Batı'nın söyleyecek bir sözü varsa bizim de var
Kimlikleri tamamen eritmek veya ortadan kaldırmak mümkün değil.
Meryem İlayda AtlasSAYI:29 / Kasım 2016
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın ile yeni kitabı Ben, Öteki ve Ötesi hakkında konuştuk. Kitapta ele alınan meseleler v e ele alınma biçimlerinin önümüze y eni çerçeveler açacağı kesin. İbrahim Kalın kitabının bütününde İslam'a ait meselelerde Batı'nın oynadığı rolün altını çizerken İslam dünyasına dair bir özeleştiri de yapıyor.
Hocam, ilk sorumu Batı'nın yansıması ile kurgulanmış 'biz' ve 'öteki' kavramı üzerinden sormak istiyorum. 'Öteki' olduğumuz mutlak Batı anlayışını nasıl inşa ettik? Batı'ya dair eleştirilerimizle beraber kendimiz bu kurgudan nasıl kurtulabiliriz?
Bugün İslam dünyasının Batı'yı homojen, statik, değişmeyen ve yekpare bir şey olarak görmesi haklı bir eleştiridir. Zira 200 yıllık oryantalist literatürün rafine edip ürettiği İslam anlayışına bir eleştiridir bu. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren İslam'ı 'öteki' olarak görme tavrı Batı'da hep vardı. Lakin bu irtibat her zaman böyle değildi. Bunun öncesi de var kitapta, onu da anlatıyorum. Modern dönemde İslam coğrafyası emperyalizm gerçeği ile yüzleşti. Hatırlayalım, 19'uncu yüzyılın ilk yarısında İslam dünyasının neredeyse yüzde 80'i fiilen Batılı devletlerin işgali altındaydı. Emperyalizmin ve sömürgecinin mirası o manada tabii ki modern İslam toplumlarının düşünme biçimlerini, başka toplumlarla ilişki biçimlerini çok derinden etkiledi. Maalesef bugün de Ortadoğu'da sömürge siyaseti ortadan kalmış değil. Şimdi bütün bunlar birer hakikat ama bizler, bu hale rağmen Batı'nın İslam'ı 'öteki' olarak görme gayretine neden esir olalım? Asıl mesele burada. Tersinden baktığımızda da, Batı'yı ötekileştirerek kendimize bir kimlik inşa etmeye çalışmak, yani tersinden bir oryantalizm yapmak da başka bir hata... İslam'ı kendi başına var olan bir özne değil de başkasının yansıması, karşıtı, ötekisi olarak kurguladığımızda aslında ötekine bağımlı bir kalıba sokmuşuz demektir.
Ve aslında ne yaparsak yapalım hep o büyük ötekinin kontrolü altında bırakmış oluruz...
Evet, o öteki algısına ve onun tavrına göre sizin 'ben' algınız, 'ben' tasavvurunuz daralır veya genişler. Bir kere bu tuzaktan kurtulmak lazım. İkincisi, şüphesiz İslam dünyasının bugün karşı karşıya kaldığı sorunların önemli bir kısmı uluslararası sistem ve küresel düzenin adaletsizlikleriyle, dış müdahalelerle doğrudan ilgilidir. Fakat her meseleyi sadece dışarının müdahaleleri sonucu ortaya çıkan bir problem olarak görmek de bizi zihni tembelliğe sevk eder. Bundan da kurtulmamız lazım. Çünkü o harici etkenler hiçbir zaman ortadan kalkmayacak. Önemli olan onlara karşı mukavemet gösterecek sağlam bünyeyi inşa etmektir. Bunun için de bizim kendi geleneğimizle sağlam bir şekilde irtibatta olmamız gerek. Bu söylediğim, geleneği; ölü, statik, nostaljik bir şekilde ele almak değil. Gelenek, yaşıyorsa zaten gelenektir. Adı üstünde 'gelene-ek'. Sürekli bir şeyler eklenirse o bir gelenek haline gelir. Bir şey eklenmiyorsa, yaşayan bir organizma halinde devam etmiyorsa o gelenek bir süre sonra hayatiyetini yitirmeye başar ve bize bir şey söylemez. Şimdi bizlerin tarihi ve yatay manada dayandığımız çok önemli ve çok yönlü bir geleneğimizin olduğunu idrak etmemiz lazım. Dikey manada ise bir merkezimizin olması ve -Hz. Mevlana'nın metaforuyla söyleyecek olursak- pergelin ucunu nereye batıracağımızı da doğru tespit etmemiz gerekir. O merkezi doğru tespit ettiğimiz zaman 72 âlemi çok rahatlıkla gezeriz. Ben, Akıl ve Erdem kitabımda da bu mevzuyu açmaya çalışmıştım. Bir tarafta sağlam köklere sahip olmak ama öbür tarafta dünyaya açık ufuk perspektiften bakmak gerek. Bunu yaparken bir köke, bir merkeze de dayanmamız lazım. İslam-Batı ilişkilerine baktığımızda biz ya Batı'yı ret adına tersinden bir oryantalizm tuzağına düşüyoruz, ya da 'Batı diye bir gerçek var, artık bunu aşamayız, tarihin sonu' deyip Batılılaşma kolaycılığına kapılıyoruz. Bu iki ifrat ve tefritten kurtulmak lazım.
Aslında her zaman umutsuzluktan Batılılaşmayı tercih ediyor değiliz. Kimlikler ve hayat tarzları gittikçe birbirine benziyor ve buna direnen herkes için bir kimlik sorunu oluşuyor…
Kimlikleri tamamen eritmek veya ortadan kaldırmak mümkün değil. Küreselleşen dünyada bile kimlikler ve aidiyet duygusu çok etkili, henüz ortadan kalkmış değil. Tam tersine küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık insanın aidiyet duygusunu daha da güçlendirdi. İnsanlar tarihlerini, ait oldukları kültür ve medeniyetleri yeniden keşfediyorlar. Neden? Çünkü iki şey var orada; birincisi küreselleşmeyle dayatılan belli bir kültür ve o kültürün estetik formlarına karşı oluşmuş bir direnç; ikincisi de aslında bizim yaşadığımız çağın giderek sanallaşan, gerçeklikten uzaklaşan yapısıyla otantik olana ilgiyi daha da arttırması. Umberto Eco'nun 'hiper-realite' dediği bir çağda yaşıyoruz. Hakikatin gerçeği değil taklidi daha muteber, gerçeğin kendisi değil taklidi daha cazip. Hatta öyle ki artık gerçeği bir kenara bırakıp taklidiyle iş yapmaya ve taklidine inanmaya çalışıyoruz. Her şeyin bu kadar plastik ve yapay bir hale geldiği bu ortamda insanlar haliyle otantik olanın peşine düşüyorlar. Onu da kendi kültüründe, kendi tarihinde kendi 'ben' tasavvurunda arıyorlar.
Kitapta Batı ve İslam arasında sürekli kötü bir etkileşimin olmadığının altını çizerek, İslam dünyasının Batı'yı post-kolonyal bir süzgeçten geçirmesinin ve eleştirmesinin kendi gerçek sorunlarını ötelemesine sebep olmaması gerektiğini söylüyorsunuz. Ötelediğimiz gerçek sorunlarımız neler?
Bugün İslam dünyasının bütün bu karmaşa içerisinde bir özne olma sorunu var. Yani kendi eyleminin aktörü, dünyaya söyleyecek sözü olan bir özne olma duygusunu yeniden kazanması gerekiyor. Ayrıca sömürgecilik mirası ve bugün küresel sistemden kaynaklanan sorunlar gibi sebepler var. Ama bir de İslam dünyasının kendi içinde yaşadığı dönüşüm var. Moderniteyle/ Batıyla ilişki biçiminde yaşanan çarpıklıkların, kopuklukların yarattığı pek çok zihni engel var. Bunlar tabii ki bizim kendi asıl meselelerimizi tespit etmede ve çözüm üretmede işimizi zorlaştırıyor. Bir diğer mesele de; kendi içimizde birlik duygunu nasıl tesis edeceğimiz konusunda da zihinlerimizin net olmaması. Bugün İslam dünyasını kasıp kavuran problemlerden birisi, mezhep gerginlikleri. Şii Sünni'yi, Sünni Şii'yi sadece mezhep aidiyetinden dolayı öldürüyor, ötekileştiriyor. Bu dışarıdan körüklendiği kadar, aynı zamanda kendi içimizdeki sorunlarımızdan da bir tanesidir. Bizler bugün İbni Arabi'nin 'kesrette vahdet' perspektifini yakalamakta zorlanıyoruz. Çünkü çokluk içinde birlik perspektifini yakalamak belli bir derinlik ve kucaklayıcılık gerektiriyor, hatta kucaklayıcı kelimesi zayıf kalıyor. Bu kucaklama meselesini sâfi bir liberalizm anlamında söylemiyorum. Yani 'hepimiz aynıyız, ne fark eder, her şey çok güzel' tarzda bir liberal ütopyadan bahsetmiyorum.
Müsaadenizle, kitapta kimliklere bu tarz yaklaşan evrensel liberalizme de ciddi eleştiriler olduğunu hatırlatmak isterim.
Var tabii. Çünkü bu zihin dünyası gerçekliğin hiç bir parçası ile örtüşmüyor, hakikatle bir alakası yok, bir ütopya, zihni bir kurgu o. Hayatın içinde gerçek insanlar, o insanların kimlikleri, kaygıları, hafızaları, tarihleri var. En başta bunları veri kabul ederek 'biz bu sorunları nasıl çözebiliriz' diye bakmamız lazım. Fakat 'kesrette vahdet' perspektifinin İslam toplumlarının çoğulcu yapısının, medeniyet inşasında çok önemli bir rol oynadığını hep hatırlamak lazım. İslam tarihin en büyük şehirleri aynı zamanda çok çoğulcu ve kozmopolit şehirlerdir. Bunu Sarayevo'dan Semerkant'a, İskenderiye'den İstanbul'a, Buhara'dan Tlemcen'e kadar yayabilirsiniz. Kurtuba'yı, Grenada'yı, İşbiliye'yi yani Endülüs'ü hiç söylemiyorum bile. Evet, bu şehirleri üreten bir felsefe ve bir bakış açısı vardı.
Biz bugün çoğulcu ve kucaklayıcı olmak yerine hükümlerle düşünme ve not verme eğilimindeyiz galiba...
Maalesef, İslam dünyasının modern dönemde içine düştüğü önemli sorunlardan birisi bu. Hayatımızda hikmetten çok hüküm var. Yaptığımız işin hikmetine dair bir zihni ameliyemiz pek yok. Bunu hem fıkhi anlamda söylüyorum hem de yargılamak anlamında. Hâlbuki bizim hüküm vermeden önce bir şeyin hikmetini anlamamız lazım. Bir şeyin hikmetini yani onun nedenini, doğru kavrayabiliyorsak onunla ilgili hükümler de yerli yerine oturuyor. O zaman da fıkhi manada anlamlı hale geliyor. Ama siz hikmeti bir kenara koyup işi sadece kanuna indirgediğinizde mana kayboluyor, suret kalıyor. İste o suret de çatışmaları tetikliyor aslında. İslam dünyasının tekrar kelimenin en geniş manasıyla tevhidi, birleştirici bir bakış açısına ihtiyacı var.
Modernitenin bir ürünü olan ulus devletlerin homojenleştirici ve belirli kalıplara dökmeye yönelik politikaları Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de yaşadığımız sıkıntıların esas sebeplerinden birisi... Modernitenin ürettiği bütün mekanizmalar neden kimlikleri yok etmek ve hepsini kendine benzetmek istiyor?
Bir kere Aydınlanmanın ve Batı modernitesinin çoğulcu olduğu efsanesini önce bir sorgulamamız lazım. Bize hep şöyle anlatıldı: "Batılı zihin, Aydınlanma ile başka dünyalara açıldı. Kilisenin tahakkümünden kurtuldu ve özgürleşti. Akıl ve birey özgürleşince de dünyayı yeniden keşfetti. Dünyanın içindeki farklı renkleri, kimlikleri gördü ve takdir etti." Fakat işin hakikati hiç de öyle değildir! Aydınlanma düşüncesi de aslında çok tek tipçidir. Kendi dünya tasavvurunu yegâne hakikat olarak ortaya koyar. Avrupa emperyalizmi dediğimiz şey de esasen bu söylediklerimizi alıp dünyaya siyasi olarak yayma amaçlı bir projenin adıydı. Peki, günümüzde bu ne kadar değişti? Batı dünyasında Batı modernizmine dair çok ciddi eleştiriler olduğunu biliyoruz. Husserl'den Heideger'e, Foucault'tan Frantz Fanon'a kadar birçok ismi sayabiliriz burada. Fakat modernitenin tek tipçiliğine dair getirilen bu eleştiriler, onun ana kimliğini değiştirmeye yeterli olmadı. Modernite, bugün de hâlâ dünyayı kendi imajı doğrultusunda yaratma güdüsüyle hareket ediyor. Bunu yaparken de tabii ki herkesi kendine benzetmeye çalışıyor. Makbul ve kabul edilebilir olanı ancak kendisine benzediği kadarıyla ciddiye alıyor. Örneğin Batı'da yer alan entegrasyon-asimilasyon tartışmalarında da hep bu var. Modernitenin baskıcı ve tek tipleştirici tarafı aynı 'kapitalizm serbest piyasa ekonomisinden yanadır' söylemine benziyor. Hâlbuki kapitalizm, çok tek tipçi bir yapıya sahiptir. Çünkü her kapitalist piyasada tek silah olmak, bütün piyasaya sahip olmak, tekelleşmek ister. Herkesin kendisi adına taşeron olarak çalışmasını ister. İşte bu yüzden en liberal ekonomilerde dahi devlet devreye girerek 'antitröst yasaları' çıkarmak durumda kalıyor. Çünkü kapitalist sistem güçlendikçe kaçınılmaz olarak tekelleşmeye doğru kayıyor. Çok büyük küresel şirketlerin genel trendi kontrol edilmediği ve bunlara bir sınır konulmadığı zaman ortaya vahşi bir tekelleşme çıkıyor. Aynı şey modernite için de geçerli. Gerekli kontrol mekanizmaları oluşturulmadığı zaman süreç 'tek tipleştirme'ye doğru gidiyor.
Bu kontrol mekanizmaları ne olabilir?
Bir kere meseleyi yapı çözüme tabii tutmak lazım. Avrupa tarihinin belirli bir döneminde, belirli bir coğrafyasında, belirli birtakım şartlara bağlı olarak çıkmış bir bakış açısını evrensel aklın mutlak kuralları olarak empoze etmek, Aydınlanma'nın en kibirli iddialarından bir tanesidir. Öncelikle buna karşı çıkmamız lazım. Aydınlanma dışında İslam toplumlarında, Hint ve Çin medeniyetlerinde geliştirilmiş muazzam felsefi ekoller var. Bunlar da akılla iş tutarak bu sistemleri kurdular fakat farklı bakış açıları geliştirdiler. Evvela bizim bunların değerinin bir farkına varmamız gerekiyor. Modernitenin bugünkü uygulamalarına baktığımız zaman bu daha popüler düzeyde, örneğin kılık-kıyafet gibi, tek tipleştirmelere dönüşüyor. Belli bir Batılı tarzda giyindiğinizde, hafif burjuva bir kimliğe kavuştuğunuzda siz modern dünyada daha makbul hale geliyorsunuz. Hâlbuki bunun da sorgulanması gerekiyor. O yüzden de Avrupa merkezci bakış açısıyla Batılı olmayan toplumlara bakanlar, o toplumlardaki sosyolojik dinamikleri gözden kaçırmış oluyorlar. Birçok Batılı analistin Türkiye ve İslam dünyasına ilişkin değerlendirmelerinin arkasında yatan temel eksiklik buradan kaynaklanıyor.
Bugün Batı'da rağbet gören 'farklılık zenginliktir' söylemi kendi içinde bir kültür hiyerarşisi barındırmıyor mu? Sonuçta makbul bir egemen kültür olarak Batı kültürü için de bir farklılık...
Bir Alman'ın giyinmesi, Portekizlinin yemek yemesi, Türk'ün düğün yapması, Japon'un taziyede bulunması… Bunlar kendi içinde farklılık olarak çok kıymetli şeyler. Mesele, siz bunları, 'şu kültürel form bundan daha makbuldür, daha değerlidir çünkü bunun arkasında şöyle bir rasyonalite var' demeye getirdiğiniz zaman, bir kültürler hiyerarşisi kurmuş olmanız. Bu da ister istemez öbürünü baskılamak, yok saymak anlamına geliyor. Bunun en hafif hali aşağılamak, en ağır hali ise işgal etmek. Hatırlayın 18 ve 19'uncu yüzyılda Avrupa, sömürgeciliğini meşrulaştırmak için ortaya 'medenileştirme' kavramını attı. Özellikle Fransızlar. Rudyard Kipling gibi İngiliz şairleri bunu överek anlattılar. Dünyayı medenileştirmeyi 'beyaz adamın yükü' gibi pazarladılar. Neden peki? Çünkü öbürlerinde hukuk, kültür, sanat, akıl, rasyonalite, verimlilik, üretim, sosyal organizasyon yok diyerek yola çıkıp Afrika'yı Hindistan'ı ve birçok yeri sömürgeleştirdiler. Kendilerince güya oralarda yeni bir medeniyet kuracaklardı ama yaptıkları düpedüz sömürgecilikti. Birileri de bunu bir kavramsal çerçeveye oturtmaya çalıştı. Bunu bugün de sorgulamamız lazım. Acaba bu sömürgecilik ilişkileri, modern yahut post modern kimlikleriyle yaşamaya nasıl devam ediyor? Mesela küreselleşme ile tedavüle sokulan bir takım kültürel ve estetik formlar daha değerli daha önemli denilerek insanların gündemine sokuluyor ama baktığınız zaman orada da adil ve eşit bir rekabet ortamı yok. Yani dünyanın hiçbir sineması Hollywood ile rekabet edecek güce sahip değil. Bu da Amerika'nın dünyadaki en büyük ekonomik ve askeri güç olmasıyla alakalı bir şey. İran sineması çok kalitelidir ama ticari güç anlamında Hollywood ile mücadele etmesinin imkânı yok. Bu alanda bile eşit rekabet ortamı yok. Eşit rekabet ortamı sağlansa ortaya belki neler çıkacak, neler keşfedilecek. Dolayısıyla bugün de sorguladığımızda bu eşit ve adil olmayan ilişki biçimi uluslararası ilişkilerden ekonomiye, sanattan siyasete kadar her alanda karşımıza çıkıyor. Buna tabii ki karşı koymak, direnmek, bunun adil bir sistem olmadığını ifade etmek lazım. Fakat bunu yaparken alternatifini üretecek bir çabanın da içinde olmamız gerekiyor. İslam dünyasına yönelik özeleştirim budur.
İslam ve Batı arasındaki savaş ve işgal ilişkisi mimari, estetik, sanat gibi alanlardaki ilişkileri gölgeliyor diyorsunuz.
Tabii. İslam ve Batı toplumları tarihi sadece bir savaşlar tarihi değil. İnsan boyutu, kültür boyutu, sanat, teoloji boyutu gibi birçok boyutu var. Tarihi bütün bu yönleriyle okumak lazım. Ama asıl önemlisi bu etkileşime açık olunduğu dönemlerde kültür hayatı, medeniyet kavramı zenginleşmiş, derinlik kazanmış. Mesela İslam toplumlarına bakın. Bir vahiyle kurulmuş bir İslam geleneği var. O, tarihe direkt 'dikey bir müdahale' olarak karşımıza çıkan bir durum. Ama daha sonra Müslüman toplumlar dünyanın farklı coğrafyalarında bu tevhid inancını bir kültür ve medeniyet kimliği haline getirirken çok esnek kültür politikaları izlemişler. Yani Avrupa'ya geldiklerinde o kültürün iyi yönlerini almaktan çekinmemişler. Hindistan'a gittikleri zaman o kültürün rengine bürünmekten çekinmemişler, helal ve haram sınırları içinde kalarak, insan hakları ihlaline girmemeye özen göstermişler. Oradaki kast sistemi uygulamalarını, dul kadınların yakılması geleneğini anında reddetmişler. Hint-İslam mimarisine baktığınızda bu enerjiyi görüyorsunuz. Endülüs'e gittiğinizde de Avrupa, Memluk ve Endülüs İslam mimarisini, bir sentezinin ortaya çıkardığını görüyorsunuz. İlk İslam filozofları, kadim Yunan düşünürlerinin eserlerini tercüme etmeye başladığı zaman bunu hakikat arayışıyla yapıyorlar. Risalelerin başında Kindi'nin meşhur bir sözü vardır: "Bizim için hakikati her kim inşa etmiş ve bize ulaştırmışsa ona teşekkür borcumuz vardır" diyor. Herhangi bir din, dil, mezhep gibi sınırlamalara girmeden bunu evrensel bir kaide olarak ortaya koyuyor.
Bugün Batı'ya dair kötü, sömürgeci gibi tanımlamalarımız aslında bize yapılanlar üzerinden kurgulanmış bir söylem. O zaman soruyu şöyle soralım. İslam dünyası ve Batı ilişkileri bundan sonrası için nasıl kurgulanabilir?
İbni Sina 'cevher meselesi'yle ilgili felsefi bir risale yazarken yahut aşk veya bilgi üzerine bir şey yazarken zihninin arkasında bir yerde Batı'ya, Hıristiyan âlemine yahut Yunan'a bir şekilde cevap vermem lazım düşüncesi yok. Zihninde açık bir hakikat tasavvuru var, aklını kullanarak elindeki verileri değerlendirerek bir felsefi kurgu inşa ediyor. İbni Sina'nın durduğu bir yer var. Yahut İbni Rüşd'ün, Molla Sadr'ın, İmam Gazzâlî'nin durduğu bir yer var. Oradan bakarken kendilerini birilerinin ötekisi olarak görmüyorlar. Birileri de 'ben onlara cevap vereyim' diyerek kendi varlık alanını onların ötekisi olarak sınırlandırmıyor. Yine modern dönemde, modern sömürgeciliğin ve diğer birçok sorunun neticesinde Batı'nın ötekisi olma, onların bizi ötekileştirmesi ve kurban edilme, kurban olma psikolojisiyle ufkumuzu çok daralttık. Batı'yı ele alırken de muhatap almamız, önemsememiz gereken bir faktör olduğunu göz ardı etmemeliyiz ama Batı'nın da bizim varoluşumuzu, kimliğimizi, ben tasavvurumuzu, medeniyet anlayışımızı şekillendirecek kadar belirleyici olmasına izin vermemeliyiz
Ben, Öteki ve Ötesi kitabınızın bana düşündürdükleri arasında tam da bize ait bir Batı kurgulanmasına ihtiyaç duyduğumuz fikri var. Bu kurguyu nasıl yapabiliriz?
Batı'yı incelerken, onun tarihte önemli bir yeri olan ama kendi içinde de birçok kırılma ve kriz yaşamış bir tarihi olduğunu akılda tutarak hareket etmemiz lazım. İkincisi belli bir eşitlik perspektifinden bakmak gerekiyor. Yani onların söyleyecek bir sözü varsa bizim de var. Bugün İslam dünyası zor bir dönemden geçiyor. Özellikle bizim yakın coğrafyamız… Bunun en üzücü neticelerinden biri, İslam dünyasının dünyaya söyleyecek bir sözünün olması ama bütün bu sorunlardan dolayı bu sözü söyleyememesi. Sanatta, edebiyatta, düşüncede, teoloji de, şehircilikte veya insan ilişkilerinde... Batılı bir akademisyen düşünün: Çok daha elverişli şartlarda oturuyor, araştırıyor, çalışıyor. Belli bir akademik entelijansiya var orada. Rağbet görüyor ve küresel tedavüle sokuluyor. Hâlbuki İslam dünyasına baktığınız zaman aydınlar, ulema, kanaat önderleri, dini liderler, bu kadar yaşanan somut sert siyasi meselelerin içerisinde kendilerine bir alan bularak topluma ve gençlere yön veremiyorlar. Bunu yapamadıkları için, dünyaya söyleyeceği sözleri de o kakofoninin içinde kayboluyor. Teşbihte hata olmaz, bu bir otomobil fabrikasının ortasında ney üflemeye çalışmaya benziyor. Birilerinin duymuyor olması o ney sesinin güzelliğini ortadan kaldırmıyor ama ortam öyle bir ortam ki istediğiniz kadar ney üfleyin, o ortamda sesinizin duyulması mümkün değil. Türkiye'de söyleyecek çok sözümüz, anlatacak çok hikâyemiz var ama bütün bu yaşanan hadiseler, iç ve dış sebeplerden dolayı Türkiye'nin bu manada bir hamle yapmasına imkân vermiyor. Bütün bu sıkıntılara rağmen Türkiye dünyaya açık ufuk perspektifiyle bakan birkaç İslam ülkesinden biri.
Biz genellikle bütün konuşmalarımızı Batılılar nasıl anlar diye düzenliyoruz. Konuştuklarımızı toparlarsak, şunu anlıyorum: Önce bir söz kurgulamak, sonra o sözün evrensel bir söz olup olmadığını düşünmek ve Batı'nın bu sözü anlayıp anlamayacağını hesap ettikten sonra söylemek lazım. Belki önce kendi kendimize nasıl anlatacağımızı kurgulamalıyız…
Elbette. Bizde bir tahkiye sanatı vardı eskiden, hikâye anlatma sanatı... Biz yüzyıllardır dünyanın en güzel hikâyelerini bu coğrafyada ürettik ve anlattık. Bin Bir Gece Masalları, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Salaman u Absal, Kelile ve Dimne, Mem u Zin gibi… Orada melekler de şeytanlar da vardı, Ehrimen ile Hürmüz de vardı, yedi başlı ejderha da... Ne anlatmak istiyorsak; aşktan hüzne, kahramanlıktan vatan sevgisine, korkudan eğlenceye, hikayelerle anlatıyorduk. Böyle muazzam bir muhayyile dünyasından geriye çok az bir şey kaldı ve bugün muhayyilemizi Hollywood'un imajları ve onun ürettiği 'Terminatör' gibi 'Superman' gibi imajlar belirlemeye başladı. Çocuklarımız da kahraman olarak onları görüyor, onlar üzerinden bir muhayyile dünyası inşa etmeye çalışıyor. Bu bizim aslında hiçbir şekilde teslim olmamamız gereken bir durum. Çünkü bizim bu konuda söyleyecek çok sözümüz var ama maalesef bu noktada da kendi içimizde bir tembellik söz konusu. Bazen öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki, mesela bir Batılı akademisyen tamamen Batılı kaygılarla gelerek bir risaleyi Süleymaniye Kütüphanesi'nden çıkarıyor, şerhini yapıyor, önsöz yazıyor ve Oxford gibi bir üniversitenin yayınlarından yayımlıyor. Biz de onu alıp hayranlıkla okuyoruz. Kitap zaten buradan Süleymaniye'den, Kahire'den, Tahran kütüphanelerinden gitti. Biz nasıl bir hazinenin üstünde olduğumuzun farkında değiliz. Burada bir silkinip uyanmamız ve bu zenginliği görmemiz lazım. Bunu fark edebilirsek, ben Batı'yla daha seviyeli, daha derinlikli bir ilişkiye geçebileceğimiz kanaatindeyim. Öbür türlü ya toptan reddetme yahut toptan bir teslimiyet üzerinden gidecek ilişkilerimiz. Biz bu manada ne toptan reddiyelicilik ifratına kapılmalıyız ne toptan teslimiyet tefritine. Çünkü biri Batı karşıtlığı adı altında bir 'ötekileştirme zihni' yapısı üretiyor, öbürü de tamamen teslimiyetçi, Batıcı, liberalist bir asimilasyoncu yaklaşıma dönüşüyor. Bir eleştirel angajman biçimini, Batı toplumu düşüncesi, sanatı, felsefesi ve akademisiyle rahatlıkla kurabiliriz. Müzikten bir örnek vereyim: 'Batı müziği çok iyidir, bizim müziğimiz geridir' gibi çok iler tutar tarafı olmayan, müzik teorisi açısından da pratiği açısından da saçma sapan düşünceler yıllarca fikir diye insanlara anlatıldı. Öyle bir noktaya vardık ki, bu topraklarda bir dönem Türk müziği yasaklandı. Türk müziğinin konservatuara girmesi 30-40 yıl sürdü. Bu bir zihni cinnet halidir. Siz bu topraklarda bin yıldan fazla zamandır her türlü duygunuzu saz, kaval ve zurna gibi çalgılar üzerinden anlatmış ve muazzam eserler ortaya koymuşsunuz. Sonucunda öyle bir noktaya gelmişsiniz ki Batı orkestrası karşısında; 'bu saz nedir, çok basit, ilkel, köylü aleti' deyip kenara atmaya kalkmışsınız. Şimdi bu değişiyor. Örneğin bağlama bugün çok ciddiye alınan bir enstrüman. Müzikte füzyon çalışmaları yapılır bazen. 'Erol Parlak, Arif Sağ, Erdal Erzincan falanca filarmoni orkestrasıyla çaldı, ne güzel' denir. Bizim sazımız filarmoni orkestrasıyla da çalınabilir diye bakıyorlar. Tabii bu takdir edilmesi gereken bir şey ama ben tersinden bakıyorum. 'Bağlama filarmoni orkestrasıyla çaldı' diye değil, 'orkestra geldi ve bizim bağlamamıza eşlik etti' diye bakmalı. Bu, sadece müzik sanat ve kültürde ortaya çıkan bir şey değil, hayatın her alanında karşımıza çıkan bir şey. Bu aşağılık kompleksinden kurtulmamız lazım ama bunu yapabilmek için bizim de heybemizin dolu olması şart. Heybemizi doldurabilirsek pazara çıktığımız zaman; 'Ey ahali! Benim de bir söyleyecek sözüm var' diyebiliriz.
Teşekkür ederiz.
İBRAHİM KALIN KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nden 1992 yılında mezun oldu. Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde yüksek lisansını, George Washington Üniversitesi'nde 'Beşeri Bilimler' ve 'Mukayeseli Felsefe' alanında "Molla Sadra'nın Varlık Görüşü" ve 'Bilgi Felsefesi' üzerine yazdığı teziyle doktorasını tamamladı. Collage of the Holy Cross, Georgetown Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde 'İslam Düşüncesi ve İslam-Batı İlişkileri' üzerine dersler verdi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi'nde akademik araştırmalar yaptı. 2005-2009 yılları arasında SETA Vakfı'nın kurucu başkanlığını yaptı. 2009 yılında Başbakan Başdanışmanlığı, 2012 yılında Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı, 2014 itibariyle de Büyükelçi sıfatıyla Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü görevine atandı. Ulusal ve uluslararası gazete, televizyon ve haber ajansında yazı, yorum ve mülakatları yayımlanan İbrahim Kalın, müzikle ilgilenmekte ve Türk halk müziği icra etmektedir. Evli ve üç kız babasıdır
Kaynak: http://www.lacivertdergi.com/dosya/2016/11/02/batinin-soyleyecek-bir-sozu-varsa-bizim-de-var
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder