Hayatı
Bugün Kosova sınırları içinde kalan, o zamanki adıyla İpek kazasından gelerek İstanbul’a yerleşmiş Tahir Efendi ile aslen Buharalı Emine Şerife Hanımın oğlu olarak İstanbul’un Fatih semtindeki Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. 1878 yılında Emir Buharî mahalle mektebine bir süre devam etti. 1879’da kaydedildiği Fatih İptidai Mektebi’nde ilköğretim bilgilerini aldı. Babasının, Mühürdar Emin Paşa'nın oğlu İbnülemin Mahmut Kemal (İnal) ve kardeşlerine verdiği derslere de katılarak okulun yanı sıra babasından da temel bilgilerini aldı. 1882 yılında Fatih Merkez Rüştiyesi’ne ve 1885’te de Mülkiye’nin idadi kısmına girdi. Bir taraftan babasından Arapça öğrenmeye devam ederken diğer taraftan Fatih Camii’nde Farsça Gülistan ve Mesnevi okutan Esat Dede’nin derslerini takip etti. 1888’de idadiyi bitirdi. Aynı yıl babasını kaybetti. Babasının ölümü sebebiyle Mülkiye’den ayrılarak, daha kısa yoldan hayata atılabileceği Baytar ve Ziraat Mektebi’ne kaydoldu. 1893 yılında bu okulu birincilikle bitirdi ve aynı yıl Orman ve Meadin ve Ziraat Nezareti’nde baytar müfettiş muavini olarak memuriyete başladı. Bu kurumda müfettiş muavinliğinden umur-ı baytariye müdür muavinliğine kadar çeşitli kademelerde yirmi yıl çalıştı. Bu kurumdaki memuriyetinin yanı sıra 1906-1907 yıllarında Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabet-i resmiye (resmî yazışma usulleri) dersleri verdi, ayrıca Çiftçilik Makinist Mektebi’nde yine kitabet hocalığı yaptı. 1908-1913 yılları arasında İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi müderrisliğinde bulundu. Halkalı Baytar Mektebi’ndeki öğrenciliği sırasında şiirle ilgilenmeye başladı. 1893 yılından itibaren Mektep, Hazine-i Fünun gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1898 yılında yazı kurulunda da bulunduğu Resimli Gazete’de çok sayıda şiiri yayınlandı. (Bu şiirlerini kitaplarına almamıştır.) Resimli Gazete’den sonra suskunluğa büründü. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilan edilmesinden hemen sonra, 27 Ağustos’ta çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim dergisi ile birlikte aktif olarak basın yayın hayatına girdi. 8 Mart 1912 tarihli 183. sayısından sonra Sebilürreşat adını alacak olan bu dergide hem şiirleri hem de dinî ve edebî konulara dair yazıları çıktı. İlki derginin 1. sayısında çıkan “Fatih Camii” olmak üzere her hafta peş peşe yayımladığı şiirlerini 1911 yılında Safahat adıyla kitap olarak bastırdı. Bu kitapla edebiyat kamuoyunun ilgisini çekti, dönemin matbuatında adından sıkça söz edilmeye başlandı. Sırat-ı Müstakim’de Arapça ve Fransızcadan yaptığı çevirileri de yayımlandı. Mısırlı âlim Muhammed Ferid Vecdi’den Müslüman Kadını adıyla çevirdiği bir dizi yazı, 1909 yılında kitap olarak basıldı. Bu tercümelere sonraki yıllarda da devam etti. 1915’te kitap olarak da basılan Hanotoux’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un İslâm’ı Müdafaası’nı yine Arapça’dan tercüme etmiş ve dergide tefrika halinde yayımlamıştır. Abdülaziz Caviş’ten çevirdiği İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler ve Anglikan Kilisesine Cevap adlı eserleri 1925 yılında yayımlanmıştır. Sait Halim Paşa’nın İslamlaşmak adlı eserini ise Fransızca’dan tercüme etmiş ve bu kitap da 1921’de basılmıştır. Yine Sait Halim Paşa’nın İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye adlı, Malta esareti sırasında Fransızca olarak kaleme aldığı eseri de tercüme ederek Sebilürreşat’ta sekiz tefrika halinde yayımlamıştır.
Mehmet Akif Ersoy
Annededem Zekir Aga
Hem de Fatih'ten
Hemşehrim Mehmet Akif..
Al Sancağımın,
Tüten En Son
Ocağımın
Şairi..
Kosovalı Hemşehrim
Mehmet Akif Ersoy..
Türk Edebiyatı Vakfı, 24.12.2016
II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine katıldı, ancak bir süre sonra Cemiyet’in baskıcı yönetim anlayışı dolayısıyla buradan ayrıldı ve eleştirel bir tavır aldı. 1911-1912 yıllarında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti üyesi sıfatıyla Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye gibi selâtin camilerinde vaazlar verdi, Balkan Savaşı felaketinin halkın psikolojisi üzerindeki tahribatını hafifletmeye çalıştı. 1913 yılı sonunda İttihat ve Terakki hükûmetinin baskılarıyla üniversitedeki görevinden istifa etmek zorunda kaldı. 3 Ocak 1914 tarihinde Mısır’a gitti. Medine’yi de ilk defa ziyaret ettiği bu seyahatten Mart ayı başında döndü. Dönüşünden sonra da İttihat ve Terakki hükümetinin şaire ve dergiye yönelik baskıları devam etti; Sebilürreşat 4 Haziran 1914’te 299. sayısında kapatıldı. 300 ve 301. sayılar Sebilünnecat adıyla çıktı, 302. sayıdan sonra yine Sebilürreşat adıyla devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa adlı kuruluşun görevlendirmesiyle 1914 yılının Aralık ayında bir heyet içerisinde Berlin’e gitti. Heyetin görevi, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşen Müslüman askerlere Almanya’nın Osmanlı Devletinin müttefiki olduğunu anlatmak, onları bu konuda bilgilendirmekti. İttihat ve Terakki hükûmeti Mehmet Akif’in İslam dünyası üzerindeki manevî nüfuzundan yararlanmak istemiş, Akif de cemiyetle mesafeli olmasına rağmen millî bir mesele olarak gördüğü bu görevi kabul etmiştir. Bu vesileyle, kitaplardan tanıdığı ve bazı bakımlardan hayranı olduğu Batı medeniyetini yakından görme ve tanıma imkânı buldu. Yine Teşkilat-ı Mahsusa’nın verdiği görevle Birinci Dünya Savaşı’nda Arap kabilelerinin Osmanlı Devleti'ne bağlılığını sağlamak için kurulmuş bir çeşit nasihat heyeti ile Arabistan’ın Necid bölgesine gitti. Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti için mağlubiyetle sonuçlanması sonrasında başlayan Milli Mücadele’ye fiilen katıldı. 10 Nisan 1920 tarihinde Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. 24 Nisan’da, Meclis’in açılışının ertesi günü Ankara’ya ulaştı. 30 Nisan 1920 tarihinde Hacı Bayram Camii’nde bir vaaz vererek Milli Mücadelenin desteklenmesi gerektiğini halka anlattı. Haziran ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Burdur milletvekili olarak girdi, bir yandan meclis çalışmalarına katılırken bir yandan da Eskişehir, Burdur, Antalya, Afyon, Konya, Kastamonu gibi civar şehirlere giderek camilerde halkı direnişe çağıran vaazlar verdi. Bazı vaazları basılarak ordu içerisinde askerin maneviyatını artırmak amacıyla dağıtıldı. İstanbul’dan ayrılmasından sonra Sebilürreşat’ın neşri bir süre kesintiye uğradı. Eşref Edip’in, Akif’in talimatı doğrultusunda Kastamonu’ya gelmesinden sonra, Akif’in de Ankara’dan gelişiyle 464-466. sayıları bu şehirde yayımlanan dergi, 467. sayıdan sonra Ankara’da çıkmaya başladı. Kayseri’de basılan 490. sayı dışında Sebilürreşat’ın 467 ila 527. sayıları Ankara’da yayımlandı. Bir taraftan Milli Mücadele sürerken Ankara Hükûmeti bir milli marş ihtiyacı duyarak Maarif Vekâleti aracılığıyla 7 Kasım 1920 tarihinde gazetelerde milli marş için bir yarışma açıldığı ilan edildi. Birinci olan esere ve bestesine 500’er lira para ödülü verileceği belirtildi. Yarışma fikrine ve özellikle de para ödülüne sıcak bakmayan Mehmet Akif, kendisinden beklenmesine rağmen bu yarışmaya katılmadı. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in ricası ve ısrarı üzerine para ödülünü almamak şartıyla bu şiiri yazmayı kabul etti. Bu şiir 1 Mart 1920’de Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi tarafından Meclis kürsüsünden okundu ve yapılan müzakerelerden sonra 12 Mart’ta milletvekillerinin oylarıyla millî marş olarak kabul edildi. Böylece Mehmet Akif, Milli Mücadele içindeki faaliyetlerini İstiklal Marşı’yla taçlandırmış oldu. Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra 21 Mart 1923’te Meclis'in son kez toplanarak seçim kararı alıp dağılmasıyla milletvekilliği sona eren Mehmet Akif, ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü. 16 Mayıs 1923 tarihinden itibaren 528. sayısıyla Sebilürreşat yeniden İstanbul’da yayımlanmaya başladı.
Mehmet Akiif, 1923 yılının Ekim ayında Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’a gitti ve 1924 yılı baharına kadar Mısır’da kaldı. Baharda İstanbul’a geldi, sonbaharda tekrar Mısır’a gitti ve kışı orada geçirdi. 1925 yılı baharında tekrar İstanbul’a döndü, bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’nca kendisine Kur’an’ı tercüme etme görevi verildi. 1925 yılı sonuna doğru tekrar Mısır’a gitti ve 1936 yılına kadar orada kaldı. Bu yıllarda daha çok Kur’an’ın tercümesiyle uğraştı. Ayrıca 1929 yılından sonra Kahire’deki Camiatü’l-Mısriyye’de (Kahire Üniversitesi) Türkçe dersleri verdi. 1935 yılında sağlığı bozuldu ve hastalığının ilerlemesi üzerine 1936 yılı Haziran ayında İstanbul’a geldi. Bu yılın sonunda, 27 Aralık’ta İstanbul’da İstiklâl Caddesi’ndeki Abbas Halim Paşa'ya ait Mısır Apartmanı’nda vefat etti. Cenazesi 28 Aralık günü Beyazıt Camii’nden kaldırıldı ve çoğu üniversite öğrencisi olan büyük bir kalabalık tarafından Edirnekapı Şehitliği’nin karşısındaki mezarlığa defnedildi. 1960 yılında yol inşaatı sebebiyle mezarı Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi.
Eserleri Bağlamında Edebi Kişiliği
Mehmet Akif’in eserlerini “şiirleri” ve “diğer eserleri” olarak ikiye ayırabiliriz. “Diğer eserleri”nin tamamına yakını tercümelerden meydana gelmektedir. Tercümelerinin dışında edebiyat bilgileri ile ilgili bazı yazıları ve Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşat’ta tefsir, mevize, hasbihal gibi başlıklar altında yayımlanmış düzyazıları da bulunmaktadır. Bunların bir kısmı ölümünden sonra kitap olarak da yayımlanmıştır. Şiirlerini “Gençlik dönemi şiirleri” ve “Olgunluk dönemi şiirleri” şeklinde iki başlık altında değerlendirebiliriz. Bunlardan gençlik dönemine ait olanları kendisi sonradan kitaplarına almamış ve bir bakıma reddetmiştir. Gençlik dönemine ait şiirlerinin yayımlanmış olanlarının çoğu Resimli Gazete’dedir. Bunların bir kısmı manzum mektup tarzında yazılmış ve daha çok kendi yaşantısından söz ettiği şiirlerdir. Birçoğu ise dinî bir hüviyet taşıyan, Allah ve Peygamber sevgisini ve değer verdiği İslâm büyüklerine duyduğu hayranlığı dile getirdiği manzumelerdir. Bu şiirlerde o, şiir dili bakımından belli bir vasatı yakalamış ve aruzu sorunsuz kullanabilecek bir teknik olgunluğa erişmiş görünmektedir. Ancak onun kendine özgü üslubu, aradan on yıl geçtikten sonra, 1908 yılında yayımlanan ve kendisinin de başyazarlığını yaptığı haftalık Sırat-ı Müstakim dergisinde peş peşe yayımladığı şiirlerle belirecektir. Olgunluk dönemi şiirlerini yedi kitapta toplamıştır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım ve Gölgeler’dir. "Safahat" adlandırması şiir kitaplarının tamamında üst başlık olarak da korunmuştur.
İlk kitabında yer alan şiirlerin hemen tamamı II. Meşrutiyet döneminde yayın hayatına giren ve kendisinin de başyazarlığını yaptığı Sırat-ı Müstakim mecmuasında yayımlanmıştır. Onun geniş okuyucu kitleleri tarafından tanınması bu şiirlerle olmuştur. “Safahat-ı hayat” iddiasını doğrulayacak şekilde bu kitaptaki şiirlerin çoğu toplumun çeşitli kesimlerinden insan manzaralarını yansıtmaktadır. Babası öldüğü için ailenin geçim yükünü üzerine almak zorunda kalan bir çocukla, öğrenim gördüğü yatılı okuldan vereme yakalandığı için uzaklaştırılan başka bir çocuğun trajedisini anlatan “Küfe” ve “Hasta” şiirlerinde çocuklar, “Seyfi Baba”, “Kör Neyzen” ve “Yemişçi İhtiyar”da yaşlılar, “Meyhane”, “Bayram”, “Hasır” ve “Köse İmam”da kadınlar, toplumun zayıf ve yardıma muhtaç kesimleri olarak yansıtılmışlardır. Bu ilk kitapta gördüğümüz toplumsal meseleler onun sonraki kitaplarında da işlenmeye devam etmiştir. Birinci Safahat’ta, çeşitli toplum kesimleriyle ilgili olanlardan sonra ağırlık bakımından ikinci sırayı “dinî-hikemî” şiirler alır. Bu şiirler dolayısıyla Mehmet Akif, “toplumcu şair” ve "millî şair"in yanı sıra “İslâm şairi” sıfatını da kazanır. Mehmet Akif, toplum meselelerini İslâmî bir duyarlıkla ele aldığı şiirleri dolayısıyla Türk şiirinde yeni bir ses olarak kabul edilmelidir.
İkinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde, tek bir şiirden meydana gelir. Bu eserinde Mehmet Akif, Süleymaniye Camii’nde halka hitap eden bir vaizi konuşturmuştur. Manzum hikâye tarzında kaleme alınmış olan bu eserde adı verilmeyen, “beyaz sakallı, temiz yüzlü bir ihtiyar” olarak tasvir edilen bu zatın Âlem-i İslâm ve Japonya’da İntişar-ı İslâmiyet adlı bir seyahatnamesi bulunan, Tatar Türklerinden meşhur gezgin Abdürreşit İbrahim olduğu kabul edilmektedir. Gerçekten de Mehmet Akif’in şiiri ile Abdürreşit İbrahim’in kitabı karşılaştırıldığında muhteva benzerliği açıkça görülmektedir. Abdürreşit İbrahim’in kitabı, Sibirya’dan başlayıp Moğolistan, Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Hindistan, Hicaz ve Ortadoğu üzerinden İstanbul’da tamamladığı yaklaşık üç yıl süren seyahatinin izlenimlerinden oluşmaktadır. Söz konusu seyyahla yakın dostluğu bulunduğunu bildiğimiz Mehmet Akif'in şiiri yaklaşık olarak aynı coğrafyayı içine alır. Safahat’ın birinci kitabında İstanbul özelinde tasvir ettiği perişanlık manzaralarını ve ıstırap hikâyelerini bu eserinde bütün İslâm dünyasının ortak problemi olarak ortaya koyar. Ona göre, İslâmiyet’in uyulmasını ve uygulanmasını istediği ilkelerin terk edilmiş olması Müslümanları karanlığa, cehalete, fakirliğe ve sonunda sömürge olmaya itmiştir. Bundan kurtulmanın yolu, İslâmiyet’i hurafelerden arındırarak Asr-ı Saadet’teki saflığına kavuşturmak ve çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir yorumunu yapmaktır. Bu da ancak cehaletten kurtulmak ve çağın bilgisiyle donanmakla mümkün olabilecektir.
Mehmet Akif, Hakkın Sesleri adlı üçüncü şiir kitabında bazı Kur'an ayetlerini şiirin imkânlarıyla serbest şekilde yorumlamıştır. Şair bu ayetleri bir çıkış noktası olarak almış ve bunun ilhamıyla mevcut toplumsal-siyasal meselelerle ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirmiştir. Bu kitaptaki şiirler Balkan Savaşı sırasında yazıldıkları için hepsinde doğrudan ya da dolaylı olarak bu savaşın doğurduğu felâket ve acılar işlenmiş, başka bir deyişle şair bu acıları dile getirmeye vesile olacak ayetleri seçmiştir. Bu şiirlerle Mehmet Akif, toplum meseleleri karşısındaki duyarlılığını bir kez daha göstermiş, “son felâket” olarak nitelediği Balkan Savaşı'nın millet üzerindeki tahribatını tasvir ederek en azından bu felaketlerden ders alınması için aynı hataların tekrarlanmaması yolunda uyarılarda bulunmuştur. Bu tarihlerde Müslüman Türk toplumunda yaşanan bozgun psikolojisinin halkın değerlerini ve duyarlılığını paylaşan biri tarafından dile getirilmiş olması dolayısıyla Akif’in bu kitabı önemlidir. Mehmet Akif’in şiiri hayatla iç içedir, gündemi halkın gündemidir. Hakkın Sesleri onun bu tarafının daha belirgin şekilde göründüğü eserlerindendir. Bu kitaptaki şiirlerde Mehmet Akif, hem sorumsuz ve beceriksiz yöneticilere, hem halka önderlik yapamayan, daha doğrusu onu yanlış yönlere sevk eden aydınlara ve hem de yaşadığı bütün zilletlere rağmen vurdumduymazlığa devam eden halka karşı büyük bir isyan halindedir. Gerçi hemen her şiirin sonunda Allah’a yönelir ve bir kurtuluşun gerçekleşeceğine dair umudunu ve inancını dile getirir, fakat bu inanç daha sonra özellikle Çanakkale Savaşları sırasında yazdığı Asım’daki kadar kuvvetli değildir. Bu kitaptaki şiirleri daha çok Mehmet Akif’in umutsuzluğu ve “isyan”ı olarak okumak gerekir.
Fatih Kürsüsünde, Mehmet Akif’in ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde gibi uzun soluklu tek bir manzumeden meydana gelmektedir. Yine Süleymaniye Kürsüsünde olduğu gibi bu da -bu kez Fatih Camii’nde verilen- bir vaaz olarak tasarlanmıştır. İki bölümden meydana gelen eserin ilk bölümünde birbiriyle arkadaş olan, fakat milletin geçmişi, bugünü ve geleceği konusunda farklı düşünce ve beklentileri bulunan iki kişinin konuşmalarına yer verilmiştir ve bu bölümde daha çok çatışma egemendir. Bu bir bakıma toplumda caminin dışındaki bölünmüşlüğü yansıtır. İkinci bölüm vaazdan meydana gelir; sahne camidir ve “cami”nin “toplayan, bir araya getiren” anlamlarına uygun olarak birbirinden farklı düşüncelere sahip bu iki kişi burada bir araya gelir. Ancak vaaz, söz konusu bölünmüşlüğün sadece bu iki arkadaşla sınırlı olmadığını, milleti oluşturan unsurlar -aydınlar, gençler, din adamları vb.- arasında da derin görüş ayrılıklarının bulunduğunu ortaya koyan tespitlerle doludur. Akif’in bu şiirde amacı, Süleymaniye Kürsüsünde de olduğu gibi bir din adamı aracılığıyla topluma doğru yolu göstermek ve onu parçalanmışlıktan kurtarmaya çalışmaktır. Fatih Kürsüsünde, bir bakıma Mehmet Akif’in ilk kitabı Safahat’ta yer alan "İnsan" şiirinde çerçevesini çizdiği ve “Durmayalım”, “Geçinme Belâsı” ve “Azim” şiirlerinde birtakım örnek yaşantılarla açıkladığı irade felsefesinin geniş plânda uygulamasıdır. Bu eserin İkinci Meşrutiyet döneminin fikir akımlarından İslamcılık ideolojisi bağlamında da önemli bir yeri vardır. Bu dönemde, özellikle de bu eserin yazıldığı 1914 yılında, fikir hayatımızda İslamcılık ile Türkçülük ideolojileri çatışma halindedir. Her ne kadar Türkçülerin çoğu İslâmî değerleri dışlamıyor ve İslâmcı aydınların büyük bir kısmı da Türklüğe ait değerlere sırt çevirmiyor olsa da, devlet yönetiminin dayandığı ilkelerin kaynağı olma iddiası taşımaları dolayısıyla bu iki fikir akımı rekabet halindedir. Bu eserde Mehmet Akif’i İslâmcılık ideolojisinin tezlerinin savunucusu olarak görürüz. Bu bakış açısıyla yapılan -Süleymaniye Kürsüsünde ve Hakkın Sesleri’ndeki bazı şiirlerde de gördüğümüz- ırkçılık eleştirisi bu eserinde de “İslâm milleti” fikrinin dağılmasına duyulan tepkinin bir ifadesi olarak önemli bir yer tutar. Balkan Savaşı’nda yaşanan acıların kaynağı olarak gördüğü ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına yol açtığını düşündüğü Türkçülük ideolojisini Akif, aynı yıllarda Sırat-ı Müstakim’de çıkan vaaz ve tefsir yazılarında da şiddetle eleştirmiştir. Henüz Birinci Dünya Savaşı’nın doğuracağı sonuçlar ortaya çıkmamıştır; Arap dünyasının büyük bir kısmı hâlâ Osmanlı Devleti’nin elindedir, dolayısıyla her türlü milliyetçilik, Müslüman oldukları hâlde Osmanlı Devleti’ne isyan eden Arnavutlar gibi, Arapların da Osmanlı’dan uzaklaşmasına sebep olabilecektir. Ancak Akif’in ve diğer İslâmcı aydınların bütün uyarı ve telkinlerine rağmen başlamış olan süreç tamamlanmış; Araplar, Birinci Dünya Savaşı içerisinde Osmanlı Devleti’ne başkaldırmış ve Milli Mücadele yıllarına gelindiğinde Türk aydınları için Türk milliyetçiliğinden başka bir seçenek kalmamıştır. Nitekim bu yıllarda yazdığı şiirlerde Mehmet Akif de “millet” kavramını bütün Müslümanları değil Türkleri içine alan bir kavram olarak kullanacak, hatta İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi “kahraman ırk"ından söz edecektir.
Mehmet Akif’in beşinci şiir kitabı Hatıralar'da toplam on adet şiir bulunmaktadır. Bunlardan dördü birer ayetin, ikisi ise birer hadisin yorumlandığı şiirlerdir ve bu yönüyle Hakkın Sesleri’ndeki şiirleri hatırlatırlar. Uzun soluklu ve hacim bakımından kitabın dörtte üçünden fazlasını oluşturan üç şiir, “El Uksur’da”, “Berlin Hatıraları” ve “Necid Çöllerinden Medineye”, şairin seyahat izlenimlerini yansıtan manzumelerdir. Bu kitaptaki şiirler, Balkan Savaşlarında yaşanan bozgun ve ardından gelen felâketlerin acılarıyla, buna sebep olanlara duyulan öfkenin dile getirilmiş olması bakımından birbirlerine benzerler. Bu kitaptaki şiirlere bakıldığında hemen tamamına umutsuz ve karamsar bir ruh halinin egemen olduğu görülür. Bunun sebebi bu şiirlerin yazıldığı dönemde yaşananlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı için bir yıkımla sonuçlanan boğucu havasında yazılan bu şiirlerde Mehmet Akif bile kendisini umutsuzluğa kapılmaktan koruyamamıştır. Mehmet Akif’e göre bütün bu hezimetlerin sebebi, Müslümanların İslâm’ın temel prensiplerinden uzaklaşmış olmalarıdır. Bu temel prensiplerin başında da çalışmak gelmektedir. Onun, Osmanlı Devleti’nin birçok cephede birden savaştığı bir dönemde bile “cihad”ı değil, İslâmiyet’in ahlâkî boyutunu öne çıkarması üzerinde düşünmek gerekir. “Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir” hadis-i şerifini bir şiirine başlık yapmış olması da bu bakımdan anlamlıdır. Mehmet Akif’in “İslâm şairi” olduğunu unutmamak, fakat şiirlerinde, Osmanlı Devleti’nin “Cihat Fetvası” çıkardığı bir dönemde bile halkı savaşa değil, bireysel olarak kendini yetiştirmeye ve iyi ve ahlâklı insan olmaya teşvik ettiğini dikkate almak gerekir. Bu kitaptaki şiirlerinde Mehmet Akif, bu teşviki, olumsuzluk ve çarpıklıkları, ahlâksızlıkları öne çıkararak halkı uyarmak suretiyle yapmıştır.
Mehmet Akif’in şiir kitaplarının altıncısı olan Asım, eleştirmenlerce onun sanatının zirvesi olarak kabul edilmiştir. Onun ilk kitabı Safahat’tan itibaren örneklerini verdiği “manzum hikâye” tarzının en yetkin örneğidir. Asım, bir tiyatro eseri gibi düzenlenmiş çok sesli bir metindir. Bu sesler Mehmet Akif’in zaman zaman kendi içinde bir çatışma da yaşayan ruh hallerinin tezahürüdür. Mehmet Akif’in iki farklı ruh hali arasında yaşanan çatışma Asım’da Köse İmam ve Hocazade’nin şahsında bir nesil çatışması gibi yansıtılmıştır. Köse İmam II. Abdülhamit devri insanının, Hocazade ise büyük mücadeleler sonunda II. Meşrutiyetin ilânını sağlayan ve hürriyeti elde eden yeni neslin temsilcisidir. Esere, Çanakkale şehitlerinin muhteşem destanı ile Asım’ın niteliklerinin anlatıldığı son bölümü dışında, karamsarlık ve umutsuzluğun egemen olduğunu belirtmek gerekir. Bu umutsuzluk, Köse İmam ve Hocazade'nin ülkenin geleceğini Asım’a emanet etme konusunda birleşmelerine yol açar. Özellikle Hocazade’nin Asım’a dair anlattıkları Hocazade’den daha karamsar olan Köse İmam’ı da Asım’ın nesli konusunda umutlandırmış gibidir. Eserin sonuna doğru Köse İmam ayrılır, sahneye Asım çıkar. Kendi neslinin hatalarını kabul eden, ama bunlardan ders çıkarmak gerektiğinin de bilincinde olan Hocazade’nin, Asım’a, Almanya’da yarım bıraktığı tahsilini tamamlaması yönündeki telkini veya nasihati ve Asım'ın hem kendisi hem arkadaşları adına bunu kabul etmesi ile eser sona erer. Artık ülkenin geleceğinin Asım’ın nesli ile aydınlığa kavuşacağına kuşku kalmamıştır. Köse İmam’ın hem kendi neslinden hem de Hocazade’nin temsil ettiği Meşrutiyet neslinden herhangi bir umudunun kalmadığını ortaya koyan, “Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?” sorusuna Hocazade’nin verdiği “Asım’ın nesli Hocam!” cevabıyla eserde varlığı öne çıkarılan Asım, Mehmet Akif’in tasarladığı, Meşrutiyet’ten sonra millet hayatına yeni bir yön verecek olan Türk gençliğinin temsilcisidir. Asım’ın, Mehmet Akif’in şiir dilinin ulaştığı olgunluğu göstermek bakımından da önemli bir eser olduğunu belirtmek gerekir. Bu eseri Mehmet Akif’in sanatının zirvesi sayabiliriz. Çünkü Asım'dan sonra yayımlanan Gölgeler’de yer alan ve şairin Mısır hayatında yaşadığı olumsuzlukların izlerini taşıyan şiirlerin çoğu, Asım’daki dil mükemmelliği ve kompozisyon bütünlüğünden uzaktır. Asım’da Mehmet Akif, Meşrutiyet dönemine kadar kaleme aldığı fakat Safahat’a dâhil etmediği şiirleriyle başlayan ve Meşrutiyet döneminde belli bir olgunluğa ulaşan şahsî üslûbunun en mükemmel örneğini vermiştir. Asım, sadece Mehmet Akif’in değil, Türk edebiyatının da zirve eserlerindendir.
Mehmet Akif’in yedinci ve son şiir kitabı Gölgeler, 1933 yılında Mısır’da basılmıştır. Bu kitapta yer alan şiirlerin birçoğunun anlaşılabilmesi onun Mısır hayatına dair bazı ayrıntıların bilinmesiyle mümkündür. Mehmet Akif, Mısır’da Kahire yakınlarındaki küçük bir yerleşim birimi olan Hilvan’da yaşamıştır. Bu yıllarda Kahire’deki Camiatü’l-Mısriyye adlı eğitim kurumunda Türk edebiyatı dersleri vermesinin dışında en önemli uğraşının İstanbul’da iken üzerine aldığı Kur’an tercümesi olduğu bilinmektedir. Bu yıllarda İstanbul’daki dost ve akrabalarına yazdığı mektuplardan, üzerine aldığı bu tercüme işinin Mehmet Akif’i çok yorduğu ve şiir faaliyetini de büyük ölçüde sekteye uğrattığı anlaşılmaktadır. Şiir kitaplarına aldığı ilk şiirlerini 1908 yılından itibaren yayımlayan Mehmet Akif’in ölümüne kadar süren yirmi sekiz yıllık şiir hayatı vardır ve bu sürenin yaklaşık on yılı Mısır’da geçmiştir. Bu on yılda ancak Gölgeler’deki şiirlerin bir kısmı yazılmıştır. On sekiz yıldaki altı şiir kitabına karşılık on yılın verimi bir kitabı bile doldurmamaktadır. Şairin kendisi bu verimsizliği, Kur‘an tercümesi üzerinde çalışması ve çocuklarıyla ilgili bazı problemler sebebiyle şiire zaman ayıramamasıyla açıklar. Nitekim bu yıllarda yazdığı mektupların birçoğunda bu durumdan şikâyet eder. Bu sebeplere sağlığının gittikçe bozulmasını da eklemek gerekir. Bütün bunlar, onun bu dönemde hem çok az şiir yazmasına sebep olmuş hem de bu şiirlere karamsar bir havanın egemen olmasına yol açmıştır. Bu dönemde yazdığı şiirlerin -birbirinin devamı, dolayısıyla aslında tek bir şiir sayılabilecek olan “Gece”, “Hicran” ve “Secde” ile “Firavun ile Yüz Yüze” ve “Sanatkâr” dışında- Mehmet Akif’in Asım’la gelmiş olduğu noktayı temsil etmekten çok uzak olduklarını belirtmek gerekir. Bu kitapta yer alan, fakat Mısır’a gitmeden önce yazılmış şiirleri bu hükmün dışında tutmak gerekir. “Bülbül”, “Leylâ”, “Yeis Yok” gibi Mısır’a gitmeden önce yazdığı lirizmi yüksek şiirlere karşılık, Mısır’a gittikten sonraki yıllarda yazdığı şiirlerin birçoğu birtakım tebrik manzumeleri veya resim arkasına yazılmış kıtalardır. “Hüsam Efendi Hoca”, “Ne Eser ne de Semer”, “Said Paşa İmamı” gibi şiirler ise edebî bir değer taşımayan sıradan manzumelerdir.
Mehmet Akif, yaklaşık yirmi beş otuz yılda kaleme aldığı şiirlerini bir araya getirdiği yedi şiir kitabıyla Türk edebiyatında önemli bir boşluğu doldurmuştur. O kalemini millet ve memleket meselelerine hasretmiş bir sanatkârdır. Şiirleriyle daha çok içinde yaşadığı toplumun acılarını terennüm etmiş, fakat aynı zamanda bu acıların sona ermesi için çözüm önerileri de sunmuş duyarlı ve vicdanlı bir aydındır. Bu duyarlığı ve vicdanıyla çağına ayna tutarken, genellikle bir klişe hâlinde söylenenin aksine, sanat ve estetikten ödün vermemiştir; şiir kitapları dikkatle incelendiğinde onun bütün şiirleri üzerinde titiz bir işçilikle çalıştığı, dilin ifade imkânlarından sonuna kadar yararlandığı ve Türkçeyi her türlü duygu ve düşünceyi ifade edebilecek bir şiir dili olarak kullandığı görülecektir.
Kaynakça
Bilgegil, Kaya (1971). “Mehmet Akif, Resmi Hâl Tercümesi, Basılmamış Bazı Mektup ve Manzumeleri”. Atatürk Ü. Ed. Fak. Araştırma Dergisi. S. 3. Erzurum: 1-33.
Cenap Şahabettin (1924). “Safahat Mübdii”, Servet-i Fünûn. nr. 5-1479. İstanbul: 66.
Çantay, Hasan Basri (1966). Akifnâme, İstanbul: Ahmet Sait Matbaası.
Düzdağ, Mehmet Ertuğrul 1987). Mehmet Akif Hakkında Araştırmalar, İstanbul: Marmara Üniversitesi Mehmet Akif Araştırmaları Merkezi.
Ersoy, Mehmet Akif (2009), Safahat. Eski ve Yeni Harflerle Karşılaştırmalı Neşir ve Safahat Dışında Kalmış Şiirler. Hzl. M. Ertuğrul Düzdağ. İstanbul: İz Yayıncılık.
Eşref Edib (2010). Mehmed Âkif - Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları. Hzl. Fahrettin Gün. İstanbul: Beyan Yayınları.
Gökçek, Fazıl (2005). Mehmet Akif'in Şiir Dünyası. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Gökçek, Fazıl (2013). Bir medeniyetin Şairi Mehmet Âkif. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Kuntay, Mithat Cemal (1986). Mehmet Akif. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Okay, Orhan (1990). "Türk Şiirinde İçtimai Meseleler". Sanat ve Edebiyat Yazıları. İstanbul: Dergâh Yayınları. 54-70.
Okay, Orhan (1989). Mehmet Akif - Bir Karakter Heykelinin Anatomisi. Ankara: Akçağ Yayınları.
Süleyman Nazif (1991). Mehmed Âkif. Hzl. M. Ertuğrul Düzdağ. İstanbul: İz Yayıncılık.
Eserleri
Adı | Yayınevi | Yayın Yeri | Basım Yılı | Sayfa Sayısı | Eser Dili | Eser Türü | Eser Not |
---|---|---|---|---|---|---|---|
Safahât | Sırat-ı Müstakim Matbaası | İstanbul | 1911 | 171 | Şiir | ||
Süleymaniye Kürsüsünde | Sebilürreşat Kütüphanesi Neşriyatı | İstanbul | 1912 | 61 | Şiir | ||
Mevaiz-i Diniye (İttihat Yaşatır, Yükseltir; Tefrika Yakar, Öldürür) | Matbaa-i Amire | İstanbul | 1912 | ? | Diğer | ||
Hakkın Sesleri | Sebilürreşat Kütüphanesi Neşriyatı | İstanbul | 1913 | 64 | Şiir | ||
Fatih Kürsüsünde | Sebilürreşat Kütüphanesi Neşriyatı | İstanbul | 1914 | 102 | Şiir | ||
Hatıralar | Necm-i İstikbal Matbaası | İstanbul | 1917 | 78 | Şiir | ||
İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler | Ali Şükrü Matbaası | Ankara | 1923 | 68 | Çeviri | Abdülaziz Caviş'ten tercüme | |
Hanotaux'nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh'un İslâm'ı Müdafaası | Sebilürreşat Kütüphanesi Neşriyatı | İstanbul | 1913 | 80 | Çeviri | ||
Anglikan Kilisesine Cevap | Evkaf-ı İslamiye Matbaası | İstanbul | 1924 | 290 | Çeviri | Abdülaziz Caviş'ten tercüme. | |
Asım | Sebilürreşat Kütüphanesi Neşriyatı | İstanbul | 1924 | 132 | Şiir | ||
Gölgeler | Matbaatü'ş-şebab | Mısır | 1934 | 96 | Şiir |
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: Fazıl GökçekYayın Tarihi: 03/01/2018
Kaynak: https://twitter.com/AhmetYeseviUni/status/1075741565186990085
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder