İbrahim Kiras
ibrahimkiras@karar.com
29.12.2018 Cumartesi
Zaman zaman aydınlarımız
arasında tartışma konusu olan bir mesele bu. Bir yanda dilimizin veya
kültürümüzün -yani dünyayı anlama ve anlamlandırma tarzımızın ve araçlarımızın-
felsefe yapmaya müsait olmadığını düşünenler var. Diğer yanda ise aslında bizim
kendimize özgü bir felsefe dünyamızın mevcut olduğunu, mesela şiir ve tasavvufi
dünya görüşü zemininde üretilmiş felsefi açıklama modellerine sahip olduğumuzu
ileri sürenler. İşte bu iki grup arasında süregelen tartışmadan bahsediyorum.
Bana soracak olursanız, tarihte
ve bugünkü dünyada hemen hemen müşterek ve standart sayılabilecek bir tanımı
olan “felsefe”, genel anlamda Türk kültür çevresi içinde veya Türkçede
örneklerini gördüğümüz kültürel üretim çeşitlerinden biri sayılmaz. Çok değerli
felsefecilerimiz var tabii. Bize filozofça düşünmenin inceliklerini, felsefenin
ne işe yaradığını öğreten hocalarımıza haksızlık etmeyelim. Gelgelelim kendine
ait bir felsefi sistem kurmuş yani insanlığın binlerce yıldır üzerinde kafa
yorduğu hususlara ilişkin bir açıklama modeli üretmiş veya birtakım eski veya
yeni felsefi problemlere ilişkin özgün bir çözüm önerisi getirmiş filozofumuz
yok bildiğim kadarıyla. En azından çok uzunca bir süredir yok.
Peki neden yok? Bence ihtiyaç
duyulmadığından. Meselenin bam teli burası. Felsefe tıpkı bilim gibi problem çözme
yolu. Problem algımızın harekete geçirdiği bir zihinsel refleks var temelinde.
Yani çözülmesi gereken entelektüel bir problemle karşılaştığımızda yardıma
çağırdığımız bir araç.
Peki, neden ihtiyaç duymuyoruz
felsefeye? Çözümünü aradığımız problemlerimiz mi yok? Benim bu soruya cevabım
hem evet hem hayır şeklinde. Felsefeye değil felsefe yapmaya ihtiyaç
duymuyoruz. Felsefeyi hazır alıyoruz. Bir çeşit pragmatizm. Tarih boyunca da
farklı kültürlerle alışverişimiz çoğunlukla kendimizin dışındaki bir kültürel
çevrede üretilmiş olan “hazır” bir açıklama modelini olduğu gibi benimseme
şeklinde gerçekleşmiştir. (İslami devirdeki üretkenliğimiz de çok kısa sürmüş.)
Modern zamanlardaki Batılılaşma serüvenimizin karakteri de farklı değil.
Felsefede de bunu yapıyoruz ama taşıma suyla özgün bir felsefe olmuyor.
Belki de şöyle söylemek lazım:
Felsefecimiz var, filozofumuz yok. “Felsefeci” ve “filozof” ayrımı bildiğim
kadarıyla Türkçeye özgü. Batı dillerinde felsefeyle uğraşanları bu şekilde iki
farklı kategoride konumlandırma tutumu görülmüyor. Bizim dilimiz (yani
anlayışımız) nasıl ki amca ile dayıyı, teyze ile halayı ayırıyorsa, felsefe
yapanla felsefe öğreteni de ayırıyor. Demek ki bizim felsefeyle ilişkimizin
özgün doğasının ürettiği bir problem sözkonusu burada. İhtiyaç kavramını da bu
çerçevede yorumlamak durumundayız.
***
Ne var ki meselenin izahına bu
da yeterli değil… Daha doğrusu, hazırcılığımızın sebebini de bulmak zorundayız.
Çünkü bu da nihayetinde kültürel bir problem. Genetik değil. İşin aslı şu ki
bir toplumun entelektüel verimliliği içinde yer aldığı kültürel çevrenin veya
mensubu olduğu medeniyetin dinamizmine bağlıdır. Medeniyetlerin de her fani
varlık gibi ömürlerinin vadesi var. Bir medeniyet kendi kaynaklarını tüketip
artık enerjisini ve üretkenliğini kaybettiğinde doğal olarak entelektüel
kabiliyetlerini ve sorun çözme imkanlarını de kaybetmiş demektir.
Bu çerçevede 12-13. asırlar
civarında yaşanan bir “kırılma anı” sözkonusu… Aşağı yukarı yedi sekiz asır
boyunca büyük Akdeniz havzasının dominant uygarlığının temsilcileri olan
Müslüman toplulukların -dışarıdan Moğol ve Haçlı seferleri, içeriden ise kendi
uygarlık içi sorunlarının etkisiyle- son zamanlarda siyasi, askeri ve iktisadi
güçleri bir çözülüş içine girmişken aynı esnada Akdeniz’in batı ucunda ise
asırlardır ölü gibi sessiz, kımıltısız ve iddiasız bir şekilde sonradan Orta
Çağ adı verilecek tarih dilimini yaşamakta olan Batı Avrupa Hıristiyanları bir
silkiniş içine giriyorlardı. Sonraki süreci biliyoruz… Avrupa’nın batısından
başlamak üzere önce ticaretin canlanması, sonra burjuva sınıfının ve kapitalist
sosyoekonomi modelinin oluşması, kilisenin tasfiyesi, rasyonel-bilimsel
zihniyetin egemen hale gelişi ve bilimsel gelişmeler, sanayi inkılabı vs…
***
Özel olarak felsefe bağlamında
bu sürece bakarsak, öncelikle ortaçağdaki Avrupa felsefesinin çok özgün bir
karakter taşıdığını söyleyemeyiz. 5. asrın bilgesi Augustinus’dan sonra özgün
yaklaşımları olan yeni bir filozof neslinin gelmesi için 13. asra kadar
beklemek gerekecektir. Aslına bakarsanız, bu devirde bile özgünlük Avrupa
Hristiyan felsefesinin belirgin bir özelliği sayılmazdı. Ancak felsefe eskisine
göre daha fazla ciddiye alınmaya veya önemsenmeye başlamış, çünkü özellikle
ticaretteki canlanma ve Haçlı seferleri dolayısıyla İslam dünyasıyla daha
yakından ilişkiler kurulmuş ve Hristiyan dogmalarının akla uygunluğunu gösterme
ihtiyacına cevap verecek araç olarak felsefeye rağbet artmıştı.
Avrupa artık yavaş yavaş
değişmeye başlamış olan dünyaya (kendi dünyasına) ayak uydurma peşindeydi. İlk
başlarda eski Helenistik ekollerin ve bilhassa Aristoteles’in yöntemlerini
izleyip fikirlerini yeniden yorumlayarak o günün entelektüel problemlerine
çözüm öneren başta İbn Rüşd olmak üzere Müslüman filozofların eserleri yol
gösterici olarak kabul görüyordu. Bilahare yeni sorular yeni cevapları gerekli
hale getirince özgün filozoflar ve düşünce ekolleri bir bir ortaya çıkmaya
başladı. Günümüzde bile devam eden bir akış bu.
***
Buna mukabil, bir yanda Haçlı
Seferleri’nin diğer yanda Moğol istilasının yıkıcı etkilerine maruz kalan İslam
dünyasında ekonomik ve sosyal düzende yaşanan sarsılma sonrasında başlayan içe
kapanmaya birlikte giderek rasyonel/bilimsel zihniyetten uzaklaşma yönünde bir
eğilim yaygınlık kazandı. Netice itibarıyla bugün bizim bir felsefemiz yok.
Ancak özel olarak baştaki soru çerçevesinde Türk kültürünün veya İslam dünya
görüşünün felsefi düşünmeye yatkın olmadığı iddiasının da hiçbir dayanağı yok.
İslam toplumlarında felsefe çalışmalarının ilk olarak Yunan felsefesinden
hareketle ve adaptasyon/çeviri yoluyla başladığı doğru ama giderek özgün
karakterli ve sistemli bir felsefe geleneğinin oluştuğu da doğru.
Mesela, düşünce tarihinin kadim
problemlerine yönelik “sistemli” çözüm önerileri bilhassa -yukarıda
zikrettiğimiz üzere- Ortaçağ Avrupa felsefesi üzerinde derin etkiler uyandırmış
olan İbn Rüşd hiç şüphesiz İslami dünya görüşünün şekillendirdiği bir kültür
ortamında eser vermiştir. Farabi ve İbn Sina için de aynı durum geçerli.
(Meşşai, yani Aristocu gelenek haricinde özellikle Şii İslam anlayışının hâkim
olduğu çevrelerde ve tasavvuf ekolleri arasında geliştiğini gördüğümüz Yeni
Eflatuncu öğretilerden etkilenmiş olan İşraki gelenek de son tahlilde İslam
kültür ortamının ürettiği felsefe yollarından biri.) Burada üzerinde durulması
gereken problem bu geleneğin neden devam etmemiş/ettirilmemiş olduğu konusudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder