine İngilizlerin eseri değil mi?

Ehli Sünnet merhumu dört mezheple sınırlayan anlayışın mimarı kim sanıyorsunuz?

Teolojinin jeopolitiği olduğu gibi istihbaratı da var!..

İngiliz istihbaratı; İslam dünyasına yönelik teolojik çalışmalarında büyük ölçüde oryantalizmin kaynaklarından beslendi.

Hindistan Müslümanları ve buradaki tarikatlar üzerinden diğer İslam ülkelerine nüfuz etmenin yolunu buldular. 

İslam coğrafyasından devşirdikleri elemanlarına gönderilecekleri ülkeye göre sıkı bir dini eğitim verdiler.

Kimisi sufi ekolün dervişi oldu kimisi Şii molla kimisi de Sünni Hoca oldu.

Her biri, gittikleri ülkelerde Britanya Sömürge Bakanlığı'nın belirlediği hedefler doğrultusunda dini propaganda yaptı.

Bu faaliyetlerin sonunda, "Hilafetin Kureyşyliliği...”, "Velayet-i Fakih...", “Mehdi'nin zuhuru...", “Ehli Kitap’la ittifak...", "Dinler arası diyalog..." gibi konular ortaya çıktı.

Mehdî nedir?

Mehdi, Ahir Zaman’da geleceğine ve İslam'ın dünya hakimiyetini gerçekleştireceğine inanılan kurtarıcı kişidir.

"Hidayete erdirilen ya da hidayete vesile olan" anlamlarına gelir.

İlk dönem İslâm kaynaklarında rastlanılmamaktadır.

Kur’an'da var olan bir mevzu değildir; bazı Hasen ve Mevzu Hadisler’de, Mehdilik anlatılır. Ancak Mehdî konusu İsraliyat kapsamında ele alınmalı. Çünkü  Yahudilik ve ardılı Hıristiyanlık; Mehdî ve Mesih kavramlarının ilk kaynağıdır.

Yahudilikte Mesih ve Mehdî!..

Yahudiler, Mesîh’in Hz. Dâvûd soyundan geleceğine, meshedilmesi dolayısıyla kutsal bir güce sahip olacağına, Tanrı’nın himayesi sayesinde günah işlemeyeceğine inanırlar.

Mesîh’i diğer insanlardan ayıran özellik onun "Tanrı’nın yeryüzündeki vekili" olması, Tanrı’nın özel lutfuna sahip bulunmasıdır.

Yahudilere göre, Mehdî devrinde Kudüs ve çevresi cennet bahçelerine benzeyecek, çöller ormanlara dönüşecek, hayvanların tabiatı değişip vahşilikleri kaybolacak, kurt ve kuzu beraber bulunacak, yılanın ekmeği toz ve toprak olacaktır.

 Bu tür beklentiler diğer Mehdî telakkilerinde de vardır.

Hıristiyanlıkta durum nedir?..

Hristiyanlıktaki Mehdi anlayışı, İncil kökenli olmayıp kilise öğretisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hristiyanlara göre, Mehdi, "Tanrı’nın oğlu İsa Mesih’in yardımcısı ve dünyaya dönüş alametlerinden"dir.

Bazı Hristiyan mezhep ve tarikatlerinde, Mesih ile Mehdi’nin aynı kişiler olduğu  kabul edilmektedir.

Hıristiyanların Mehdisi ne zaman ortaya çıkacak?..

Armageddon, Hıristiyanlık kaynaklarında, Dünya'nın sonu geldiğinde yapılacağı kehanet edilen büyük Kıyamet savaşının adıdır.

Bu savaşın çıkması, Mehdî Mesih'in zuhurundan sonradır.

Armageddon, Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da benzer şekillerde anlatılmıştır.

Kıyamet öncesi yaşanacak olan bu büyük savaş, Mesih ile Deccal arasında olacaktır.

Hıristiyanlar, Mesih’i Hz.İsa olarak kabul ederler ve “Kıyametten önce İsa Mesih gelecek ve Tanrı’nın yardımı ile Deccalı ve ordularını mağlup edecektir."

Bir kaç yıl önce, Hıristiyan kahinler bir kehanette bulundu.

İncil'de yer alan kehanete göre "Kanlı ay tutulması"nın Paskalya bayramıyla denk düştüğü gün Mehdi’nin geleceği söylendi.

Türkiye'de Mehdî’yi kimler bekliyor?..

Türkiye'de hemen her dini cemaat ve  grubun "Mehdî’ye asker olmak" gibi ideolojik saplantısı mevcut.

Neredeyse Mehdî’ye intisab etmeyenin itikadından şüphe edildiği ortam söz konusu.

Mehdi’si olmayan cemaat, tarikat yok!

Her şeyh efendi, kendisini potansiyel Mehdî olarak görüyor.

Birkaç rüya tabiri, ilgisiz dini kaynaklara referansla Mehdî piyasasına girmek mümkün.

Bu konuda en hazırlıklı cemaat Nurcular. En büyük kaynakları Risale-i Nur külliyatı.

2019 yılı Mehdiyetin tehlike eşiği?..

Dini grubların Hurufiliğe yatkınlığı, Türkiye'yi karıştırmak isteyenlerin işini oldukça kolaylaştırıyor.

Mehdî mevzuunda zorlama bazı çıkarımlara veya gaybi haberlere göre 2019 yılında Türkiye'de Mehdî zuhur edecektir.

Nereden biliyorlar? Kaynakları ne?

Nurculara göre;

Sikke-i Tasdiki Gaybi 1440’ı işaret ediyor.

Krizin zirveye çıkacağı ay olarak 2019 Nisan.

Said Nursi'nin “Süfyaniyet 100 yıl sürecek" dediği rivayet ediliyor.

“Süfyaniyet"ten kasıt, Cumhuriyet rejimi.

Bunlara kalırsa Süfyaniyet, 1922’de (1340) başladı. 2019’da (1440) bitecek.

Süfyaniyet'i de MEHDİ yok edecek.

Bunun için 2019'a kadar gelmesi gerekiyormuş.

Garibler Mehdî’yi beklemekten ağaç oldular.

Uma uma döndüler sarı muma.

Neymiş efendim,

Hz. Hızır duvarcı ustasıymış, Hz. Mehdi de hem Masonları, hem Tapınak Şövalyelerini hakimiyette kullanacakmış.

2019 artık Mehdiyetin çok aleni şekilde ortaya çıkmaya başladığı yıl olacak.

Biz uyuyoruz Amerikalılar fellik fellik Mehdîyi arıyor!..

2015'te Ramazan ayı dolayısıyla ülkenin çeşitli noktalarından gelen din adamları ve öğrencileri ile buluşan İran eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ABD'nin Hz. Mehdi'yi yakalamaya çalıştığını iddia etmişti.

Hz.Mehdi konusunda iddialı ifadeler kullanan Ahmedinejad, ABD'nin kendi asırlık imparatorluğunu çökertecek esas tehlikenin Hz. Mehdi olduğunu bildiğini ve bunun için Mehdi hakkında geniş çaplı araştırma yürüttüğünü öne sürdü.

Ahmedinejad, Amerikalılar’ın kendilerine göre Hz. Mehdi ile irtibatta olabilecek herkesle iletişime geçtiklerini, onlarla buluşup bilgilerinden faydalandıklarını, dini üniversitelerde Hz. Mehdi konusunda yapılan araştırmaların binlerce kat fazlasının ABD üniversitelerinde yapıldığını, televizyondaki bir röportajında söylemiş ve “Onlar bizim Hazreti Mehdi'nin peşinde olduğumuzdan daha ziyade onun peşindeler” diyerek Amerikalıların Hz. Mehdi’yi aradığı iddiasında bulunmuştu.

Herhalde kendisinin de Amerikalılarla bu konuda görüştüğünü unutmuş olmalı.

Tehlike kapıda!.. Mehdî bir gece ansızın gelebilir!..

Cemaatler arasında Mehdilik mutabakatı sağlandıysa, yeni Şeyh Said, Menemen benzeri isyanları da start alabilir.

Başı kim çeker derseniz, "FETÖ’nün kamudaki mirasına hangi cemaat konduysa onlar çeker” derim!

Ömür Çelikdönmez, dikGAZETE.com

Twitter: @oc32oc39

30 Aralık 2018 Pazar

Ankara’da Tacettin Mahallesi’ndeki ev ve Mehmet Akif Ersoy




Ankara’da Tacettin Mahallesi’ndeki ev 30 Ekim 1949’da müzeye çevrildi.
Peki bu evi değerli kılan neydi?
Bu kiralık evde Eşref, Mehmet ve Hasan adında üç kişi yaşıyordu.
Üçünün ortak noktası milletvekili oluşlarıydı. 1921 senesinin Mayıs ayında bu eve bir mektup ulaştı..
Mustafa adında bir zata geliyordu. Mustafa kim miydi?
Mustafa, bu evde yaşayan o üç milletvekiliyle yakınlık kurmuş bir Hintliydi. Mustafa’nın kesin bir adresi olmadığı için bu adresi “mektuplaşmak için” kullanıyordu. Kendisine gönderilen mektuplar bu eve ulaşıyor,  Mustafa da mektuplarını buradan alıyordu. Ve yine bir gün bir mektup ulaştı.
Evdeki mebuslardan adı Mehmet olan, yarı açık vaziyetteki mektubu alıp içine baktı. Zarfın içinde boş sayfalar vardı. “İnsan neden birine boş sayfalar gönderir ki!” diye düşündü..
Şüphelendi. Mektup özel bir yöntemle yazılmış, gizli bilgiler içeriyordu. Hemen bir kimyager bulundu. Avni Refik (Bekman) özel bir solüsyonla ile mektupta yazılanları gün ışığına çıkardı! Mustafa gözaltına alındı.
Ve her şeyi itiraf etti..
Bu Hintli Mustafa bir İngiliz ajanıydı.
Şubat 1919’da Afgan Emiri Habibullah’ı öldürmüş, ardından Mustafa Kemal Paşa’ya suikast düzenlemek için Ankara’ya gitmişti. Ankara’da herkesle dost gibi görünüyor, casus olarak bilgi topluyor, Atatürk’ü öldürmek için fırsat kolluyor ve.. mektuplarıyla İngilizlere gelişmeleri bildiriyordu. Evet, amacı İngilizlerin isteğiyle Atatürk’ü ortadan kaldırmaktı. İşte o görünmez mürekkeple yazılan mektupta da Atatürk’ü öldürmesi için başarılar dileniyordu.
Neticede suçunu itiraf etti ve
24 Mayıs 1921’de idam edildi..
bu fotoğraf Cemal Kutay’ın arşivindendir. Evin duvarları birçok hadiseye tanıklık etmiştir. Atatürk’e suikastı bu evde yaşayan Mehmet adındaki kişi ortaya çıkarmıştı.
O mektuptan şüphelenmese belki Mustafa Kemal Paşa, Hintli Mustafa haini tarafından öldürülecekti..
‏Bu evi değerli kılan başka bir özellik daha vardı, ne mi? İstiklal Marşı işte bu gecekondu evde yazılmıştı.
Mustafa Sagir’in yakalanmasını sağlayarak Atatürk’e suikastı önleyen kişi bu evde yaşamış olan
Burdur Mebusu Mehmet yani
Mehmet Akif Ersoy’dan başkası değildi..



Kaynak: https://twitter.com/Cansinn1907

Kamu Kaynaklarının Tasarruf Tedbirlerine İlişkin Bir Öneri: ULUSAL KEŞİF ARACI


Kamu Kaynaklarının Tasarruf Tedbirlerine İlişkin Bir Öneri: ULUSAL KEŞİF ARACI

Herkese merhabalar,
Türkiye’de 2018 yılı ekonomik darboğazın yarattığı buhran, kütüphane bütçelerini doğrudan etkilediği malumunuzdur. Döviz kurlarında yaşanan sarsıcı ve öngörülemeyen yükseliş, bütün kütüphane türlerini etkilese de bu süreçte üniversite kütüphanelerinin daha çok etkilendiği sugötürmez bir gerçekliktir.
“Döviz kurlarında yaşanılan fahiş yükselişin, Türkiye’de üniversite kütüphanelerinin hizmet trafiğine etkisi” her ne kadar, başlı başına bir araştırma konusu ve alanı olsa da cılız ve birbirini tekrar eden “bilimsel üretimlerimiz” karşısında, bilim ve teknoloji ithalatının dayanılmaz acısını yaşamakta; ağrıya bağlı sancılar çekmekteyiz!
***
Üniversite kütüphaneleri, ekonomik buhrana bağlı olarak, 2018 yılında abone oldukları veri tabanları ödemelerinde bir hayli zorlanmış, bu durum kaçınılmaz olarak kütüphanelerin önümüzdeki yıllar için birtakım aksiyonlar almasını zorunlu kılmıştır. Tahmin edeceğiniz üzere alınacak aksiyonlardan biri de abone kaynaklarda daralmaya/küçülmeye gitmek olacaktır.
Kanımca, 2018 yılı sonlarında yapılacak veri tabanı istatistik çalışmaları, önceki dönemlere nazaran, aboneliklerin sürdürülmesi noktasında çok da geçerli etki yaratmayacaktır. Bir başka deyişle önceki yıllara göre daraltılmış bütçe olanakları ile birçok veri tabanının abonelik iptali söz konusu olacaktır.
Bir yandan veri tabanı aboneliklerinin mutlak sürdürülmesini talep edecek kullanıcı kitlesi öte yandan reel bütçe olanakları, akademik camia açısından kaçınılmaz öncelik çatışmasını beraberinde getirecek ve kütüphane(ci)leri epeyce bir zorlayacaktır.
Bütçe olanakları göz önüne alındığında, veri tabanları abonelikleri başta olmak üzere kütüphane hizmet trafiğini aksatmamak kütüphane(ci)lerin temel arzusudur. Tam da bu noktada rasyonel bir seçim yapmak kaçınılmaz olacaktır.
***
Kullanıcı açısından her veri tabanının kendine özgü avantajlara sahip olması olasıdır. Öyleyse hizmet trafiğinde önemli ölçüde yer tutan veri tabalarının aboneliklerini iptal ettirmek yerine daha başka çözümler de düşünülmelidir.
Üniversite kütüphanelerinde kullanılan Keşif Araçları’nın kullanıcıya sunduğu olanaklar yadsınamaz türdendir. Basılı ve elektronik tüm kaynakların, Keşif Araçları’yla tekbir ara yüzden taranıyor olması, zamandan tasarruf başta olmak üzere kullanıcıya müthiş kolaylıklar sunmaktadır.
Ancak, kütüphane bütçelerinden Keşif Araçları’na hatırı sayılır bir bütçe ayrılmaktadır. Kütüphanelerin bu ekonomik buhran karşısında, birtakım veri tabanlarının aboneliklerini sürdürmek adına, Keşif Araçları’nın aboneliklerini iptal ettirmeye yönelik bir aksiyonları olabilir, bu durum kaçınılmaz olarak da kullanıcının alışıla gelen “bilgi arama davranışına” doğrudan etki edebilir!

***
Bu yazı üstünde çalışırken yaptığım araştırmalarda kullanılan Keşif Araçları’nın neredeyse tamamı, bilgi eksikliğim varsa lütfen beni uyarınız, yurt dışı kaynaklı firmalar tarafından Türkiye’ye pazarlanmaktadır.
***
Yukarıdaki yazılanlar bağlamında aklıma gelen, yazının yazılmasına vesile olan ve birçok sorunun anaçlığını üstlenebilecek tek soru şudur:
ULUSAL KEŞİF ARACI ÜRETMEK OLANAKLI DEĞİL MİDİR?
TÜBİTAK, YÖK ya da başka herhangi bir kamu kurumunun KEŞİF ARACI üreterek üniversite kütüphanelerine, diğer kütüphane türleri de ihtimal dahilinde, tahsis etmeleri, kamununyılda yüzbinlerce dolardan tasarruf etmesi anlamı taşımaktadır.  Bu tasarrufu sürdürülebilir ekonomi çerçevesinde düşünürsek, “üretmenin” ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu anlamak; üretmenin önemini anlatan sözcükleri bir araya getirmekten, kanımca daha kolay bir iştir!
Bu bağlamda gerekli mercilerin konuyu önemsemesi ve üretime dönük çalışma yapması ümidini taşıyarak…
Saygılarımla.

Paylaşmak önemsemektir!











Books for Learning Chinese


  1. Business Chinese SinoLingua Beijing 1990
  2. Teach Yourself Living Mandarin Vol.2 Sarah Lu Longman Hong Kong 1994
  3. Chinese For Today Book 1 Exercises Beijing Language Institute The Commercial Press Hong Kong 1998
  4. Chinese For Today Book 1 Textbook Beijing Language Institute The Commercial Press Hong Kong 1998
  5. Longman English-Chinese (Hanyu Pinyin) Photo Dictionary Marilyn Rosenthal-Daniel B.Freeman Longman Hong Kong 1998
  6. Longman English-Chinese (Hanyu Pinyin) Photo Dictionary- English-Putonghua Cassette Tapes Marilyn Rosenthal-Daniel B.Freeman Longman Hong Kong 1999
  7. Chinese: An Essential Grammar Yip Po Ching- Don Rimmington Routledge London 1998
  8. Basic Chinese- A Grammar and Workbook Yip Po Ching- Don Rimmington Routledge Hong Kong 1998
  9. Intermediate Chinese- A Grammar and Workbook Yip Po Ching- Don Rimmington Routledge Hong Kong 1998

  10. Easy Steps to Practical Mandarin and Cantonese The Light Publishing Hong Kong 1991
  11. Speed Up Chinese-English Annotation Peking University Press Beijing
  12. Communication in Chinese Peking University Press Beijing 1993
  13. Conversational Chinese for Business Guo Li Peking University Press Beijing 1993
  14. Speaking Chinese-500 Daily Expressions New World Press Beijing 1999
  15. Chinese Situational Dialogues Peking University Press Beijing 1991
  16. Fun With Chinese Characters 1 Federal Publications Singapore 1997
  17. Fun With Chinese Characters 2 Federal Publications Singapore 1997
  18. Fun With Chinese Characters 3 Federal Publications Singapore 1997
  19. Chinese in Three Months - Hugo (with cassettes) DK London 1998
  20. Getting by in Chinese Barron's New York 1983
  21. Chinese Travel Pack - Chinese Phrase Book Hugo's Language Books UK 1990
  22. Just Enough Chinese D.L.Ellis NTC/Passport Books Chicago 1998
  23. Speaking Chinese-300 Grammatical Points New World Press Beijing 1999
  24. Smart Chinese-User's Manual Syracuse Language Syracuse 1998
  25. Oxford Chinese for Business- A Dictionary of Business Terms Oxford University Press Singapore 1997
  26. Cracking the Chinese Puzzles T.K.Ann Hong Kong 1997
  27. The Pocket Interpreter- Chinese Lydia Chen - Ying Bian Foreign Language Press Beijing 1990
  28. Communication in Chinese. Chinese-English Wang Xiaopeng Peking University Press Beijing 1993
  29. Chinese Radicals Volume 1 Tan Huay Peng Times Books İnternational Singapore 1995
  30. Chinese Radicals Volume 2 Tan Huay Peng Times Books İnternational Singapore 1995
  31. Hanyu Pinyin/Romanized Chinese Phonetics Tan Huay Peng Times Books İnternational Singapore 1984
  32. Business Chinese 500 SinoLingua Beijing 1997
  33. Business Chinese 500- Cassette Tapes SinoLingua Beijing 1998
  34. İşadamının Çince El Kitabı İnfomag-Çin Kültür Merkezi İstanbul 2006
  35. İşadamının Çince El Kitabı 2 Çince Sözlük İnfomag-Çin Kültür Merkezi İstanbul 2006
  36. Türkçe-Çince Sözlük Huang, Chi Huei National Chengchi University Taipei 1992
  37. Concise English Chinese, Chinese English Dictionary Oxford University Press Hong Kong 1999
  38. Oxford Starter Dictionary Boping Yuan-Sally K.Church Oxford University Press USA 2000
  39. Putong Hua Shanghai Hua
  40. Çince Kurs Notları 1 (kırmızı kapaklı spiral dosya) Levent Ağaoğlu Hong Kong 2000
  41. Çince Kurs Notları 2 (kırmızı kapaklı spiral dosya) Levent Ağaoğlu Hong Kong 2000
  42. Chinese Language Programme Levent Ağaoğlu British Council Hong Kong 1998
  43. Chinese Language Programme Levent Ağaoğlu British Council Hong Kong 1999
  44. Phonetics of Putonghua (mavi kapaklı spiral dosya) Levent Ağaoğlu Hong Kong 2000


29 Aralık 2018 Cumartesi

Türk dünyasından Türküler, İrfan Gürdal


Türk dünyası bir kıvılcım bekliyor

İrfan Gürdal Sibirya’dan Altaylar’a, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya yaptığı yolculuklarda Türk dünyasından birçok türkü derledi. Geleneksel kıyafetler giyip at binen, ok atan Gürdal, “Arslanbek Sultanbekov sayesinde herkes dombrayı öğrendi. Artık halk müziği albümlerimizde, dizilerde dombrayı duyuyoruz. Küçücük bir kıvılcım atsanız o büyük bir ateşe dönüşüyor. Türkiye’de ne yapılırsa da Türk dünyasında böyle karşılanıyor” diyor.

İlker Nuri Öztürk   Yeni Şafak


İrfan Gürdal
İrfan Gürdal
Türk kültür hazinesi olarak bilinen İrfan Gürdal, Türkçe konuşulan bütün bölgelerin müziklerini araştırıyor. Boğaz havalarından halk orkestralarına araştırmalarda bulunan, birçok türkü derleyen sanatçının yolculuğu Sibirya’dan Altaylar’a, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya uzanıyor. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarında etnomüzikoloji alanında yüksek lisansını tamamlayan, televizyonda müzik programları yapan, belgesel müzikleri besteleyen Gürdal’ın “Atın Türküsü”, “Çerağ”, “Türk Dünyasında Köroğlu Türküleri” adlı albümleri bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Dünyası Müziği Topluluğu sanatçısı olan Gürdal ile Türk ellerini, ortak kıymetleri ve müzik serüvenini konuştuk.

Müzik ve Türk dünyası hayatınızla nasıl birleşti?

Müziğin kendisi insanı çekiyor. Anadolu Halk Müziği’yle başladım. Veterinerlik Fakültesi’ne geldiğimde de Ankara Üniversitesi Halk Müziği Korosu’nda yer aldım. Rahmetli Mustafa Özgül başta olmak üzere çok kıymetli hocalardan faydalandım. Üniversite yıllarında Azerbaycan radyolarını keşfettim, onları dinliyordum, Ankara’da Kırım Türkleri Derneği vardı, oraya devam ediyordum, Türkistanlı sanatçılarla tanıştım ve bana bu kapı açılmış oldu. Anadolu dışında da çok zengin bir müzik hazinemiz olduğunu keşfetmeye başladım ve bu alana yöneldim.

Türküler Türk dünyasında nasıl bir bağ sağlıyor?

Arslanbek Sultanbekov’un Dombra türküsü sayesinde Türkiye’deki herkes dombra isimli bir çalgı olduğunu öğrendi. O dünyada yapılan eserlerin burada nasıl bir karşılık bulduğunu gördü. Artık bizim halk müziği albümlerimizde, dizi müziklerimizde dombrayı duyuyoruz. Küçücük bir kıvılcım atsanız o büyük bir ateşe dönüşüyor. Türkiye’de ne yapılırsa Türk dünyasında böyle karşılanıyor. Gönül ister ki orda yapılanları biz de burada onları bizi takip ettiği gibi daha yakından takip edelim.



SİBİRYA’DA BİLE KÖYÜNÜZDE GİBİSİNİZ


Gittiğiniz yerlerde hangi araştırmaları yaptınız?

Bize ait olan ne varsa araştırıyordum. Sadece müzik değil yani. Binlerce yıldır birlikte olduğumuz Anadolu’yla ortak olan Türk kültürüne ait ne varsa araştırdım. Müzik, ezgiler ve çalgılar üzerine yoğunlaştım. Elbette her müziğin milli bir tarafı ve kültürü var. Müziğin dilin üstünde bir hitabet kabiliyeti olduğunu ve her gönle hitap edebilen bir güçte olduğunu düşünüyorum.

Türk dünyasının ortak özelliği neydi?

Türkiye’deki eski kültüre, dedelerinizin lisanına az da olsa hakimseniz, Anadolu köylüsünün hayata bakışına hakimseniz bütün bölgelerde kendi köyünüzdeymiş gibi rahat gezebiliyorsunuz. Herkes kendi çevresindeki kültürlerden etkilenmiş doğal olarak, bu küçük farklar dışında ortak bir dünya algımız var. Sibirya’daki Tuva Türklerine kadar uzanan her yerde bunu gördüm.

Nasıl karşılandınız?

1990’da, bağımsızlıklar sonrasındaki “Yeniden Kucaklaşma Dönemi”nde birçok insan bu alanda çalışmalar yaptı. Biri kıyafette biri dilde araştırmalar yaparken bense müzik üzerine araştırma yaptım. Birbirimizden kopuk olduğumuz o uzun süreç içerisinde neler değişti neler değişmedi konusunu herkes kendi alanında merak ediyordu zaten. Zamanla Türk lehçelerine de hakim olmaya başlamam oralarda hoşa giden bir şeydi.

KOPUZ GERÇEK ANLAMINI YİTİRİYOR

Türk dünyasında öne çıkan isimler ve kavramlar neler?

Köroğlumuz var. Bütün Türk dünyasında bilinen bir kahraman. Tahir ile Zühre, Aşık Şahsenem gibi başka ortak destanlarımız, müziklerimiz var. Kopuz, bütün Türk dünyasında ortak bir sözcük. Herkes kopuz dendiğinde farklı bir çalgı tipi anlıyor. Kopuz bir enstrümanın değil, çalgı anlamına gelen bir kelime. Bugünlerde Anadolu’da bir bağlama türüne kopuz denmeye başlandı, gerçek anlamını yitiriyor.
UNESCO mirası olarak kabul edilen Dede Korkut’un nasıl bir önemi var?
Dede Korkut ortak ve en önemli değerlerimizden birisi. Kazakistan’da Dede Korkut’tan günümüze geldiği rivayet edilen dokuz tane kopuz ezgisi var. Orada müzikal bir miras karşımıza çıkıyor. Azerbaycan ve Türkiye’de ise daha çok sözel mirası var.

Günümüzde Türk müziği için yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bu işin tohumu Türkiye’de atıldı. Merhum Oruç Güvenç ve Ayhan Songar’ın çalışmalarıyla başlayan bir süreç bu. Bizden sonra Türk dünyasına yayıldı. Türk dünyasının her bölgesinde, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan’da gerek bilimsel gerek icrada çalışmalar yapan isimler oluşmaya başladı. Kazakistan’da 5-6 yıldır Türk Dünyası Müzik Festivali yapılıyor. Türkiye’de zaten birçok şehirde yapılagelen bir uygulama. Bunlar sevindirici ama daha da önemlisi müzikologların ilmi çalışmaları. Yakında bununla ilgili birçok yayın göreceğiz.

TÜRK’E AİT OLAN NE VARSA MİLLİDİR

Yerli milli dediğimizde nereye bakmamız gerekiyor?

Osmanlı öncesi, Osmanlı, Cumhuriyet dönemi ayırmadan hepsine bakmamız gerekiyor. Türkiye’de de değil sadece. Bir büyük Türk dünyası var. Türk’e ait olan ne varsa millidir. Her alanda böyle bakmak lazım.

Türk dünyasını yakından görmüş biri olarak Türk İslam birliği mümkün mü?
Bu birlik önce gönüllerde oluşmalı. Büyük Türk milleti olduğunu ve bu milletin de birbiriyle iletişim halinde olduğunu, bu iletişimin sevgiye dayandığını görüyoruz. Ancak siyasi bir birlik sözünü etmenin çok da yeri yok. Biz kültürümüzün farkında olursak, dilimizi koruyabilirsek, birbirimizi kardeş kabul edip sevebilirsek bundan daha başka şey istenmez diyebiliyorum. Kendimizin farkına vardığımızda aynı yerde buluşacağız zaten.

Uygur Türkleri’nin durumuyla ilgili ne söylemek istersiniz?

Çok şükür Batı Türkistan bağımsızlığına kavuştu ama Doğu Türkistan’da çile çekmeye devam eden Uygur Türklerimiz var. Uzun zamandır baskı altındalar. Onların da en kısa zamanda haklarına kavuşmaları için dua ediyoruz. Türkiye’nin de bu konuya yoğunlaşmasını arzu ediyorum, bazı çevrelerde görmezden geliniyor diye düşünüyorum.

Diriliş’le ilgi arttı

Kıyafetiniz, ok atmanız, at binmenizle yaptığınız müzik tamamlanıyor. Bu hayat tarzını nasıl benimsediniz?

Türk’e ait ne varsa ilgimi çekiyor. Bir hedef uğruna yapıyor değilim, tamamen sevgi kaynaklı bir uğraş bunların hepsi. Sevgiyle yapılan her şey de bir yere varıyor.


Diriliş Ertuğrul’da yer almanız bu alana ilgiyi nasıl etkiledi?

Aslında Türkiye’de ne yapılsa ilgiyle takip ediliyor. Tarihi diziler özelinde Türkiye dışında buradan daha çok ilgi olduğunu söyleyebilirim. Gidip gördüğüm, duyup şahit olduğum şeylere bakarak bunu söylüyorum. Türk dünyası müzik kültürüyle ilgilenmeyen kitle içinde büyük etkisi oldu ancak konuyla ilgili insanlar için bir şey değişmedi.

"Biz hep içten kanarız"

Oyuncuları; Pentagon, Dışişleri Bakanlığı, CIA, Beyaz Saray olarak dizip, Trump’a yönelik Rusya davasını, Çin’le esas rekabeti görüp, Küre Koalisyonu’nu canlı izleyip, Evangelist okumaları har vurup harman savuranlar, tutuklanan prensleri, savunma sanayini, Holywood baronlarını derleyenler, sınırından ABD’yi itekleyen Türkiye’ye neden başlarını çevirirler?..

Yalnız bağlamdan değil süreçten kopuk bu kavrayışın savunucuları; ABD iç politikasına hakim iç politik tüm mevzilerin Washington’un dış politikada seçeceği yolu belirlemek isteyen cepheler tarafından kazıldığını ne kadar hızlı unutmuşlar?

Yani fiil kadar ’iç siyasi nedenler de dış kaynaklı’dır.

Neden görmezler neden unuturlar biliyor musunuz? Sınırınızdan hatta içinizden atmaya çalıştığınız Amerika’nın iç politik savaşlarını tek sebep sayıp, Türkiye’yi gömenler, Türk iç politikasının hariçten gazel okuyan cephesidirler de ondan.

Seçimlere giderken Esad’la el sıkışmaya sıkıştırılmış bir Türkiye’yi sandıkta işe yarar görüp, malûm/açık muhaliflerin, ’işte gördünüz mü dediğimize geldi Esad konusunda’ duruşlarıyla tezatından tokalaşırlar.

Peki Türkiye?

Türkiye kazanır, kaybeder onlar için önemli mi?

Ne iç kanatıcı değil mi...

Ama öyledir.. Biz hep içten kanarız.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/nedretersanel/kremlinin-korkulari-2048712

Devlet, Mehmet Akif Ersoy'un vefat ettiği Mısır Apartmanı’na “irtica merkezi” demiş

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Kültür Bakanlığı’nın Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’nda millî şairimiz Mehmed Âkif’in vefat ettiği daireyi satın aldığını ve dairenin “Mehmed Âkif Müzesi” yapılacağını duyurdu…
Kadere ve tarihin cilvesine bakın! Mehmed Âkif vefatından önceki birkaç ayını müze yapılacak olan dairede geçirdiği için devlet tarafından “irtica merkezi” diye görülmüş, sahipleri ile sâkinleri aylarca sıkı bir takip altında tutulmuş ve binaya giden herkes istihbarat raporlarına konu olmuştu!
Birkaç hafta önce yazmıştım: 1925 Ekim’inde Türkiye’den ayrılıp Mısır’a giden Mehmed Âkif 1936 Haziran’ında sessizce İstanbul’a dönmüş, gelişini haber alan devlet millî şairi sıkı bir takip altına almış, onunla ilgili yazışmalarda Âkif’ten “İrtica-906” kodu ile bahsedilmiş, hattâ meşhur eseri Safahat’ın Mısır’da basılıp İstanbul’a gönderilen son cildinin bir kısmı imha edilmiş, edilmeyenler de Mısır’a geri gönderilmişti!
Dostları, İstanbul’a ağır hasta olarak dönen Mehmed Âkif’i hemen özel bir hastahaneye, Teşvikiye Sağlık Yurdu’na yatırmışlar; sonraki günlerde de Âkif’in Mısır’daki hâmîsi, yani koruyucusu olan Prens Abbas Halim Paşa’nın İstanbul’da yaşayan kızı Prenses Emine Halim, şairi sahibi olduğu Mısır Apartmanı’na götürmüş ve bakımına orada devam edilmişti…
Osmanlı İmparatorluğu’nun sadrazamlarından Said Halim Paşa’nın kardeşi olan Mısır Prensi Abbas Halim Paşa’nın 1910’lu senelerde mimar Hosep Aznavuryan’a inşa ettirdiği Mısır Apartmanı’nın tamamı, o senelerde Paşa’ın ailesine aitti…
İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat, Genelkurmay ve İstanbul Valiliği, işte bunun üzerine Mısır Apartmanı’nı sıkı bir tarassut altına aldılar. Şairin bakımını üstlenen Prenses Emine Halim ile Prenses’in umumî vekili Fuad Şemsi İnan’ın yanısıra Âkif’in ziyaretine gelenler de takip ediliyor ve hazırlanan raporlar devletin en üst makamlarına gönderiliyordu.
Meselâ, Âkif’in İstanbul’a geldiğini ancak bir hafta sonra gazetelerden öğrenen İçişleri Bakanlığı, 26 Haziran’da İstanbul Valiliği’ne bir şifre göndermiş ve şairin ne zaman geldiğinin, kimlerle temas ettiğinin, asıl geliş sebebinin ve durumunun incelenip takibini istemişti. Valilik üç gün sonra verdiği cevapta “Şair Mehmed Âkif, kansere müptelâ olduğundan tedavi için İstanbul’a gelmiştir. Maçka’da İzmir Palas’ta oturan Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin himaye ve yardımı ile 19. 6. 1936’da Teşvikiye Sağlık Evi’ne yatırılmıştır. Hâlen orada tedavi altındadır. Mısır’a dönmeyeceğini ve bundan böyle memlekette kalacağını ziyaretçilerine söyleyen bu şahsın durumu tarassut altına aldırılmıştır. İstanbul’a gelişinde başka bir maksadı olup olmadığı da tahkik edilmektedir” cevabını veriyordu…
Ama bu ilk takip raporunda bile hatâ vardı: Meselâ, “Abbas Hilmi Paşa ailesinden” denen Prenses Emine, Abbas Hilmi Paşa’nın ailesinden değildi, Abbas Halim Paşa’nın kızı idi.
İçişleri Bakanlığı, sonraki günlerde İstanbul Emniyeti’nin yanısıra Millî Emniyet’ti de devreye soktu ve 18 Temmuz 1936’da “…Yurdumuza dönen ve tedavi için yattığı hastahaneden çıkıp Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’na, Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine’nin vekili avukat Fuad Şemsi İnan’ın yanına giden Şair Mehmed Âkif’in hariçle yapacağı muhaberesini lütfen kontrol ettirilmesine müsaadelerini saygı ile arz ve rica ederim” diyen bir yazı gönderdi. Artık sadece Âkif değil, onu misafir edenler, Âkifîn Mısır’daki hâmisi Prens Abbas Halim Paşa’nın kızı ve İstiklâl Savaşı’nın kumandanlarından olan eski Berlin Büyükelçisi Kemaleddin Sami Paşa’nın hanımı Prenses Emine Halim, Mısır’ın sâbık Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın ve Mısır Kraliyet Ailesi’nin bazı mensupları ile Mehmed Âkif’in vekili olan Fuad Şemsi İnan ve Âkif’i ziyarete gelenler de takip altında idiler…
Âkif’in 27 Aralık 1936’da Mısır Apartmanı’ndan vefat etmesinin ardından, apartmanı daha fazla sayıda sivil polis ve istihbarat görevlileri tarassut altına aldılar. Sivil polisler ile istihbaratçılar vefat haberinin öğrenilmesinin ardından binaya giren-çıkan kim varsa hepsini tespit etmiş, cenazeyi Mısır Apartmanı’ndan alarak Edirnekapı Şehitliği’ne götüren ve İstiklâl Marşı şairinin cenaze merasiminde hazır bulunan kim varsa hepsi hakkında raporlar hazırlamışlardı…
Mehmed Âkif’in son günleri hakkında, hattâ vefatının ardından da devam fişlemeler ve raporlar bugün devlet arşivlerinde, Cumhuriyet Arşivi 121-10-0-0/2-6-1 numaralı dosyada muhafaza edilmektedir ve bir kısmına burada yer verdiğim belgeleri 2014’te Muharrem Coşkun “Kod Adı: İrtica-906” isimli kitapta biraraya getirmiş, kitap Gaziosmanpaşa Belediyesi tarafından yayınlanmıştır.
Aşağıda, Emniyet’in “İrtica-906” kodunu verdiği İstiklâl Marşı şairinin son aylarını geçirdiği ve bir katının şimdi müze yapılmasına karar verilen Mısır Apartmanı hakkındaki istihbarat raporlarından bazılarını okuyabilirsiniz…
Mehmed Âkif.
Mehmed Âkif.
Mısır Apartmanı’nın sahiplerinden olan ve Âkif’i İstanbul’da himayesine alan Prenses Emine Halim.
Mısır Apartmanı’nın sahiplerinden olan ve Âkif’i İstanbul’da himayesine alan Prenses Emine Halim.
Emniyet GenelMüdürlüğü, o zamanın MİT’i olan Millî Emniyet’ten, Mısır Apartmanı’nın beşinci katında kalan Mehmed Âkif’in takibini istiyor (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 61 numaralı belge).
Emniyet GenelMüdürlüğü, o zamanın MİT’i olan Millî Emniyet’ten, Mısır Apartmanı’nın beşinci katında kalan Mehmed Âkif’in takibini istiyor (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 61 numaralı belge).
Mısır Apartmanı’nda kalan Mehmed Âkif hakkındaki istihbarat raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 63 numaralı belge).
Mısır Apartmanı’nda kalan Mehmed Âkif hakkındaki istihbarat raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 63 numaralı belge).
İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valiliği’nden Mısır Apartmanı’nın sahibi Prenses Emine hakkında bilgi istiyor (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 59 numaralı belge).
İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valiliği’nden Mısır Apartmanı’nın sahibi Prenses Emine hakkında bilgi istiyor (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 59 numaralı belge).
İstanbul Valiliği’nin Mısır Apartmanı’nın sahiplerinden Prenses Emine hakkındaki raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 56 numaralı belge).
İstanbul Valiliği’nin Mısır Apartmanı’nın sahiplerinden Prenses Emine hakkındaki raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 56 numaralı belge).
Mısır Apartmanı’nda vefat eden Mehmed Âkif’in cenazesi hakkındaki istihbarat raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 30 numaralı belge).
Mısır Apartmanı’nda vefat eden Mehmed Âkif’in cenazesi hakkındaki istihbarat raporlarından biri (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 30 numaralı belge).
Âkif’in cenazesi hakkında bir başka istihbarat raporu (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 31 numaralı belge).
Âkif’in cenazesi hakkında bir başka istihbarat raporu (Cumhurbaşkanlığı Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi, 121-10-0-0/2-6-1, 31 numaralı belge).
Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’da Âkif’in vefat ettiği daire “Mehmed Âkif Müzesi” olacak.
Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’da Âkif’in vefat ettiği daire “Mehmed Âkif Müzesi” olacak.