Kültürel iktidarın adı var!
Türkiye’de tarihsel iktidar bloğunun siyasal ayağı 2002’den sonra ve özelikle de 2010’dan itibaren hızlanarak çökertilmiş, siyasal iktidar modern tarihimizde ilk defa Batıcı olmayan siyasal seçkinlerin tam kontrolüne girmiştir. Ekonomik ve kültürel alanda ise Batıcılık hala gücünü devam ettirmektedir.
- Dr. Oğuzhan Bilgin / University of York
x
Altın Kelebek Ödülleri ile başlayan tartışma, üzerinden günler geçmesine rağmen devam ediyor. Yaşananlarla ilgili tartışmaların ise ‘kültürel iktidar’ kavramına derinlemesine değinmeden, Türkiye’de kültürel iktidarın mahiyetini ve iktidarı elinde tutan kültürel sınıfı analiz etmeden daha çok aktüel düzeyde yapıldığı görülüyor. Türkiye’de siyasal iktidarın ilk defa 2002 sonrası demokratik mekanizmaların tüm militarist/ bürokratik vesayet odaklarını parçalaması sonucunda muhafazakar çoğunluğun eline geçtiği malum. Ama konu ekonomik ve kültürel iktidarlar olunca aynı durumdan bahsetmek şu an için hala çok zor. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, kültürel iktidar, politik ve ekonomik iktidar biçimleriyle etkileşim halindedir ve onlarla paralel olarak kültürel iktidar da diğer ikisi gibi ağırlıklı olarak iktidar dışı kalmış toplumsal unsurların gönüllü rızasının kazanılmasını öngören ve bu rıza (consent) tarafından da yeniden üretilen bir hegemonya biçimidir. Bu rızanın üretimi hegemonyanın en büyük meşruiyet aracıdır.
Kültürel iktidar, hakim kültürel sınıf dışında kalan geniş toplum kesimlerinin rızasının kazanıldığı ve ancak bu toplum kesimlerinin bu hegemonyayı yeniden ürettiği ölçüde güçlü bir kültürel iktidarı yeniden üretir. Bu rızanın kazanılmasında öncelikli iktidar aygıtı eğitim sistemidir. Eğitim sistemi burada iki işlev görmektedir: Öncelikle kültürel iktidarın kendisini meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği ‘resmi ideoloji’ iktidar-dışı kalmış toplum kesimlerini etki altına alıp massetmeyi eğitim sistemiyle başarır.
Bir diğeri, kültürel sınıfın çeşitli mesleki veya statüsel seviyelerde bir parçası olmayı tüm topluma eğitim yoluyla vadettiği için çevredeki toplum kesimlerinden insan devşirmeyi ve onları iktidara eklemlemeyi gerçekleştirmesidir. Resmi ideolojinin eğitim yoluyla vadettiği statü ve rollerle geniş toplum kesimlerinin kendi kültürel kökenlerine yabancılaşması sağlanır. Türkiye’de 14 yıldır siyasi iktidarın bizzat kültürel iktidar karşıtı bir siyasi aktörün elinde olması bile kültürel iktidarın eğitim sisteminin müdahale edilemez statükosunu değiştirememiştir. Bu da Türkiye’deki kültürel iktidarın gücünün göstergelerinden biridir.
Bu yabancılaşmayı ve kültürel hegemonyanın yeniden üretilmesini sağlayan ideolojik aygıtlardan diğerleri de entelektüel, sanatsal ve popüler üretimlerdir. Entelektüel üretim kültürel iktidarın kesin tekeli altındadır. Zaten aksi halde o ürün veya üretici entelektüel sayılmayacaktır. Bu noktada Türkiye’deki akademik hayatın, edebiyat eserlerinin, teknik beyaz yakalı sınıfın zihniyet dünyasını yansıttığı görülebilir. Çok-satanlar listelerinden, en çok atıf yapılan akademik yayınlara kadar bunun izlerini görmek mümkündür.
Sanatsal üretim de sinemadan, tiyatroya ve müziğe tüm dallarıyla resmi söylemin yayıldığı ve hegemonyanın romantize edilerek yalnızca rasyonel veya ideolojik akılla değil duygusal olarak da kendini meşrulaştırdığı, kitlelerin asimile edildiği özendirici bir araç işlevine sahiptir. Kültürel iktidar dışı bir sanat akımının veya sanatçı grubunun hem kurumsal destek ve sponsorluk olmadan hem de eğitim mekanizmalarına ters biçimde ‘alaylı’ olarak ortaya çıkması kolay olmadığı için hegemonya-dışı bir sanatın varlığından bahsetmek de zor olacaktır. Tıpkı Türkiye’de muhafazakar/milliyetçi kesimden gelme sanatçıların varlığından ve bu varlığın ödül törenlerindeki etki gücünden bahsetmenin zor olacağı gibi...
Kültürel iktidarın popüler üretim ayağını ise medya oluşturmaktadır. Öncelikle popüler kültürün tekelinin kültürel hegemonyaya uyumlu olması beklenir yoksa sektör tarafından en baştan tecrit edilip popülerliğinin önünde engeller oluşacaktır. Entelektüel ve sanatsal aygıtların yeniden üretilmesi ve meşruiyet kazanmasında popüler üretim önemli rol oynar. Başka rol oynadığı durumsa çeşitli ‘moda’ akımlarıyla kültürel iktidar sahiplerinin rol-model olarak topluma sunulması, bu iktidarın kültürel müktesebatının geniş toplum kesimlerine eğitim gibi zorlayıcı yollarla değil tam tersine gönüllülük ve müşterilik esasında yaygınlaştırılmasıdır. Geniş toplum kesimleri zaten icat edilmiş bu moda akımları neticesinde kendisine daha fazla yabancılaşmaktan kurtulamayacaktır.
Bir başka önemli rol de ‘bilgi’ üzerindeki tekeldir. ‘Haberler’ adı altında kitleleri manipüle edip kültürel iktidar için tehdit oluşturacak ‘karşı-hegemonya’ teşebbüsleri bu ‘haber’ ve bilgi tekeli sayesinde zayıflatılacak, çarpıtılacak veya tasfiye edilecektir.
Karşı iktidar teşebbüsleri
Peki kültürel iktidar ebedi midir? Karşı-iktidar teşebbüsleri bunu neden yıkamamaktadır? Kültürel iktidarın gücü kendisine muhalif olarak ortaya çıkan karşı-iktidar teşebbüslerini de manipüle edebilmesindedir. Bu manipülasyon sonucunda karşı-iktidar ne olduğundan çok, ne olmadığını ispatlamak zorunda bırakılır. Mesela Batı hegemonyasına karşı çıkan tüm İslami kaynaklı çıkışların kendisinin ‘radikallik’ten veya köktendincilikten uzak olduğunu ispat etme zorunda olması bunun delilidir. Kültürel iktidarın dışında kalan toplumsal kesimler için süreç son derece sancılı çelişkilerle doludur. Çünkü geçmişten gelen hatıralar, gelenekler, inançlar ile kültürel hegemonyanın eğitim ve diğer araçlarıyla birlikte söylem üstünlüğü arasındaki çelişki iktidar-dışı kalmış milyonlarca insanda farklı derecelerde ve biçimlerde travmalara yol açar. Bir grup kendini inkar edip, tedrisat ile devşirilme mekanizmaları sonucunda asimile olurken, diğer bir grup takiyye de denilen kamusal alanda hegemonyaya teslim olup kendi kimliğini özel alana mahkum bir şekilde yaşama yolunu seçmek durumunda kalır. Bir başka grup kendi kültürel müktesebatı ile kültürel hegemonyanın ideolojisini pragmatik olarak uzlaştırmaya veya senteze girişebilir, aynı şekilde bunların haricinde ortaya tamamen sistem dışı kalmış, toplumdan kopuk gettolaşmış bir toplumsal cemaat (community) de çıkabilir. Kültürel sınıf bu gruba ‘marjinal’ veya ‘radikal’ yaftasını yapıştırmakta nasıl olsa gecikmeyecektir. Yani geniş toplumsal kesimlerin kültürel iktidara entegre oluş veya bu hegemonyaya muhalif toplum kesimlerinin hegemonyaya rızalarının üretiliş biçimleri kesinlikle homojen değildir. Nitekim Türkiye’de de durum böyle zuhur etmiş, heterojen bir kültürel iktidar muhalifi kitle neşet etmiştir.
Kültürel iktidarın toplumun geride kalan kısmında yarattığı çelişkiler bütünü bireylerin kamusal alanda kendilerini toplumsal olarak gerçekleştirmelerini de zorlaştırır. En başta kendine güven duygusu bireylerde kaybolur. Sistem içinde hep bir ‘ikinci sınıflık psikolojisi’ bireye hakim olacağından ve kültürel kimliğin ve kodların yaratacağı ‘öteki’ duygusundan çekinen bireyler toplumsal hayatta dikkat çekmemeyi, ‘ötekiliği’nin hissedilmemesini seçer. Seçmezse derhal ‘öteki’ olduğu hatırlatılır. Bu bireyin kültürel kimliğini yaşayamaması onun toplumsal hayatta paralize olmasına ve kamusal hayattan kaybolmasına neden olur. Toplumsal hayattan ricat aynı zamanda kültürel hayattan da ricattir. Bu ricat kültürel hegemonyanın daha da rakipsiz olmasına yol açar. Kültürel hegemonyanın tesisinde önemli olan özgün kültürel kökenler değil özgün kültürel sonuçlardır. Yakın zamana kadar Türkiye’nin kültürel yapısı da bu paralelde gerçekleşmiş, muhazakar çevre kültürel hayattan büyük oranda çekilmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, kültürel iktidarın kendi sınıfından olmayanı yukarıda anlattığımız çeşitli mekanizmalarla engellemesi, tasfiyesi, ötekileştirmesi bir merkezi karar alma süreci veya komplolar sonucunda olmaz. Kültürel sınıfın iktidarı yapısallaşmış bir toplumsal durum olduğu için yapısallık arz etmeyenlerin rekabeti imkansız hale gelir, tasfiye bir tabiat kanunu gibi zayıf olanın elimine edilmesi tarzında spontane şekilde gerçekleşir.
Self-kolonyalist kimlik
Türkiye özelinde konuşursak, çökmüş eski siyasal iktidardan da miras kaldığı üzere, kültürel hegemonyanın ideolojisi Batıcılıktır. Birçok yerde tartışıldığı üzere bu ideolojiyi Kemalizm diye tanımlamak hem Tanzimat Dönemi’nin pre-Kemalizm hem de 2000’lerin post-Kemalizm dönemini tanımlamaya yetmeyecektir. Üstelik bu tanım Türkiye dışında benzer kaderi paylaşan ülkelerde ortaya çıkmış paralel ideolojik söylemlerin self-kolonyalist niteliğini göz ardı edeceğinden ve de kendini Kemalist olarak tanımlamayan kültürel iktidar unsurlarını kapsamayacağından eksik ve yanlış olacaktır. Aynı zamanda hadisenin medeniyet boyutunu göz ardı etmemizi, meselenin dünya ölçeğindeki büyüklüğünü görmememiz içinde bir illüzyon yaratacaktır.
Batı-dışı toplumların hemen hepsinde kültürel Batılılaşmacı ideolojiler ortaya çıkmış, bu siyasi ideolojiler bir kültürel programı ve hegemonya girişimini de beraberinde getirmiştir. Bu Batılılaşmacı ideolojilerinin kökeninde ortak olan şey, yerli kültürleri Batı modernleşmesinin gerisinde kalmanın bir nedeni olarak algılamaları ve gelişmenin ancak Batı modernleşmesinin kültürel kökenlerinin transferi ve entegrasyonuyla mümkün olacağını görmeleridir. Hemen hepsinin ekonomik devrimlerden daha şiddetli olarak kültür devrimlerine girişmeleri de bundandır.
Kültürel iktidarı ekonomik ve siyasal iktidardan bağımsız düşünemeyiz. Bilindiği üzere Gramsci hegemonya ve iktidar meselelerini siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla birlikte tartışmaktadır. Gramsci tarihsel iktidar bloğu kavramını ortaya atarken ekonomik ve kültürel çıkar ortaklığına dayanan bir blok olarak ortaya çıktığını savunur. Ancak bu bloğun ortaya çıkışı ve hegemonyanın oluşumu sonrası dönem de statik değildir. Değişen koşullar ve karşı-hegemonya teşebbüsleri sürece dualistik bir dinamizm katar. Zamanla tarihsel iktidar bloğu, Türkiye’de de olduğu üzere, siyasal ayağını kaybetmekle birlikte kültürel ve ekonomik baskınlığını da devam ettirebilir. Nitekim Türkiye’de de tarihsel iktidar bloğunun siyasal ayağı 2002’den sonra ve özelikle de 2010’dan itibaren hızlanarak çökertilmiş, siyasal iktidar modern tarihimizde ilk defa Batıcı olmayan siyasal seçkinlerin tam kontrolüne girmiştir. Ekonomik ve kültürel alanda ise Batıcılık hala gücünü devam ettirmektedir.
Peki bu kültürel iktidar hegemonik söylemi ve ideolojik gücü sayesinde iktidarını aynen Altın Kelebek’te sergilendiği kadar şımarıkça ve fütursuzca ilelebet sürdürebilecek midir? Bu da başka bir yazının konusu.
bilgino@gmail.com
http://www.star.com.tr/acikgorus/kulturel-iktidarin-adi-var-haber-1162078/
Asıl büyük savaş kültür alanında
Rahmetli HAkkı Devrim'in deyişiyle 'köşe kadılığı'mızın 21 Kasım Pazartesi gününde Fazıl Say'a verilen ve “Dünyanın en prestijli müzik ödüllerinden biri” olarak lanse edilen Beethoven Academy Ödülü'nün arka planına bakmaya çalışmıştık. 2016 Mart'ında kurulmasına rağmen yedi ayda nasıl olup da bu dünya çapında prestiji elde edebildiğinden başlayıp, Bonn'daki bir kilisede ödülün takdim edileceği gecenin açılış konuşmasını hem çeşitli ödüller ve hem de Alman pasaportu ödülüyle alkışlatılan Can Dündar'ın yapacağını, Batı'nın özellikle şu sıralar bir Türk'e vereceği her ödülü araştırma ihtiyacı duyduğumuzu yazmıştım.
Yazının finalinde de demiştik ki:
“Fazıl Say'a üzülsek mi kızsak mı?.. Kiminle nerede hangi karede fotoğraf çektirdiğine iyice dikkat etmeli insan. O atasözünü unutmamakta her zaman yarar var: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” …
Rahmetli Halit Refiğ'in emaneti olarak her daim kendisine ihtimam göstermeye çalıştığım Prof. Gülper Refiğ'den o yazımın ardından gelen e-postayı sizlerin de okumasını istedim. Halit Bey üstadımın “sebeb-i saadetim” dediği sevgili Gülper, eşinin içtenlikle ve çok kullandığı 'çok yaşa!' ifadesini mektubunun başında geçirerek duygu ve düşüncelerini bilgisayara döküvermiş:
“Bu yurtdışı ödüller rezaletini hükümetin, Kültür Bakanlığı'nın anlaması için harika, usta işi bir uyarı yazısı. Türkiye'yi ne kadar kötülersen o kadar ödül… Bütün yerli sinema festivalleri de buna hizmet ediyor. Bu gerçeği bir türlü anlamıyorlar, gazetelerde çarşaf çarşaf 'ödül aldık' diye böbürleniyorlar. Asıl büyük savaş kültür alanında ve gençler kendi ülkelerine düşman olmaya yönlendiriliyor.
Bunu da büyük başarıyla gerçekleştiriyorlar. Beethoven azılı bir kilise karşıtıydı ve en büyük eseri 9. Senfoni'yi Türk Marşı'yla bitirdi (Şimdi ayıla bayıla söyledikleri Avrupa Birliği Marşı). Son bölüm mehter sazları ve ritmiyle tam bir Türk marşıdır. Bu temayı birçok eserinde kullanmıştır. Mozart gibi o da bizim insanlığımıza ve tasavvuf düşüncesine hayrandı. Ölürken başucunda Goethe'nin Doğu Batı Divanı duruyordu; yani İslam'a ve Peygamberine övgüler. Onun adına kilisede ödül verilmesi nasıl trajikomik bir tezattır ve Batı sahtekârlığıdır.”
Gülper Hanımın dediği gibi “Asıl büyük savaş kültür alanında”dır. Batı, bizim bu sütunlarda dilimize pelesenk ettiğimiz 'Yumuşak Güç'ten (ülkemizin yumuşak karnından) vuruyor. Kendisinin yeri geldiğinde yok saydığı insan haklarından; bizim “Sadece gazetecilik yaptığı için mahkûm olmuş tek bir medya mensubu yoktur” diye yırtınmamıza rağmen, Türkiye'de basın özgürlüğü bulunmadığından; terör örgütü PKK ile bağlantıları nedeniyle yasal takibata uğrayan milletvekillerini göstererek parlamenter demokrasinin zaafa uğramasından; sivil toplumun karar süreçlerine yeterince katılmadığından söz ederek 'soft' agresyonlarını devreye sokuyorlar…
Memleket sevgisini yüreğinde hâlâ hisseden, “güzel ve yalnız ülkem” diye hayıflanma yeteneğini kaybetmemiş, iyi eğitimli, çalışkan sanatçı gençleri bu büyük savaşta koruyup kollamalıyız. Çünkü yetenekli gençlerimiz, Batı'nın yaldızıyla parlatılmak, tüketim toplumunun içi boş vaatleriyle kafaları karıştırılmak ve ödüllerle kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenmektedir.
Bu nedenledir ki, Can Dündar'a bir kez daha sahne verilerek Türkiye aleyhine konuşulacak platformlar oluşturulmasına Fazıl Say keşke alet olmasaydı, diye geçiyor içimizden…
Yazının finalinde de demiştik ki:
“Fazıl Say'a üzülsek mi kızsak mı?.. Kiminle nerede hangi karede fotoğraf çektirdiğine iyice dikkat etmeli insan. O atasözünü unutmamakta her zaman yarar var: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” …
Rahmetli Halit Refiğ'in emaneti olarak her daim kendisine ihtimam göstermeye çalıştığım Prof. Gülper Refiğ'den o yazımın ardından gelen e-postayı sizlerin de okumasını istedim. Halit Bey üstadımın “sebeb-i saadetim” dediği sevgili Gülper, eşinin içtenlikle ve çok kullandığı 'çok yaşa!' ifadesini mektubunun başında geçirerek duygu ve düşüncelerini bilgisayara döküvermiş:
“Bu yurtdışı ödüller rezaletini hükümetin, Kültür Bakanlığı'nın anlaması için harika, usta işi bir uyarı yazısı. Türkiye'yi ne kadar kötülersen o kadar ödül… Bütün yerli sinema festivalleri de buna hizmet ediyor. Bu gerçeği bir türlü anlamıyorlar, gazetelerde çarşaf çarşaf 'ödül aldık' diye böbürleniyorlar. Asıl büyük savaş kültür alanında ve gençler kendi ülkelerine düşman olmaya yönlendiriliyor.
Bunu da büyük başarıyla gerçekleştiriyorlar. Beethoven azılı bir kilise karşıtıydı ve en büyük eseri 9. Senfoni'yi Türk Marşı'yla bitirdi (Şimdi ayıla bayıla söyledikleri Avrupa Birliği Marşı). Son bölüm mehter sazları ve ritmiyle tam bir Türk marşıdır. Bu temayı birçok eserinde kullanmıştır. Mozart gibi o da bizim insanlığımıza ve tasavvuf düşüncesine hayrandı. Ölürken başucunda Goethe'nin Doğu Batı Divanı duruyordu; yani İslam'a ve Peygamberine övgüler. Onun adına kilisede ödül verilmesi nasıl trajikomik bir tezattır ve Batı sahtekârlığıdır.”
Gülper Hanımın dediği gibi “Asıl büyük savaş kültür alanında”dır. Batı, bizim bu sütunlarda dilimize pelesenk ettiğimiz 'Yumuşak Güç'ten (ülkemizin yumuşak karnından) vuruyor. Kendisinin yeri geldiğinde yok saydığı insan haklarından; bizim “Sadece gazetecilik yaptığı için mahkûm olmuş tek bir medya mensubu yoktur” diye yırtınmamıza rağmen, Türkiye'de basın özgürlüğü bulunmadığından; terör örgütü PKK ile bağlantıları nedeniyle yasal takibata uğrayan milletvekillerini göstererek parlamenter demokrasinin zaafa uğramasından; sivil toplumun karar süreçlerine yeterince katılmadığından söz ederek 'soft' agresyonlarını devreye sokuyorlar…
Memleket sevgisini yüreğinde hâlâ hisseden, “güzel ve yalnız ülkem” diye hayıflanma yeteneğini kaybetmemiş, iyi eğitimli, çalışkan sanatçı gençleri bu büyük savaşta koruyup kollamalıyız. Çünkü yetenekli gençlerimiz, Batı'nın yaldızıyla parlatılmak, tüketim toplumunun içi boş vaatleriyle kafaları karıştırılmak ve ödüllerle kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenmektedir.
Bu nedenledir ki, Can Dündar'a bir kez daha sahne verilerek Türkiye aleyhine konuşulacak platformlar oluşturulmasına Fazıl Say keşke alet olmasaydı, diye geçiyor içimizden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder